• Sonuç bulunamadı

Edebiyatta Kadın Duyarlılığı, Toplumsal Cinsiyet ve Kimlik Kavramları

Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (1983) adlı kitabında feminist eleştirmenlerin edebiyata iki ana yaklaşımından söz eder: Okur olarak kadına yönelik feminist eleştiri ve yazar olarak kadına yönelik feminist eleştiri (250). İlk kuram, daha ziyade erkek yazarların yapıtlarının, kadın okur tarafından değerlendirilmesine

dayanır. Bu doğrultuda da özellikle Batı uygarlığının temelini oluşturan yapıtlarda kadın temsilinin nasıl oluşturulduğu üzerine çalışılmıştır. Kate Millet‟ın 1970‟te yayımlanan Cinsel Politika (Sexual Politics) adlı yapıtı edebiyatta kadın imgelerinin ve egemen cinsiyetçi kodların yeniden üretiminin incelenmesi bakımdan feminist edebiyat eleştirisi için büyük önem taşır. Millet, edebiyatta yer alan kadın mitinin ve

28

bunun altında yatan kültürel kodların yeniden değerlendirilmesi amacıyla eleştirel bir bakış açısı önermiştir. Millet, çalışmasında Henry Miller‟dan Jean Jenet‟ye birçok erkek yazarın yarattıkları kadın temsilindeki estetik ve ahlaki ölçütleri ortaya çıkarmaya çalışır. Henry Miller, D. H. Lawrence gibi çağdaş yazından seçtiği yazarların yapıtlarında ataerkil geleneğin oluşturduğu kadın imgelerinin, kadının erkeğin karşısında edilgen özne olarak ve toplumdaki rolünün cinsiyetçi söylem içinde nasıl resmedildiğini yorumlamaya çalışarak bu yazarların karşı devrimci tavırlarını edebiyatta ortaya koyuşları sorunu üzerinde durur (45). Patriarkal sistem içinde kadının nasıl ötekileştirildiği ve edebiyat metinlerinde de erkek yazarların, egemen kültürün görme biçimleri ekseninde kendi oluşturduğu kadın imgelerini nasıl yansıttığını irdeler. Bunun yanı sıra şiddet ve cinselliğin birbirinden ayrıştırılamaz hâle gelmesini ve kadın bedeni ile iktidar arasında nasıl bir ilişki olduğunu

açımlamaya çalışır.

Yazar olarak kadına yönelik feminist eleştiride ise kadın yazarların metinlerine mercek tutulmaktadır. Yaklaşımın temelinde yazarın, hemcinsinin sorunlarına bir kadın gözüyle bakması yer almaktadır. Bu konuda Aysu Erden Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar (2011) adlı kitabında “Kadın ya da erkek olsun, yazarların insana, topluma, ilişkilere bakışlarını anlamak ve incelemek çok önemlidir. Ancak kadın yazarların, özellikle toplumdaki hemcinslerine ve onların sorunlarına bakışını ve duyarlılığını incelemek ayrı bir önem taşımaktadır” (20) demektedir. Berna Moran, çalışmasında yazar olarak kadına yönelik feminist eleştiriyi de ikiye ayırır: “Birincisi edebiyat tarihindeki kadın yazarları incelemekte, ikincisi yeni bir kadın söyleminin olanaklarını araştırmakta”dır (254). Bunlardan ilki, kadına özgü bir edebiyatın varlığı sorunu üzerinde durur. Bu kendine ait edebiyattan yola çıkarak kadın edebiyatının

29

evrelerini kategorize etmeye; aynı şekilde benzer izlek, olay örgüsü, tekrar eden motifler ya da karakterler arasındaki benzerlikler üzerinde durmaktadır. Tüm bunların ise ataerkil düzenin yarattığı koşullarla ilişkisi saptanır. Virginia Woolf‟un 1924‟te yayımladığı A Room of One’s Own (Kendine Ait Bir Oda) adlı çalışmasından sonra Ellen Moers‟in 1976‟daki Literary Women (Edebiyat Kadınları), Elaine Showalter‟ın 1977‟deki A Literature of Their Own (Kendilerine Ait Bir Edebiyat) ve Sandra Gilbert ve Susan Gubar‟ın 1979‟da yayımladıkları The Mad Women in the Attic (Tavan Arasındaki Deli Kadın) adlı kitabı, yazar olarak kadına yönelik feminist eleştirinin temel metinleri hâline gelmiştir. Dolayısıyla çalışmaların birleştiği temel nokta, kadınlara ait bir edebiyat geleneği olduğudur; çünkü kadınların tarihte hep aynı türden baskılara maruz kaldığını kabul edilir. Ama bu yaklaşımın da cinsiyet ayrımcılığına yol açan bir yöntem olup olmadığı sorusu akla gelmektedir. Bu konuda birleşilen ana nokta, kadınların dünyayı erkeklerden farklı algılamasının biyolojik bir ayrımdan kaynaklanmadığı; bunu yaratan temel olgunun, kadınların toplumlar tarafından

