• Sonuç bulunamadı

DEVLETİ’NİN PAYİTAHTI OLAN İSTANBUL’DA YAŞAMIŞ YAHUT İSTANBUL’U YAZMADAN GEÇEMEMİŞLERDİR

Hayber’den Sonra

DEVLETİ’NİN PAYİTAHTI OLAN İSTANBUL’DA YAŞAMIŞ YAHUT İSTANBUL’U YAZMADAN GEÇEMEMİŞLERDİR

Eskilerinizi alıyorum,/ Eskimiş aşklarınızı,// Geçip gitmiş yılları-nızı,/ Yıllanmış hikâyelerinizi!//

Elimde bir küçük şişeye,/ Çarşı Pazar dolaşıp,/ Taşı, demiri eri-ten/ Gözyaşı topluyorum bir de//

Ve yine gözyaşıyla ödüyorum/ Pa-rayla pulla ödenemeyecek kadar/

Yüklü mü yüklü hesabınızı!”

Amin Maalouf, “Bir yazarın en büyük hazinesi çocukluğu-dur.” diye yazmıştı. Evine Dön Evine şiirinde Cahit Koytak bu sahici söylemi şiire dökmüş ve her insanın bu bir daha ele geçi-rilemeyecek olan hazinesini asıl evi olarak gördüğünü şu dizeler-le didizeler-le getirmiştir: “Neredesin, çocukluk,/ Neredesin, nerede,/

Evine dön, evine!// Neredesin gençliğim,/ Neredesin, nerede,/

Evine dön evine!” Hemen bu ruh hâlinin üzerine çaprazlama bir okuma ve düşünceyle erişilen Sen Ey Hayat şiirine başlarken ortaya konulan dizeler okunduğunda bu sefer eve dönmeyle alakalı ha-yaller sanki birer ham hayale mi dönmüştür bilinmez. Okuyarak düşünmelidir: “Kötü haberler verdiği için/ Buruşturulup çöpe atılan/ Sırlarla dolu bir mektup gibi,/ Bulduğun yerden alıp/ İç cebine yerleştir beni hayat!”

Şiir ve Hakikat

Ne kadar anlatılırsa anla-tılsın kolay tüketilemeyecek olan Şehrin Kitabı’nda okurunu

kahkahalara boğacak, gülerken düşündürecek şiirler de mevcut-tur. Bazıları okuyucusuyla daha fazla duygudaşlık kurmaktadır.

Bu şiirler okuyanı öylesine kam-çılamaktadır ki, Batılıların déjà vu dedikleri duruma çağrı ma-hiyetindedir. Bu satırların yazarı olarak daha kitaplaşmadan bir-kaç kez okuma imkânı bulunan metnin bu sahifelerine, Perşembe Gezileri şiirine her uğrayışta aynı kahkahalar patlatılmıştır. Şair Yıldız Parkında’dır. “Bir erik ağa-cının altında, Herkese İnen Kitap çevirisi üzerinde çalış”maktadır.

Dinlenmek üzere bazen flütüne üflemekte, vakti gelince de çi-menler üzerinde ikindi namazını eda etmektedir. İleride oynayan çocuklar görür. Altında oturduğu erik ağacından birkaç erik indire-rek çocuklara ikram etmek ister.

Pabucunun tekini ikide birde ağa-cın yüksek dallarına fırlatarak erikleri düşürmeye çalışır. Birkaç erik düşer. Ancak bir seferinde pabuç yüksek dala takılarak ora-da kalmaz mı? Çocuklarora-dan biri ağaca tırmanmaya çalışır ancak amacına ulaşamaz. Sonunda is-ter istemez iş başa düşer ve şair pabucun ikinci tekini kullanarak nihayet meramına kavuşur. Eve dönerken son sözleri şöyledir:

“O haftaki ‘Perşembe Gezisi’nin/

Kazancı bu oldu bana/ Ve tabii, canı sıkkın değilse bu günlerde,/

Benim hercaî şiirimin sabırlı oku-runa.”

