• Sonuç bulunamadı

Kant'ın ahlak felsefesi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Kant'ın ahlak felsefesi"

Copied!
59
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)

ÖNSÖZ

Çalışmamın ana teması Kant’ın ahlak felsefesidir. Öncelikle yaşamımızın her alanında karşılaştığımız ahlak olgusunun ne olduğu, kişilere, toplumlara ve yüzyıllara göre değişen ahlaki yargıların nasıl geliştiğinin soruları Sokrates öncesi filozoflardan başlayarak, ahlak yargıları sistematik bir biçimde ele alınacak ve Rönesansla birlikte Kant öncesi filozofların ahlaka bakışının bir tablosu çizilecektir.

İkinci bölümde ise Kant’ın felsefesini oluşturup izlediği yöntem yol gösterici olacaktır. Öncelikle salt bilgi (a priori) ve empirik bilgi (a posteriori) aklın sınırlarını nasıl ortaya koymuştur? İnsan aklı deney verilerinden bağımsız olarak nereye kadar ulaşabilir? Hem deney alanından hem de aklın alanından kopamayan insan özgür iradesiyle nasıl hareket edebilecektir? Soruları yine Kant’ın cevaplarıyla açıklanacaktır.

Üçüncü ve son bölüm, günümüzdeki ahlak tartışmalarının Kant etiği çerçevesinde oldukça fazla çeşitliliği ve fikir ayrılıklarını niçin barındırıyor olduğudur. İçinde yaşadığımız dünyada, ahlak normlarının savaşlardan, çevre sorunlarına ve çağımızda yaşanan pek çok olumsuzluğu nasıl etkilediği örneklerle açıklanmıştır. Özellikle yaşanan problemlerin temelinin neden Kant etiğine dayandığı ve onun bu konuda niçin eleştirildiği açıklanacak ve filozofun düşüncelerine yeniden niye ihtiyaç duymak zorunda kaldığımızın altı bir kez daha çizilecektir.

Bu çalışmamda beni destekleyip yüreklendiren danışman hocam Sayın Prof. Dr. Sinan Özbek’e ve kendisini tanımaktan onur duyduğum Sayın Prof. Dr. Afşar Timuçin’e çok teşekkürlerimi sunuyorum.

(4)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ... i

İÇİNDEKİLER ... ii

I. BÖLÜM:...1

I.1. AHLAK TERMİNOLOJİSİ...1

a) Ahlak Nedir? ...1

I.2. KANT ÖNCESİ FİLOZOFLARIN AHLAKA BAKIŞI ...4

I.3. FAYDACI AHLAK ÖĞRETİLERİNİN YENİÇAĞDAKİ GÖRÜNÜMÜ ...13

II. BÖLÜM: KANT’IN AHLAK YÖNTEMİ VE PRATİK AKLIN ELEŞTİRİSİ...17

II.1. DUYULUR VE DÜŞÜNÜLÜR DÜNYA TASARIMI ...19

II.2. KANT’TA BİLİMSEL YÖNTEM ...21

II.3. SALT AKIL ELEŞTİRİSİNDE A PRİORİ VE A POSTERİORİ İLİŞKİSİ...22

II.4. SALT AKLIN ELEŞTİRİSİNDEN AHLAK FELSEFESİNE ...25

II.5. TEORİK VE PRATİK AKIL İLİŞKİSİ...28

II.6. KANT’IN AHLAK FELSEFESİNDE TEMEL ÖZELLİKLER ...30

a) İyi İstenç ve Ödev ...30

III. BÖLÜM: KANT’IN AHLAK YARGILARINDAN GÜNÜMÜZE BAKIŞ...39

III.1. AHLAKIN ŞİMDİLİĞİ ...39

III.2. DEĞİŞEN DÜNYADA AHLAKIN GÖRÜNÜMÜ...42

III.3. DÜNYA SORUNLARI KARŞISINDA KANT AHLAKI...48

III.4. NASIL BİR AHLAK? NASIL BİR DÜNYA?...49

SONUÇ ...53

(5)

I. BÖLÜM

I.1. AHLAK TERMİNOLOJİSİ a) Ahlak Nedir?

Gündelik yaşantımızda, davranışlarımızın çeşitlendirilmesinde ahlakla ilgili yargılardan söz ederiz. Her insan topluluğunun geçmişinden getirdikleri birtakım alışkanlıklar, değerler ve görüntüler toplum içersinde yaşayan insana neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini, davranışlarını nasıl düzenleyeceğini, bir davranışı gerçekleştirirken sınırlarının nereye kadar olabileceğini, kişinin içinde yetiştiği ortam çerçevesinde çoğu zaman farkında bile olmayarak bu kurallara uyulması gerektiğini baştan benimsetir.

İlkel toplumdan, çağdaş topluma kadar uzanan, yüzyılların birikimini taşıyan toplulukların ve hemen her toplumsal yapının bir ahlak anlayışının olduğunu söyleyebiliriz.

“Ahlakın içeriği çeşitli çağlara, çeşitli uluslara, çeşitli çevrelere göre değişiyor. Bazen tek tek kişilerin bile aynı ahlak anlayışları oluyor (...)”.1 Ortaya çıkan ahlak görüşlerinin temel düşüncesi ise doğruyu ancak kendilerinin bulduğu konusunda.

Ahlak, yaşantımızın her yanında, içindedir. Bu anlamıyla da hemen her tarihsel dönemde bir ahlaki çeşitlilikten söz edilebilir. Söz gelimi, Hıristiyan ahlakı ya da Konfüçyüscü ahlak, iş ahlakı, hoşgörü ya da ödev ahlakından bahsedebiliriz. Bu kadar kapsamlı ahlaklar çokluğuna karşın yürürlükte bulunan ahlaklardan her biri kendi mutlaklığını benimsetmek ister. Ahlakın mutlaklığını benimsetmek istemesi, aslında ahlaklı olan nedir sorusuna yanıt aranmasından doğar.

“Şüphesiz böyle bir soruyu sorabilmenin ilk koşulu, insanın daha çocukluğundan başlayarak kendisini görünmez bir ağ gibi saran ve ailesinin, çevresinin ve gitgide toplumun çoğunlukla benimsediği ve kendisine ikna, telkin ve hatta zora başvurarak benimsettiği bu eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık, gelenekleri vd. kendince tartıya vurmaya, bunlardan kendine uygun görünmeyenler

(6)

hakkında belli bir şüpheye düşmeye ve gitgide bunları sorgulamaya ve yargılamaya başlamasıdır.”2

Kişiler çoğu zaman kendilerine benimsetilen bu düşünceleri hiçbir eleştiriden geçirmeden olduğu gibi kabullenirler, ya da daha derinlikli düşünme yoluna başvurarak nasıl bir davranış göstermeliyim ki iyi davranış olsun? Kötü davranış nedir? İyinin ölçütü ne olmalıdır? Bütün toplumlar ve çağlar için geçerli olan evrensel ahlak anlayışı var mıdır? Sorularına yanıt arama sürecine girerler.

Bu soruları cevaplamaya çalışanların da ahlakın alanına girdiklerini söyleyebiliriz. Ahlak kuralları, filozofları Antikçağdan beri uğraştırmış bir konudur. Önceleri kabul edilip, saygı gören değer yargıları, Yunan Aydınlanması ile eleştiriye uğramış ve bu yargıların geçerlilikleri üzerinde düşünülmeye başlanmıştır. Felsefe tarihi boyunca, ahlak ilkelerinin değişmez ve mutlak olduğu inancıyla, ahlak yargılarının çağlara göre değişebileceği inancı tartışmış durmuştur.

Ahlaka uygun davranışların ancak toplumsallaşarak mümkün olabileceğini söyleyenler gibi, bu davranışların insanın içindeki ahlak duygusuyla örtüştüğünde ahlaki değer olduğunu savunan görüşler de vardır.

“Herkeste de bir ahlak duygusunun varlığından söz edemeyiz, kiminde az gelişmiş, kiminde hiç yok. Ayrıca bağlı olduğumuz çevreye göre duygularımız da bir biçim kazanıyor, ama aynı çevrede de iki insan birbirinden ayrı nitelikte gelişebiliyor. Oysa, ahlak ilkelerinin değerli olanın, çağlara toplumlara göre değişmesi, iyiyi toplumun belirlediğini gösteren oldukça sağlam bir kanıt. Yine de, toplumun değerli bulduğu şey değerlidir demek de yetmiyor. Toplum bazen değerli olmayan şeyi de pekala değerli bulabiliyor.”3

Bedia Akarsu’nun da dile getirdiği gibi toplumlar çoğu zaman değişimleri kolay kolay kabullenemezler. İşte topluma bu değişimin yolunu açanlar, onları yaşama geçirmeye çalışanlar da çoğu kez aydınlar, filozoflar ve çağının sorumluluğunu üstlenme becerisine sahip tek tek kişilerdir. Böylelikle eskiyen ve geçerliliğini yitiren değerler, yeni değerlere dönüşüyor ve toplum tarafından da çok geçmeden benimsenmeyi başarıyordu. Ancak bu noktada, yani benimsenen değerlerin içselleştirilmesinde bu değerleri iyi olarak kabul etmemizin ölçütü ne olacaktır sorusunu da yanıtlamamız gerekecektir. İnsan doğumundan ölümüne kadar

2 Doğan Özlem, Etik-Ahlak Felsefesi, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2004, s.16. 3 Akarsu, Mutluluk Ahlakı, s.12.

(7)

kendisini sarmalayan toplumsal yapıda hep başkalarıyla birlikte, ahlak değerlerimiz ise bizim başkalarıyla olan ilişkilerimiz sonucunda ortaya çıkan şeylerdir. Ahlakın en temel buyruğu, başka insanları gözeterek kendi isteklerimizi kontrol altında tutmak ve çoğu zaman da birlikte yaşanılan düşünme yetisini hiç kaybetmeden yaşayabilme becerisini göstermektir.

Geçerliliğini barındıran ahlak yasaları, bu özelliğinden dolayı buyurucu bir niteliktedir ve bu buyruklara sorgulamadan uyulmasını ister. İtaat etmek insan özgürlüğünü ortadan kaldıran bir süreçtir. Özgür olamayan insanın buyruklara zorla uysa da ahlaklı davranıp davranmayacağını kestiremeyiz. Ahlaklı olabilmemiz özgür olmamızla mümkündür. Ancak bir taraftan da ahlak ona koşulsuz uymamızı da ister. Bu yönüyle çelişkili görünen özgürlük-kabullenme ikilemini neden itaat ediyoruz? Bu buyruklara uymamız kim tarafından isteniyor? Sorularını temellendirmemiz gerekecektir.

Kişiliğin henüz tam kurulmadığı çocukluk dönemlerinde çocuk kendisine söylenileni ve verileni hiç düşünmeden kabul etmekte ve böylelikle de davranışları otomatikleşmektedir. Ancak çocukluk dönemlerinde rastlanılan bu durumu ahlakça yargılayamayız. Çocukluktan yetişkinliğe geçen insanlardan kişilikli olmalarını bekler ve kişiliklerine uygun davranışlar göstermelerini isteriz. Oysa çoğu zaman, yetişkin insanlar da kişiliklerini yitirebilir bütünüyle kör bir inanışın peşine düşebilirler.