yaklaşık aynı baskılara ve hiyerarşik ilişkilere maruz kaldığı düşüncesidir. Dolayısıyla hiyerarşi ve iktidar ilişkilerinden kaynaklı kadınların yaşadığı sorunlar, romanlara da benzer kadınlık deneyimleri, yaşam pratikleri ve olaylar karşısında benzer tavır alma biçiminde yansıyacaktır. Sonuç olarak kadınların yarattığı alt kültür ya da Deleuze ve Guattari‟den yola çıkarak “minör edebiyat” olarak nitelendirebileceğimiz kadın edebiyatı, ortak bir duyarlılığı da yansıtacaktır.

Kadın duyarlılığı, Cumhuriyet öncesi kadın yazarların romanlarını ele almak için uygun bir kavram olarak görünmektedir. Kadınlara özgü bir dünya ve buna bağlı olarak özellikle kadını ilgilendiren deneyim ve yaşam pratiklerinin varlığını kabul etmek, kadına özgü duyarlılık kavramını da beraberinde getirmektedir. Bugün

30

feminizmin geldiği noktada kadınları ve deneyimlerini homojen bir olgu olarak algılamak yerine tek tek bireylerin deneyimleri ön plana çıkarılmaktadır. Çünkü homojenleştirmenin de getirdiği indirgeyici bir yaklaşım söz konusudur. Fakat bu tezde belli bir dönem aralığındaki kadın deneyimlerinin romanlara yansıması ele alınacaktır. Tanzimat sonrası modernleşme parametrelerinin en başında tutulan kadın sorunu, yaşanan sancılarla ve var olan toplumsal sorunlarla romanlara, benzer ya da en azından birbiriyle bağlantılı şekilde yansımıştır. Dolayısıyla araştırmaya başlarken bu romanlarda bir kadın duyarlılığı olabileceği olasılığından söz edebiliriz. Bu noktada kadınlara ait bu dünya, nerede başlar, çerçevesi nedir gibi sorular akla gelmektedir. Cumhuriyet öncesi kadın romancıların ele aldıkları konulara bakıldığında baş karakterlerin aynı tipten ya da birbirine benzer baskılara ve sorunlara maruz

kaldıklarını görürüz. Kadın sorunlarının, kadın yazarlar tarafından çok daha katmanlı bir şekilde ele alınmasının yanı sıra bu üretilen eserler arasında görünmez bir bağ olması da yine kadın duyarlılığının birer göstergesidir. Fakat bunu kanıtlamak için de romanlarda ortaya çıkan kadın duyarlılığın hangi noktalarda erkek yazınından

ayrıştığını göstermek gerekecektir. Kadın yazarların her biri, kadın sorunları altında dallanıp budaklaşan ve farklı alt sınıflara ayrılan sorunları elbette aynı bakış açısıyla ele almamıştır. Fakat toplu bir biçimde ele alındıklarında sorunlara yaklaşımlarında ortak bir duyarlılığın izlerini hissettirmektedirler. Bunun varlığını kanıtlamak için de karşılaştırmalı bir biçimde ele alınmaları gerekir. Tezde ele alınacak romanlar, Tanzimat sonrası yazılmış ilk romandan Cumhuriyet‟in ilanına kadar olan bir süreyi kapsamaktadır. Bundaki en önemli neden Cumhuriyet sonrası, bu temel izleklerin devamıyla birlikte temasal bağlamda evrilmelerin söz konusu olmasıdır. Buna bağlı olarak da yeni kavramların edebiyat metinlerine dâhil olduğunu söyleyebiliriz.

31

Tanzimat sonrasından Cumhuriyet‟e kadar olan zaman dilimi, uzun ve farklı süreçleri içinde barındırmakla birlikte kadın sorunları bağlamında ortak bir yaklaşım

sergilemeleri, toplu bir şekilde ele alınabileceğini göstermektedir.

Kadın sorunlarını ilk ele alan erkek romancılardır. Sonrasında da kadına ilişkin konular, erkek yazarların hiç vazgeçmeyeceği temel izlekler arasına girecektir.

