• Sonuç bulunamadı

1.4. Bağlam

3.1.4. Devrim ve Evrim

Son bulgularda kökeni Afrika‟da olduğu söylenen insanın evrimi, Afrika‟nın iklim Ģartlarının değiĢimiyle baĢladı. Afrika‟da göllerin kuruduğu, suların çekildiği, ormanın biçim değiĢtirdiği dönemde iklim değiĢtikçe, insan da etkilendi ve değiĢime uğradı. Çünkü değiĢen Ģartlara uyum sağlayamamıĢtı. YaklaĢık iki milyon yıl önceki insanın bilinen atası, günümüz insanın ayağından neredeyse fark edilemeyecek bir ayakla yürümeye baĢladı. Böylece “homo erektus” denilen dikilmiĢ olan insanın bu yeni formu organlarıyla birlikte yeni bir bütünleĢmenin içine girmiĢ oldu. Ancak “homo erektus”taki bu değiĢimler hiç kuĢkusuz ki bedensel değiĢiklikle kalmadı, hatta bu değiĢikler daha önce meydana gelmiĢ değiĢikliklerle karĢılaĢtırılırsa değiĢimin daha yavaĢ olduğu söylenebilir. (Bronowski, 2009: 20,21,32)

Yalnız Ģunu da açıklamak gerekir; mutasyon ile evrimin farkı nedir? Maddenin evriminde nicel geliĢmeleri aĢan nitel bir değiĢim gerçekleĢmiĢtir. Nicel geliĢmelerin nitel sonuçlar yaratabilmesi, aynı zamanda devrimci bir değiĢimdir. (ġenel, 2009: 40) Canlı varlıkların iç ve dıĢ koĢullarda meydana gelen değiĢiklik varlığın biyokimyasal yapılarını değiĢtirebilir. ĠĢte genetik yapısındaki bu değiĢim mutasyondur. Mutasyon canlının yapısında bir kez meydana geldi mi “redüplikasyon” (kopyalama) baĢlayacak ve kısır döngü içerisine girilmiĢ olunacaktır. Evrim ise canlının yaĢam çevrelerinde değiĢen koĢullara tepkiler verebilecek mutasyona uğramıĢ türlerden yana olacaktır. BaĢka bir deyiĢle evrim, zincirleme mutasyonlardan oluĢur. Evrim bir geliĢmedir. GeliĢme ise, basit yapıdan karmaĢığa geçiĢi ifade eder. Yani geliĢme ya da evrim bir ilerleme değildir. (ġenel, 50-51)

Herhangi bir hayvan ile insanı kıyasladığımızda insanın farklı bir evrim seyri izlediği görülebilir; Sözgelimi elli milyon yıldır değiĢmeden kalabilen (bazı böcekler) hayvanlara göre insan daha hızlı bir değiĢim geçirmiĢtir. Çünkü her hayvan, varlığına iliĢkin izler bırakırken, insan yarattıklarının izini bırakmıĢtır. (Bronowski, 2009: 33-34) Örneğin, Ġskandinavya‟nın kuzey ucunda Laponlar (Kuzeye has yerli halk) yaĢamaktadır. Laponlar yaĢayabilmek için Buzul Çağ‟dan kalma yöntemi devam ettirmektedirler; Laponlar yaklaĢık on iki bin yıl önceki ataları gibi buzlar Güney Avrupa‟dan geri çekilirken, ren geyiklerinin peĢinden, kuzeye gelmiĢlerdir/gelmiĢ olabilirler. Bugün otuz bin kiĢiler ve üç yüz bin ren geyiklerine ayak uydurmaktadırlar. BaĢka bir deyiĢle ren geyiklerini sürekli takip eden Laponlar onların, etinden, sütünden, derisinden ve izlediği göç yollarından yararlanarak varlıklarını sürdürmektedirler. Fakat ren geyikleri Laponların denetimi altında değil ya da onları evcilleĢtirmiĢ değiller. Yalnız Laponlarla ren geyiklerini ayıran yine de bir fark var; Laponların ren geyikleri gibi doğaya bağımlı olmamaları, doğanın Ģartlarına karĢı özgür olmaları. (Bronowski, 37-38) Hayvanlar doğaya uyum sağlayarak, biyolojik evrimini sürdürürken ya da tamamlamıĢken, insan biyolojik uyumunu doğaya karĢı kullandıklarıyla değiĢtirebilmektedir.