Ya da ödül veya ceza göreceklerini düşünerek de ahlaksal eylemi yalnızca bir araç olarak benimseyebilirler. Her insanda bir özgürlük isteğinin var olmasına karşılık kimileri, içinde yaşadığı toplumun geleneklerine, alışkanlıklarına, ödül ya da ceza düşüncesine bağlıdır.

Burada T.H. Huxley’in şu sözlerine yer vermek yerinde olacaktır. “Ahlakın temeli... hakkında kanıt olmayan şeylere inanır görünmekten ve bilgi sınırlarını ötesindeki sorgulanamaz önermeleri yinelemekten vazgeçmeye dayanır.”4 Başkalarının söylediklerine kör itaat kişiliğin zaman içersinde silikleşmesine yol açar. Bu durumdan faydalanıp, insanları daha da zor duruma sokarak baskı altına almak isteyenler de çıkabilecektir.

4 Carl Sagan, Karanlık Dünyada Bilimin Mum Işığı, çev. Miyase Göktepeli, Ankara: Tübitak

(8)

Öyleyse, insanları zorla itaate sürüklemeden, verilenleri olduğu gibi kabullenip alan kişilikler değil, sorgulayabilen özgür düşünceli bireyler yetiştirebilmek ahlak eğitiminin temel öğelerinden biri olmalıdır.

Ahlakta kişi özgürlüğünden yola çıkıp, “Mutlu olabilmem için nasıl yaşamalıyım?”, “Neler yapmalıyım?” soruları Klasik İlkçağ ahlak anlayışının problem konusu olmuştur. İlkçağ ahlak anlayışları, bireyin kendi isteklerini temel alırlar. Dışarıdan zorla benimsetilen buyruklar yerine kişinin bizzat kendi içerisinden gelen bir isteme söz konusudur. Klasik İlkçağ anlayışı kendini sınırlama ahlakından çok kendini gerçekleştirebilme, özgürlüğünü ifade etme düşüncesine dayalıdır. Bireysel mutluluk düşüncesi ve ahlak anlayışı Rönesans’a kadar uzanan dönemde hem bireyci hem de toplumu dikkate alan bir karakter sergiler. Rönesansla birlikte bireyden çok toplumun mutluluk anlayışının geliştiği bir sürece dönüşür. Mutluluk ahlakı Kant’la birlikte bir ödev ahlakı, bir gereklilik ahlakına yönelecektir. Ama önce Kant’ın ödev ahlakına değinmeden Sokrates öncesi filozoflardan başlayarak Antikçağ ahlak felsefesinin genel özelliklerinden bahsetmemiz yerinde olacaktır.

I.2. KANT ÖNCESİ FİLOZOFLARIN AHLAKA BAKIŞI

Antikçağın ahlak felsefesi mutluluk anlayışına dayanır. Sofistler’de, Sokrates’te ve Sokrates’in ardından gelen okullarda ahlak felsefeleri mutlulukçu bir içeriktedir. Daha sonraki 18. yüzyıl aydınlanmasında da aynı izler bulunur.

“Sofistlerin yaşadığı döneme, yani M.Ö. V. yüzyıla Yunan Aydınlanma Çağı denir. Nitekim XVII-XVIII. yüzyılda özellikle Batı Avrupa’da karşılaştığımız bir düşünce akımına da “Aydınlanma” denildiğini biliyoruz. Batı Avrupa’daki bu aydınlanma akımının karakteristik yanı, bu akımın geleneklere karşı açtığı savaştır. Bu akım dinsel, ahlâksal, siyasal, sosyal tüm törelerin insanın eseri olduklarını kanıtlamaya çalışmıştır. İşte Sofistlerin de amacı budur.”5

Mutluluk anlayışları, felsefe tarihi boyunca çeşitli biçimlerde ortaya çıkmış kimi zaman hazcılık (Hedonizm) kimi zamansa Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta da olduğu gibi, öteki dünya mutluluğu biçimine girmiştir.

5 Ernst von Aster, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, çev. Vural Okur, İstanbul: İm Yayın Tasarım,

(9)

Yeniçağda ise, tek kişilerden çok toplumun mutluluğu ön plana çıkmıştır. Antikçağda yaygınlaşmış olan hazcılık, stoacılık gibi öğretiler yeniçağın ahlak öğretilerini de etkilemiştir.

“Antikçağ öğretilerinde olduğu gibi, bunlarda da kalkış noktası yine insan doğasıdır, insanın ahlaksal yaşamını doğal yaşamının bir uzantısı olarak kabul etmektedir. Yararcı öğretiler, kendi doğalcı tutumları doğrultusunda, tüm ahlak ilkelerinin, tüm değerlerin temelinde psişik etkenlerin yattığını ileri sürerler. Buna göre, antikçağın mutlulukçu öğretilerinde olduğu gibi, bu öğretilerde de tüm insanların kendi mutluluklarının peşinde koştukları kabul edilir.”6

Bu anlamda yararcı anlayışın antikçağ anlayışlarından ayrılan bir tarafı da vardır: ‘Toplumun mutluluğunu istemek’. Tek kişinin mutluluğundan çok, toplumun mutluluğu sağlanmalıdır. Tek bir birey kendi başına mutluluğa ulaşamayacağı için amaç bütün insanları mutlu kılmaktır.

Mutluluk kavramı Sokrates’ten önce de felsefe tarihi içersinde yer almıştır. Örneğin mitosları ya da masalları ele alan eserlerde de ahlak üzerine düşüncelerle karşılaşırız. Ama bu düşünceler dinin ve mitosların etkisi altında varlıklarını sürdürürler. Bu dönemde İ.Ö. 6. yüzyılda Yedi Bilge adıyla anılan kimi düşünürlerin ahlaki içerikteki sözlerine de rastlarız. Başta da belirttiğimiz gibi Sokrates’ten önceki filozofların ahlaki görüşlerine göz attığımızda İ.Ö. V. yüzyılda ortaya çıkan ve kendilerine Sofist adını veren gezici filozofların bulunduğunu görürüz. Pers savaşlarının ardından Atina’da yükselen demokratik gelişmeler eğitim sisteminde bilgili ve başarılı yurttaşların yetiştirilmesi gereğini ortaya koymuş ve bu gereksinimi de para karşılığında şehir şehir dolaşarak gezici öğretmenlik yapan Sofistler karşılamıştır.

“Sofistlerin öteki bir özelliği ise, insan konusuyla uğraşmalarıdır. Onlar bu konuyu ele aldıkları zaman, kuşkusuz, bazı şeyleri biliyorlardı. Kendilerinden öncekilere yabancı olmayan Sofistler, insan ile ilgilendikleri için, tarih konusuna da yabancı değildiler. Bu konuda da kendilerinden önceki felsefe okullarından hiçbirine katılmadılar onlar arasında yalnızca karşılaştırmalar yapmakla yetindiler.

Bu karşılaştırmalar sonunda şu sonuca vardılar: Şimdiye kadarki felsefe, evren konusunda tutarlı bir anlayış elde edememiştir... Her filozof kendi düşüncelerinin doğru, başkalarınınkilerin yanlış olduğunu savunur. Burada şu soru

(10)

öne çıkar: ‘Acaba, gerçek diye birşey var mıdır? Tüm görüşlerden her biri ötekiyle çeliştiğine göre, geriye gerçek diye bir şey kalır mı?’ ”7 Genel düşünce yapılarıyla felsefe tarihine doğruluk ve erdemin göreceli olduğunu, insanı ve öznelliği felsefe sahnesine sokarak bilgi ve ahlak değerlerinin bu yönlerini ortaya koyan sofistler, genel geçer doğruların mümkün olamayacağını, böylelikle herşeyin ölçüsü olan insanın mutlak geçerli olan doğrulara ve yasalara ulaşamayacağı yargısını getirmişler, ahlak alanında insanlara sınırsız bir öznellik öğütlemişlerdir.

Sofistlerle aynı çağda yaşamış olmasına karşılık “İnsan herşeyin ölçüsüdür” yerine “Erdem bilgidir” diyen Sokrates, tümel doğruların bulunabileceğine inanır. Bütün düşünceleri ve bütün çalışmalarıyla ahlaka yönelen Sokrates’e göre; bilgiyle insan doğru eyleme başvurarak, bilgisiz insan ise eğri olanı ya da kendine zarar veren eylemi yapacaktır. Bütün kötülüklerin nedeni ise bilgisizliktir.

“Sofistler, bilginin olanaksız olduğunu savunuyorlardı. Sokrates ise, hemen herkese hiçbir şey bilmediğini göstermişti. Gerçekte aradaki farklılık çok derin ve temelliydi; çünkü Sokrates’in eylemi bilginin olanaklı olduğuna ilişkin tutkulu inanca dayanmaktaydı.”8

Sofistlerin kuşkuculuklarının tam tersine onun insanlara sunduğu, kendisine henüz “erişilmemiş bir bilgi ülkü”süydü.

Bu bilgi ülküsüne erişebilen yani bilge olan insan kendisini tanıyacak, bilgilerinin sınırlarının farkına varacak ve yanlışlığa düşmeyecektir.

“Sokrates, ahlaksal yaşamı doğal yaşamın bir uzantısı sayar. Doğaya da bir kozmolojik düzen egemendir. Ve bir rasyonalist olarak Sokrates, kozmos’a logosun, aklın hükmettiğine inanır ve ahlaksal yaşamın doğal yaşama uyumlu bir yaşam olduğunu ileri sürerken, aslında onun tamamen rasyonel yoldan düzenlenmesi gerektiğini kastetmiş olur. Öyle ki, Sokrates’e göre, tıpkı evrensel doğa yasaları gibi ve onların örneğinde, bir evrensel ahlak yasası da vardır. Bu demektir ki, bireylerin ahlaksal eylemlerini her durumda tartabileceğimiz, yargılayabileceğimiz evrensel ölçütler, nesnel, değişmez, mutlak özler mevcuttur.”9 Ölümüyle felsefe tarihinde derin izler bırakan Sokrates’in düşünceleri ardından gelen öğrencileri tarafından

7 Aster, a.g.e., s.101-102.

8 W.K.C. Guthrie, çev. Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Ankara: 1998, Gündoğan Yayım,

s.95.

(11)

sürdürülmeye çalışılmış ve “İnsanı mutluluğa götüren şey” ne olmalıdır sorusu cevaplandırılmaya çalışılmıştır.

Sokrates’ten sonra başlıca dört okuldan söz edebiliriz. Megara Okulu, Kynikler ve Kyrene Okulu, Elis-Eretria Okulu.

a) Kynikler: Sokrates’in öğrencileri olan Antisthenes, Diogenes ve Krates tarafından temsil edilen Kynikler, gerçek mutluluğun insanın kendi kendine yeterek elde edebileceğini, mutlu olabilmek için hiçbir şey karşısında endişelenmeden, tasasız yaşamayı önerirler. Kynikler, pek çok insanın ahlak ve ödev olarak benimsedikleri düşüncelere aldırış etmemeyi tercih ederlerdi.

