• Sonuç bulunamadı

Entelektüel sermaye kavramının gelişimini daha kolay anlayabilmek için öncelikle uygarlık tarihinde gerçekleşmiş değişimlere değinmek daha faydalı olacaktır. Genel olarak tarihe baktığımızda toplumsal anlamda değişim ve beraberinde gerçekleşen dönüşümleri üç başlık altında toplamak mümkündür (Göksel ve Baytekin, 2008: 82). Bunlardan birincisi temelinde tekerleğin bulunması ve insanların göç etmeye başlaması sonucu yerleşik hayata geçişin başlamasıyla karşımıza çıkan tarım topluluğuna geçiş dönemidir.

Tarıma dayalı geleneksel toplumda üretim evlerde ve el tezgahlarında gerçekleşirken, 1765’de James Watt’ın buhar makinesini bulması ve buharın enerji kaynağı olarak kullanılması ile yeni teknolojilerin üretilmeye başlandığı, dolayısıyla fabrikaların kurularak üretimin bu alanlarda gerçekleştiği sanayi devrimi ikinci dönem olarak ele alınabilmektedir. Bu dönemde tarım toplumunda aristokrat olarak adlandırılan zengin ve soylu kesim burjuvazi, geleneksel tarım toplumunun köylüleri ise endüstri işçisi olarak adlandırılmaya başlamıştır. Ayrıca fabrikaların kurulması ve üretimin fabrikalarda yapılmasıyla üretimde insanlığın o tarihe kadar görmediği bir artış sağlanmış ve konut ile işyerlerinin birbirinden ayrılması neticesinde evden işe işten eve trafiği oluşmuş ve geniş aile yapısından çekirdek aile yapısına geçilmiştir. Kısaca sanayi toplumu olmak tüm dünya ülkeleri tarafından çağdaşlığın simgesi haline gelmiştir.

1960’lı yıllar ise sanayi toplumu için tam anlamıyla bir tüketim ve refah dönemi olmuştur. Ancak 1973’de dünya petrol krizi patlak vermiş ve dünyada sınırlı olan hammadde kaynaklarının tükeneceği ve sanayileşmeden kaynaklı çevre kirliliğinin artarak insanoğlunun geleceğini tehdit edeceği endişesi yeni bir çağın başlangıç temellerini atacak nitelikte ileri ve farklı teknolojilerin kullanılmaya başlanmasını sağlamıştır. Bu yeni teknolojilerle verimlilikte

sağlanan artış istihdam sıkıntısını da beraberinde getirmiştir. Batının gelişmiş ülkeleri bu dönüşüme hızla adapte olurken, az gelişmiş ülkeler bu dönüşümün gerisinde kalmıştır. Enformasyon denizinde boğulmadan, bizi hedefe ulaştıracak bilgiye kısa sürede ulaşmamızı sağlayacak teknolojiler hızla üretilmeye başlamış ve aynı hızda insanoğlunun hayatına girmiştir. 20. Yüzyılın son çeyreğinde yaşanan bu gelişmeler “enformasyon çağı” olarak adlandırılan yeni bir dönemin başlangıcı olarak ele alınmaktadır (Brooking, 1996: s.204) ve işletmelerin rekabet edebilitelerinin yolu klasik endüstriden bilgi endüstrisine doğru bir yönelim göstermiştir. Ancak bilgiye erişmedeki fırsat eşitliği dolayısıyla rekabet hızla küreselleşmiş, komşuluk sınırları dışına çıkmıştır. Bu durumda da dünyanın herhangi bir noktasındaki aynı endüstri dalında faaliyet gösteren bir firmanın sizin işletmenizle aynı ürünü daha kısa sürede, daha ucuza ve daha gelişmişini kopyalama imkanının önü açılmıştır. Bu noktada da işletmelerin rakiplerine göre fark yaratarak rekabet edebilirliğinin en önemli yolu işletmenin sahip olduğu, bugün ki tanımı ile entelektüel sermaye olarak kavramlaştırılan “kollektif bilgi” olmuştur. Diğer bir deyişle işletmeler açısından maddi varlıklara ek olarak maddi olmayan varlıklar da önem kazanmaya başlamıştır.