Engels, “Doğanın Diyalektiği” kitabında doğada hiçbir Ģeyin ayrı ayrı oluĢamayacağını, her Ģeyin birbirinin bir parçası olduğunu ve birbirini etkilediğini (Engels, 2002: 195) söylemiĢtir. Engels‟e göre insan ve doğa iki ayrı Ģey değil, birbirinin parçasıdır ve öyle kavranmalıdır. Ġnsan hayatta kalabilmek için doğayla sürekli bir iliĢki içinde olmalıdır. (Engels, 2003: 800) Engels‟in insanı doğanın bir parçası olarak gördüğü yaklaĢımına göre insan ancak sentetik olarak doğayla iliĢki içindedir. Ġnsanın diğer canlılardan farkı da budur; diğer canlılar doğadan yalnızca yararlanır ve varoluĢ niteliklerine göre doğada değiĢiklikler oluĢturur. Ġnsan da doğada değiĢiklikler oluĢturur. Fakat diğer canlılardan farkı bu değiĢiklikleri amaçlarına uygun, doğaya egemen olmaya çalıĢarak yapmaya çalıĢır. BaĢka bir deyiĢle insan ile diğer canlılar arasındaki doğa iliĢkisini oluĢturan emektir. (Engels, 2002: 196) Engels‟in bahsettiği canlıların doğada varoluĢ niteliklerine göre değiĢiklik oluĢturmaları organik evrimleriyle süregelir. Fakat insanların diğer canlılardan farkı

yalnız organik evrimlerinin devamı olan varoluĢsal nitelikleri değil, aynı zamanda doğa ile yine doğadan faydalanarak sentetik iliĢki kurmasıdır. Engels buna “emek” demiĢtir. Emek yalnız “bir iĢin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü” ile iliĢkilendirilmemelidir. Sözgelimi doğaya karĢı yine doğadaki ateĢin bulunması ve kullanılması da emektir. Sözgelimi filler beĢ yüz bin yıl önce Avrupa ve Asya‟da yayılan ve binlerce yıl süren Buzul Çağı‟yla birlikte doğaya “adaptasyon” (uyum) sağlayacak Ģekilde değiĢikliğe uğramıĢtır. Buzul Çağı Ģartlarında yaĢayamayan filler Buzul Çağı‟nın soğuğundan korunabilmek için sırtlarından baĢlayarak tüylenmeye baĢlamıĢtır. Binlerce yıllık bu uyum sağlama süreci, sonunda “mamutlar” türünü oluĢturmuĢtur. Fil türündeki bu biyolojik evrim, yine Buzul Çağı‟nda yaĢayan homo sapiens yani insanlar türünde aynı Ģekilde sonuçlanmamıĢtır. Homo Sapiens türü, fillerden farklı olarak aynı koĢullarda nesnel kültürünü geliĢtirerek yaĢamını sürdürür. Ancak bir farkla: Homo sapiens, buzul çağının soğuk ve zor Ģartlarında yaĢayabilmek için ateĢi bulmuĢtur. (Childe, 2009: 22-23) BaĢka bir deyiĢle insan, çevresel faktörlerden hayvanın adaptasyonundan farklı olarak, kültürel geliĢimi sayesinde hayatta kalmayı baĢarmıĢtır. Jeolojik kayıtlarda homo sapiens‟in yaklaĢık 25.000 yıl önce vücut geliĢimi durmuĢtur. Böylece insan-doğa iliĢkisinde kültür, biyolojik evrimin yerini almıĢtır. (Childe, 32) Bu hayvandaki gibi sadece doğaya karĢı biyolojik bir evrimi değil, insanın doğadaki zorluklara karĢı geliĢtirdiği tepkidir ve aynı zamanda doğal değil, sentetiktir. BaĢka bir deyiĢle insan ile doğa arasındaki bu diyalektik iliĢki doğal (evrim, uyum) değil, devrimsel bir iliĢkidir.