En dikkat çekici önermelerinden birisi ise, insan yığınlarının haz peşinde koşmalarından ötürü, mutsuzlukları kendi elleriyle hazırlamalarıdır.

b) Kyrene Okulu: Kyrene Okulu kurucusu olan Aristippos’la birlikte hedonizm (hazcılık) akımının temsilcisi olmuştur. Aristippos’un haz öğretisine göre insanlar küçük yaştan itibaren sürekli hazza yönelir, acıdan kaçarlar. Eğer bir eylem acı yaratıyor da haz vermiyorsa o eylem kötüdür ve o eylemden kaçmak gerekir. Ona göre mutluluğu ve “iyi”liği elde etmenin biricik yolu bilginin kendisidir. Bilgiyi elde etmiş ona ulaşmış bilge kişi ne kadar zor durumlarla karşılaşırsa karşılaşsın yine de mutlu yaşamayı bilir. Bilgi, yalnızca hoş bir yaşamı sağlaması bakımından değil, aynı zamanda bizleri önyargılardan, olumsuz duygu ve düşüncelerden kurtardığı içindir ki uyumlu bir yaşama ulaşmak için en önemli araçtır. Kyniklerin tam tersine Kyrene Okulu, yaşamdan hoşnutluk duyan ondan haz almasını bilen, tutkularına egemen olan, neşesini hiçbir güçlük karşısında yitirmeyen insanları ideal alır. Gelecekten ve geride bırakılan geçmişten hiç pişman olmadan, kaygılanmadan içinde bulunulan an yaşanmalı neşeli ruh hali yitirilmemelidir. Aristippos’a göre, insanı mutluluğa götüren en iyi yol, şimdiki anın zevklerine kendimizi bırakmaktır.

Sokrates’in öğrencileri tarafından kurulan iki okulda ahlak felsefeleri bakımından aynı amaçta birleşirler: Bilgiyi elde edebilmek ve bu elde edilen bilgiyle insanın yazgısını da değiştirebileceği.

Bu iki okulun birleştikleri bir başka nokta da, her ikisi için de bireyin mutluluğunun ön koşul olmasıdır. Mutlu olabilmek için başkalarına bağımlı yaşamayan sadece kendisine dayalı bir yaşamı isteyen insanın mutluluğu...

c) Platon: Sokrates’in ölümü üzerine bir problem düşünürü olarak felsefe tarihinde yer alan Platon, bireyci ahlak anlayışlarına karşılık olarak toplumsal ahlakı

(12)

savunur. Platon’a göre tek kişinin mutluluğundan çok toplumun mutluluğu göz önünde bulundurulmalıdır. Platon bu mutluluğun ise yetkinliğe erişmiş bir devlet’in içersinde mümkün olacağını ve bireyin içinde yaşadığı devletle özdeşleşeceğini belirtir.

Ona göre güçlü ve yetkin devletlerden kişilikli bireyler, bozuk ve yoksun devletlerden ise eksik bireyler ortaya çıkacaktır.

Platon’un ahlak anlayışı en yüksek iyinin mutluluk olduğuna dayanır.

“Platon her şeyden önce erdem ve iyi kavramlarını tanımlamakla ve insanlara mutlu olmanın yolunu öğretmekle uğraşmıştır. Bu bakımdan gerçekten Sokrates’in felsefesini sürdüren bir filozoftur. Sokrates de bütün insan çabalarının en yüksek ve son konusu, ereği olarak iyiyi göstermişti. Sokrates ve çevresinde iyi kavramı ethik’in temel kavramı olmuştu. Sokrates için iyi, insanı mutluluğa götüren, insanın mutluluğuna yarayan şeyden başkası değildi. Platon’da da bütün Yunan ahlak öğretisinde olduğu gibi, en yüksek ahlaksal ödev sorusu, en yüksek iyi sorusu ile, bu da mutluluk sorusu ile birarada gidiyordu. Mutluluk iyiye sahip olmaktı, iyi de herkesin istediği bir şeydi.”10

Platon’a göre mutluluğun gerçek yolu erdemdir. Erdem ruhu mutlu yapmakta, kötülükse mutsuz etmektir. Erdemli insanlar kendi içlerinde huzurlu ve mutludurlar tutkularının ardından gidenler ise korku ve huzursuzluk içindedirler.

Platon’un erdem öğretisiyle ilgili olarak Macit Gökberk şunları söyler: “Platon’un erdem öğretisiyle devlet öğretisinde, ruhun üç parçalı olduğu görüşünün önemli bir yeri vardır. Gençlik dialoglarında Platon, Sokrates gibi tek tek erdemleri bilgiye bağlamaya çalışıyordu. Sonraları ise ayrı ayrı erdemleri tek başlarına gözden geçirmiş, bunların aralarındaki sınırları çizmek istemiştir...

Ancak gerçek hayatı görüp anlaması onu insanların büyük kısmının -yığının- o ana erdemi, bütün erdemlerin kendisinde birleştiği gerçek bilgiye dayanan o erdemi, yani felsefi erdemi hiçbir zaman edinemeyecekleri düşüncesine vardırmıştır: ‘Yığın hiçbir zaman filozof olamaz.’ ”11 Yığının filozof olamayacağı görüşü Platon’u bir erdemler sınıflamasına götürür. Bu sınıflama devlette bulunan üç bölüme karşılık üç erdeme denk gelir. Platon’un “Devlet”inde üç çeşit insan vardır: Köylüler ve el işçileri devletin yaşamasını sağlayıp onu besleyenlerdir. Savaşçılar ya

10 Bedia Akarsu, a.g.e., s.103-104.

(13)

da askerler devleti koruyanlar, devlet yöneticileri ve filozoflar ise yönetici kimlikleriyle devlet işlerini yürütenlerdir. Bu üç görevin yanı sıra üç erdem vardır. Bilgelik, cesaret ve kendine hakim olabilme. Bu erdemlerin yanında bir başka erdem daha vardır ki o da adalettir. Adalet aynı zamanda bir uyum ve denge halini de getirecektir. Erdemin tek olmayıp birçok erdemler bulunmasının nedeni ise; ahlaki eyleme etki eden ruhun bölümlerinin çeşitliliğidir. Doğru işleyişle, tek bir kişinin ruhunun uyumlu bir bütünlüğü söz konusuysa, devlet için de aynı durum geçerli olacaktır. Platon’un erdemler noktasında adalet erdemine önem vermesi ve adaleti en başa koymasının nedeni, adaletin bütün erdemleri kendisinde toplayan en yüksek erdem oluşu yüzündendir.

d) Aristoteles: Platon’un Akademia’sına girip hocası ölünceye kadar oradan ayrılmayan Aristoteles ahlak üzerinde üç eser ortaya koyar. Ethika Nikomakheia (Nikomakhos Ahlakı), Ethika Eudemia (Eudemos Ahlakı), Ethika Megala (Büyük Ahlak).

“Bütün Yunan Ahlakçıları gibi, Aristoteles için de bütün çabalarımızın en yüksek ereği mutluluktur (eudaimonia). Gerçi mutluluk bir bakımdan dış koşullara da bağlıdır, ama ahlakın asıl konusu, insanın kendi içinde bulunandır, yani insanın kendi etkinliği ile elde ettiği mutluluktur, kendisinin “iyi”yi gerçekleştirmesidir. Her varlık da, Aristoteles’e göre, kendi özünün, kendine özgü etkinliğinin gelişmesiyle mutlu olabilir. İnsanın özü de akıl olduğuna göre, insan ancak aklı ile, aklını işletmesiyle, aklının etkinliği ile mutlu olabilir.”12

Aristoteles kendisinden önceki anlayışlarında belirttiği gibi yaşamın amacının mutluluk olduğunu kabul eder. Ancak o bir hedonist değildir. Mutluluk ona göre dışarıdan yönlendirilen bir eylem değil derinliklerde varolan bir harekettir.

Haz kısa süreli bir doyum ve mutluluk sağlar. Sürekli mutluluk aklın sağladığı kalıcı mutluluktur. Bu kalıcı mutluluğun sağlanabilmesi ise ancak aklın yol göstericiliğiyle mümkündür. Platon’un “iyi ideası”nı daha da derinleştiren Aristoteles, bir anlam ayrılığına da yönelir.

Platon’un diyaloglarında adı geçen iyi bir gemici, iyi bir ayakkabıcı onların ahlaki açıdan da iyi olup olmadıklarını göstermez ancak biz bu durumda bulunanların iyi bir insan olduğunu söylersek ahlaksal açıdan bir anlam kazanmış olacaktır ifadesini belirtir.

12 Gökberk, a.g.e., s.87.

(14)

“Erdemlilik en yüce iyiyi, mutluluğu amaçlar. Aristoteles’e göre erdem yolunu seçmiş her kişi bunu mutluluk için seçmiştir: ‘Edimlerimizden doğan iyilikler arasında en yüce iyi hangisidir?’ Bunun mutluluk olduğu üzerinde insanların çoğu hemen hemen anlaşmışlardır. Kalabalıklar da seçkinler de buna ‘mutluluk’ derler; ‘iyi yaşamak’ ve ‘başarmak’ mutlu olmak demektir diye düşünürler. Mutluluğun ne olduğunu bilmeye gelince, bu tartışmalı bir sorundur ve kalabalıklar bu sorunu bilgelerin çözümlediği gibi çözümlemez. Bazılarına göre mutluluk görünür ve duyulur şeylerle ilgilidir: Beğeni, zenginlik, onur, kimine göre bir şeydir, kimine göre bir başka şeydir; çoğu zaman aynı kişi mutluluğu değişik olarak görür.”13

Genel olarak mutluluk anlayışlarında ortaya çıkan başlıca unsurlar Aristoteles’in tanımlamasında yer alırlar insan mutluluğa ancak erdemli davrandığı sürece ulaşabilir. Erdemin en yetkin özellik olduğunu belirten Aristoteles iki çeşit erdemden söz eder: Akla uygun (dianoetik erdemler), karakter erdemleri (ethik erdemler).

Dianoetik erdemler; felsefeyle, sanat ve bilimle uğraşan, teorik bilgelikle en yüksek varlıkları ilk ilkeleri konu edinen, insana en büyük mutluluğu sağlayan, insan varlığını Tanrının kendisine yaklaştıran erdemlerdendir. Ahlaksal erdemler ise; ruhu denetim altında tutan, insanın arzu ve isteklerini şekillendiren onları eğitip belli bir düzene sokan erdemlerdendir. Bu erdemler ruhun akla itaat etmesinde ortaya çıkarlar. Şayet ruh akla uymaz da arzu ve içgüdülerinin peşinden sürüklenirse insanlıktan uzaklaşacak ve mutsuzluğa sürüklenecektir. Bu durumdan kurtulabilmenin yolu ‘doğru orta’yı bulmaktır, davranışlarımızda ve eylemlerimizde ölçüyü kaçırmamaktır. ‘Doğru orta’ koşullara göre değiştiği için her insan için göreceli olacaktır. Ancak hep bir ‘orta’ söz konusudur. Cesaret gözüpeklik ile korkaklığın, cömertlik müsriflik ile cimriliğin, düşünceli ve ölçülü davranma, utanmazlıkla utangaçlığın, adalet, haksızlık yapma ile haksızlığa maruz kalmanın arasında bulunan ‘doğru orta’dır. İnsanın başkalarıyla olan birlikteliklerinde ortaya çıktığı için bütün ahlaki erdemler içersinde de en üstün olanıdır.

