• Sonuç bulunamadı

DEVRİMDEN DEPREME: YERYÜZÜNÜN LANETLİSİ HAİTİ

Belgede AFRİKA GÜNDEMİ (OCAK 2010) (sayfa 44-49)

Dr. Barış Ünlü AÇAUM Müdür Yardımcısı

Haiti’de 12 Ocak 2010’da yaşanan deprem sonucunda 200.000’e yakın insan öldü, yüz binlerce insan evsiz, on binlerce çocuk anasız babasız kaldı, zaten kötü durumda olan altyapı bütünüyle çöktü.

Depremden önce de durumu çok kötü olan Haiti batı yarımkürenin en fakir ülkesidir. Nüfusun yarıdan fazlası günde 1 dolardan az bir gelirle yaşamaktadır. Ülkede istikrarlı bir devlet ve hükümet yoktur;

bununla paralel olarak da, uluslararası STK’ların ve BM gücünün nüfuzu esas belirleyicilerdir. Deprem bu dramı bir trajediye dönüştürdü. Depremden hemen sonra başlayan uluslararası yardımların mahiyeti ise emperyalizm ve Haiti tarihi arasındaki ilişkiyi tekrar gündeme taşıdı. Bilindiği gibi ABD, yiyecek-giyecek-çadır-ilaç gibi acil ihtiyaçların dağıtımından önce, istikrarı ve güvenliği sağlamak üzere adaya 14.000’e yakın asker çıkardı. Bu da ABD’nin adayı işgal ettiğine dair yorumlara yol açtı. Haiti’nin

45 dünü ve bugünü gerçekten de kapitalizmden ve emperyalizmden bağımsız yazılamaz. Bu belki her

ülke ve bölge için geçerlidir ama Haiti’ninki misliyle böyledir.

Kristof Kolomb bugün batı tarafını Haiti’nin, doğusunu ise Dominik Cumhuriyeti’nin oluşturduğu adaya 1492’deki ilk yolculuğunda ayak bastı ve adanın adını La Espanola koydu. Adanın 1492’deki tahmini yerli nüfusu 500.000 ila 750.000 arasındadır. Bu yerli nüfus 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde katliamlar ve Avrupalıların getirdikleri bulaşıcı hastalıklar yüzünden tamamen yok olmuştu.

Adanın kaderi 1697’de Fransa’ya devredilmesiyle birlikte bir kez daha derinden değişti. Fransızlar Saint-Domingue adını koydukları adaya, 18. yüzyılda Afrika’dan 1 milyona yakın köle getirdiler. Bu rakam 16. ve 19. yüzyıllar arasında gerçekleşen toplam Atlantik köle ticaretinin % 10’una yakındır.

Saint-Domingue 18. yüzyılın sonlarına doğru dünyanın en zengin ve değerli sömürgesi haline geldi.

Ada, Küba, Jamaika ve Brezilya’nın toplamı kadar şeker üretiyor ve dünya kahve üretiminin yarısından fazlasını gerçekleştiriyordu. Saint-Domingue “Antiller’in İncisi”ydi ve belki de bütün sömürgelerin.

Kölelerin dramı, Afrika’da renktaşları tarafından yakalanmaları ya da kaçırılmalarıyla başlıyordu.

Kıyıya kadar getirilip çukurlarda, kafeslerde günlerce, bazen aylarca berbat koşullarda bekletilen Afrikalılar, eğer ölmezlerse, beyaz köle tüccarlarına satılıp, Amerikalara doğru yelken açan gemilere tıklım tıkış dolduruluyorlardı. Tarihte “orta geçiş” (middle passage) adıyla bilinen bu Atlantik yolculuğunun korkunç koşullarına bir örnek vermek gerekirse, Saint-Domingue’e getirilen kölelerden yaklaşık 100.000’inin bu yolculuk sırasında öldüğü rapor edilmiştir, ki şüphesiz bir de kaydedilmemişler vardır. Saint-Domingue’e varabilenler plantasyon sahiplerine satılıyordu. Adaya ayak basan kölelerin üçte birinden fazlası yeni koşullara psikolojik ve fiziksel olarak ayak uyduramamaktan dolayı birkaç yıl içinde ölürdü. Fiziksel olarak ölmeyenlerin büyük bir bölümü de neredeyse bütün toplumsal bağlarından koparıldıkları için birer sosyal ölüydüler.