Sorunlara yaklaşım bağlamında kadın yazarları, erkek yazarlardan ayıran temel noktalar, yani ortak duyarlılıklar konusunda şunlar söylenebilir: Örneğin kadının yalnızlaşması ve baskı mekanizmalarının kadın üzerinde yarattığı etkiler, bu duyarlılığın bir ürünü olarak kendilerini yapıtlarda gösterirler. Elbette, bu sorunu erkek romancılarda da görmekteyiz. Fakat, yalnızlaşma olgusu, Tanzimat sonrası yazılan ilk kadın romanlarından itibaren hem tekrar eden önemli bir izlek olarak hem de kadının özne olarak merkeze alınması şeklinde karşımıza çıkar. Dolayısıyla baskıya maruz kalan, yalnızlaşan kadının bu sorunu, kadın psikolojisiyle birlikte ele alınarak daha baskın bir izlek olarak kadın romanlarında yer etmiştir. Kadın yazarların romanlarında rasyonelliğin daha ziyade kadın karakterle birlikte anılması; her türlü güçlük ve zorluklara karşı gösterilen kadın direnci de kadın duyarlılığının bir

göstergesidir. Buna karşın Tanzimat romanının güçlü ve ideal erkekleri yerine edilgen, zayıf karakterli, rasyonellikten uzak erkek karakterler yer alır. Erkek karakterlerin kendi güçsüzlüklerini, eğitimsizliklerini, eşiyle arasındaki kültür farkını yine kadın üzerinde bir baskı aracı olarak kullanması söz konusudur. Dolayısıyla romanlarda kadının geleceği yönünde engel teşkil eden erkeklere ve yine hane içinde kadın üzerinde baskı oluşturan bireylere dikkat çekilmesi de bu ortak duyarlılığın göstergeleridir.

32

Ömer Lekesiz, “Kadın Öykücüler (1910-1990)” (2000) başlıklı makalesinde kadın yazar ayrımı konusunda en önemli gerekçenin bakış açısı, diğerinin ise ontolojik yani yaratılışsal olduğunu ileri sürmektedir. Kadın duyarlılığı konusunda özellikle 1950 sonrası edebiyatı için bu kavram yerine “bakış açısı”nın kullanılması gerektiğini söyler. Lekesiz, kadın yazarı, erkek yazardan ayıran en önemli unsurları şöyle belirler:

Kadın öykücü için “kadın”, onun tek başına “temsilinde” muktedir olduğu bir hemcins iken, erkek öykücü için “kadın”, tahkiyeyi

tamamlayan karşı-cins bir öykü kişisidir. Kadın öykücü, “kadın”a her zaman potansiyel bir “özne” değeri yüklerken, erkek öykücü “kadın”ı her zaman potansiyel bir nesne olarak “öteki” konumuna yerleştirir. Kadın öykücü “kadın psikolojisi”nin doğrudan tanığı iken, erkek öykücü için kadın psikolojisi, keşfedilmesi, nüfuz edilmesi gereken bir olgudur. Kadın öykücü için “kadın” kendisine tam bir karşılıktır, erkek öykücü için “kadın” bir tür görünme biçimidir. Kadın öykücü “kadın”ı toplumsal ortamından ayrı, tekil olarak, erkek öykücü “kadın”ı tüm rol farklılıklarına rağmen (anne, eş, sevgili vb.) çoğul ve toplumsal ortamın doğal bir uzantısı olarak düşünür. Kadın öykücü için “kadının

toplumsal rolü” erkeğe “rağmen” bireysel bir seçimdir, erkek öykücü için kadının toplumsal rolü ise, kadının erkeğe “göre” belirlenmiş bir seçimidir. Kadın öykücü, “cinselliği” hazır bulunmuş, hayati bir

deneyim olarak “nakleder”, erkek öykücü “cinselliği” öğrenilmiş, dışsal olarak yaşanmış bir durummuş gibi “deşifre” eder. (129-30)

Lekesiz, tüm bu gerekçelerin “Yeni Türk Edebiyatında Kadın Öykücüler” başlığı altında yaptığı ayrımın edebi anlamda bir cinsiyet ayrımı anlamına gelmediğini,

33

bilakis kadın öykücülerin erkek öykücülere göre söz konusu farklarını ön plana çıkaran bir inceleme tarzı olarak önem kazandığını söylemektedir.

