• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: KURAMSAL ÇERÇEVE

2.1. Çevirilemezlik Yaklaşımları

2.1.1. Evrenselci Yaklaşım

Evrenselci yaklaşım, evrensel dil tümellerinin varlığına inanmakta ve bunun çeviriyi her daim mümkün kıldığını savunmaktadır. Anlamın değişmezliğine dayalı, bir başka ifadeyle, göstergeler arası yer değiştirme olarak görülen bu görüşe göre, her dil toplumu kendi dilini ve kültürünü, dili kullanarak ifade eder ve yabancı olanı yine dili kullanarak algılar. Bu nedenle bir dilde ifade edilebilen başka bir dilde de ifade edilebilir.

Evrenselci yaklaşımın bir dışa vurumu olan, her şeyin (bir şekilde!) çevrilebilir olduğu görüşü, Translate It, Translate It Not isimli makalede, Jean-Jacques Lecercle tarafından yinelenmektedir. Bu bağlamda André Lefevere, çevrilemezliği dilin bir sorunu olarak görmemektedir, çevirilemezliği daha çok ideolojik ve kültürel faktörlere bağlamaktadır

89

(1998a:48; 1998b:136;1992:xi). Lefevere “kültür edincinin” (cultural competence) “çeviri edimi” (translation performance) üzerindeki etkisine işaret etmektedir.

Geleneksel dilbilim paradigması, çevirinin kültür, ideoloji ve erek dizge şartlarını dilin dışında tutarak çeviriyi sınırlı ve eksik bulmakta ve hatta mümkün görmemekteydi. Yaklaşımın kendi açmazının farkına vararak evrilmesi, edimin daha geniş açıdan ele alınmasıyla gerçekleşmiştir. Böylece kültürel ve sosyal farkındalıklar oluşmaya başlamıştır. Bunun neticesinde dilin bireyselliği, estetik ve iletişim amaçla kullanımı gündeme gelmiş ve çevirilebilirlik-çevirilemezlik meselesinin metin türleri üzerinden ele alınması safhasına geçilmiştir (Neubert, 2000).

Geleneksel Batı düşüncesinde, Evrensel Dilbilgisi, onüçüncü yüzyıla uzanan geçmişiyle Aydınlanma Döneminde Roger Bacon ile başlayarak geçerli olan bir kavramdır. Noam Chomsky ile “Üretici Dönüşümsel Dilbilgisi” (Transformational Generative Grammar) adı altında geliştirilmiştir. Bu yaklaşım, farklı dillerin evrensel bir dilin türevleri olduğu varsayımının zeminini oluşturmaktadır. Bu anlamda Charles F. Hockett bir iletişim sistemi olarak dili, anlamsallık (semanticity), nedensizlik (arbitrariness), yer değiştirme (displacement), üretkenlik (productivity) ve adlandırma (naming) gibi daha birçok tasarım özelliklerine ayırmıştır (1960:90-91).

Dilin sistemli çalışmasını sağlayan bunun gibi tasarım özelliklerden biri de “en az çaba ilkesi’dir. George Kingsley Zipf ‘in the principle of least/minimal effort veya the economy of langauge olarak da bilinen bu ilkesine göre esas olan, söylenmek istenenin gereksiz dil kullanımından kaçınılarak verilmesidir (Zipf, 1935/1972:31-32). Dilin doğasında var olan bu ilke, dilin kendi kuralları çerçevesinde, sessel, sözcüksel ve edimsel düzeyde uygulanıp dilin yüzey ve derin yapısında kullanılmaktadır (Martinet, 1964:94;Üstünova 2002:169).

Bu zeminde, diller ortak ve genel kurallarla yönetilmektedir. Böylece evrensel tümeller yardımıyla çeviri güçlüklerinin aşılabileceği inancı doğmuştur. Chomsky’nin tüm dillerin genelinde var saydığı, sözcüksel ve yapısal olmak üzere sunduğu ve dil öğrenimini amaçlayarak kavramsallaştırdığı bu modelin bu inancın pekişmesinde payı olduğu ve ancak çeviri pratiği açısından geçerliliği ayrıntılı bir tartışma gerektirmektedir (1966:128). Bununla birlikte Chomsky’nin “derin yapı” ve “yüzeysel yapı” ayrımı

90

evrenselci yaklaşımda, anlamın yüzey yapıda temsil edildiğine ve buna karşılık derin yapıda üretildiğine dair genel bir kanı oluşturmuştur (1965:128).