Efendilerine satılan köleler zincirlere bağlanmış şekilde, rutin hayatlarına başlamak üzere plantasyonlara götürülürlerdi. Plantasyon hayatı köleler için durmadan çalışmak demekti. Ne kadar çok sayıda olurlar ve ne kadar çok üretirlerse, efendiler ve tüccarlar da o kadar zenginleşirlerdi. İş zamanının günde 18-20 saate kadar çıkması istisna değildi. İstisna olan, şiddete ve aşağılanmaya maruz kalmamaktı. Beyazların ekonomik çıkarları ve sadistlikleri arasındaki sınırın çoğu zaman belirsiz olduğu Saint-Domingue’de, fiziksel zulüm, öldürmekten, kulak, el ya da ayak kesmeye; yaraya tuz basmaktan, kırbaçlama ve tecavüze kadar uzanırdı. Ancak sonuçta köleler efendilerin “özel mülkiyeti”ndeydi ve bu mülkiyete, o veya bu şekilde, zarar vermek sahiplere de zarar veriyordu; eğer şiddet rasyonel olacaksa, köleleri daha fazla ve verimli çalıştırmaya yönelik olmalıydı, çalışamaz hale getirmeye değil. Sadistlik ve ekonomik çıkar arasındaki bu çelişki “dengeli bir zulümle” çözülebilirdi.

Fiziksel şiddet gibi, sürekli aşağılamanın altında yatan temel faktör de beyazların hastalıklı ruh halidir;

ancak, kölelik sisteminin sağlıklı bir şekilde yürüyebilmesi için de kölelerin aşağılanması bir zorunluluktur. 1771’de Fransız sömürge idarecilerinin ifade ettiği gibi, “kölelerin kalbindeki” aşağılık

hissini devam ettirmek için, ırksal ayrımları “özgürlük bahşedildikten sonra bile” sürdürmek gerekir ki siyahlar “renklerinin kulluğa mahkum olduğunu” anlasınlar.

Köleler bu ağır yaşam koşullarına farklı biçimlerde ama kesintisiz olarak direnmişlerdir. İntihar bunlardan biriydi. Yüzyıllarca süren köle ticaretinin en önemli ideolojik dayanaklarından biri, siyahların Afrika’da sefil, çok ilkel bir hayat sürdükleri ve köleliğin bile bundan iyi olduğuydu. İntiharın yaygınlığını kendi gözleriyle gören bir beyaz sömürgeci bu “sefalet” yalanını beyazların yüzüne vuracak kadar dürüsttür: “Eğer siyahlar *Afrika’da+ o kadar sefil ve az beslenmişlerse, nasıl oluyor da sömürgelere geldiklerinde bu kadar iyi halde, güçlü ve çok sağlıklılar?” Bir direniş biçimi olarak intihar Orta Geçiş’te başlar, adada da devam ederdi. Öldüklerinde Afrika’ya dönecekleri inancı köleleri intihara iten başlıca nedendi; bir diğeri ise sahiplerinin özel mülkiyetlerini ortadan kaldırarak onlara zarar verme isteğiydi. Bu bağlamda, yeni doğan yaklaşık 70 çocuğu öldüren bir ebeye “kurtarıcı”

(liberator) denmesi şaşırtıcı değildir.

Marronage denilen dağlara kaçıp orada gruplar halinde yaşamak en etkili ve tutarlı direniş şekliydi.

Beyazlar, bilmedikleri ortamlar olan ormanlarla kaplı dağlarda kaçaklarla mücadele etmekte başarısız olmuşlar ve sonunda maroon’ları tanımak zorunda kalmışlardır, ama bir şartla: Gruplarına yeni kaçakları kabul etmeyeceklerdi. Bu, maroon’larla plantasyon köleleri arasındaki ilişkiyi marjinalleştirse de, marronage fiili bir özgürleşme ve etkili bir direniş alanı olarak önemini sürdürdü. Kaçaklar dağlardan inip hızla plantasyonları yağmalıyor, kimi zaman da yakıyorlardı. Bir maroon lideri olan François Makandal’ın başını çektiği hareket Saint-Domingue’in devrim öncesi tarihinin en etkili isyanı olmuştur. Nihai amacı beyaz rejimin yıkılması olan Makandal’ın elindeki en önemli silah zehirdi.

İsyancıların devrim planlarındaki son ve en vurucu darbe büyük şehirlerin sularının zehirlenmesi olacaktı, ancak hareket bu aşamaya varamadı ve Makandal’ın yakalanıp idam edilmesiyle birlikte büyük ölçüde sona erdi.

Diğer bir önemli direniş alanı Afrika dini voodoo’ydu. Voodoo kölelerin elindeki ideolojik/kültürel ve örgütsel bir araçtı. Bütün sosyal bağlarından koparılmaya, yani hayvanlaştırılmaya çalışılan köleler, çok sayıda Afrika dininin ve dolayısıyla dilinin geniş bir sentezi olan voodoo’da geçmişleriyle bir bağ, geleceklerine ilişkin bir umut buluyorlar ve doğal olarak da “bugün”lerini daha katlanabilir kılıyorlardı.