3.1.5. Öz

Ġnsan, kendisidir/kendisi değildir! Felsefenin değersel fonksiyonu insanın ne olduğuna yönelik soruların cevaplarını zorlaĢtırır. Spinoza‟nın deus sive natura düĢüncesi ile insandaki “öz”ün zorunluluktan çıktığını söylemiĢtik. Çünkü o öz Doğanın kendisinden gelmekteydi. Bu öz, insanı statiklikten bir edime yönlendirebilirdi. Nietzsche de Spinoza‟ya benzer bir Ģekilde öz hakkında yorumunu yapar; kendi olan insan, çevresi surlarla örülmüĢ vaziyette olan mıdır? Bu surlara isyan eden Nietzsche, baĢta Alman idealizmi olmak üzere felsefenin bu haline karĢı

koyar. Nietzsche‟ye göre idealizm, daha baĢlangıçta gerçekleri göz ardı etmeyi öğretir. Böylece insanın kendisi olmasını engelleyerek, insanı “ben” duygusundan çıkarır ve idealin sürüklemesine izin verir. Hayatı boyunca geçirdiği evreleri ve dönüm noktalarını anlatan Nietzsche, hastalıklarının sonucu fark ettiği düĢüncesini Ģöyle dile getirir; “…her türlü ince “ben”cilik, her türlü içgüdüsel koruyuculuk

bende eksikti, bu durum kendimi başkalarıyla eşit dengeye getirmekti, “ben duygusundan yoksunluk”tu, ayırımı unutmaktı, bu yüzden bağışlayamam kendimi. Neredeyse işin sonuna varmışken, neredeyse elde bir olanak kalmamışken, yaşamımın bu kökensel çılgınlığı üstüne, “idealizm” üstüne düşmeye başlamıştım. Sayrılık aklımı başıma topladı ilkin.” (Nietzsche, 2010: 34) Nietzsche için, akıllılık,

insanın rastlantısallığı değil, zorunluluğudur. Bu yüzden insan kendini savunmada tutabilir. Fakat insan kendini sürekli savunma gereği duyunca, gücünü kaybederek savunamaz duruma gelir. Nietzsche, idealizmin yol açtığı savunma durumunu kendisini kirpiyle özdeĢleĢtirerek Ģöyle der; “Ancak, dikenlere sahip olmak

savurganlıktır, durum böyle kaldıkça dikensiz olmak, tersine elleri açık kalmak iki katlı bir lükstür.” (Nietzsche, 46)

Nietzsche‟ye göre idealizm ile yaĢananlar gerçeklik değildir, birer kuruntu, birer yalandır. Oysa insan kendi doğasının büyüklüğünü, bu yalanda aramıĢtır. Bu duruma karĢı gelen Nietzsche tersine dönmüĢlüğe hayıflanır ve kendi yapabileceklerini söyler; “ben kendimi, yapabileceğim işte bunlarla ölçerek benden

sonra bunların elinden olumlu iş çıkaracağını söyleyemem, ancak benden bir devrim, benzer bir düşünsel yapı, benim herhangi bir ölümlü olarak büyüklük konusunda bir savıma değin sözüm.” (Nietzsche, 45-46) Zorunluluğa karĢı bir ülkünün safsatası

yerine zorunluluğu sevmeyi öneren Nietzsche, böylece insanın kendi özünü bulacağını düĢünür. Nietzsche‟nin idealizmi eleĢtirisi, bu felsefenin insanı öldürdüğünü, yok edeceğini düĢündüğü içindir. Ayrıca skolâstik felsefe içindeki antropomorfik (insan biçimci) düĢünceye karĢıdır. Skolâstik düĢünce insanı basit olmaktan, öz içerisinde yaĢamaktan çıkarıp, karmaĢıklaĢtıran, bir amaç dayatan ve aklı bulandıran bir yapıdadır. Nietzsche‟nin “Ecce Homo” (ĠĢte Ġnsan) kitabı anti-

christ bakıĢ açısıyla yazılmıĢ, insanı öldüren, insanın özünü yok eden düĢüncelere savaĢ açmıĢtır.