Daha önce Saussüre, dil-söz ayrımını yapmış ve dil olgularını açıklama yolunun dil sisteminden geçtiğini belirtmiştir (1959:44). Bu bakımdan anlam-biçim kavram çifti ayrımı, biçimin dilden dile değiştiği, buna karşılık anlamın dile getiriliş biçimine bağlı kalarak farklılaştığı anlayışına dayandırılmıştır (Reddy,1979/1993). Her yeni çeviri, (Derrida’nın yapısökümcülüğünde değinileceği gibi), gösteren ile gösterilen arasında bir yer değişimine yol açtığından, transfer edilen anlamla yeni bir çeviri süreci başlatılmaktadır. Bu döngünün birer parçası olan, “kavram” (gösterilen/signified) ve “ses imgesi” (gösteren/signifier) birlikteliği, Saussüre için, bir paranın iki yüzü gibi yapışıktır ve ayrıştırılamaz (1959:66). Fakat Derrida için, ilgili alanda görüleceği gibi, çeviri, daha doğrusu çevirilemezlik, bu kavram çiftinin ayrışması üzerine kurulmuştur. Bu noktada sesbirimlerin dilbilimsel anlam üniteleri olarak neden çevrilemez addedildiklerini, Catford’un da belirttiği gibi, kaynak metnin kendi sesbirimleriyle sunduğu ahenkin, uyumun ve ritmin çeviriyle yakalanamayacağı tesbiti açıklamaktadır (Damrosch, 2009/2010:288-289). Evrenselci görüşün buna karşılığı, bu tür çeviri kayıplarının ses-anlam ilişkisinin getirdiği bir mecburiyet ve bir nevi kaçınılmazlık olduğu şeklinde olmuştur (Bellos, 2012:150).

Yapısal düzlemde karşılaşılan sözcük ve dilbilgisel birimlerin yol açtığı çevirilemezlik tehtidi veya endişesi, iki dil arasında karşılanmayı bekleyen uyumsuzlukları kapsamaktadır. Sözcük ve yapısal dizgenin kaynak dile bire bir çevirisi, metnin anlaşılabilirliğini yok etme riskini taşımaktadır (Bellos, 2012:287). Dillere ve kültüre has espiri ve şakalar, kelime oyunları, söz sanatları, eşseslilik, aksan gibi dilin retoriğini gösteren eylem biçimlerinin (Burke, 1969:41) ayrı ayrı sundukları çeviri güçlüklerinin aşılması, evrenselci görüş için, bir “üstdil” (metalanguage) farkındalığı gerektirmektedir. Bu farkındalık, çeviriyi zorlaştıran etmeni ya bağlamın içinde ele almakla ya da bağlamı güçlüğün içinde temellendirmekle kazanılacaktır; bu da çeviri ediminin kendisidir.

Diller arası farklılıkların yüzeysel seviyede algılandığı bu evrensel yaklaşımda, biyolojik ve kültürel dayanakları olan bir çeviri pratiği güdülmektedir. Dolayısıyla

91

evrensellik ortak bir aklın ürünü olarak algılanmaktadır (Yücel, 2016:128). İçinde yaşanılan ortak bir dünya vardır; kazanılmış ve yaşanılmış deneyimler kapsamında, dilin (biçimin) anlatacakları (anlam-içerik bağlamında) sınırlıdır. Jakobson da, anlatabildikleriyle değil, anlatmak zorunda kaldıklarıyla dillerin gerçek anlamda birbirlerinden farklılaştıklarını söylerken, (bilişsel) deneyimin çevirilebilirliğine, asıl içeriğe vurgu yapmaktadır (1959:234-236).

Deneyimlerin, yaşanmışlıkların ve farklılıkların anlaşılması bağlamında, çeviriyi ortak bir dil seçmiş on sekizinci yüzyıl Alman Romantikleri, farklılıkların sanatla giderilebileceği görüşüyle, ötekine ait dünyanın, çevirmenin kendi gözünden baştan tasarlamasına izin vermişlerdir. Antoine Berman’ın Experience of the Foreign: Culture and Translation in Romantic Germany adlı kitabında, dönemin çeviri felsefesi olan yabancılaştırma startejisini çeviri edebiyatının evrenselleşmesi açısından vazgeçilmez, ancak, çok kökenliliği, çok türlülüğü ve farklılığı düşünmeyen uygulanışı açısından, bir o kadar da çelişkili bulmaktadır.