Voodoo seremonileri köleleri bir araya getirdiği için, bu toplantılarda içinde yaşadıkları kölelik koşullarına, o veya bu şekilde, kolektif bir reaksiyon gösterilebiliyorlardı. Kölelerin voodoo rahiplerine olan bağımlılığı ve bağlılığı, bu tip bir iktidar ilişkisinin ancak efendi ve köle arasında olması gerektiğini düşünen beyazlar için kabul edilemezdi. Makandal dahil, neredeyse bütün maroon liderlerinin de voodoo rahibi olduğu düşünülürse, dönemin tanığı bir Fransız’ın uyarısı daha iyi anlaşılabilir: “Hiçbir şey bu voodoo inancından daha tehlikeli değildir”.

Ancak asıl direniş, devrimci direniş, 1791’de başladı. Kölelerin sömürgeciliğe, köleliğe ve ırkçılığa karşı başlattığı isyan başarılı oldu ve Haiti 1804’de bağımsızlığını ilan etti. Bu tarihin gördüğü, başarılı olmuş ilk ve son köle isyanıdır. Köleler sadece beyazlara karşı da savaşmamıştı; yeri geldi, kendilerini tekrar plantasyonlarda çalışmaya zorlayan liderlerine (Toussaint Louverture) ve onların

47 korporatist/solidarist uygulama ve söylemlerine karşı da mücadele ettiler. Siyah Haitililerin kavuşmak

istedikleri hayat Afrika’dan hatırladıkları ve bildikleri geçim ekonomisiydi.

Haiti köle devriminin çok önemli uluslararası yansımaları olmuştur, ki bu yansımaların başlıcalarından biri Fransız Devrimi üzerindedir. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin insanların özgür doğduğu, öyle kaldığı ve haklarında eşit olduğu ilkesi siyahları kapsamıyordu. Şüphesiz köleliğin kaldırılmasını savunan azımsanamayacak sayıda Fransız entelektüeli ve devrimcisi vardı. Ancak Fransız toplumsal yapısı bu kişilerin etkili olmasını engelliyordu. İşte Saint-Domingue isyanı bu noktada devreye girdi.

Siyahların özgürlükleri için verdikleri ölüm kalım mücadelesi Fransa’yı ilk önce Saint-Domingue’de, daha sonra da bütün sömürgelerinde köleliği kaldırmaya zorladı. Sivil komiser Sonthonax, öncüsü olduğu bu kararı, “yeryüzünde tanık olunan en büyük devrim” olarak tanımlar. İsyan Fransız Devrimi’ni radikalleştirmişti.

Devrim ayrıca Amerikalardaki kölelere ilham, köle sahiplerine ise korku vermiştir. ABD’de, Karayipler’de ve Latin Amerika’da Haiti ilhamlı birçok isyan çıkmış ve bunlar “Haiti gibi oluruz”

korkusuyla acımasız bir şekilde bastırılmıştır. Bunların yanısıra, devrimin köle ticaretini dolaylı olarak artıran etkileri de olmuştur. Örneğin devrimden önce dünyanın en büyük şeker ve kahve üreticisi olan Haiti’nin yerini almak isteyen Küba ve Brezilya, köle ticaretini arttırmışlardır ve hedeflerinde başarılı da olmuşlardır.

Haiti Batı tarafından hiçbir zaman affedilmemiştir. Bu adada olup bitenler bedeli ödetilmesi gereken bir radikallikteydi. Haiti’nin devrim sonrası Batı devletleri tarafından dışlanmasının açıklaması burada yatar. Fransa 1825’te adayla ticari ve diplomatik ilişkiler kurmasının şartı olarak Haiti’nin Fransa’ya 150 milyon frank tazminat ödemesini istemiştir. O zamanın Haitili siyah egemenleri bu şartı kabul etti, ama ülkenin ödeme yapacak parası yoktu. Çözüm Fransız bankalarından borç almak oldu. Haiti halkı Fransız halkının Saint-Domingue’deki “kayıpları” için 1947’ye kadar anapara ve faiziyle 90 milyon frank ödedi. Bir hesaba göre bu miktar bugünün 21 milyar ABD dolarına tekabül etmektedir. ABD ve Vatikan ise, Haiti’yi ancak 19.yüzyılın ikinci yarısında tanıdı.