Nietzsche, idealizmin özcü yaklaĢımına karĢı olmuĢtur. Ġdealist anlamda özcülük, Nietzsche‟nin de dediği gibi insanı kendisi olmaktan çıkarır ve ben‟ini yok eder. Böylece insanın gerçekleri görmesini engeller. Çünkü özcülükte insanlar hazır bir gücün içerisinde sabitlenmiĢtir. Özcülük, bireyin gerçekliğinin belli normlar altında ortaya çıkacağını savunurlar. Bu açıdan da aslen insanı, belli bir ahlak ve davranıĢ içerisinde sınırlarlar. Bu sınırın dıĢına çıkanlar ise dıĢlanır. (Newman, 2006: 24-25) Sözgelimi “insan, özünde iyidir” ahlaki olarak kiĢiyi belli davranıĢlara yönlendirecek bir etki taĢır ve “eğer sen de özüne kavuĢmak ve iyi olmak istiyorsan, belli sınırlılıkların içine girmelisin” gibi idealize edilmiĢ bir yaĢam kalıbını öngörür. Özcülükte, kiĢinin kendi gerçekliğini kiĢi için inĢa etme vardır. KiĢinin kendi gerçekliğini oluĢturmasına izin verilmez. Sözgelimi, Feuerbach, insanı merkez alarak hümanizmi geliĢtirmiĢtir. Feuerbach‟ın amacı, dinsel yabancılaĢmadan insanı kurtarmaktı ve böylece insanı değerlileĢtirmekti. Yani insanı kutsal, sonluyu sonsuz hale getirmekti. Stirner‟a göre Feuerbach‟ın özcü yaklaĢımı, sonsuzlukla birlikte insan, Tanrının yerine geçmiĢtir. Böylece Feuerbach, hümanizm dininin en yüksek papazı olmuĢtur: “İnsan dini Hıristiyan dininin aldığı en son biçimdir.” (Newman, 104-105)

Marx‟a göre de insan benzer bir “öz” istencin içindedir; insan yalnızca biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda psikolojik de bir varlıktır. Ancak içinde bulunduğu toplum, insanın gerçekliğini etkilemiĢtir. (Fromm, 1995: 71) Marx‟ın insan tipi ise, insanın kendisi yani “öz”üdür. Ġnsan az Ģeye sahip olduğu zaman çok olan, diğer insanlara ihtiyaç duyan ve bu yüzden zengin olan bir varlıktır. (Fromm, 172) Marx‟ için insan türsel –yani insan hayvandan farklı olarak kendi öznelliği üstünde yükselen, nesneyi kendinde tanıdığı, sonlu olan- bir varlıktır. Pratiksel ve kuramsal düzeyde, özünü değiĢtirdiği gibi kendi dıĢını da nesnelleĢtirir. Ayrıca kendi türüne karĢı güncel, yani kendi kendine karĢı evrensel davranan bir varlıktır. (Marx, 1976: 67) Marx‟a göre bu özgül insan faaliyetidir yani çalıĢma/iĢtir. Marx, “1844

Elyazmaları”nda “özgül olarak insani yaĢam” faaliyetini çalıĢma/iĢ olarak tanımlar, “üretim” terimini de aynı anlamda kullanır. Ancak daha sonra üretim ile çalıĢma/iĢ arasında ayırım yapacaktır. Kapital‟de çalıĢma/iĢ “emek” anlamına yani insan ile doğa arasındaki süreç anlamına gelir. Emek, toplumsal biçimden bağımsız olarak ele

alınan teknolojik süreçtir. (Marcus, 2008: 115) BaĢka Ģekilde söylenirse, Marx‟a

göre insanı diğer varlıklardan ayıran ve özünü oluĢturan doğaya karĢı, doğanın kullanımıyla, doğayı -kendi imgesiyle- pratik olarak üretmektir. Fromm‟un “Marx‟ın Ġnsan AnlayıĢı” kitabının arka kapağındaki Marx‟tan alıntı insanın özünü kısaca anlatır; “ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan o kadar çoksun

demektir ve görkemsiz yaşamın da o denli büyüktür. (Fromm, 1995)

