• Sonuç bulunamadı

Doğu Toplumlarında Sağlık Riskine Karşı Koruma

1.2. MODERNİTE ÖNCESİ DÖNEMDE SAĞLIK RİSKİNE KARŞ

1.2.3. Doğu Toplumlarında Sağlık Riskine Karşı Koruma

Osmanlı Devleti, kuruluşundaki 5631 km2’lik yüzölçümünü Fatih Sultan Mehmed döneminde 2,2 milyon km2’ye, Yavuz Sultan Selim döneminde 6,6 milyon km2’ye, Kanuni Sultan Süleyman döneminde 15 milyon km2’ye ve 17. yüzyılın sonunda 24 milyon km2’ye ulaştırmıştır (Tabakoğlu, 2012: 229). Eski dünyanın neredeyse tamamına hükmeden Roma İmparatorluğu’nun yüzölçümü 5,5 milyon km2’dir (Zeytinoğlu, 1976: 41), Osmanlı Devleti’nin bu bölgede Doğu toplumlarını temsil gücünün yüksek olduğu sonucuna varılabilir. Bu nedenle Doğu toplumlarındaki durumun incelenmesinde Osmanlı Devleti’ndeki duruma odaklanılmıştır.

Doğu toplumlarında sosyal yardımlaşma ve dayanışma esasına dayanan birlik, teşkilat ve teşekküllerin çıkış noktası, Batı toplumlarındaki gibi dönemin dini inançları ve inançların yardımlaşmaya yönelik öğretileridir (Ertunç, 2013: 347). Genellikle gelenek ve gönüllülük esasına dayanan sosyal yardımlar ise VII. yüzyılın ilk yarısında İslam’ın doğuşu ve ikinci yarısındaki gelişimiyle ibadet esaslarından biri haline gelmiştir (Zengin vd., 2012: 134). Örneğin bu kapsamda zekât, zengin Müslümanların malından fakirlere tanınmış bir haktır. Zekâtın farz (zorunlu) kılınmasıyla bu ibadetin doğru uygulanması için peygamberce görevlendirilmiş yetkililer, İslam’ı kabul eden kabilelere giderek zengin Müslümanlardan topladıkları zekâtı aynı kabile fakirlerine dağıtmışlardır. Zekât dışında, maddi imkâna sahip Müslümanlar için zorunlu tutulan kurban ibadeti; gönüllülük esasına dayanan sadaka, fitre, fidye vb. diğer uygulamalarla gelir dağılımı adaletinin sağlanması amaçlanmıştır (Duman, 2008: 384).

Ortaçağın başlarında Doğu toplumlarında sosyal güvenlikle ilgili önlem ve uygulamalar, X. yüzyıldan itibaren “fütüvvet anlayışı”nın doğuşuyla farklılaşarak bu anlayışa sahip kimseler arasında dayanışmaya dayanan sosyal birliğin oluşumuna yol açmıştır. Dönemin Abbasi halifesinin 1182’de teşkilata katılması, bu anlayışın bir meslek ve zanaat dayanışma birliğine (fütüvvetçilik) dönüşmesine katkı sağlamıştır. Böylece “ahilik” kavramı XIII. yüzyılda Anadolu’da da kullanılmaya başlamış ve fütüvvet anlayışının Selçuklu hükümdarlarınca benimsenmesiyle de esnaflarca ahilik

yaygınlaştırılmıştır (Günay, 1998: 70). Selçuklularda gelişen ahilik, Osmanlıların ilk dönemlerinde Anadolu’da iç güvenliğin sağlanmasında da etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sonrasında ahiliğin asayişteki rolü zamanla kaybolmuş, varlığını hayırsever esnaf teşkilatları (lonca-gedik) olarak devam ettirmiştir (Saymen, 1954: 922; Çiftçi, 2015: 46). Başlarda yalnızca debbağlık ve deri işçiliği ile uğraşan ahilerin faaliyet alanlarının zamanla çeşitlenmesi, ahiliğin bir üstünlük alameti olarak görülmesine sebep olmuştur (Gündüz vd., 2012: 38). Ahilik, XVII. yüzyılın sonlarına kadar önemli sosyo-ekonomik görevleri yerine getirmişse de zamanla gayrimüslim esnaf ve zanaatkârlarla ortak çalışma zorunluluğunun ortaya çıkması, “Gedik” adı verilen yeni bir yapılanmaya gidilmesine yol açmıştır (Mahiroğulları, 2008: 144). Teşkilatın temel vazifesi ahilikte olduğu gibi çıraklık-kalfalık-ustalık hiyerarşisini koruyarak çıraklık ve kalfalıktan yetişmeyen, diğer bir deyişle “gedikli” olmayanlara dükkân açma yetkisi vermeyerek “ihtiyaca göre üretim ve ihtiyaç kadar dükkân” ilkesi ile sosyo-ekonomik risklerin önüne geçmek olmuştur (Yörük vd., 2002: 300). Bununla birlikte sosyal güvenliğe yönelik olarak meslek teşekküllerine ait sandıklar (teavün), meslek mensuplarının ve aile fertlerinin sakatlık, yaşlılık, hastalık ve ölüm hallerinde yardımda bulunarak sosyal risklere karşı bir çeşit koruma mekanizması sağlamıştır (Çiftçi, 2015: 46). Meslek mensuplarının ödeme güçlerine göre haftalık veya aylık olarak ödedikleri aidatlarla çıraklık, kalfalık ve ustalığa geçişte alınan harçlar, bu sandıkların finansman kaynağını oluşturmuştur (Alper, 2015: 6).

