• Sonuç bulunamadı

1.4. KİŞİLİK TEORİLERİ

1.4.1. Freud’un Psikoanalitik Teorisi

Freud’a göre kişiler ihtiyaçları ve temel içgüdüleriyle dünyaya gelmişlerdir. Bu ihtiyaçlar su, yiyecek, hava gibi temel ihtiyaçlardan oluşmakla beraber, saldırganlık ve cinselliği de kapsadığı belinmektedir. Freud bilgi, güvenlik, aşk gibi yeni kavramları da teorisine katarak, bir şeylerin daha temeldeki arzulardan kaynaklandığına inanmıştır. Her bireyin çabası yaşamı boyunca ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını düşünmekle ilgilidir. Freud’a göre bireylerin kişilikleri, bu görevleri yerine getirirken ettiği mücadele ve ihtiyaçlarının tatmin edilmesi sonucu gelişmiştir ( Bernstein vd., 1994:485).

Freud 1920’ lerden sonra, içgüdüye daha az önem vermekle beraber, yaşamının son 20 yılında kurduğu anlayışına yeni kavramlar getirmiştir (Arkonaç, 2005:386). Bu dönemden sonra Freud, kişiliğin üç ana bileşenden oluştuğunu ileri sürer; id, ego ve süperego. Bu yapısal modeli psikoanalitik kuramının temeline dayandırmıştır. Ona göre, bu kuram zihnin bilinçli ve bilinçsizlik içeriği arasındaki farkı yansıtmaktadır. Bilinci, duyu algılamaları olmadan, algı ve duygulardan alınmış tüm algılamalar olarak tanımlamış ve psikoanalizin en önemsiz, yüzelsel ve geçici özelliği olarak görmüştür. Bilinçaltının ise, zihinsel yaşantının en etkili rolü olduğunu ve bilinçaltının duygulardan oluştuğunu, bu duyguların ise “temel” ve “ilkel” olduğunu ifade etmektedir. Bilinçsizlik doğuştan varolan içgüdülerden

oluşmuştur. Bir baskıyla karşı karşıya kalındığında bilinç dinamik materyaller üretebilir. Freud baskıyı, en etkili savunma mekanizması sayarak, rahatsızlık verici dürtüleri, düşünceleri ve imgeleri farkındalık dışında kalan ve devamlılık gösteren bir süreçle bilinçten dışlamak olarak tanımlamıştır. Bilinç ve bilinçaltı kavramları arasındaki bu fark, id (ilkel benlik), ego (benlik) ve süperegonun (üstbenlik) meydana gelmesini anlamak açısından önemlidir (Abu-Raiya, 2014:330).

‘Kendisi’ anlamına gelen id; etimolojik olarak ideos kelimesinden türetilmiştir. Psikolojide ise “id” in, ilkel benliği ifade ettiği söylenebilir. İlkel benlik, herhangi bir ölçü tanımadan ya da frene basmadan, hiçbir sınırlamayı kabul etmeden, arzulayan, arzuladığını elde etme ve istediğini yapma inancındadır. Çocuklukta gördüğümüz benlik, id ile hareket etmektedir (Dinçmen, 1981:224). Ego, sosyal yaşam gerçekleri, id ve onun haz arzusu ile arasında dengeyi sağlamaya çalışan kişilik kavramının parçalarından biridir. Ego, gerçeklik ilkesinin izinden gittiği söylenebilir. Gerçeklik ilkesine göre; gerçeklikle id’in talepleri karşılanırken, kişiliğin son unsuru olan süperego yönlendirebilir ya da engellenebilir. Bu kişiliğin vicdani ve ahlaki yanını temsil etmiştir. Hoşlanmadığınız biriyle etkileşimdeyken, id; o kişiye karşı saldırıya geçmeniz konusunda telkinde bulunabilir, ego; toplumsal olarak uygun bir davranış olmadığından bunu yapmanıza engel olabilir, süperego ise tüm bireylere nazik davranılması ve kişilerin uygunsuz davranışlarının affedilmesini isteyebilir. Ego, tehdit edilirse bireyde kaygıya (anksiyete) sebebiyet verebilir (Cottam, Mastors, Preston ve Dietz, 2017:47). Süperego, dış dünyanın isteklerini ve yasaklarını gösteren, ruhsal aygıtın hem bilinçli hem de daha çok bilinçsiz kısmını ifade eder. Süperego, çocuğun etrafındaki otorite figürleriyle ilişkilerinden meydana gelmiştir. Çocuk yaşamının ilk yıllarında otoriteyi, anne babasından ve onların yerini tutan kişilerden, yaşamının sonraki evresinde ise asıl otoriteyi, bilinçdışı diye nitelendirilen kişilerden yeni katkılar sağlayarak öğrendiği söylenebilir. Süperego ebeveynlerle özdeşleşme sonucu şekillenmiştir. Ebeveynler çocukluk döneminde bilinç ve bilinçdışı eylem ve düşlerimizi incelemeye alan kafamızın içindeki ses olarak nitelendirilebilir. Süperego ebeveynlerimiz ile aynı tarzda, aynı şeyleri yapmamızı istemektedir. Davranışlarımız düzgün, anlayışlı ve iyi olmuşsa

süperegomuzda aynı tepkiyi verebilir. Nitekim, davranışlar sert ve cezalandırıcıysa, içimizdeki ahlak bekçisinin tutumu da aynı şekilde karşılık verecektir. En küçük saldırganlık ya da cinsellik belirtisi bile dışlanmışsa, süperegonun da aynı tepkiyi göstereceği söylenebilir ( Wallace, 1994:43).