Marx‟ın Feuerbach‟a karĢı yazdığı tezin altıncısı Ģöyledir; “Feuerbach, dinsel

özü, insan özüne indirger. Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür…gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla: 1. Tarihsel akıştan koparak, dinsel duyguyu kendi içinde sabitleştirmek ve soyut –yalıtılmış- bir insan bireyini öncülleştirmek; 2. O nedenle, bu özü, olsa olsa, “tür” olarak, birçok bireyi salt doğal biçimde birbirine bağlayan içsel, dilsiz genellik olarak kavramak zorunda kalır.” (Marx-Engels, 1999: 27) Marx‟ın ortaya koyduğu, özcülüğe karĢı çıkmak ve

toplumsal iliĢkilerin insanı oluĢturduğu gerçeğidir. Böylece Marx, Feuerbach‟ın insanı merkez alan felsefesini eleĢtirir ve Feuerbach felsefesinin toplumsal ideolojiyi hesaba katmadığını düĢünür. Marx‟ın sekizinci tezi ise Ģöyledir; “Toplumsal yaşam,

özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün giz‟ler, ussal çözümlerini, insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulur.” (Marx-Engels, 27) Aslında Marx‟ın

bu tezi muğlaktır. Çünkü toplumsal yaĢamda mı insanın özünün pratikte olduğu ya da toplumsal yaĢam dıĢında insanın özü olup olmadığı açık değildir. Seve, Marx‟ın düĢüncesinde insanın özü olduğunu; fakat bu özün, toplumsal iliĢkiler olarak insanın dıĢında yer aldığından bahseder ve bunun için “merkez dıĢlama” kavramını kullanır. (Timur, 2007: 93) Althusser ise Seve‟e cevap olarak; öznelcilik ve idealizmden kurtulamadığını söyleyerek, merkezin olmadığını ve merkez olmadığına göre her türlü merkez dıĢının da hayali nitelikte olacağını belirtir. (Timur, 93-94) Althusser,

Marx‟ı Spinoza ile birlikte değerlendirir; Spinoza‟ya göre tözün dıĢsal nedeni yoktur, yani, töz olan Tanrı ya da Doğa kendi kendinin nedenidir. Bu açıdan töz içerisinde bir tikelin özünden söz edilemez. Althusser de Spinoza‟ya benzer düĢünerek, hiçbir toplumsal varlığın belirleyiciliğinin diğerlerine göre öncelikli olmadığını, her birinin diğerlerinin toplu etkisince üstbelirlendiğini düĢünür. Böylece, toplumsal varlık olarak bireyin ayrıcalıklı belirleyiciliği olmadığı sonucu çıkar. Tarih, öznesiz bir süreçtir. (Cemal, 1997: 45-46) Spinoza, gerçekte insanların her zaman bilincinde olmadıkları, yasalarca yönlendirildikleri halde, iradelerini kullanırken özgür olduklarına inandıklarını düĢünür. Bu durum Spinoza‟ya göre arketipsel kuruntudan baĢka bir Ģey değildir. Bu yanılgının sebebi ise insanların belirsiz deneyimlerinin varlığıdır. Spinoza için; “insanlardaki özgürlük fikri, düpedüz edimlerinin

nedenlerini bilmemelerinden gelir.” Althusser de Spinoza‟nın düĢüncesine benzer

Ģekilde, yaĢantının ideolojik yanılsamalarına ve insanları ya da sınıfları toplumsal iliĢkilerin iradedıĢı değil de insanı tarihin bilinçli özneleri sayan düĢüncelere karĢı gelir. (Anderson, 1982: 103) Bu bağlamda Marx‟ın insanın özü hakkındaki düĢüncesi net olmasa da toplumsal yaĢamın insanı Ģekillendirdiği ve bu toplumsal yaĢama karĢı pratiğin baĢat olması gerektiği söylenebilir.