İster aşk içerikli olsun, ister kadının bireyselleşmesi, eğitimi ya da çalışması konusunda olsun, aslında Cumhuriyet‟e kadar yazılan kadın romanlarının en temel ortak noktası, kadının yalnızlaşması sorunudur. Dolayısıyla bu, kadının toplumda ne olduğu ve ne olmak istediği konusunda bir kimlik sorununu da beraberinde

getirmektedir. Kadının toplumda nasıl algılandığı, ona yüklenen sorumluluklar ile kendi olmak istediği arasında kalan kadınların çektiği sancılar, belirgin biçimde yapıtlara yansımıştır. Erkek yazarların romanlarında ağırlıklı olarak kadının kim olduğu değil, ne olduğu üzerinde durulmuştur. Dolayısıyla metinlerinde kadınların haklarını savunurken modernleşme ölçütlerini ve onun sınırlarını sürekli olarak tehlikeye işaret edecek şekilde vurgulamışlardır. Kız çocuğu, sevgili, eş, gelin ve anne rolleriyle kadın daha ziyade toplumsal kimliklerinin ve konumlarının doğal bir

uzantısı olarak görülmüştür. Bu da kendilerinin telkin ettiği bir kadın modelini öne çıkarmalarına neden olmuştur. Kadın yazarlar için de zaman zaman bu bakışı

sürdürdükleri söylenebilse de kadını özne olarak ele almaları, kendi deneyimlerine ve psikolojilerine ağırlık vermeleri, hem konuların çok katmanlı işlenmesine olanak tanımış, hem de altan alta zihniyet olarak kadın sorununa bakış konusunda toplumda istenilen düzeye erişilemediğini göstermiştir. Kadın yazarlar artık bir yüzünü Batı‟ya dönmüş eğitimli kadın için geleneksel yaşamın kadın için olumsuz sonuçlar yaratması üzerinde durmuşlardır. Kadının yeni yaşam için gösterilecek özverilere ne kadar hazır olduğu da bu bağlamda ele alınan sorunlar arasındadır. Dolayısıyla bu döneme kadar görünmez olan kadın artık hem yazar hem okur hem sorunlarını tartışan bağımsız bir birey olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yeni kadınla birlikte erkeklerin, toplumun ve

34

geleneksel yaşamın da sorgulanması gündeme gelmiştir. Böylelikle “züppe” ya da aşırı alafrangalaşmış erkeklerin yanı sıra özellikle II. Meşrutiyet döneminden sonra aydın erkek kesim ve kadına karşı olan tutumu, kadın yazarlar tarafından

sorgulanmaya ve bazı noktalarda eleştirilmeye başlanmıştır.

Özellikle Fatma Aliye Hanım ve Halide Edib, genel toplumsal zihniyetin de ötesine geçerek zaman zaman aydın erkekleri eleştirmişlerdir. Kadınların özgürlükleri ve gelişmeleri yönünde tavır almış, eğitimli erkeklerin de kadın sorunlarına

bakışlarının problemli olduğu üzerinde durmuşlardır. Fatma Aliye Hanım‟ın

romanlarında aydın ya da “züppe” tipli olsun tüm erkekler zayıf karakterlidir. Halide Edib de özellikle Seviyye Talip (1910), Yeni Turan (1912), Son Eseri (1913) ve Mev’ud Hüküm (1918) romanlarında aydın erkeğin kadına bakışı konusu üzerinde durmuştur. Ayşe Saraçgil, Bukalemun Erkek Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Ataerkil Yapılar ve Modern Edebiyat (2005) adlı kitabında Tanzimat dönemi aydınlarının kadın konusundaki yaklaşımıyla ilgili olarak şöyle önemli bir tespit yapar:

Toplumsal cinsiyetle ilgili tüm düşünce ve sembolik betimlemelerde tek bakış açısı, kendisini kadın ile birlikte algılamayı başaramayan erkeğe aitti. Erkeğin kendi içinde yuvalanan bu odak noktasının devamı ile bir kültür sisteminden diğerine geçişin yarattığı kimlik bunalımının betimlenmesi, ancak kadın evrenine yansıtılarak mümkün

olabilmekteydi. Böylece yazar, baba, koca veya sevgili konumundaki reformcu erkekler, problemleri kendi bilinçlerinde, kendi tepkilerinde değil, kadınlarda inceliyorlardı. Buna koşut olarak, tasvir ve

