• Sonuç bulunamadı

DEĞİŞEN DÜNYADA AHLAKIN GÖRÜNÜMÜ

Belgede Kant'ın ahlak felsefesi (sayfa 46-52)

III. BÖLÜM: KANT’IN AHLAK YARGILARINDAN GÜNÜMÜZE

III.2. DEĞİŞEN DÜNYADA AHLAKIN GÖRÜNÜMÜ

Bugün etik kavramı en genel terimiyle, insan haklarıyla ve aşkın bir ifadeyle de canlı olan bütün varlıkların haklarıyla ilgilidir. Bu yönelimin başlıca başvuru kaynağı ise Kant’ın düşünceleridir.

Günümüzde yoğun tartışmaların yaşandığı bir görüş Kant’ın ahlakı, öyle ki pek çok tartışma sonunda bizleri Kant’a götürüyor. Ancak üzerinde bu kadar çok konuşulmasına karşın halen Kant etiği çerçevesinde oldukça fazla çeşitliliğin ve fikir ayrılıklarının görülmesi de oldukça dikkat çekici.

“Bu yerine karşın bugün Kant etiği aynı zamanda çok ciddi eleştirilerle de karşı karşıyadır. Onun taşıdığı ‘metafizik’ yanları nedeniyle köklü bir dönüşüme gereksinimi olduğunu söyleyenler (K.O. Apel ve J. Habermas) olduğu gibi, günümüzün küreselleşen etik sorunlarının Kantçı bakışla çözülemeyeceğini, bu sorunların tümüyle yeni bir etik oluşturulmasını gerektirdiğini söyleyenler (H. Jonas) de vardır. Bu eleştiriler onun kimi -metafizik sayılan- dayanaklarına yöneldiği gibi, onun nitelik değiştiren çağın etik sorunlarına karşı çaresiz kaldığı noktasına da dayanabilmektedir. Kimi zamansa bu ikisi birlikte eleştiri konusu olabilmektedir.

Ama bugün de Kant, gerek onu eleştirenlerce, gerekse onun etiğini etik tarihinin dönüm noktalarından biri olarak görenlerce, bir başvuru noktası olmayı sürdürmekte. Hans Jonas ve Karl-Otto Apel’in Kant ve benzeri etik bakışlara yönelttikleri eleştirilerin başında ise Kant etiği türünden etiklerin çağın etik sorunlarıyla başa çıkamayacağı savı gelmektedir. İnsan eyleminin yapısının değişmiş olması, bunun sonucu olarak doğanın da yeni bir sorumluluk kategorisi olarak görülmesi, onları zihniyet ya da niyet etiğine dayanan ve eylemin sonuçlarını hiç hesaba katmayan Kant etiği türünden etiklerin, bugünkü dünya sorunları karşısında çaresiz kalacağı düşüncesine götürmüştür. Zihniyeti ya da iyi niyeti esas alan, kişinin yakın çevresiyle sınırlı kalan bir ‘mikro ya da meso etiğin’ çağın küreselleşen sorunları karşısında başarısız kalacağı düşünülmüştür. Küreselleşen sorunlar etiğin de küreselleşmesini, yani bir küresel ya da makro etiğin geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu makro etikse yalnızca ‘komşunu sev’ olarak genelleştirilen, küçük gruplar arasındaki ilişkileri -aile ve komşuluk ilişkilerini- düzenleyen geleneksel dinsel ve etik normlara dayanan bir etik değil, tartışımla ulaşılan ve görüş birliğine dayanan daha genel normları temele alan bir etik olmak durumundadır.”55

Bugün dünyanın sorunları karşısında, insanlık için düşündüklerimizi dile getirebilmemiz ve tartışma yoluyla edindiğimiz yeni görüş ve fikirlerin topluma yansıtılmasını sağlayabilme gücümüz yalnızca küçük gruplarla sınırlanmamalı, aksine sorunlar karşısında birlikte hareket edebilen çoğul kurumların yaptırımını artırabilmelidir.