Freud (1856-1939) ruhsal çözümleme yaklaşımında, kişilik tiplerinin cinsel ve ruhsal gelişiminin türlü evrelerinde takıntı ve saplantılardan meydana geldiğini savunmuştur. Bu evreler; ağız (oral), dışkıl (anal), üretken (fallik), ve özsever (narsistik, genital) evrelerinden oluşmaktadır (Köknel, 1989:113).

Freud, zevk duyusunun bedenin erojen bölgeleri olarak nitelendirilen ağız ve cinsel organlar gibi hassas yerlerden türediğini söylemiştir. Bireyin çocukluk dönemi adım adım ilerlerken farklı dönemlerde farklı erojen bölgeleri zevk kaynağı oluşturduğunu savunmuştur. Doğumdan sonra çocuğun yaklaşık olarak birden iki yaşına kadar geçen süre oral (sözel) dönem dediğimiz ağız, ana erojen bölgesidir. Bu aşamada çocuğun kimlik memnuniyeti, emme ve ısırma gibi oral etkinlikler yoluyla oluşmuştur. Çocuğun kimliği yeterli miktarda tatmin edilmezse veya sütten kesilen bebekte çözümlenmemiş çatışmalar ortaya çıkarsa, bunun sonucu olarak, yetişkinliğe erişen bireyde sigara içme, tırnak yeme, aşırı yemek yeme, aşırı konuşma gibi oral (sözel) alışkanlıklar oluşabilir (Parham, 1988:374).

Freud, anal safhada çocuğun iki yaşlarını kapsayan, dışkı çıkarma ya da tutma aracılığıyla bağırsak hareketlerinden zevk aldığını belirtmiştir. Bu aşamada, çocuğun biyolojik isteklerini düzenleyebilmek için tuvalet eğitiminin büyük öneme sahip olduğu söylenebilir. Ciddi manada cezalandırıcı bir biçimde tuvalet eğitimi alan çocuklarda çeşitli olumsuz sonuçlara neden olduğu düşünülmüştür. Örneğin, aşırı cezalandırıcı ‘eğitim’ sıklıkla anneye karşı gizli bir düşmanlık hissine sebebiyet yaratırken, aynı zamanda genel olarak kadınlara karşı düşmanlık olarak sonuçlanabilir. Diğer bir olasılık, cezalandırma önlemlerine aşırı bağlanma cinsel

sorunlar ve cezanın uyandırdığı endişe arasında bir ilişkiye neden olabilir. Tuvalet eğitiminden kaynaklı bu genital kaygı, yaşamının ilerleyen zamanlarında cinsellik açısından endişe haline gelebilir (Weiten, 1989:438).

Çocukluğun fallik dönemi dediğimiz 4 ve 5 yaşları, ilk olarak stres, Oidipus kompleksi ve cinsel organlarının uyarılmasından meydana gelen zevk üzerine yoğunlaşmıştır. Fallik döneminde olan erkek çocuk cinsel duygularını anneye yönlendirirken, babaya karşı kıskançlık duygusu meydana gelebilir. Babası tarafından cezalandırılmasından korkabilir, ardından izleyen süreçte tüm çatışmaları bilinçaltından uzaklaştırarak, babası ile özdeşebilir. Kız çocukları daha simetrik bir yol izleyerek, babaya karşı cinsel duygu gözlemlenirken, anne ile rekabetten sonra nihai tanımlamayı yakalayabildiği söylenebilir (Gleitman, 1992: 474).

Gizil, genital dönem 6 yaşından, ergenlik dönemine kadar çocuğun cinselliğinin geciktiği-baskılandığı inancında olan Freud, genital evredeki önemli olayların ailenin ötesine geçerek sosyal ilişkilerini gerçekleştirmeye odaklandığını ifade etmektedir. Bu evrede cinsel dürtülerin tekrar ortaya çıkmasıyla beraber, genital organlara bir kez daha ilgi duyulduğu söylenebilir. Bu adımda, cinsel enerji, fallik dönemde olduğu gibi karşı cinsteki akranlarına yönelmiştir. Kişiliğin şekillenmesinin ilk yaşlar olduğunu ileri süren Freud, kişilik gelişiminin çocukluk evresinin ortasına gelindiğinde durduğunu ima etmemiştir. Yetişkin kişiliğinin oluşurken erken evrede sağlamlaştığı inancındadır. Ona göre, yaşanılan ilk deneyimlerin bilinçaltına yerleşmesi sonucu, çocukluk krizlerinin sonraki yaşlarda çıkan çelişkilerin kaynağını oluşturduğunu ileri sürülmüştür (Weiten, Hammer ve Dunn, 2016:41).