35

düşüncenin öznesi durumuna getirilen kadınların ifade ettikleri de, kendileri ve yaşamları değil, erkeklerin arzu ve korkularıydı. (136) Osmanlı aydınının, erkeği merkeze alarak, kadını düşüncenin ve problemlerin merkezi hâline getirmesi ama bunu yaparken aslında toplumsal kimlik rollerini sorgulamaması, kadın romanlarında kendisini kimlik sorunu bağlamında göstermiştir. Bu bağlamda Osmanlı aydınının kendi arzu ve korkularının yarattığı sivri okların kadın üzerindeki etkisi öne çıkmıştır diyebiliriz. Kimlik sorunsalı, romanlara kadının ailesi, çevresi gibi en yakınındakilerin onu nasıl algıladığı ve konumlandırdığına paralel olarak kadının bu konumlandırma karşısında aldığı etken ya da edilgen tavır bağlamında yansımıştır. Fatmagül Berktay, “Arend‟te Kimlik Politikasının Ötesine” (2011) adlı makalesinde kimlik konusunda şöyle demektedir:

Kamusal alanda önemli olan, başkalarıyla paylaştığımız verili kimliklerin yansıması olarak “ne” olduğumuz değil, bizi bu dünyada başkalarından ayıran ve benzersizliğimizi sergileyen “kim”

olduğumuzdur. Verili kimlikler (ve sosyal statüler, ünvanlar vb.) sadece bizim “ne” olduğumuzu anlatabilir; “kim” olduğumuzu ise

oluşturulmasında hiç dahlimiz olmamış verili kimlik tanımlarının kolaylığına sığınarak değil, bu dünyada özellikle görünür olduğumuz kamusal alandaki duruşumuzla, aldığımız tutumlarla, seçimlerimizle, kısacası eylemlerimizle ortaya koyarız. (19)

Dolayısıyla kim olduğu değil hep ne olduğu üzerinde durulan kadının bocalamaları romanlara yansımıştır. Kimlik sorunu konusunda özellikle Halide Edib‟in romanları ön plana çıkmaktadır. Yazarın Yeni Turan (1912) romanında Kaya, yurdu ve Yeni Turan ülküsü için kamusal alanda çalışırken mutludur. Yeni Osmanlılar Partisi

36

başkanı Hamdi Bey tarafından zorla evlenmek zorunda kalıp politikadan ve kamusal alandan uzaklaşması, onu depresyona sokar ve hastalandırır. Bu noktada doktorun hastası için maddi ve manevi anlamda çalışması gerektiğini, eski hareketli

yaşantısından uzak kalmasının onu hastalandırdığını söylemesi önemlidir (67). Kaya, bir kadın olarak baskı sonucu ideolojik anlamda tamamen farklı bir insanla

evlenmesinin öcünü, karşı partinin en önemli ismi olan Hamdi Bey‟i kendi

ideolojisinden vazgeçecek kadar etkilemesiyle alır. Emine Semiye‟nin Gayya Kuyusu (1920) romanı da toplumsal cinsiyet ve kimlik sorunsalı anlamında en öne çıkan eserlerden biridir. Hayat kadınlarının yaşam mücadeleleri ve toplumda

dışlanmalarının, sıradan bir kadının hane içindeki hiyerarşik düzeni kırmaya çalışması ile paralel olarak anlatılması anlamlıdır. Kadına ait farklı yaşantıların ve kadın

sorunlarının hem özel alan hem de kamusal alan üzerinden tanımlanması çok

önemlidir. Çalışma ve serbest zaman etkinlikleri dışında aşk romanlarında da kimlik sorunsalı ortaya çıkar. Güzide Sabri Aygün‟ün Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi (1905), Yabangülü (1920) ve Nedret (1922) romanlarında da bu sorun ele alınmıştır. Yabangülü‟nde köylü bir ailenin kızı olan ve zengin bir konakta evlatlık olarak büyüyen Leylâ‟nın, evlenmek istediği adamın annesi tarafından toplumsal konumu nedeniyle dışlanması anlatılmaktadır. Bu dışlanma, ona yabangülü ismi takılarak daha da perçinleştirilir. Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret‟te ise yasak bir aşka tutularak seven bir kadının, ilişki yaşamadığı hâlde çevresi tarafından

yargılandığını ve bu yargılanmanın kadın üzerinde yarattığı vicdani rahatsızlığın uç boyutlarını görürüz. Dolayısıyla modernleşme düşüncesinin bir uzantısı olarak özellikle Tanzimat sonrasında tartışılmaya başlanan kadın sorunlarının, kültürel bir kavram olan toplumsal cinsiyet bağlamında kadın yazarların gözünden nasıl

37

yansıtıldığı, üzerinde durmayı gerektiren bir konudur. Toplumsal cinsiyet kavramı, kadın ve erkekler arasındaki rolleri, davranış biçimleri ile zihinsel ve ruhsal özellikler bakımından ayırarak bu ayrımın nasıl olacağının kurallarını da ortaya koyar.