Emperyalizmin adaya verdiği dersler bunlarla da sınırlı kalmadı. ABD Haiti’yi 1915-1931 yılları arasında işgal etti ve 1957-1986 döneminde baba-oğul Duvalier diktatörlüklerini destekledi. Haiti bu diktatörlükler döneminde neo-liberal iktisat politikaların deneylerinden biri haline gelmiştir. Tarım çökmüş, köyden kente göç hızlanmış, kentler gecekondularla dolmuştur. Çöken tarımın yerine ise, terleme atölyeleri (sweatshops) ve turizm ikame edilmeye çalışılmıştır.

Haiti’nin demokratik yollarla seçilmiş ilk başkanı olan Jean-Bertrand Aristide, bu gecekondu bölgelerinin desteği sayesinde 1990’da iktidara geldi. Haiti politik ve ekonomik elitini korkutan bu halk hareketi baba Bush döneminde, seçimden sadece 9 ay sonra gerçekleşen bir askeri darbeyle yerinden oldu. 1804 Devrimi’nden sonra bir süre için kapitalist sistemden kopan ülkeyi sisteme bir çevre ülkesi olarak tekrar entegre eden küçük bir askeri-iktisadi elit sınıf, siyah halk yığınlarını yüz yıllarca ezmesini ve sömürebilmesini büyük ölçüde şiddet gücünü tekelinde tutmasına ve dış desteğe borçluydu.

Clinton döneminde ise, Aristide ABD desteğiyle tekrar görevinin başına dönebildi, ancak tek bir şartla:

neo-liberal politikalar (yerel adıyla “ölüm planı”) devam ettirilecekti. Tekrar göreve başlayan Aristide’in ilk işi orduyu lağvetmek oldu. Bu eylem, kimileri tarafından devrimden sonra gerçekleşen en önemli insan hakları gelişmesi olarak yorumlanmaktadır. Aristide 2000’de büyük bir demokratik zafer daha kazanmıştır. Artık elinde bir ordusu olmayan Haiti eliti bu sefer de yatırımların, can ve mal güvenliğinin olmadığı propagandasını yaymaya başladı. Bunu yaparken de paramiliter güçleri kullanıyordu. Aristide, ABD’nin oğul Bush döneminde dolaylı olarak desteklediği paramiliter gruplarca 2004’de devrildi ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Darbe sonrası ABD ve Fransız birlikleri güvenliği sağlamak üzere adaya gelmiş ve kukla bir başbakan atamışlardır. George Bush, Irak savaşı nedeniyle bozuştuğu Jacques Chirac’a bunun “mükemmel bir Fransız-Amerikan işbirliği” olduğunu söylemiştir.

BM gücü kısa süre sonra ABD ve Fransız askerlerinin yerini alacaktır. Bugün ülkeyi eski bir Aristide destekçisi olan René Préval yönetmektedir. Uzun yıllar süren istikrarsızlıktan bir nebze olsun kurtulmaya başlandığının sinyalleri ortaya çıkıyorken ise deprem oldu ve Haiti, tabiri caizse, gene başa döndü.

Devrimden depreme Haiti tarihinin kısa bir özeti, Haiti’nin neden bu kadar fakir olduğunu, neden depreme bu kadar hazırlıksız yakalandığını göstermeye yeter sanırım. Bugünkü haliyle Haiti, modern dünya tarihinin bir ürünüdür ve belki de onun en lanetlenmiş ürünüdür. Bugün bile, ABD eski başkan adaylarından cumhuriyetçi Pat Robertson, Haiti’nin Fransızlara karşı Şeytan’la satanik bir anlaşma yaptığını, bu yüzden lanetlendiğini, depremin de bunun bir ifadesi olduğunu söyleyebiliyor. Haitili Afrikalılar modern dünya tarihinin belki de en radikal devrimini gerçekleştirdiler. Bunun bedelini ise hala ödüyorlar.

Kısa Kaynakça

Dubois, Laurent, Avengers of the New World; the Story of the Haitian Revolution, (Cambridge:

Harvard University Press, 2004).

Fick, Carolyn E., The Making of Haiti; The Saint Domingue Revolution from Below, (Knoxville:

The University of Tennessee Press, 1990).

Geggus, David (ed.), The Impact of the Haitian Revolution in the Atlantic World, (Columbia:

University of South Carolina Press, 2001).

Hallward, Peter, “Option Zero in Haiti”, New Left Review, c. 27, (Mayıs-Haziran 2004).

James, C.L.R., The Black Jacobins, (New York, Vintage Books, 1989).

www.counterpunch.org

Başa Dön

49

HAZIRLAYANLAR

Editör: Prof. Dr. MELEK FIRAT CEREN GÜRSELER GÜLİSTAN ALPASLAN

MÜGE DALAR

Belgede AFRİKA GÜNDEMİ (OCAK 2010) (sayfa 44-49)

Benzer Belgeler