Aristoteles’in ölümünün ardından Atina’da kurulan iki yeni okulun Epikuros Okulu ve Stoa’nın temel özelliği ahlak felsefesine dayanmalarıdır.

Her iki okulda şüpheci etkilerin altında kalmış ve yeni bakış açıları getirmişlerdir.

(15)

e) Epikuros: Samos’ta (Sisam Adası) doğan Epikuros Atinalı bir öğretmenin oğludur. Gençliği zor koşullar altında geçmiş döneminin felsefi düşüncelerini yakından tanıma olanağı bulmuştur. Atina’da kendi okulunu kuran Epikuros’un yazılarından günümüzde elde kalanlar çok azdır. Epikurosçuluk zaman içersinde yayılmıştır. Filozofa göre, felsefenin amacı insanı mutluluğa ulaştırmaktır. Felsefe, bireyin mutluluğunu sağlayacak araçların araştırılmasından başka bir şey değildir. Felsefenin bu özelliğini sahiplenen Epikuros’a göre doğrudan doğruya bir mutluluk yoktur. Sadece bilgi bizi doğru eyleme götürebilir.

“Epikuros’un bilgi kuramı çok basittir. Duyu organları aracılığıyla elde ettiğimiz imgeler bilginin yapı taşlarını oluştururlar. Duyum bilginin kaynağı olduğu gibi hazzın ve acının da kaynağıdır. Epikuros ahlakçı olarak en yüce iyiyi amaçlar ve en yüce iyi olarak hazzı belirler. Bu hazzın herhangi bir yücelikle ilgili olmadığını, genel hazlarla ilgili olduğunu söyleyebiliriz.”14 Buradan da anlaşılacağı gibi Epikuros bedensel hazları insanın başlıca mutluluk kaynağı sayar. Biricik mutlak değer filozofa göre hazdır, mutlak kötü ise acıdır. ‘Haz bütün eylemlerimizin amacı olmalıdır’ diyen Epikuros burada hedonistlere yaklaşır. Ona göre haz ve acının çeşitli dereceleri ve türleri vardır. Elde edeceğimiz haz sonuçta bir acıya yol açacaksa ondan vazgeçmeli, ancak daha büyük bir hazza ulaşacaksak bunun için acıya katlanmalıdır. Mutluluğun asıl temelini ruh dinginliğinde bulan filozof duyusal hazların mutluluk getirmeyeceğini vücudu ve ruhu huzursuzluktan kurtaran hazların ömür boyu devam eden mutluluğa neden olacağını belirtir. Bedensel hazların peşinde koşanlar ise doyumsuz olmakta ve bu da onların daha çok acı çekmelerine neden olmaktadır. Epikuros’a göre; bilgi bizi özgür kılan bir eylemdir. Hiçbir zaman geç kalmışlık hissine kapılmamalı bilgi aranıp bulunmalıdır. Erdemli olmak ve bilgelik bize kendimize egemen olmayı sağlayacaktır. Bütün korku ve acılarımızı yenmemizi kolaylaştıracak güven içinde yaşamımızın kapılarını açacaktır. Acılarını yenerek, acılarını egemen altına alan insanlar yaşamın doygunluğunu ve güzelliğini kendi içlerinde bulacaklardır.

Epikuros’un ahlakı yalın bir ölçülülük fikrine dayanır. İnsan iç huzuru bulabilmek, mutluluğa erişebilmek için zenginlikten, gösterişten, boşa tüketimden kendini arıtmalıdır. Onun felsefesi uzun süre Akdeniz çevresini etkilemiştir.

14 Timuçin, Düşünce Tarihi, 1. cilt, s.369.

(16)

Stoa Ahlakı: Stoa felsefesi adını kurucusu olan Kıbrıslı Zenon’un resimlerle süslü bir galeride ders vermesinden alır. Hellenistik dönemin felsefe öğretisi olan Stoa felsefesi üç döneme ayrılır:

1) Eski Stoa 2) Orta Stoa

3) İmparatorluk Stoası.

Stoa öğretisinin ortak özelliği düşüncelerinin ağırlık merkezine ahlakı yerleştirmeleri olmuştur. Stoalılar da, Sokrates’ten beri süren ‘iyi’ kavramının ne olduğu sorusuna ancak akla uygun eylemlerle ve erdemle ulaşılabileceğini belirtiyorlardı. Onlara göre mutluluk ancak doğaya uygun yaşayarak bulunabilirdi. Bir ideal olarak dünya yurttaşlığı, bütün insanların kardeşliği Stoa ahlakının bir amacı olarak kalmıştır. ‘Yalnız erdem iyidir, mutluluk da yalnızca erdemde bulunur’ diyen Stoa ahlak ilkesi, bu önermede dillendirilir. Erdem ise ancak doğa içinde uyumlu yaşamayla kazanılır.

“Ne var ki, bedensel güdü, itki ve etkilenimler, evrendeki akılsallıktan sapmalar olarak, insanın doğal düzenine uymayan davranışlarda bulunmasına yol açarlar. Özellikle aşırı istekler, tutkular, duygulanımlar, insanın ruhsal dengesini bozarlar ve onu mutsuzluğa sürüklerler. Bu nedenle, mutluluk, insanın kendi ruhunu her türlü isteğe, tutkuya, duygulanıma açık tutmasıyla, örneğin şiddetli hazlara yönelmesiyle sağlanmaz, tam tersine bunlar mutsuzluk getirirler. O halde, insan aklını kullanarak ölçülü yaşamalı, ruhsal dengesini zorlayan istek, tutku ve duygulanımları bastırabilmeli, onları denetleyebilmelidir.”15 Başlıca temsilcileri Kıbrıslı Zenon, Marcus Aurelius, Seneca, Kleanthes olan Stoa ahlakı, doğa düzenine uymakla yaşamın sağlıklı yaşanacağını ifade ederek Sokrates’in görüşlerini devam ettirir. Stoa’lılara göre erdemli yaşamak ve iyiyi istemek en temel ödevdir. Bu ödev ise sorumluluk duygusuyla pekişebilir.

“Bilgi ile eylemin birliği düşüncesi, Stoa öğretisinin ana özelliğidir. ‘Ahlakça yetkin olma’ anlayışını Stoa, bilge idealinde canlandırmıştır. Bilgelik, erdemli olmaktır: Bilge kişi, erdemli kişidir.”16

Stoalılara göre, yaşamın zorlu koşulları karşısında bilge kişi bundan kaygılanmamayı öğrenmiştir. Bilge de acı duyar, üzüntüler yaşayabilir gerçi ancak o

15 Özlem, a.g.e., s.60. 16 Gökberk, a.g.e., s.105.

(17)

bu olumsuz duygulanımlardan aklının sesini dinleyerek özgürlük yolunu seçmeyi başarabilir. Bilgeliği elde etmiş bir kimse mutlulukta Zeus’la bile yarışabilir. Bilgeliğe erişemeyenler ise mutsuzluğu peşinen kabullenmiş sayılırlar. Bilgelik, insanın kendisini doğanın ayrılmaz bir parçası olarak görmesiyle ve doğaya ayak uydurmakla elde edilir. İnsan dünyanın gidişatını olduğu gibi benimserse kendini sıkıntılardan arıtacak, tedirginliklerden kurtulacaktır.

Bu konuda Seneca’nın sözlerini anımsamak yerinde olacaktır. Şöyle der filozof: “İnsan kaderini değiştiremez ama, onu iyi kötü yanıyla olduğu gibi kabul edip katlanırsa ona, kaderin kötü yanlarından kurtulmuş olur. Felsefe bize her türlü felaket olanaklarını bildirdiği için, önceden bilinen şeylerin tokadı daha az acı verir.”17

Görülüyor ki, Stoa ahlakı erdem ve bilgelikle içsel mutluluğu, insan onurunu yücelten bir ahlak ideali oluşturmuş ve uzun süre geçerliliğini korumuştur.

I.3. FAYDACI AHLAK ÖĞRETİLERİNİN YENİÇAĞDAKİ GÖRÜNÜMÜ

Antikçağda görülen ahlak anlayışlarında olduğu gibi onu izleyen Ortaçağda da ahlak öğretileri mutluluk ilkesini esas alır. Ancak bu mutluluk Ortaçağda dinsel mutluluğu ifade ediyor öldükten sonraki mutluluğu dile getiriyordu. Rönesans’la birlikte bu anlayış yerini yaşanılan dünyadaki mutluluğa bırakmıştır. Ortaçağ felsefesinin aksine Rönesans düşüncesi özgürlüğü temel alan, her türlü otoritenin karşısında, bağımsızlığı savunan yapısıyla karşımıza çıkar. Ortaçağ boyunca ahlak, dinle bağdaştırılmış dinin emir ve yasakları doğrultusunda din merkeziyetinin dışına çıkamamıştır. Bağımsız bir ahlak anlayışı getirebilmek, dini ahlaki değerlerden arındırmak ve bu alanda incelemeler yapabilmek, düşünce özgürlüğünün önünü açabilmek için bedeller ödenmesi gerekmiş uzun yıllara dayanan savaşlar sonucunda ahlak dinsel öğelerden kurtularak bugünkü anlamıyla felsefenin bir alanı haline gelmiştir.

“Antikçağın mutlulukçu öğretilerinden etkilenen ve Anglo-Sakson dünyasında yaygınlık kazanmış olan bu modern öğretileri yararcılık (utilitarizm) adı altında toplamak olanaklıdır. Gerçi bu öğretilerde antikçağın kozmolojik

17 Seneca, Ahlaki Mektuplar, çev. Türkan Uzel, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999 mek.

(18)

metafiziğine yer verilmez; hatta bunlarda her türlü metafiziğe karşı bir tepkiye rastlanır; bununla birlikte antikçağ öğretilerinde olduğu gibi bunlarda da kalkış noktası yine insan doğasıdır, insanın ahlaksal yaşamını doğal yaşamının bir uzantısı olarak kabul etmektedir. Yararcı öğretiler, kendi doğalcı tutumları doğrultusunda, tüm ahlak ilkelerinin, tüm değerlerin temelinde psişik etkenlerin yattığını ileri sürerler.”18

Faydacı ahlak görüşleri, bireyci olmaktan çok, bireyin kendisini ne tamamen bencillik duygusuna bırakarak ne de topluma benliğini feda ederek mutlu olamayacağından hareket eder. Onlara göre doğası gereği bencil tavırlar sergileyen insan bu bencilliği tam anlamıyla ortadan kaldıramaz. Ancak kendisini savunma bakımından da güçsüzlüğünü toplumsallaşarak gidermek ister. Böylelikle bencilliğinin yanında başkalarıyla da birlikte olma duygusunu edinir.