Yukarıdaki gelişim ve dönüşümlere bakıldığında entelektüel sermaye kavramının ve yönetiminin direk olarak bir araştırma ya da özel bir çalışma ile ortaya çıkmadığı, aksine içinde yaşanılan çağın beraberinde getirdiği gereksinimler sonucunda literatüre girdiği sonucu çıkarılabilmektedir.

Akademik yazını incelediğimizde entelektüel sermaye kavramını ilk olarak 1969’da ekonomist John Kenneth Galbraith’in kullandığını görmekteyiz. Galbraith konuyla ilgili bireysel birikimden söz ederek, bu birikimin de bireysel performansa etkisini ele almıştır (Kanıbir, 2004: 79). Ayrıca Galbraith in konuya ilişkin başka bir tanımına bakıldığında ise; entelektüel sermayenin sadece insan zekasından kaynaklanmadığı (Görmüş, 2009: 58; Karacaer ve Kapusuzoğlu, 2010: 99), diğer entelektüel faaliyetlerle bir bütün olarak ele alınması gerekliliğini savunduğunu görmekteyiz. Karacan (2004: 183)’a göre bu çerçeveden bakıldığında, entelektüel sermaye işletmenin hedeflerine ulaşmasını kolaylaştıran süreçte dinamik bir maddi olmayan kaynak olarak ele alınmaktadır.

Daha sonra Michal Kalecki 1975 yılında yayınlanan makalesinde Galbraith’e atıfta bulunarak “acaba kaçımız şu geçen birkaç on yıllık dönemde elde ettiğimiz entelektüel sermayenin farkındayız” cümlesini kullanarak yazarı teyit etmiştir (Koçak ve Uygun, 2011: 2765, Paksoy ve Öztürk, 2006: 134).

Sonrasında 1980’de Japonya da Hiroyiki İtarni tarafından yazılan ve 1987’de İngilizce’ye “mobilizing invisible assets” olarak çevrilen, Türkçede “görünmeyen aktifleri

harekete geçirmek” olarak tercüme edilen bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışma ile organizasyonların görünmeyen aktiflerinin harekete geçirilmesinin önemine vurgu yapılması amaçlansa da uygulamada pek başarılı olmadığı görülmüştür (Kanıbir, 2004: 79; Öztürk, 2005: 106).

Özellikle 1980’lerin sonlarına doğru hızla gelinen bilgi ekonomisi sürecinde, organizasyonel anlamda entelektüel sermaye kavramını 1991’de Fortune dergisinde yayınlanan “Brainpower” başlıklı makalesinde dile getiren Thomas Stewart olmuştur. Stewart (1991: 33-34) bu makalesinde beyin gücünün her zaman temel bir varlık olduğunu belirtmiştir. Şimdiye kadar gelinen süreçte işletmeler açısından yeteri kadar önem verilmese de, işletmelerin müşterileri ve tedarikçileri hakkında sahip oldukları enformasyonun, teknolojilerinin, patentlerinin, yönetimin yeteneğinin, geçmiş deneyimlerinin giderek artan bir öneme sahip olduğunu belirterek, entelektüel sermayeye atıfta bulunmuştur.

Edvinsson (2000: 12) yatırımların çeşitliliği ve yönünün yıllar itibari ile nasıl değiştiğini tespit etmek amaçlı bir çalışma yapmıştır. Profesör Baruch Lev’in 1997’de Amerika’da yaptığı çalışmasına atıfta bulunarak, 1929 yılında Amerika Birleşik devletlerinde organizasyonların maddi varlıklara yaptığı yatırımın oranının %70, maddi olmayan soyut varlıklara yaptığı yatırımın oranının ise %30 olduğunu belirtmiştir. 1990’lı yıllara gelindiğinde bu oranın tam tersine döndüğüne, özellikle ABD ve İsveç’de organizasyonların Ar-Ge (Araştırma-Geliştirme), eğitim ve yetkinlikler, enformasyon tekonolojileri yazılımları ve internet gibi maddi olmayan varlıklara yatırımlarını yoğun bir şekilde yöneltmeye başladıklarına dikkat çekmiştir.