Cahit Koytak şiirine bir şerh/

haşiye düşmek isteyenler onunla Shakespeare arasında bir hısım-lık bulunduğunu hissederler an-cak sıra Dante’ye geldiğinde iki yakın akrabanın benzerliği göze çarpar. Dante ile ne kadar yakın akraba olursa olsun, ileride bu iki akrabanın yolu öylesine birbirine uzak düşmüştür ki okuyucuyu şaşkına çevirir. Dante bilindiği gibi kendi tapınçlarının haricin-deki her mukaddesata dair küçül-tücü, hakaret boyutuna varan bir dil kullanır. Cahit Koytak onun tam aksine bütün insanlığın mu-kaddesatına karşı olabildiğince saygılıdır. Yeryüzü irfanı ve tüm hikmetinin define arayıcısı titiz-liğiyle ardına düşmüş, bir ömür aramayı bırakmadığı için de biz-zat hazine ve hikmet odalarına girmeyi başarmıştır.

Asıl bu şiir tarihte kalmış bil-gelerin kitaplarıyla Kutatgu Bilig, Kâbusname, Divan-ı Hikmet’lerin soyundan geldiğini her dizesinde okuruna hatırlatır. Orada Kon-füçyüs, Tao, Budha ve Sokrates’i konuşurken bulanlar şaşırma-malıdırlar. Çok çok önemli bir farkla ki daha önceki metinlerin büyük ekseriyeti tarihten, men-kıbelerden ve mitolojiden kimi ibret levhalarını cımbızla çekerek gün yüzüne çıkartma sevdasın-dalardı. Tevhidi gözetmek gibi bir hassasiyet taşımadıkları gibi onu çiğneyenlere de rastlanırdı.

Cahit Koytak külliyatında asla görmezden gelinemeyecek çaba ve maksadın azami hassasiyetle tevhidin zedelenmemesine yöne-lik olduğu unutulmamalıdır. “Şiir ve Hakikat”, işte onun başka dos-yalarında okur karşısına çıkardı-ğı bütün poetikasının özdeyişi bu terkipte yatmaktadır.

Açıkçası Cahit Koytak şiirine ancak sahiden sabırlı okuyucu tahammül edebilir, burası doğru-dur. Eğer bir kere de onun müş-terisi olmaya başlamışsanız artık bu şiirin tiryakileri arasına gir-mekten kurtulamazsınız, benden söylemesi.

A

llah gökyüzünü melek-lerle ve yıldızlarla, yer-yüzünü insan ve diğer canlılarla süslemiştir. Kur’ân’ın ifadesiyle yerlerde ve göklerde olan her şey, onu tesbih eder. Bugünkü araş-tırmalar insan beyninin sonsuz kapasitede kavrayış gücüne sa-hip olduğunu söylüyor. İslâm bilginleri, insanı, âlemin zübdesi (özü ve özeti) olarak görmüştür.

Âlemde birçok şey, insanın hiz-metine amade kılınmıştır. Öyle ki, bu nimetler sayıya gelmez.

Dünyamız, Güneş’ten kopmuş bir parça olarak görülür. Demek ki, bundan dört buçuk milyar yıl önce, dünyamız bir ateş par-çası idi. Yaklaşık on dört milyar yıl öncesine gidilse, evren de yoktu deniliyor bugünkü araş-tırma verilerine göre. Şu hâlde dünyamız, sonradan var edilmiş ve içinde canlılık oluşmuştur.

Canlılar içinde en dikkate değer olanı insandır. İslâm, insanın maddi ve manevi yönleri olan bir varlık olduğunu söyler. Maddi yönü itibarıyla balçıktan, mane-vi yönü itibarıyla ilahi nefhadan teşekkül etmiştir. Demek ki, onun maddi yönü ile fenaya, manevi yönü ile bekaya yöneliktir. Bu açıdan İslâm düşüncesinde din, ahlak, hukuk, siyaset, ticaret, fert-toplum yapısı gibi alanlarda insa-na dair söylenen sözlerin kısm-ı a’zamı, bu iki yön dikkate alına-rak inşa edilir.

İnsanın İki Boyutu İnsan psikolojisi üzerine ya-pılan çalışmalar, ‘güvenlik-açlık-cinsellik-annelik’ güdülerinin en güçlü güdüler olduğuna işaret eder. Güvenlik en başta gelenidir.