“Güce sahip olanların, konuşma ya da yazma özgürlüğümüzü elimizden alabilecekleri, ama düşünme özgürlüğümüzü asla elimizden alamayacakları söylenir. Oysa düşüncelerimizi ilettiğimiz ve düşüncelerini bize ileten kişilerle, bir topluluk halinde düşünmeseydik, ne kadar ve ne ölçüde doğru düşünebilirdik ki! Öyleyse insanı, düşüncelerini kamuya açık bir şekilde iletme özgürlüğünden mahrum eden dış güçlerin düşünme özgürlüğünü de, yani uygar yaşamımızda elimizde kalan ve mevcut durumun tüm kötülüklerine çare olabilecek tek hazinemizi de elimizden aldığını, tereddüt etmeden söyleyebiliriz.”56 Hannah Arendt’in de Kant’tan alıntıladığı gibi gücü elinde bulunduranlar bugün küresel bir işbirliği çerçevesinde biraraya geliyor, uluslararası etik komisyonları kuruyor, etiğe dönüş müjdeleri

55 Tepe, a.g.m., ss.9-24.

veriyor olsalar da bugün insanlığın büyük çoğunluğu geleceklerinden güvensiz ve bu güvensizliğin doğurduğu çeşitli sorunlarla yaşamaya ve problemlerle savaşmaya devam ediyorlar. Howard Selsam bu görüşü şöyle destekliyor:

“Bu savaşım içinde ahlak değerleri derin değişmelerden geçiyor. Yeni ahlaksal istemler yapılıyor; eski ahlak kavramları yeniden tanımlanıyor. Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki bütün insanlar, öte yandan Birleşik Devletler’deki zenci halk ve her yerdeki politik bilinçli örgütlü işçiler yeni anlaksal istemlerde bulunuyorlar ve yeni bir ahlak teorisinin temellerini kuruyorlar.

Düşünce ve eylemleriyle, şeylerin olması gerektiği gibi olmadığını söylüyorlar. Bütün insanlar için eşit haklar ve fırsatlar, sağlık hakkı, iyi konut, yüksek düzeylere dek özgür eğitim istiyorlar. Aynı zamanda hem kendi öz kültürlerini geliştirme hem de dünyanın birikmiş kültür hazinelerine ortak olma hakkını istiyorlar. Dünya tarihinde ilk kez geniş halk yığınlarınca daha iyi bir yaşam için, ahlaksal bir hak, ahlaksal insanlık olarak istemde bulunuluyor.

New York Harlem’inde olsun ya da Mississippi’de, Brezilya’da ve Küba’da, Afrika’nın tümünde, Hindistan’da ve Güneydoğu Asya’da olsun hak tanınmamış halklar, modern bilim ve teknolojinin tüm insanlık için olanaklı kıldığı zenginliğe ortak olma hakkının isteminde bulunuyorlar. Onlar artık “cennet üzerine vaadkâr tanıtlarla” (Heinrich Heine) oyalanamazlar, burada ve şimdi yeryüzünün iyi şeylerinin etkin olarak ve yüksek sesle isteminde bulunuyorlar. Tüm dünyada erkekler ve kadınlar doğa üstü ya da dünyevi biçimleriyle ahlaksal ikiyüzlülüğe son veriyorlar.”57

Selsam’ın bu görüşleri anlaşılıyor ki tartışmaya açıktır. İnsanlığın değişimi gibi ahlaksal değerlerin de değişimi elbette söz konusudur.

Dünyanın çeşitli yerlerinde daha iyi bir yaşam ya da gelecek doğrultusunda işbirliği içerisinde bulunan insanların ortak amaçlar birlikteliğinde bir araya geldiği de doğrudur. Ancak bu durum temelde derin bir çelişkiyi ortaya koymaktadır. Bu çelişki ötekinin/başkanın kimliğinde aynileştirme çabalarıdır. “Farklılıklara saygı elbette! Ama farklı olanın, parlamenter-demokratik, serbest piyasa ekonomisi yanlısı, ifade özgürlüğü, feminizm, çevre, vb. taraftarı olması koşuluyla. Yani: Farklılıklara saygı duyuyorum, ama tabii ki ancak farklı olan da tıpkı benim gibi bahsi geçen farklılıklara saygı gösterdiği sürece. Günümüz etiği ‘kültürel’ farklılıklar etrafında

bayağı bir gürültü koparıyor. ‘Öteki’ anlayışı da esasen bu tür farklılıklar tarafından şekillendirilmiş durumda. Bu etiğin büyük ideali kültürel, dini ve ulusal ‘cemaatlerin’ barış içinde bir arada yaşaması ‘dışlama’nın reddedilmesidir. Felsefi açıdan, öteki/başka önemli değilse bunun nedeni güçlüğün Aynı’nın tarafından gelmesidir. Esasında Aynı, olan (yani farklılıkların sonsuz çokluğu değil) olacak olan’dır. Aynı’nın ancak başka bir şeyle birlikte ortaya çıktığını söylemiş ve bu şeye bir ad vermiştim: Hakikat.”58