3.1.5.1. Özne

Hegel‟e göre özel olan, genel olana oranla çoğunlukla son derece önemsiz bir değerdedir. (Sabine, 2000: 33) Birey bu yüzden çoğunluğun içindedir ve onun bilinciyle hareket eder. Hegel‟e göre bireyler ve onların bilinçli amaçları, sonuç içerisinde çok az bir paya sahiptir. Birey, kendisini yaratan kültürün rastlantısal bir değiĢkeninden baĢka bir Ģey değildir. (Sabine, 32) Spinoza‟da bilinç varlık tarafından belirlenirken, özgür istenç vardır. (Spinoza‟nın atılan taĢı) Hegel, bilincin özerkliğini tözün niteliği yapmıĢtır. Tanrı bilinci Tanrının öz bilincidir. Spinoza ise öz bilinç, töz yani Tanrınındır, ama özdeĢ olarak “Tanrı benim” anlamındadır. (Lukacs, 2006: 124)

Foucault‟a göre, özne, iktidar, bilgi ve söylem stratejilerine direnir. Ancak, iktidardan kaçıĢ olanaksızdır. Bu yüzden direniĢ bir retorik olarak havada kalır. (Sancar, 2008: 148) Sartre ise Foucault‟a benzer Ģekilde, öznenin, öznel seçimleriyle sürekli kendini yaratan bir canlı olduğunu varsayar. Ancak Sartre için insan, kendisinin tarihini soyut bir öznellik olarak ve aĢkın bir bilinç Ģeklinde yapar. Bu da Sartre için mutlak özgürlüktür. (Timur, 2007: 86) Sartre‟a göre insan, toplumsal kurumlar içinde yabancılaĢır, bireysel, mutlak özgürlüğüyle ise yabancılaĢmayı aĢabilir. (Timur, 87) Stirner ise özneye karĢı her Ģeyi dıĢlayabilir. Stirner‟a göre gerçek olan tek Ģey, biricik olandır, yani kendisidir. (Macit, 2010: 56) Bu bağlamda özne, kendisi olarak tüm kurumlara isyan edebilir. Stirner‟ın Ģöyle bir sorunsalı vardır; “İktidarın bize nasıl hükmettiği değil, neden iktidarın bize hükmetmesine izin

verdiğimiz, neden kendi irademizle kendi hükmedilişimize katıldığımız.”(Newman,

2006: 99) Stirner, iktidarın asıl sorun olduğunu düĢünür ve iktidarın yaratımının aslen kiĢinin kendisinin ürünü olduğundan bahseder. Bu bağlamda Stirner her türlü iktidara karĢı geldiği gibi iktidarın kendisine de karĢı gelmiĢ olur. Stirner‟a göre özne asıl olandır. Bu yüzden özne kendi savaĢını iktidara karĢı vermelidir. Ona göre

“…savaş, belirli bir devlete ya da devletin zaman içindeki sırf belirli bir durumuna karşı değil, kurumun kendisine, devlete karşı ilan edilmeli; insanın amacı bir başka devlet değildir.” (Newman, 101) Nietzsche de Stirner‟a benzer Ģekilde kiĢinin

egemen olma istencinden bahseder. Nietzsche için “Her bir içgüdü bir tür egemen

olma iptilasıdır, her birinin onun norm olarak diğer içgüdülere empoze etmek istediği perspektifi vardır.” (Nietzsche, 2002: 251) Nietzsche‟nin “güç istenci”

kiĢinin kendi biricikliğinde dahi iktidar yaratmasıdır. Stirner‟a benzer Ģekilde Nietzsche, bu durumu da sağlıklı bulmaz. Ona göre dünya kiĢilerin kendi yorumlarından yaratılmıĢtır. KiĢinin bakıĢ açıĢı da onu iktidara sürükler. Nietzsche‟ye göre “Dünyanın değerinin bizim yorumumuzdan kaynaklandığı

doğrudur (belki de herhangi bir yerde insansal olandan daha baĢka yorumlar da

mümkündür.) Şimdiye kadarki yorumlar kendileri sayesinde bizim hayatta, yeni

kudret iradesinde kudretin idamesi için perspektif değerlendirmelerdir, öyle ki insanın daha dar yorumların yenilmesini birlikte getirir ve her ulaşılan güçleniş ve kudret genişletişi yeni perspektifleri açar ve yeni ufuklara inanılması demektir.”