Bu da maddi ve manevi olarak ikiye ayrılır. Maddi olanı barınak, mesken, ev-şehir olarak karşımı-za çıkarken manevi açıdan bilgi (ilim) ve psikolojik hâller (güven, umut, bağlanma, sevgi) zikre-dilebilir. Burada soru/n şudur:

Acaba manevi olan mı maddiyi, yoksa maddi olan mı manevi ola-nı belirler? Bunlardan hangisine öncelik verilmelidir? Öncelik meselesi, bir tür tercihtir, anlaya-bildiğim kadarıyla. Ancak insan, tercihlerini yaparken ‘ön belirle-yiciler’ diyebileceğimiz hâllere sahiptir. Dünya görüşü (anlam küresi), inanç yapıları, siyasi (ideolojik) paradigmalar, tarihsel bilinç, gelenekler ve alışkanlıklar bu cümleden olarak ön belirleyici unsurlardır, denilebilir.

İslâm toplumu tarih boyunca, inancı hariç, sahip olduğu birçok şeyden icabında vazgeçebilmiş-tir. İnanç varsa, kaybedilen diğer hususları yeniden var edebilmek imkânı da var demektir. Aslın-da bu durum bütün toplumlar için geçerlidir. Bununla birlikte Müslüman olup da başka dinlere geçen bir toplum bulmak biraz zordur. Bu da İslâm dininin kendi iç mekanizması ile ilgilidir. İslâm, insanı çift yönlü bir varlık olarak

kabul eder ve her bir yönün ken-dine göre işleyişi, ihtiyacı ve geli-şimini (kemal) öngörür. İnsanın maddi olan kısmı yadsınmadan, onun manevi olanın hizmetinde olmasını önemser. Bu açıdan bir Müslüman, maddi yapısının ih-tiyaçlarını ve gelişimini görmez-den gelemez. Ancak, baki olanı fani olana feda etmez. Başka bir ifade ile İslâm, dünyevi tutkuları merkeze alan bir kişilik yapısını uygun görmez. Asıl olan, manevi olan yönü geliştirmektir ki, bu-nun karşılığı ‘Allah rızası’ kavra-mıyla karşılık bulur.

Yukarıdaki veriler dikkate alındığında, İslâm, bir Müslüma-nın kişilik yapısıMüslüma-nın oluşumuna katkı sağlayan dünyevi verilerin, manevi alanı merkeze alarak inşa edilmesini önerir. Aile, ev-bark, ticaret, siyaset, mimari, sanat, şehir inşası, askerî faaliyetler ve hatta ibadet hayatı buna göre an-lam ve işlev kazanır. Buna göre İslâm, kişinin kişilik (şahsiyet) kazanmasında onu öncelikle emân (iman) dairesine alır ve manevi anlamda onu güvenliğe kavuşturur. ‘Korkma! Ebedî var-sın’ diyerek onu teskin eder. Kişi, Allah’a bağlanmışsa onun maddi anlamda kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Bunun yanında yeryüzü-nün imar ve ıslah görevini insana yükler. Bir Müslümanın bu dün-yadaki görevi, dünyayı daha gü-zel yaşanabilir bir hâle getirmek ve onun üzerinde sulh ü sükûnu AHMET ÇAPKU

tesis etmek şeklinde özetlenebi-lir. Kişilik ve kimlik kazanmaya katkı sağlayıcı bir mekânı inşa etmek bu bakış açısıyla önem arz eder. Müslümanların inşa ettiği şehirlere bakılınca bunların ge-nellikle ilim-ibadet (akıl-inanç) merkezli oldukları görülür. Bağ-dat, yanlış hesabın kendisinden döndüğü şehirdir. Buhara de-nilince aklımıza İmam Buhari, Kûfe denilince İmam Azam gelir.

İstanbul ise belde-i tayyibedir.

Buralarda ilim ve sanat çiçek

aç-mış, enva-i çeşit hayrat için vakıf-lar kurulmuş, kuş evleri/sarayvakıf-ları bile yapılmıştır.

İslâm şehirlerinde güvenlik, merhamet, mahabbet bu zemin üzerine kuruludur. Çıkmaz so-kak anlayışı ile bir mahallenin mahremiyetini korunmuş, misa-firperverlik (Tanrı misafiri) anla-yışı ile Allah’ın kullarına yardım etmek esas alınmıştır. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”

hadisinde hiçbir inanç ayırımı yapılmamıştır. Kâbe nasıl ki,

İslâm toplumunun kalbgâhı ise onun şubesi konumunda camiler-mescitler de İslâm şehirlerinde merkezî konumda bulunmuştur.