Bu bilgiler ışığında entelektüel sermayenin genel hatlarıyla yönetim ve organizasyon yazınında 1980’lerden sonra adını duyurmaya başladığı görülmektedir. Aşağıdaki Tablo 2.1’de entelektüel sermayenin gelişim periyodu özetle anlatılmaya çalışılmıştır.

Tablo 2.1 Entelektüel Sermayenin Dönemler Bazında Gelişim Periyodu 1980’lerin

başları

Maddi olmayan varlıkların genel hatları ile farkına varılması ve değer kazanmaya başlaması. 1980’lerin

ortaları Birçok şirketin defter değeri ile piyasa değeri arasındaki farkın açılması ile bilgi çağı olarak adlandırılan dönemin başlaması. 1980’lerin

sonları İçinde bulunulan çağın farkındalığını fark eden şirketlerin danışmanları tarafından entelektüel sermayelerinin ölçülmesi ve değerlendirilmesi hususunda girişimlerde bulunmaları. 1990’ların

başı 1990’da Leif Edvinsson’un Skandia AFS şirketinde entelektüel sermaye müdürü olarak işe başlamasıyla kavramın resmi statü kazanması ve meşrulaşması. 1992’de Kaplan ve Norton’un “neyi ölçmek istiyorsan onu ölçersin” düşüncesinin öncüsü olduğu Dengeli Skor Kartı Yaklaşımını ortaya koyması.

Merkezi İsviçre’de bulunan Celemi ve Skandia gibi şirketlerin entelektüel sermaye ve şirket hisseleri raporlarını dışarıya açıklaması.

1990’ların

ortası 1994’de Celemi şirketinin iş simülasyonu adı altında maddi olmayan varlıkların önemini vurgulamak adına üst düzeye yönelik eğitim programını yaygın bir şekilde pazara sunması. 1994’de Skandia şirketinin entelektüel sermaye stoğunu yıllık raporunda yayınlaması ile entelektüel sermayenin görünür hale getirilmesi ve diğer şirketler tarafından konuya ilginin artması.

1995’de Nonoka ve Takevahi’nin “bilgi” konusuna ağırlık vererek, entelektüel sermayeyle de ilişkilendirdikleri “Bilgi Yaratan Şirket” adlı kitaplarını yayınlamaları.

1995’de Celemi şirketinin devletin entelektüel sermayesinin detaylı bir değerlendirmesini yaparak kamuya sunmasının yarattığı sansasyonla konuya ilginin daha da artması.

Entelektüel sermayenin öncüleri olarak bilinen araştırmacıların; özellikle entelektüel sermayenin süreci ve ölçülmesi konularındaki eserlerini yayınlamaları (Kaplan ve Norton, 1996, Edvinsson ve Malone, 1997, Sveiby, 1997).

1990’ların

sonları Entelektüel sermayenin araştırmacılar tarafından popüler bir çalışma konusu haline gelmesi ile akademik konferanslarda ele alınan konular arasına girmesi. Büyük ölçekli projelerde entelektüel sermaye konusunda akademik titizliğin dahil edilmesi (Örn. MERITUM Projesi).

OECD (Organisation for Economic Co-operation and Development - İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı)’nin 1999’da Amsterdam’da entelektüel sermaye üzerine uluslararası bir sempozyum düzenlemesi ile dünyanın her yerinde konunun popüler hale gelmesi ve çalışılmaya başlanması. Kaynak: Petty ve Gutherie, 2000: 161.

Yukarıdaki tablodan da görüldüğü gibi entelektüel sermaye 1990’lı yıllara gelinceye kadar geçen dönemde işletmenin piyasa ve defter değeri üzerinde yarattığı etkilerden dolayı dikkatleri üzerine toplamaktadır. Lin ve Edvinsson (2011: 2)’a göre söz konusu dönemde İsveç’de entelektüel sermaye konusunda ulusal bazda çalışmaların yapılarak, maddi olmayan varlıkların raporlanmaya başlaması ile diğer ulusların kendilerine “Bir ülkenin gizli maddi olmayan değerleri nedir?” sorusuna yanıt aramalarına öncülük ettiği görülmektedir. Akademik yazında ise kavramın hak ettiği değeri görmesi 1990’lı yıllar ve sonrasına tekabül etmektedir.