Faydacı ahlak öğretileri, yeniçağ İngiliz felsefesinin etkisi altında gelişir. Özellikle Francis Bacon bu öğretileri dinsel özelliklerden arındırarak kuranların başında gelir. Bacon, din ile felsefenin alanlarını birbirinden ayırarak din olmadan da ahlakın olabileceğini savunur. ‘Doğaya egemen olabilmek için onu bilmeliyiz’ diyen Bacon boş inanışların ve safsataların ahlaki değerleri yaratamayacağını ve bilgisiz yığınların devletleri ve toplumları yıkıntılara götüreceğini belirtir.

Bacon’dan sonra İngiliz Felsefesinin diğer bir temsilcisi olan Thomas Hobbes Bacon’un düşüncelerinden etkilenmiştir. Hobbes’e göre topluluk halinde yaşayan insanlar sürekli birbirleriyle savaş içersindedirler. Doğası gereği bencil olan insanlar için bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü ‘insan insanın kurdudur’. Böyle söyleyen Hobbes bu durumun bir müddet sonra yani güven ve toplumsallık isteyen insanlar tarafından devlet ve onun yaptırımcı gücüne dönüşeceğini belirtir. Devlet kurumunun ortaya çıkması insanları belli zorunluluklar ve ahlak ilkeleri doğrultusunda hareket etmeye zorlar.

“Doğal durumda insanın kendini koruma içgüdüsü her bireyi yaşamını sürdürebilmek için gerekli şeyleri elde etmeye yöneltmiştir. O durumda her kişinin her şeyi alma hakkı vardır. Ne var ki bu koşullar altında her insanın varlığı tehlikedeydi. Kendini koruma içgüdüsü daha sonra insanı barışa yöneltti, iyiliklerin

18 Özlem, a.g.e., s.63.

(19)

en iyisi olan barış böylece insan yaşamında belirleyici oldu. Böylece sözleşme düzeni gerçekleşti, uygar yaşama geçilmiş oldu.”19

Hobbes gibi düşünen bir diğer İngiliz filozofu John Locke’dir. Locke’ye göre ahlak ilkeleri doğuştan getirilmemiştir. Ona göre doğuştan ahlak kurallarının olmamasının nedeni kesin bir doğruluk yargısının bulunmayışından ötürüdür. Her insanın mutluluğu istemesine, sıkıntılardan kaçınmasına karşılık bu özellikler yalnızca bizim iç dünyamızda değişiklikler yaratırlar. Farklı toplumların ve farklı kişiliklerin farklı da davranışları vardır.

“Locke iyi ve kötü kavramlarının ülkelere göre ya da toplumlara göre, ayrıca çağlara göre değişiklikler gösterdiğini, bu kavramların oluşmasıyla birtakım davranış kurallarının ortaya çıktığını, ancak temelde ahlakın iki dayanağı olan ben fikriyle Tanrı fikrinde hiçbir değişiklik olmadığını bildiriyor.”20 Doğuştan bir Tanrı kavramını kabul etmeyen Locke’un Tanrının buyruklarını benimsemesi emprizm fikriyle çelişir gözükmektedir. Ona göre ahlak yasalarının şekillendiği, ortaya çıktığı yer doğa yasalarıdır. Doğa yasaları Tanrı tarafından meydana getirilmiştir ve Tanrının kendisi de bu yasaya karşı gelemez. İşte böylesi bir süreçte insana ahlaki görünen şeyler Tanrının vahiy yoluyla ilettikleriyle aynıdır.

Locke, antikçağ filozoflarında görülen mutlu olmak için ahlaklı olma fikri arasında bağlantılar kurar. Ancak bu bağ bireysel değil, toplumsaldır. Yasa koymanın amacı türlerin iyiliğini, devamlılığını sağlamaktan ibarettir. Çünkü toplumun iyiliği, bireylerin iyiliğine de bağlıdır.

Faydacı ahlak görüşlerinin diğer bir temsilcisi John Stuart Mill’dir. Toplumsal bir ahlak anlayışını geliştiren Mill, toplum yaşamının ahlaki kurallara göre biçimlendirilmesi gerektiğini savunur.

“Ona göre de insanlar kendi bireysel mutluluklarına ancak toplumsallık durumunda ve karşılıklı yarar düşüncesi doğrultusunda ulaşabilirler. Bu yüzden yine ona göre, etik denen felsefe disiplininin temel problemi, daima, bireysel mutlulukla toplumun genel iyiliğini (mutluluğunu) bağdaştırabilmek olmuştur. Bencillik (egoizm) ve özgecilik (altruizm), birbiriyle bağdaştırılamadıkları sürece, bireysel ve toplumsal mutluluk da söz konusu olamaz.”21 Mill’e göre, bütün insan eylemlerinin amacı acıdan kaçınmak, mutluluğu elde etmektir bu aynı zamanda ahlaki bir ölçüttür

19 Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi, 2. cilt, İstanbul: Bulut Yayınları, 2000, s.139. 20 Timuçin, Düşünce Tarihi, 2. cilt, s.194.

(20)

de. Ahlakın ölçütü, doğanın kendisinde vardır. İnsana ait iki duygu olan haz ve acı duygularında da ayırmalar yapar.

İncelikten yoksun, kaba insanla, düşünen, derinlikli insanlar arasında da bu anlamda ayrımlar olacaktır. Düşünceleri gelişmiş, ilgi alanları genişlemiş bir insanın mutluluğu bulması oldukça güçtür.

İnsanın kendi mutluluğuyla toplumun isteklerinin çatıştığı durumda ne yapılması gerektiği konusunda Mill, bireyin kendi mutluluğundan çok toplumun mutluluğuna yönelmesini önerir.

Genel olarak özetlediğimiz faydacı ahlak görüşlerinin temel düşünceleri olarak şunları söyleyebiliriz: Bu anlayışlarda en yüksek amaç mutluluktur. ‘En yüksek iyi’ye’ (mutluluğa) ulaşabilmek için insanın istek ve eğilimlerinin, tutku ve güdülerinin tatmin olmasının yanı sıra toplumu temel alan, toplumun iyiliğini düşünen görüşlerin de ortaya çıktığını görürüz.

(21)

II. BÖLÜM

KANT’IN AHLAK YÖNTEMİ VE PRATİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

Bu bölüme kadar ortaya koyduğumuz ahlak düşünceleri hemen her dönemde, her yüzyılda farklı anlayışlara ve söylemlere bürünmüş, kimi zaman bireysel kimi zamansa toplumsal karakteriyle ahlakın nasıl biçimlenmesi konusunda yol gösterici bir tavır sergilemiştir.

“Etik tarihine bakıldığında, antikçağdan yeniçağda Kant’a kadar, etikte başat problemin “en yüksek iyi” problemi olarak kaldığı ve çözüm denemelerinin mutlulukçu bir çizgiyi izledikleri görülür. Hazcılıktan, Epikurosçuluktan, stoacılıktan, yeniçağın yararcı, pragmatist ve operasyonalist öğretilerine kadar, tüm öğretilerde en yüksek iyi “mutluluk” olarak görülür ve bu mutluluk, bedensel haz, sürekli hoşnutluk durumu, doğaya akıl yoluyla, uyum göstermek yoluyla ulaşılan dinginlik, bireysel yarar, toplumsal yarar vd. olarak değişik şekillerde tanımlanır.”22

Bir filozofu anlamak onun yaşamından ve düşüncelerinden hareketle onu tanımaya çalışmaktır. Filozofun düşünceleri, bizleri ona yaklaştırmaya yarayan biricik el fenerlerimizdir. Biz ışığı tuttukça önümüzde aydınlanan o karmaşık yol birdenbire daha kolay aşılabilir, bizlere yeni kapıların varlığını duyumsatabilir. İşte buradan hareketle Yeniçağ felsefesinin en büyük isimlerinden olan Kant, hem bir bilgi kuramcısı hem de yaşadığı yüzyılın aydınlanmacı kişiliklerinden birisidir.

Kant, XVII. yüzyıl düşünürlerinden olan Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi felsefeye matematiksel bir anlayış getirmeye çalışan filozofların en önemlilerindendir. O, felsefeden daha çok metafiziği anlıyor ve matematiksel bir kesinliği olan bir metafizik kurmayı amaçlıyordu. Ona göre, her yerde ve her zamanda geçerli olan evrensel doğrulara ulaşabilmek, matematiğin ilkelerinin metafiziğin içersinde bulunmasıyla ilgilidir. Böylelikle Kant’ın bilimsel kuramı öncelikle fizikle başlar. Pratik fiziğin ilkelerinden çok, teorik fizik üzerinde düşünmeye başlamış çıkış noktası olarak da Newton’un çekim yasasını benimsemiştir. Başlangıçta felsefe sorunlarında Leibniz ve Wolff felsefesinin etkisi altında kalan Kant, daha sonra Wolff felsefesinden kuşku duyarak, gerçeğin yine insan düşüncesine ait olan kavramlardan yola çıktığını görerek, kavramların gerçekleri kapsayamayacağından kuşku duymuştur.

22 Özlem, a.g.e., s.69.

(22)

Gerçeği kavrama anlamında matematiğin bize yol gösterici olabileceğini düşünür, ama matematiği de insan düşüncesi yaratmıştır.

Dış dünyada karşılığını bulan cisimler üzerine bilgimiz nasıl bir temele dayanacaktır? Fiziğin temeli ne olacaktır? Bu kavramları açıklamaya götürecek yol, deney yolu olacaktır. Onun düşüncelerinin deneye yer veren bir niteliğe dönüşmesinde kuşkusuz filozofu ‘dogmatik uykusundan uyandıran’ David Hume’un rolü büyüktür.

“Kant’ın felsefe yaşamında iki dönem ayırıyoruz: eleştirisi öncesi dönem ve eleştiri dönemi. Eleştirel yönelimle belirgin eleştirisi öncesi dönem, 1770’ten önceki yirmi yıllık dönemdir. Kant bu dönemde felsefenin sorunları yanında özellikle fiziğin sorunlarıyla ilgilenmiştir. Bu dönemde filozof Leibniz-Wolff felsefesine bağlıdır ve Newton fiziğiyle ilgilenir. Wolff’un Leibniz felsefesini basitleştirmekle sınırlandığı düşünülünce, Kant’ı hemen yalnızca monadlar öğretisinin kurucusu Leibniz’den ve yeni evren anlayışının kurucusu Newton’dan yararlanmış bir filozof olarak düşünmek olasıdır.”23

Bilim ve felsefeye duyduğu ilginin yanı sıra ahlak sorunlarıyla da uğraşan Kant, İngiliz ahlakçıları olan Shaftesbury, Hutcheson’dan etkilenmiş, Rousseau’ya duyduğu hayranlıkla ahlak problemlerine yönelmiştir.