Badiou’ya göre, herkes için bir ve aynı olan yalnızca hakikattir. Buna göre hakikat etiği genel kanaatlere tümüyle karşıdır. Çünkü kanaatler bizleri sonuçta yalnızca inandığımız şeyleri yapmaya ve sevmeye zorlar. Kanaatler her türlü iletişimimizin asıl unsurudur. Yine Badiou’nun satırlarında şunlar dikkati çeker: “Artık kanaatler toplumsallığın çimentosudur. Hava durumu, son filmler; çocuk hastalıkları; düşük ücretler, hükümetin kötülüğü; tuttuğumuz futbol takımının performansı; tatiller; eve çok uzak ya da yakın yerlerde yapılan gaddarlıklar; bir hardrock grubunun son albümü, kişinin ne denli hassas bir ruhu olduğu, çok fazla göçmen olup olmadığı; kurumsal başarılar; küçük faydalı reçeteler; en son nelerin okunduğu; ihtiyacınız olan şeyleri iyi bir fiyata bulduğunuz dükkânlar, arabalar.

Bugün iletişim teriminin sahip olduğu ayrıcalığın hepimiz farkındayız ve kimilerinin onda demokrasi ve etiğin temelini gördüklerini biliyoruz. Evet, sık sık önemli olanın “iletişim kurmak” olduğu, her etiğin “iletişimsel etik” olduğu ileri sürülüyor. İletişim kuralım, iyi güzel de neyi ileteceğiz? Diye soracak olursak cevap kolaydır. Kanaatleri, bu özel çokluğun, insan-hayvanın, çıkarlarının inatçı belirlenimi içinde araştırdığı çokluklar alanıyla ilgili kanaatleri.”59

Böylelikle gündelik yaşamın içersinde karşımıza çıkan kanaatler hakikatin yerini alan çıkarlardan başka birşey değildir. Çünkü kanaatler, hali hazırda var olan bilgilerin ya da inandığımız, savunduğumuz doğruların artıklarıdır.

Eğer ortada kötü ya da kötülükler, varsa onu ancak ‘iyi’den yola çıkarak yorumlamamız gerekir. İyi, hakikatin kendisidir ve iyi ya da hakikat hesaba katılmadığında geriye yalnızca acılar kalacaktır.

“Sonuç olarak, çağdaş ahlaksal yaşantı, paradoksal bir karaktere bürünmüş bulunuyor. Çünkü, her birimize, kendimizi özerk ahlaksal bir fail olarak görmemiz

58 Badiou, a.g.e., ss.38-40. 59 Badiou, a.g.e., ss.58-59.

gerektiği öğretilir; ama aynı zamanda her birimiz, bizleri başkalarıyla güdümleyici ilişkiler içine girmeye zorlayan, pratik estetik ve bürokratik kiplerce kuşatılmış hale geliriz.

Paha biçilmez bir biçimde yöneltildiğimiz özerkliği korumak için, kendimizin başkaları tarafından güdümlenmemesini şiddetle arzularız; buna karşılık, ilkelerimizi ve dayanak noktamızı pratik alanında canlı tutmak için, başkalarıyla ilişkilerimizde, bize yöneltildiğinde şiddetle karşı çıktığımız şu güdümleyici ilişki biçimlerine yönelmekten başka çıkar yolumuz olmadığını görürüz.”60 Gerçekten de yaşantımızda, ilişkilerimizde herşey önceden tasarlanmıştır. Bir yanıyla toplumsal biçimlenmeden tamamıyla yalıtılmış, diğer tarafıyla da kendisine ait hiçbir kişisel tarihi olmayan bireyler kendi alanında egemenliğini sürdürürken, toplumsal kimliğini ve belirli bir amaca yönetilmiş yaşam amacının geleneksel özelliklerini yitirmiştir. Bugün iyilik, dürüstlük, dostluk gibi erdemlerin ismi bile anılmıyor. Ve bu erdemlerden uzaklaşmamız için uzmanlar, terapistler ve bürokratlar tarafından yükselebilmek, başarılı olabilmek için bunlardan vazgeçmemiz gerektiği bildiriliyor bizlere.