Şehir, nicelik olarak büyüyünce merkezî yerlere ulu camiler yapıl-mıştır. Bunlar külliye tipi camiler olup hayatın maddi manevi bü-tün yönlerine dair unsurları onda bulmak mümkün hâle gelmiştir.

Ulu camilerin hemen yanı ba-şına bedestenler inşa edilmiştir.

Zamanla bedestenlerin yakın-larına çarşılar, hanlar da yapıl-mıştır. Şu hâlde dünyevi işlerin idamesi, hep ulu camilerin etra-fında şekillenmiştir diyebiliriz.

Bu durum Mekke-Kâbe ile Me-dine-Medine Pazarı örneğindeki ilişki ile irtibatlı olsa gerektir. Hz.

Muhammed (s.), bir insan ve bir peygamber olarak dünya hayatın-da ibadet-ticaret ile ilgilenen kişi olmuştur. Demek ki, numune-i imtisal olan Hz. Peygamber hem Kâbe’de ibadete kapanmış bir mümin, hem Medine Pazarı’nda bir tüccardır. Ancak her ikisinde ana ilkeleri belirleyen Allah’tır.

İnsanı İnşa Eden Şehir Bir Müslüman için günde beş vakit namaz, farz bir ibadettir.

Kur’ân’da ibadetler açısından en çok vurgu yapılan konu, namaz-dır. “Çünki her dürlü ibadet bun-dadır/Hakk’a kurbiyetle vuslat bundadır” [Süleyman Çelebi] ifa-desi bu açıdan dikkate değerdir.

İslâm şehirlerinde ulu mabetle-rin büyük kubbesi ve minaresi/

minareleri şehrin her tarafından görülecek şekilde tasarlanır.

Amaç, herkesin ezan sesini duya-bilmesidir.

“Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde

Bakıcak dîdâr görinür ol şârın kenâresinde şehrin insanı inşa ettiğini de ima eder. Bu açıdan şehri insan inşa ederken şehir de onun kişiliğini

inşa eder. Modern zihniyetle inşa edilen şehirlere bu zaviyeden bakıldığında ne görülür? Acaba maddi unsurlar mı yoksa mane-vi unsurlar mı ön plandadır ve orada yaşayan-yetişen nesil, han-gi mimari siluetle kişiliğini inşa mekân tesis etmesidir. (Merhum) Mehmet Genç hoca, uzun yılla-ra dayalı olayılla-rak yaptığı Osmanlı iktisat çalışmasında şu sonuca varır: Modern düşüncede insan ekonomi içindir. Osmanlı’da ise ekonomi, insan içindi. Günü-müzde ebter (hibrit) tohumlarla üretilen yiyecekler sofralarımızı süslüyor. Hayvanlar, klonlanıyor.

Bitkiye, hayvana bunu yapan zih-niyet, benzer uygulamaları insan için de yapabilir. Kanuni Sultan Süleyman’ın, sarayın bahçesinde-ki bir ağaca zarar veren karınca-ları itlaf etmek için dönemin şey-hülislamı Ebu’s-Suud Efendi’den fetva istediği hikâye meşhurdur.

Aldığı cevap; “Yarın Hakk’ın di-vanına varınca / Süleyman’dan hakkın alır karınca” şeklinde ol-muştur.

Modern materyalist (ve kapi-talist) düşüncede Tanrı, tahtın-dan indirilmiş ve oraya ilah yeri-ne insan konulmuştur. Mimari, resim ve (hatta bazı) bilimsel ça-lışmalarda bunu görmek müm-kündür. August Comte boşuna

“insanlık dini”ni icat etmedi.

Şimdikiler ise tanrı biziz (homo deus) diyorlar. İnsanı kahreden ve yadsıyan şehirler, Müslüman bir zihnin ürünü olamaz. Allah’ın bin bir şekilde varlıkta kendini izhar etmesini temaşa için şehir, bünyesinde çeşitliliği barındır-malıdır. Bence mesele biraz da, Kanuni Süleyman’ın karınca me-selinde/hikâyesinde saklıdır.

İSLÂM ŞEHİRLERİNDE