“Onsekizinci yüzyıl, Descartes’tan sonra ikinci kez, insanın kendi kendisini gözlemesi ve kendi hakkında bilgi edinmesi konusundaki şiddetli arzu ile karakterize olur. Bu arzu, değişik kaynaklardan, hep yeni şeylerle beslenir. Psikolojik deney, ‘deneysel ruh bilgisi’ne giden yol, pietist kaynaklı dinsel yönelişler ve kaynağını Rousseau’da bulan yeni duygu kültü, bir potada birleşirler. Kant, tüm bu eğilimlerle içten ilişki içindedir. Onun çocukluk eğitimi pietizmin damgasını taşıdığı gibi, o gençlik döneminde ve olgunluğa geçiş sırasında, metafiziğe yeni bir temel bulmak üzere psikolojik çözümlemelere yönelir; ve öbür yandan Rousseau onun için ahlaksal evrenin Newton’udur, bu evrenin gizli kalmış yasalarını ve öğelerini keşfeden kişidir.”24

Rousseau, ahlaksal evrenin Newton’uysa, Kant’ın tutkusu da fizik ötesinin Newton’u olmaktır. Ancak bu iki alan büyük güçlükleri de içersinde barındırır: Bilim ve ahlak nasıl olanaklıdır? Ahlak ve bilim nasıl uyuşacaktır? Bu soruların yanıtını

23 Timuçin, Düşünce Tarihi, 2. cilt, s.329.

24 Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, çev. Doğan Özlem, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1996,

(23)

öncelikle Hume’un, nesneleri tanımak kesinlikle olanaksızdır diyen septisizme karşı olan görüşleriyle açıklamaya çalışır.

Kant’a göre bilimin temeli olan apaçık bilgilere henüz erişilmiş değildir ancak bunların aranması gerekir. Newton fiziğiyle uğraştığından beri Kant’ı ilgilendiren iki kavram olduğunu görürüz.

Bunlar: Uzay ve zaman kavramlarıdır. Uzay ve zaman nedir? Biz bu kavramları nereden biliyoruz? Uzay ve zaman deneyden mi çıkarlar? Soruları çözümlemeye çalıştığı problemlerdendir. Kant’ın hayatını incelediğimizde onun sistematik felsefesini nasıl kurduğunu gözlemleriz.”Kant’ın düşünce serüveni, hiç de kendi hedefine basamakları adım adım, sallantısız çıkarak ulaşan bir düşünce serüveni değildir. Öyle ki, o her zaman, belli bir çözüme ulaştığını düşündüğü bir anda, birdenbire geriye dönüverir. O bir problemi ele alır, üstünde düşünür ve problemin çözümüne yönelir; ama her defasında, problemin ele alındığı koşullar, artık aynı problemin ilk ele alınışındaki koşullar değildir. O, problemin çözümüne adım adım yaklaşmaktan çok, her defasında problemi tüm boyutlarıyla yeniden ele alır.”25

II.1. DUYULUR VE DÜŞÜNÜLÜR DÜNYA TASARIMI

Kant’a göre tasarımlarımız, mutlak bir şekilde uzay ve zaman içinde bulunurlar. Somut olarak uzay ve zaman olmadan bir şey tasarımlamamız mümkün değilse de, akıl yoluyla düşünebildiğimiz şeyler de vardır.”Kant, 1770’te latince yayımladığı De

mundi sensibilis atgue intelligibilis forma et principiis (Duyulur dünya ile düşünülür

dünyanın biçimi ve ilkeleri üzerine) adlı çalışmada eleştirili felsefeye bir geçiş yapar, eleştirili felsefenin temellerini atar.

Bu çalışmada Kant düşünsel bir kavramın duyulara indirgenemeyeceğini söyleyerek Leibniz’e ve Wollf’e eleştiriler yöneltir. Temelde eleştiri monadlar öğretisine yönelmiştir. Buna göre basit olan monadlar birleşerek nesneler dünyasını oluşturmuşlardır, bir başka deyişle karmaşık nesneler dünyası basit şeylerin bileşiminden oluşmuştur.

Ancak Kant bu savın duyulur dünyada karşılığı olmayan boş bir sav olduğunu, sonsuza doğru bölmeyle basite ulaşamayacağımızı bildirir. Buna karşılık

(24)

zamanda sonsuza ulaşmaya çalışmak da bize bileşimi vermeyecektir. Kant’a göre, Leibniz’in yanlışı duyuluru düşünülür gibi almış olmasından gelir. Çünkü bizdeki birtakım kavramlar, örneğin basit kavramı, bileşik kavramı, töz kavramı, zorunluluk kavramı... duyulur dünyaya katılmadıkları gibi ondan gelmezler de. Burada Kant’ın yeni bakışı belirir: biz duyumla nesnelerden etkileniriz, anlık bu nesnelerin sezgisiyle bilgiye ulaşırız. Yoksa eskilerin sandığı gibi duyulardan düşünülüre ve düşünülürden duyulara geçmek olası değildir.”26 Duyulur dünya ile düşünülür dünya demekle neyi adlandıracağımızı Kant şöyle açıklar: Duyulur dünya (görüngeler dünyası) özneden bağımsız olarak kendi başına var olan şeylerdir. Örneğin doğadaki bir ağaç bizden bağımsız bir nesnedir. O görülse de görülmese de yine de varlığı gerçektir.

Doğadaki ağacın gerçekliği herhangi bir bilincin onu algılamasına bağlı değildir. Ancak öbür taraftan da ağacın gerçekliği, bizlerin ağaçtan edindiğimiz algılarımıza bağlıdır. Ağacın kendisi bir gerçekken, özne için sözünü ettiğimiz ağaç bir ‘görüngü’dür.

Düşünülür dünya olarak adlandırılan numen ise öznelerin dışında olan bir gerçekliktir. Görüngeler dünyasının bilinebilir olmasına karşılık numen özü gereği bilinemez.

“Görünüşler (fenomenler) deyince, bunların arkasında bir şeyin bulunmakta olduğunu da, doğal olarak tasarlarız. İşte ‘şeyin kendisi’ (numen) fenomenlerin ötesinde diye tasarladığımız şeydir, dolayısıyla da tamamıyla belirsiz ve bilinemez olan bir şeydir; ancak bir sınır kavramıdır.”27 Kant’a göre, öznelerin dışında bulunan bir gerçeklik bilinç tarafından bilinse de bilinmese de vardır. Çünkü duyularımızla algıladığımız bir dünyanın görüngüleri, görünen gerçekliklerin varoluşunu da mümkün kılar. Bir şey gerçek olmasaydı görüngü kavramı da olamazdı.

Böylelikle Kant; tek bir kişinin zihnindeki gerçek tasarımlar ve algılarla, bütün insanlar için ortak bir bilinç algılarının toplamıyla, özneyle doğrudan bağlantısı olmayan gerçekler dünyasını birbirlerinden ayırarak, tanımlamalarını yapar. Ona göre fenomenler dünyası görü kalıplarıyla, numen dünyası ise a priori (önsel) kavramlarla bilinebilir.

“Burada artık Kant’ın düşüncesinde yepyeni bir merkez noktasına ulaşılmıştır. Artık felsefe Kant için, daima ‘insan aklının sınırları üstüne bir bilim’dir

26 Timuçin, Düşünce Tarihi, 2. cilt, s.330-331. 27 Gökberk, a.g.e., s.403.

(25)

ve onun daha önceleri tam kapsamı ve genişliğiyle kavrayamadığı yeni bir ‘veri’, üstelik, bu sınırları belirlemede bir temel kazanılmıştır. Duyulur (sensibl) ve düşünülür (intelligibl) dünyalar ayırımı yapmayı sağlayan temel, a priori bilgiler sistemidir.”28 Kant’ın düşünülür ile duyulunur dünya arasındaki ayrımı kesin bir biçimde ortaya koyuşu, ‘akıl’ın sınırlarının ne olduğunun da yalın bir ifadesidir.

II.2. KANT’TA BİLİMSEL YÖNTEM

Kant’ın eleştiri felsefesinin temellerini attığı ana yapıtı ‘Salt Aklın Kritiği’ (Kritik der reinen Vernunft) kitabıdır. Bu kitap aynı zamanda felsefe dünyasında yeni bir çığırın da habercisidir. Kant, bunu ‘Düşünme biçiminde devrim’ olarak adlandırır. Copernicus’un düşünce dünyasında açtığı yepyeni yolun aynısını fizikötesinde de gerçekleştirmeyi ister.

“Kant, aklın gördüğü işi inceleyip eleştirecek yönteme, bu kendi yöntemine, yine kendisinin olan bir deyimle “transcendental” adını vermektedir. “Transcendental yöntem” şu ya da bu objeye yönelmiş olan bilgiyi değil bilginin kendisini inceleyen yöntemdir; bilginin kritiğidir, bilgi öğretisidir. “Transcendental” deyimi, bir bakımdan da, “transcendent”in karşıtıdır: “transcendent bilgi” mümkün bilginin sınırlarını aşan bilgidir; “transcendental bilgi” ise, bu sınırları aşmayıp araştıran bilgidir.

Nitekim ‘Salt Aklın Kritiği’nin sorunu, ‘insana bilgisinin yapısı ile sınırlarını araştırmak’tır. Yalnız, Kant’ın burada araştırdığı, her türlü bilgi olmayıp yalnız a priori olan bilgidir. Bu çeşitli bilgi de, ‘duyarlığın verilerinden edinilmemiş olan’ bilgidir, Kant’a göre, hem görüde, hem de düşüncede a priori olan bilgi öğeleri vardır ve onu ilgilendiren de, kesin a prioridir, yani deney ile hiç bir şekilde karışmamış olan bilgi öğeleridir.”29

Ona göre bilim, nesnelerin bizim bilgilerimizle anlam kazanmasıdır. Başlıca amacı, aklın deneyin her türlü yardımından yoksun kaldığında sınırlarının nereye kadar uzanabileceği ve bilimsel anlamda bir fizikötesinin mümkün olup olmayacağıdır.

28 Cassirer, a.g.e., s.127.

(26)

“Tüm geleneksel metafizik, objenin “ne” olduğu sorusuyla işe başlarken, Kant obje hakkında “nasıl” yargı verdiğimizden işe başlar. Geleneksel metafizik, öncelikle ve ilksel olarak nesnelerin herhangi bir niteliğinden zaten haberdar olunduğu bilinciyle hareket ederken, Kant herşeyden önce, obje hakkında böyle bir bilgiye sahip olduğumuz iddiasını, bilgi sferi ile obje sferi arasında “bağ” kurmamızı sağladığı ileri sürülen şeyi araştırıp çözümler.”30

Bu noktada Kant’ın izlediği yöntem şu olacaktır: Bütün bilgiler sentetik a priori yargılara dayanırlar, fizikötesinin de bilim olabilmesi yine içinde bu yargıların bulunmasıyla ilgilidir. Sentetik a priori yargıların nasıl oluştuğuna ilişkin çözümlemelerden sonra, bilimin (pozitif bilimlerin) ortaya çıkışını açıklamak salt doğa bilimi nasıl olanaklıdır? Sorusuyla gündeme gelir. Ancak pozitif bilimlerin dışında metafizik sorularla da karşı karşıya kalırız. Örneğin; tanrı ve ruh kavramları gibi. İşte bu anlamda Kant yeni bir yol ayrımına götürür bizleri o da fizikötesinin bilim olarak nasıl olanaklı olduğu sorusudur. Böylelikle aklın, her türlü deneyden bağımsız olarak sınırlarının nereye kadar gidebileceği konusunda Kant, salt akıl eleştirisini yazar.