“Günümüzde birey, her tür zorunlu toplumsal kimliği yitirmiş olarak tasarlanır, çünkü bir zamanlar severek kullandığı toplumsal kimlik artık elde edilemez bir şey haline gelmiş, kişilik, ölçüsüzlük olarak kavranılır olmuştur; çünkü bir zamanlar yargılamasını ve eylemesini kendisine göre gerçekleştirdiği telos türü artık inanılır görünmemektedir. Yitirilen, ne tür bir kimlik ve ne tür bir telos idi?

Modernlik öncesi birçok geleneksel toplumda, birey kendini ve başkaları onu, üyesi olduğu değişik toplumsal gruplara göre tanımlardı:

Ben, şunun kardeşiyim, kuzeniyim, oğluyum veya şu ailedenim ya da falanca köy veya kabiledenim denirdi. Bunlar, insanların kazara sahip oldukları ya da ‘gerçek Ben’i’ keşfedebilmek için istedikleri zaman fırlatıp atabilecekleri nitelikler değildi. Bunlar, bazen kısmen bazen de tamamen yükümlülüklerimi, ödevlerimi belirleyen, tözümün bir parçası olan şeylerdi. Bireyler, içiçe geçmiş bir toplumsal ilişkiler bütünü içinde belirli bir yeri miras alırlar ve bu yerin kaybı onlar için bir-hiç- oluş, en iyi ihtimalle ise bir yabancı veya serseri oluş anlamına gelirdi.

Ne var ki, kişinin kendisinin bu türden bir toplumsal varlık olduğunu bilmesi, onun durağan, değişmez bir konumu işgal ettiği anlamına gelmez. Bu kişinin

kendisini, üzerinde ulaşılacak birtakım amaçlar bulunan bir yolun belirli bir aşamasında bulmasıdır; yaşamda yol almak, verili bir amaca doğru ilerlemede aşama kaydetmek -ya da başarısız olmak- demektir. Bu nedenle, tamamlanmış veya yaşanmış bir yaşam, bir başarıdır ve ölüm, ölenin mutlu ya da mutsuz diye yargılanabileceği noktadır; eski bir Yunan atasözünün de belirttiği gibi: Ölene kadar,

hiçbir insana mutlu deme.”61

Bu anlamda günümüz bireyi geleneksel toplum anlayışının tersine yaşam amacının ne olduğu konusunda da kendisini çaresiz hissetmektedir. Değişen şartlara, her koşulda karşısına çıkan sayısız fikirlere kayıtsız kalamamakta ve ilerleyebilmek adına -çoğu zaman da ölene kadar- mutluluğunu keşfetmeye çalışmaktadır. Şüphesiz ki olanaklarını geliştirebilmek, yaşamı değerlendirebilmek, toplumsal kimliğini keşfedebilmek insanın kendi elindedir. Bu süreci sağlayacak olan ise eğitimdir. İkiyüz yıl önce bu konuda Kant’ın söyledikleri, bizlere ışık tutuyor.

“İnsan, ancak eğitim sayesinde insan olur. İnsanda önceden mevcut olmayan bu niteliği eğitim gerçekleştirir; çünkü insanın doğal yeteneklerinin gelişmesi kendiliğinden olup bitmez; doğa insana hazır yetenekler vermemiştir. Doğa insanı, sahip olduğu yeteneklerin olanakların çekirdekleriyle donatmış, onları geliştirmeyi de kendisine bırakmıştır. Doğa insanı dünyaya fırlatmış ve sanki ona şunu söylemiştir: Eğer sen günün birinde bir başarıya, bir mutluluğa erişirsen, bunu başka bir kuvvete, bir varlığa değil, yalnız ve yalnız kendine borçlusun; en alt basamakta kalmanda, en üst basamağa çıkmanda senin kendi eserindir; başka bir varlığın da sana yardımı dokunmamıştır.”62 Kant’ın günümüzde de geçerliliğini koruyan bu sözlerinden insanın kendisini yeniden oluşturabileceğini, en zor ve sıkıntılı problemlerle baş etme yolunda bir güce sahip olduğunu söyleyebiliriz.

61 Maclntyre, a.g.e., ss.59-60.

62 Uluğ Nutku, İnsan Felsefesi Çalışmaları, (Takiyettin Mengüşoğlu çevirisiyle), İstanbul: Bulut

Belgede Kant'ın ahlak felsefesi (sayfa 46-52)

Benzer Belgeler