İslam ülkelerinde sosyal güvenlik kapsamında hizmet veren bir diğer kurum ise vakıf müessesesidir. Din temeline dayanan hukuki ve sosyal bir kurum olan vakıflar, dönemin sosyo-ekonomik hayatına önemli ve olumlu katkı sağlamıştır. Armağan (2009: 73-74)’ın aktarımıyla Hanefi Mezhebi’nin iki büyük imamına göre vakıf “bir malın Allah’ın mülkü olarak görülmesi, o malın satmaktan ve satılmaktan men edilmesi” olarak açıklamıştır. Böylece vakfedilen mal veya mülkten sağlanan tüm gelir, hayır işlerinin yürütüldüğü ve “vakıf” ismi verilen kurumların finansmanını oluşturmuştur. Vakıf kurumunun gelişimi Büyük Selçuklu zamanında hız kazanmış ve Osmanlı döneminde genişleyerek zirve noktasına ulaşmıştır (Çizakça, 2006: 21-23). Sosyo-ekonomik faydalarının yanı sıra Selçuklular döneminde her şehir ve kasabada

hastane açılmasına ve böylece halka ücretsiz sağlık hizmeti götürülmesine büyük katkı sağlayarak sosyal güvenlik kapsamında sağlık riskine karşı bir koruma mekanizması haline gelmiştir (Tabakoğlu, 1994: 97). Osmanlılar döneminde ise sosyal güvenlik kapsamında hastaların, kimsesiz çocukların ve yaşlıların bakımı, yolda kalmışların, acizlerin, miskinlerin ihtiyaçlarının karşılanması, kamu yararına çeşitli imar işlerinin gerçekleştirilmesi ve mahkûmların borçlarının ödenmesi gibi birçok hizmette bulunulmuştur. Hastane açıp işletmek ve ayakta tedavinin yanı sıra cüzzam ve diğer ağır hastalıklarda tedavi ve bakımının üstlenilmesi yine vakıflarca gerçekleştirilmiştir. Ayrıca kelime anlamı olarak arızanın çoğulu olan avarız isimli vakıflar da hastalığa yakalanan düşük gelirli köylü ve mahallelilere ücretsiz tedavi hizmeti verilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamıştır (Canan, 1991: 58). Osmanlı vakıfları, özerk ve demokratik bir sivil yapıya sahip olmakla birlikte devlet denetiminden tamamıyla muaf tutulmamıştır. Çoğunlukla sultan ve vezirlere ait olan “Sultan Vakıfları” şeyhülislâm, baş defterdar ve kadı gibi üst düzey devlet görevlilerinin denetimine tabi olmuştur. Yalnızca yönetici tabakasındaki sultan ve vezirler değil, saray kadınları ve özellik valide sultanlar da sosyal güvenlik kapsamındaki sağlık riskine karşı korumaya yönelik “dârüşşifâ” adı verilen büyük vakıflar kurmuşlardır. Ramazanoğlu (2008: 337)’na göre yalnızca sultan külliyelerinin programında yer alan dârüşşifâlarda, Müslüman olan-olmayan herkese yatarak tedavi hizmeti verilmesinin yanı sıra şehirden gelip geçen yabancılar için pazartesi ve perşembe günlerinde haftada iki gün karşılıksız olarak tedavi imkânı tanınmıştır (Songur ve Saygın, 2014: 201).

İlk Osmanlı dârüşşifâsını Yıldırım Bayezid Bursa’da, İstanbul dârüşşifâlarının ilkini Fâtih Sultan Mehmed Fâtih Külliyesi bünyesinde, Osmanlı başkentleri dışındaki ilk dârüşşifâysa Manisa’da yaptırılmıştır. Edirne Beyazid Dârüşşifâsı, Manisa Hafsa Sultan Dârüşşifâsı, İstanbul Haseki Hürrem Sultan Dârüşşifâsı, Süleymaniye Dârüşşifâsı ve Tıp Medresesi, Atik Vâlide Nurbânû Sultan Dârüşşifâsı, Sultan I. Ahmed Dârüşşifâsı XIV-XVII. yüzyıllarda Anadolu’da inşa edilen diğer dârüşşifâlardır. Diğerlerinden farklı olarak yalnızca Süleymaniye Külliyesi’nde tıp eğitimi verilen “dârüttıb” ve ecza deposu olarak kullanılarak diğer dârüşşifâlara ilaç temin eden “dârûhâne” olarak iki hizmet birimi vardır (Sarı, 2012: 102).

1.3. MODERNİTE

SONRASI SAĞLIK RİSKİNE KARŞI