II.3. SALT AKIL ELEŞTİRİSİNDE A PRİORİ VE A POSTERİORİ İLİŞKİSİ

Bütün bilgimizin deneyle başlayıp, zaman bakımından deneyden önce gelen hiçbir bilgimizin olamayacağını düşünen Kant’a göre, doğuştan, yani her türlü deneyden bağımsız kavramlardan ve bilgilerden de sözedemeyiz.

“Her bilgi zaman bakımından deneyle başlarsa da, bütün bilgilerimiz deneyden çıkmaz, demek deney, zaman bakımından her türlü bilgiden önce geliyorsa da, hiçbir zaman her bilgi yine de deneyden çıkıyor denemez. Aklın, intellekt’in deneyden almadığı ve doğrudan doğruya kendisinden çıkardığı bilgiler vardır.

Bu bilgilere Kant a priori (önsel) der ve bunları a posteriori (sonsal) olan, yani kaynakları deneyde bulunan empirik bilgilerden ayırır. Örneğin, kırmızı rengini bilmek için daha önce bu rengi görmemiz gerekir. Ama “birlik” gibi, “nedensellik” gibi kavramları rengi gördüğümüz gibi göremeyiz. Bir ateş görüyorum ve sıcaklığın yayıldığını duyuyorum, bu ateş bu sıcaklığın nedenidir, diyorum, böylece ateşle ısı arasında bir bağlantı kuruyorum, ama bu zorunlu bağlantıyı görüyor muyum? Burada

(27)

ben deneye bir şey katıyorum. Bununla birlikte birtakım bilgileri, deney kaynaklarından türetilmiş oldukları halde, a priori gibi kabul ederiz.”31

A priori bilgiler zorunlu ve bütün insanlar (sujeler) için tümel geçerliliğe sahip bilgilerdir. A posteriori bilgiyi a priori bilgiden ayıran özellik, a priori bilgilerin kesinliği içermesidir. Zorunluluğun bulunduğu her yerde a priori, deneyin bulunduğu yerlerde ise a posteriori bilgiler bulunur. Matematiğin ilkeleri deneyden bağımsız olarak a priori bilgiye sunabileceğimiz en güzel örneklerden biridir. A priori ve a posteriori yargılarını açıklayan Kant, a priori bilgilerin insan aklında nasıl oluştuğunun, insan aklının a pirori bilgiye nasıl vardığının yanıtlarını arar.

“Kant yargıları önce iki bakımdan ikişer ikişer ayırır, sonra da bunları aralarında birleştirir. Bir bakımdan a priori ve a posteriori yargılar, öbür bakımdan da analitik ve sentetik yargılar ayırt edilir. Analitik yargılar, yalnız kavramları ‘açıklayan’ kavramın tanımında esasen saklı olanı ‘aydınlatan’ yargılardır. ‘Cisimler yer kaplarlar’ yargısında yeni bir şey öğrenemeyiz, çünkü ‘yer kaplama’ zaten cismin tanımının içinde bulunmaktadır. Buna karşılık, sentetik yargılar bilgimizi ‘genişletirler’ çoğaltırlar; çünkü bunlarda kavramımızın dışına çıkıp onu başka kavramlar ile birleştiririz, onunla başka kavramlar arasında bağlantılar kurarız.

‘Cisimler ağırdırlar’ yargısında, yeni bir şey öğrenirim, çünkü ‘ağır olmak’ cisim kavramında kapsanmış değildir; burada ‘cisim’ kavramı ile ‘ağırlık’ kavramını bir araya getiriyorum, onların arasında bir bağ kuruyorum.

Analitik yargılar, karakterleri gereği, hep a priori’dirler, onun için a posteriori olan analitik yargılar olamaz.”32

Kant’a göre; aklımızın yaptığı işin en önemli yanı, nesnelerden edinilen bilgileri çözümlemesidir. Çözümsel yargılar a priori yargılardır, bunları deneye dayandıramayız. Örneğin ‘bütün cisimler yer kaplar’ önermesi çözümsel bir yargıdır. A priori bir önermedir ve deney yargısı değildir. Deney yargıları bireşimseldir. Bilim ise bireşimsel yargılara dayanır. Bütün bilimler zorunlu ve tümel olan önermeler kullanırlar, bunlara sentetik a priori önermeler denir. Fizikötesinin de, nesnelerin bilinip bilinmemesi bir kesinliğe ulaşması, bilgilerimizin alanlarını genişletmesi ya da onlara sınırlar koyması anlamında sentetik a priori bilgiler olmalıdır.

31 Bedia Akarsu, Immanuel Kant’ın Ahlak Felsefesi, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1999, s.21. 32 Gökberk, a.g.e., s.397.

(28)

“Buna göre, metafiziği güvenilir bir temele dayatmak için Kant’ın giriştiği iş, çok basit bir adımla başlıyor; çünkü bu güç problem tek bir formüle bağlanmaktadır: A priori olan sentetik yargılar nasıl mümkündür?

‘Salt Aklın Kritiği’ için bir çıkış noktası olan bu formülün anlatmak istediği şudur: 1. Varlığı yalnız kavramlarla kavrayamam. Yalnız kavramlarla çalışan klasik rationalizm, örneğin ‘ruhun ölümsüzlüğünü’ şöyle tanıtlar: ‘Ruh maddi olmayan bir tözdür, maddi olmadığı için yer kaplamaz, yer kaplamayınca bölünemez, bölünemeyince de yok edilemez, dolayısıyla ruh ölümsüzdür.’ Bu tanıtlamada ‘çelişmezlik ilkesi’ne dayanılmaktadır; başka deyişle: önce eldeki kavramın bir tanımı yapılıyor, sonra da bundan kendisiyle çelişik olmayan sonuçlar çıkarılıyor.

2. Kant’a göre, böyle salt düşüncenin içinde kapanıp kalmış bir mantığı bırakıp, objelere ‘mümkün deneye’ uzanan bir mantık, bir transcendental mantık (salt düşüncenin bölgesini aşıp öbür yana geçen) bir mantık geliştirmelidir. 3. Bir şey bilmek istersem kavramlarımı görünün salt formları ile duyu verilerine bağlamalıyımdır. Sadece salt olan görünün salt formları ile duyu verilerine bağlamalıyımdır. Sadece salt olan görüler, kavramlar ve yargılar ile bir şey elde edemem. Burada da salt formların ötesine bir geçiş (transcendere) gerektir. Kısaca: objelerle ilgiler kurmuş kavramlarımız olmalıdır.”33

Transsendental felsefe, a priori önermelerden kuruludur. Kant’a göre, insan bilgisi duyarlık ve anlık olmak üzere iki bölüme ayrılır. Nesnelerle bizlere doğrudan doğruya ilgi kurduran görüdür. Duyarlık ile bize nesneler verilmekte, anlıkla ise bu nesneler üzerinde düşünülmektedir. Duyarlığın pasifliğine karşılık, anlık nesneleri düşünmesi ve kavramlar oluşturması açısından daha etkindir. Bütün nesneler ve görüler uzayda ve zamanda bulunurlar. Bilginin oluşumunda daha etkin olan anlık ile, edilgin olan duyarlığın biraraya gelerek bilgiyi oluşturmasını şöyle açıklayabiliriz: “Öteden beri alışılmış olan bir anlayışın tersine olarak Kant, duyu bilgisine temel olan intellektüel bir bilgi kabul eder. Çünkü, ona göre, bizim deneyden önce olan birtakım ana kavramlarımız (kategorilerimiz) var; biz bunları deneyin içine yerleştiririz; deney ancak bu salt kavramlar ile bir düzen kazanıp bir bilgi olur. Kategoriler deneye form bakımından bir çerçeve sağlarlar. ‘Yeşili duyumluyorum’ yerine, ‘Bu, yeşil bir şeydir’ demeye olanak verirler. Kategoriler objektif a prioridirler, yani objeye uyan a priori formlardır. Deneye düşüncenin salt

(29)

formları bir düzen kazandırıyor, çünkü -Kant’ın kendi deyişiyle- anlığın “kendiliğindenliği”, duyarlığın ise alırlığı vardır. Bu anlayışı ile Kant, şu tanınmış formülünü dile getirmiştir: Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.”34 Bu şu anlama gelmektedir. Duyu verileriyle içleri dolmamış kavramlar boş, kavramsız görüler de yalnızca herhangi bir anlam içermeyen yığın halindedirler. Anlık ve görüyü birbirine bağlayan şey ise kategorilerdir. Anlık, kendi başına hiçbir şeyi bilemez. Yalnızca kendisine verilmiş olan görüyü birleştirir ve düzenler. Kategoriler ise anlığın bağlayıcı formlarıdır. Duyarlık ve anlığın birlikte çalışması bilgiyi oluşturur. Kategoriler olmadan kavramların içlerini dolduramayız. Çünkü anlığa bir form katan kategoridir.

Kant’ın yazdığı “Salt Aklın Eleştirisi”nin temel sorusu insan bilgisinin sınırlarının nereye kadar uzanacağıdır. Kant’a göre, bizler bilgiyi deney dünyasından, duyulur dünyadan elde edebiliriz. Bu, duyulur dünya ise bizim anlığımıza biçim vermemiz nedeniyle kurulmuştur. Numenler dünyasını ise biz bilemeyiz. Görülere ve deneye dayanmadığı için bu dünya hakkındaki yargılarımız birer boş düşünce olarak kalır. Kısacası deneyden bağımsız bir bilgi olmayacağı için biz numeni düşünebiliriz ancak onu bilemeyiz.

II.4. SALT AKLIN ELEŞTİRİSİNDEN AHLAK FELSEFESİNE

Kant’ın ahlak felsefesini çözümleyebilmek herşeyden önce 18. yüzyıl Aydınlanma Felsefesinin ahlak anlayışını yorumlamamızla mümkün olacaktır. Özellikle İngiliz ahlakçılarının yöntemlerinden etkilenen, İngilizlerin ruhbilimsel çalışmaları ve iç gözleme dayanan görüşleri, Kant’ın ahlak yönteminin çıkış noktası olmuştur.

“Kant felsefesi için çıkış-noktası, Aydınlanma düşüncesinin Almanya’da kazandığı başlıca bir form olan Leibniz-Wollf felsefesidir.