Stirner‟da isyan ile alaĢağı edilecektir. BaĢka bir anlatımla, kiĢinin gerçekleri yaratması ve bu gerçeklerle kudret kazanmasını engellemenin yolu baĢta kendisine isyan etmektir. Böylece biricik olanın tek gerçek olduğu ve kendinin yaratısı olan gerçeğin dahi bu biricikliği engelleyemeyeceği isyan ile sağlanmıĢ olacaktır.

3.1.5.2. Bilinç

19. yüzyılda ortaya çıkan komünist devrimci hareketler, Löwy‟e göre otoriter bir devrim anlayıĢına sahiptir; halk için devrimin, küçük ve seçkin bir devrimci grup tarafından yapılabileceği inancı vardır. Proletarya kendi kendini özgürleĢtiremiyordu. Bu yüzden kurtuluĢ yukarıdan, aydınlanmayı baĢarabilmiĢ küçük bir azınlığın eliyle gelecekti. Ancak Marx (ve Engels) 19. Yüzyılın ütopik gördükleri devrimci hareketlerinden farklı bir devrim teorisi temellendirmiĢtir; Marx ve Engels‟in devrim anlayıĢı; “sömürülen ve ezilen kitleler, ancak kendi devrimci praksislerinin içinde,

kendi deneyimleri aracılığıyla, hem onları zincire vuran dışsal koşulların (sermaye

ve devlet), hem de önceki gizemlileştirilmiş bilinçlerinin üstesinden gelebilirler” yani kısaca “özgürleşmenin yegane sahici formu kendini özgürleştirmedir” (Löwy, 1999: 37-38) düĢüncesi çerçevesindedir. Marx (ve Engels) için sınıf bilinci devrimci mücadele de proletaryanın özgürleĢmesin de önemli bir faktördür.

Althusser için ise sınıf bilinci kiĢiyi ideolojik bir tanımanın içerisine sokar. Özne, ideolojinin içinde bulunduğu yapı doğrultusunda ideolojik yanlıĢ-tanıma içerisindedir. Ancak bu yanlıĢ-tanımanın bir fonksiyonu da öznenin tarihsel süreç içerisinde olduğunu kabul etmesidir. Böylece özne, kendi ideolojisi içerisinde bu yanlıĢ-tanıma sayesinde kurulur. Özne, kendi davasının içerisinde olmasına rağmen, kendi davasının ideolojisi tarafından çağırılma süreci, “ben zaten oradaydım” Ģeklinde bir yanılma haline gelmiĢtir. (Zizek, 2002: 18-19) Sözgelimi, proletarya sınıfından bir kiĢi zaten egemen sınıfla bir çatıĢma halindedir. Ancak egemen sınıfın ideolojine karĢı, oluĢturulmuĢ olan kendi ideolojisinin “gelin sınıf olalım”, “sınıf bilinci” gibi çağrıları kullanması kiĢi için yanılsama halini alır. Çünkü zaten o kiĢi

kendi sınıfının çıkarları için egemen sınıfa karĢı savaĢım halindedir. Althusser, iĢçi hareketlerini iki kulvara ayırarak anlatır; birinci kulvar, iĢçi hareketinin “kendiliğinden ideolojisi” yani, yalnızca ütopik sosyalizm, sendikalizm, anarĢizm ve anarko-sendikalizm kendiliğinden oluĢmuĢ bir iĢçi hareketidir. Ġkinci olarak iĢçi hareketinin teorik çalıĢması marksist sosyalizm, yani tarihsel, bilimsel ve felsefi formasyonları derin insanların, entelektüellerin, marksist teoriyi kurarak, geliĢtirerek yaptıklarıdır; Tesadüfî olmayan bu geliĢim, egemen sınıfların çoğunlukla kölece iĢlediği bir ortamın imkânsızlığıyla geliĢim göstermiĢtir. (Althusser, 2002: 31-32) Sözgelimi Lenin, sınıf bilinci yaratmayı profesyonel devrimciler aracılığıyla kullanmıĢlardır. Profesyonel devrimcilerin bir misyonu da iĢçi sınıfına dıĢarıdan bilinç götürmek olmuĢtur. DıĢarıdan bilinç, Alman Sosyal Demokrat Kautsky‟e göre

Benzer Belgeler