Dolayısıyla hem erkeğin hem de kadının toplum içindeki ihtiyaçlarını,

sorumluluklarını ve sınırlarını belirler. Bu nedenle de değişken bir parametredir. Toplumdan topluma ya da aynı toplumda farklı zaman dilimlerinde değişkenlik gösterebilir. Kadın açısından bakıldığında ise kadın üzerinde toplumsal cinsiyete dayalı sarsılmaz bir kurallar ve beklentiler bütünü yaratır. Dolayısıyla romanlarda yazarların, kadınların biyolojik cinsiyetlerinin dışında özellikle toplumsal

cinsiyetlerine dayanan, toplumun kadına dayattığı rollerin kadın üzerindeki etkilerini nasıl ele aldıkları üzerinde durulacaktır. Romanlarda toplumsal cinsiyetle şekillenen ve kadına atfedilen rolleri bazen pekiştiren ama alttan alta toplumsal cinsiyet ön yargılarını eleştiren bir tutumun varlığı, üzerinde durmayı gerektirir.

Fatmagül Berktay, “Kadınların İnsan Haklarının Gelişimi ve Türkiye” (2004) başlıklı makalesinde toplumsal cinsiyet kavramına ilişkin olarak şunları söyler:

Kadınlar ve erkekler arasında varolan ve kendi başına bir eşitsizlik ilişkisi içermeyen bir farklılığın (biyolojik farklılık), toplum ve kültür içinde eşitsiz, hiyerarşik bir farklılığa dönüştürülmesiyle, bugün “toplumsal cinsiyet” (gender) olarak kavramsallaştırdığımız verili (ataerkil) “kadın” ve “erkek” tanımları ortaya çıkar. Söz konusu ataerkil “kadın” ve “erkek” tanımları, birbirlerini dışlayacak biçimde ve

birbirleriyle karşıtlık içinde oluşturulur. Bu karşıtlık, bir tarafın diğerine üstün ve egemen olduğu hiyerarşik bir karşıtlıktır ve daha başka birçok hiyerarşik karşıtlık için de bir model işlevi görür. Buna göre, erkeğin

38

aklı, uygarlığı ve kültürü temsil ettiği ve bu nedenle tartışmasız daha üstün olduğu varsayılırken; kadının bedeni, duyguları ve doğayı temsil ettiği öne sürülür. Böylece kadın bedene, maddeye, doğaya

indirgenmiş, onunla birlikte de doğanın kendisi ve insanın soyu üretme yetisi küçümsenmiş olur. (2-3)

Toplumsal cinsiyet, cinsiyete bağlı olarak tanımlanan davranışların toplumsal bir inşa olduğuna işaret etmek için oluşturulmuş bir kategoridir. Dolayısıyla kimliğin

inşasında da başat bir role sahiptir. Toplumsal normların, kalıplaşmış davranış biçimlerinin özelliklerini ortaya çıkarırken ideolojiyi de belirgin kılmaya yardımcı olmaktadır. Joan W. Scott, Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi (1988) adlı çalışmasında toplumsal cinsiyetin insanlar arası ilişki ve etkileşimlerin çeşitli biçimleri içeren karmaşık bağıntıları anlamak için önemli bir yöntem olduğunu belirtir:

“Toplumsal cinsiyet”, kadınlar ve erkeklere ilişkin uygun rollerin tamamen toplumsal olarak üretildiğini ifade eden “kültürel inşalar”a işaret etmenin bir yoludur. “Toplumsal cinsiyet”, erkeklerin ve kadınların öznel kimliklerinin sadece toplumsal kökenlerini belirgin kılmanın bir yoludur. Bu tanımlamada “toplumsal cinsiyet”, cinsiyeti olan bir bedene zorla kabul ettirilmiş bir toplumsal kategoridir. (11) Yazara göre toplumsal cinsiyet, sadece farklı cinsler arasındaki iktidar ilişkilerine değil, bütün toplumsal iktidar ilişkileri arasındaki ilişkileri ele almaya yarayan bir kavramdır. Dolayısıyla cinsiyetler arası eşitsizliğin toplumsal bağlarına ve anlamlarına

Benzer Belgeler