Kant, ilk bilgilerini bu felsefeden edinmiş, ilk yapıtlarını bu felsefenin anlayışı çerçevesinde yazmış, sonra da bu felsefe ile tartışa tartışa kendi görüşüne varmıştır. Bu bakımdan bir yere kadar Kant’da Aydınlanma Felsefesi içinde yer alır; o da bu felsefe içinde yetişmiş, bu felsefenin sorunlarını ele alıp işlemiştir; yalnız bunları sonuna kadar götürüp, sonunda da bu düşünceyi aşmıştır. Rönesans’tan beri gelişen bir anlayışın büyük ölçüde son hesabını çıkarmakla, Kant bir dönüm noktası

(30)

olmuştur: O bir yandan kendisinden önceki düşüncenin bütün çizgilerini felsefesinde toplar; öbür yandan da kendisinden sonraki gelişmenin birçok yönleri doğrudan doğruya ondan çıkarlar ya da dolayısıyla dönüp ona varırlar. Nitekim 19. yüzyılın ilk yarısını kaplayan Alman idealizminin çıkış noktası Kant felsefesidir; özellikle 20. yüzyılın ilk dörtte birinde önemli bir felsefe çığrı olarak beliren Yeni-Kantçılığın kaynağı yine Kant felsefesidir. Bu Kantçı çığırlara aykırı olan akımlar da, yine Kant felsefesi ile bir tartışmadan doğmuşlardır; dolayısıyla da olsa bu felsefe ile sıkı bir ilgileri vardır.”35

İngiliz ahlakçılarının Shaftesbury, Hutcheson ve özellikle Rousseau’nun eserlerinden etkilenen Kant, İngiliz ahlak felsefesinin sonuçlarıyla da yetinmeyerek onları aşmak istemiştir. Kant’ın ahlak anlayışında belirgin bir özellik olarak karşımıza çıkan şey, iyi kavramı ile gereklilik kavramları arasındaki ilişkidir. Kant’ı “iyi” kavramında İngiliz Ahlakçılarından ayıran şey iyiyi ortaya koyan özelliklerin ruhbilimsel yanlarını çözümlemek değildi. Kant ahlakın temellerinde felsefi bir açıklığın gerekli olduğunu düşünüyordu. Gereklilik kavramında ise şunları söyler;

“Şunu veya bunu yapmak, diğerlerini yapmamak gerekir. Yükümlülüğü ifade eden formül budur. Ne var ki gereklilik (Sollen) bir eylem zorunluluğunu ifade eder ve iki anlamda kullanılır.

Buna göre, ya bir başka şeyi (bir amaç olarak) istediğimde bir şey (bir araç olarak) yapmam gerekir; ya da, doğrudan doğruya o başka şeyi (bir amaç olarak) yapıp gerçekleştirmem gerekir.

Birincisi aracın zorunluluğu, ikincisi amacın zorunluluğu diye adlandırabilir. Birincisi zorunluluk türü hiçbir yükümlülük göstermez; tersine yalnızca bir problemin çözümü olarak bir buyruğu gösterir ki, o belli bir amaca erişmek istediğimde hangi araçları kullanmak zorunda olduğumu bana buyurur. Bir başkasına, eğer mutluluğa kavuşmak istiyorsa hangi eylemleri yapmak hangilerini yapmamak zorunda olduğunu buyuran bir kimse, belki de tüm ahlak öğretilerini ona öğretebilmiş olsaydı bile, bu öğretiler yine de yükümlülükler olmazdı; tersine onlar haç yapmak için bir düz çubuğu iki eşit parçaya ayırmak istediğimde ortaya çıkan bir yükümlülük gibi bir şey olurlardı ki, artık yükümlülük olmaktan çıkarlar; tersine

35 Gökberk, a.g.e., s.391.

(31)

yalnızca bir amaca erişebilmek istendiğinde başvurulması gereken kılavuzlar olurlardı.”36

Kant’ın bu düşünceleriyle gelecekte kuracağı etiğin temellendirilmesi söz konusudur. Çünkü bu noktada ahlak yasasının koşulsuz buyruk (kategorik imperatif) olması ile koşullu buyruk (hipotetik imperatif) olması arasındaki farklılık tüm açıklığıyla ortaya konulmuş bir şekildedir.

Ahlak felsefesinin temellendirilmesinde Kant, ahlakın genel problemlerine, hem içinde doğduğu, yetiştiği toplumun bir insanı olarak hem de bir filozof olarak eğilir. Ancak ahlak felsefesini, gündelik yaşamdaki ahlaki yargıları temel alarak yorumlar. Çünkü hemen her insanda ahlaksal bir yükümlülüğün ve ödev duygularının bulunduğuna inanır. Kant, ahlakın temelini oluştururken onu ne doğanın dışında ne de içersinde aramayı doğru bulur.

Onun aradığı, ahlak ilkelerini doğrudan doğruya salt akıldan çıkarmaktır. “Ethik’in “salt” ya da “rational” bölümü, ahlak ilkeleriyle uğraşır, empirik bölümü ise insanların “gerçekte” yapıp ettikleriyle ahlakın normlarına uygun olarak biçim kazanan törel davranışlarıyla ilgilenir, bu her eğitimin de ödevidir. Deneye dayanan insan bilgilerini içine alan bu empirik bölüme Kant, “pratik anthropoloji” der. Bütün ahlak yasalarının alt koşulsuz olduğunu bundan böyle önsel olduğunu, kendilerinde salt bir zorunluluğu da birlikte getirdiklerini görebiliriz Kant’a göre. Demek ki bu yasaların zorunlu oluşlarının temelinin insan doğasının değişen deneylerinde ya da çevrenin rastlantısal bağlantılarında değil, akıllı bir yaratık olarak insanın özünde bulunduğunun bilinci var bizde.”37

Ona göre pratik akıl bize olması gerekeni bildiren, teorik akıl ise olanı bildiren akıldır. Pratik akıl eleştirisinde, yapmak istediği şey, ahlak yetisinin ne olduğunu incelemektir. Özgürlüğümüzün bilincine varmamız ancak ahlak yasasının olanaklı olmasıyla mümkün olur. Ahlak sorunlarının çözümünde Kant, iki türlü yöntem kullanır. Birincisi deney verilerinden hareket ederek çözümleme ile bu verilerden önermelere ulaşır, ikincisi (olarak da) akıl kavramlarını ilke olarak ele alıp bu kavramlardan görüngülere ve deneye ulaşır.

Kant, pratik aklın hangi davranışlarının iyi, hangi davranışlarının kötü olarak adlandırılabileceğini örnekler yoluyla da gösterir. Ona göre, insanlar gündelik

36 Cassirer, a.g.e., s.246.

(32)

yaşamlarında çoğunlukla vicdanlarının sesine uyarak bir olayı iyi ya da kötü olarak kabul etseler de, genel anlamıyla günlük yaşantıda bir davranışı iyi veya kötü olarak değerlendirdiklerinden hangi ölçüyü dikkate aldıklarını kestiremezler. Ahlak kavramlarını çözümlerken Kant’ın yapmaya çalıştığı bu kavramların içerdikleri ilkelerin neler olduğunu bulmaya çalışmaktır. Böylelikle o, zaten var olan ahlak yargılarını içgüdülerle duyumsanan halinden çıkarıp, bilinç üzerine yükseltmeyi ve geçerlilik ilkesini ortaya koymayı amaçlar.

II.5. TEORİK VE PRATİK AKIL İLİŞKİSİ

Kant felsefesinin genel karakteri iki konu üzerinde yoğunlaşır. Bunlardan birincisi var olan herşeyle ifade edilen doğadır.

Diğeri ise olması gereken yani özgür davranışlarımızı içeren ahlaktır. Felsefe bilgisinin deneye dayandırılması, felsefenin temelini emprizme, yalnızca a priori ilkelere ve salt akla dayandırılması ise fizikötesine ya da salt felsefeye ulaştırıyordu bizleri. Böylelikle bizlere yalnızca olanı bildiren teorik aklın yanında, olması gerekeni bildiren pratik akılda söz konusuydu. “1770 yılında kaleme aldığı doktora tezinde Kant iki dünya arasında, akıl ile duyular veya “mundus intelligibilis” ile “mundus sensibilis” arasında kesin bir ayrım yapar.

Duyular dünyası mümkün deneyim alanıdır, buna karşın akıl dünyası yasa koyucu pratik akıl aracılığıyla gerçeklik kazanır. Bu bakış açısından hareketle insan hem düşünsel hem de duyular dünyasına ait gibi düşünülmek zorundadır. O düşünsel veya numenal dünyaya ait olduğundan özgürdür, çünkü bu dünya için doğa yasaları geçerli değildir.

Ancak insan duyular dünyasının bir üyesi olarak doğa mekanizmine tabidir. Kant bu iki farklı perspektife sahip dünya anlayışını ‘anlama yetisi’ ile ‘akıl’ arasında yaptığı ayrımla daha da geliştirir.

Fakat insan, kendisinde gerçekten bir yeti bulur, bununla insan kendisini öteki bütün şeylerden, nesneler tarafından uyarılan kendisinden de ayırır; bunu sağlayan yeti ise akıldır. Kendinde saf etkinlik olarak akıl, anlama yetisinden de üstündür. Yani bütün diğer doğa varlıkları doğa yasalarına tabi olduğu halde, aklı sayesinde insan özerk, kendi koyduğu yasalara tabi olur. Buradan sonlu-akıllı varlığın ‘kendini gözlemleyebilmesi ve yetilerinin kullanılışının’ yani bütün

Referanslar

Benzer Belgeler

Bunu daha önce de görmüþtünüz ve þimdi her þey, biraz yavaþ çekim gibi olsa da yeniden oluyor.. Bu sabah size beklenti- lerinizi belirlerken dikkatli olmanýzda yarar

2- Şeklî (formel) neden, tam olarak gerçekleştirildiği zaman, nesnede şekillenmiş olan örnek ya da yapı. 3- Fiilî neden, olguyu etkin olarak üreten aktif oluşum. 4-

Buna göre de, iki türlü erdem ortaya çıkar: Etik- ahlaki erdemler (karakter erdemleri) ve dianoetik erdemler (düşünce erdemleri).. Etik-ahlaki erdemler, karakter ve

Ahlak, Etik, Uygulamalı Etik, Ödev, Ahlak yargısı, İyi, Kötü, Erdem, Ahlaki karar, Ahlaki eylem, Özgürlük, Sorumluluk ve Vicdan.... Ahlak, kelime olarak huy, karakter

Tikel olması için bir formu olması gerekir, formu yoksa başka varlıklardan ayrı olarak yani birey olarak var olduğu da söylenemeyecektir, çünkü ayrı, bireysel varlık olmak

ERDEMLER ahlak, alçakgönüllük, cömertlik, yardımlaşma BİREY VE TOPLUM hayat becerileri, empati, farklılıklara saygı DUYGULAR heyecan, kaygı, korku, mutluluk.

Aristoteles, yarardan ötürü dostluğun yarar devam ettikçe kötüler arasında da vukuu bulabileceğini söylemektedir. Aristoteles, yarar ya da hoşluktan ötürü sevgilerde

Küre biçiminde olan, gök ve yıldızlardır, çünkü küre, bir yerdeki bir ve aynı hareket için tüm diğer şekillerden daha