Berman, Romantik dönemin üstlendiği evrenselci yaklaşımın, çeviri edimi yardımıyla bir “Dünya Edebiyatı” (Weltliteratur) oluşturmak isteyen Johann von Goethe’in hayaliyle uyuşmayan bir çizgide olduğunu söylemektedir (Berman, 1992:64-65). Avrupa milliyetçiliğinin yeni yükselişe geçtiği bir dönemde, akademik bir disiplin olarak karşılaştırmalı edebiyatın ulusal sınırları aşmasını değerlendirmek isteyen Goethe, Dünya Edebiyatı terimini ulusları birleştirici bir zeminde kullanmıştır. Bu doğrultuda Goethe, Weltliteratur tasarımıyla ilgili amacını, “aynı düşünen değil ama birbirini anlamayı öğrenen ulusları” hedeflediğini söyleyerek açıklamıştır (Goethe:846

). Ren é Wellek ve Austin Warren Theory of Literature adlı eserlerinde, Goethe’nin bu tasarımla, Homeros’dan Dante’ye, Cervantes’den Shakespeare’e, ünleri tüm dünyaya yayılmış seçme edebi eserlerden büyük bir külliyat oluşturmayı hedeflediğini söylemektedirler. Ancak Weltliteratur fikrine hedefin imkansızlığı nedeniyle soğuk baktıklarını açıkca belirtmektedirler (Wellek & Warren, 1949:49).

46Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832) on Weltliteratur

92

İngilizce eğitimin yapıldığı akademik çevrede Dünya Edebiyatı kavramı, sömürgecilik sonrası çalışmalar ve özellikle karşılaştırmalı edebiyat disiplinleriyle doğrudan ilintili bulunmaktadırlar (Forsdick, 2001:VI-IX). Karşılaştırmalı edebiyatın uygulamada öncülüğünü yapan Almanya’da ise, karşılaştırma alanı, Almanca’daki kullanımıyla Komparatistik, Victor Klemperer’e göre, dünya edebiyatının yaşam sahasıdır. Bu yaşam sahasında Goethe, Funda Kızıler Emer’in Hendrik Birus’dan aktarımına göre, farklı edebiyatların özgün sesini korumuş ve komparatistiğe, Weltliteratur kavramıyla büyük katkı sağlamıştır (Birus, 2004:12: akt., Kızıler Emer, 2017:154).

Romantik Dönemin temsilcileri Johann G. Herder, Johann W. Goethe, Friedrich Schlegel, Alexander von Humboldt ve Friedrich Schleiermacher gibi önemli isimlerin, evrensellik söylemini tek dil (Almanca) üzerinden yürütmeleri, Berman için bir çelişki arz etmektedir. Berman, bu noktada çevirilebilirlik-çevirilemezlik tartışmasına kapı açarak, genelleyici, evrenselci yaklaşımların, aslında anlaşılamazlığa, bir anlamda çevrilemezliğe yol açtığına dikkat çekmektedir. Berman çevirilemezliğin buna karşılık olarak bir “başkaldırı” formuna dönüşebileceğini ifade etmiştir.

Kültürel farklılıkların çeviride anlam transferini merkeze alması Amerikalı dilbilimciler Edward Sapir ve Benjamin Lee Whorf ile birlikte gerçekleşmektedir. Farklı dilleri konuşanların bilişsel becerilerinin, dolayısıyla düşünme biçimlerinin de farklı olacağına yönelik bir iddia ileri sürmüşlerdir. Dilde görecelik iması taşıyan bu iddia, evrenselciler tarafından dil ve düşüncenin bir vücut olarak ortak hareket ettikleri gerekçesiyle reddedilmiştir (Boroditsky, 2011:63). Örnek olarak, Eskimoların “kar = snow” sözcüğü için elli farklı alternatif sunabilmesi, Amazon yerlilerinin sayı sistemi olmayan bir dile sahip olmaları veya Papua New Guinea’de konuşulan Mian dilinin sadece bir fiille olayın içinde bulunulan zamanda mı, yoksa daha önce mi geçtiğini anlatabilmeleri (Boroditsky, 2011:64), evrenselci görüş gereği, çevirilemez değil, kültürel anlamla fazlaca yoğruldukları için, sadece çevirilmeleri güç bulunmaktadır (Large, 2019:2). Kültürel kavram farklılıkların ve anlam yükünün çeviride zirveye ulaştığı alanlardan biri felsefenin dilidir. Düzanlam, yananlam ve pragmatik seviyede getirdiği çeviri zorlukları açısından felsefe, şiir ile birlikte, çeviri güçlüğü sunması bağlamında başı çeken alanlar

93

olmuşlardır (Large, 2019:57). Schopenhauer, örnek olarak, bu anlamda çeviriye güvenilemeyeceğini belirtmiştir (Lefevere, 1977: 99-100).

Evrenselciler, tümden gelimci bir yaklaşımla, edebi kanon, minör edebiyatı, sömürge edebiyatı ve kutsal kitapların da eklenebileceği, felsefenin anlam yükünü çektiği alanları kastederek, çevirilmemiş olandan çevirilmezliğe olan geçişi soyut addetmişler ve aradaki farkı fizik ötesi ve teolojik zeminlere oturtmuşlardır (Apter, 2013:228-246).