• Sonuç bulunamadı

3. BÖLÜM: İNSAN ESERİ DÜNYA

3.2 Dünyaya Bağlanmak

Eveline Cioflec, “On Hannah Arendt: The Wordly In-Between of Human Beings and its Ethical Consequences” adlı makalesinde, Arendt’in anladığı şekliyle, Yunanlıların başardığı ölümsüzlüğün, zamansızlık anlamına gelen sonsuzluğun değil, tersine, zamana direnenin peşinde olduğunu ve bu ölümsüzlük anlayışının da insanı dünyaya bağladığını belirtir (Cioflec, 2012: s. 650). Arendt, dünyanın, insanların bir arada olduğu bir şeyler topluluğuna dönüşmesinin, sadece fiziksel bir mekândan daha fazlası olmasının, Roma İmparatorluğunun kurduğu anlamda bir dünya olmasının “kalıcılığa” bağlı olduğunu şu cümlelerinde özetler:

Eğer dünyada bir kamusal mekan bulunacaksa bu bir nesilliğine kurulamaz ve sadece yaşayanlar için planlanamaz; ölümlü insanların yaşam sürelerini aşması gerekir. Açık

52 konuşursak, potansiyel bir yeryüzü ölümsüzlüğü yönünde bu aşkınlık olmadan ne siyaset, ne ortak dünya ne de kamu alanı mümkün olabilir… Bizden önceki çağlarda (artık böyle bir şeyden söz etmek mümkün değil) insanlar kendilerinden de bir şeyler olsun diye ya da başkalarıyla ortak, bu dünyadaki yaşamlarından daha kalıcı bir şeylere sahip olmak istedikleri için kamu alanına girdiler (Arendt, 2011: s. 99).

Arendt, Yunanlıların, yaşamlarından daha kalıcı bir şeye sahip olmak ve dünyada kendilerini evlerinde hissetmek için yaptıkları gibi, çağının insanının da işler, eylemler ve sözler ortaya koyması gerektiğini, ürettikleriyle kendine bir dünya kurmasının yani bir fabricator mundi olmasının şart olduğunu düşünmektedir. Romalıların dilinde yaşamak ve insanlar arasında olmak (inter homines esse) ile ölmek ve insanlar arasında olmaktan çıkmak (inter homines esse desinere) sözcükleri eşanlamlı kullanılmıştır (Arendt, 2011: s. 36). Arendt, Romalılar’dan aldığı bu görüşü, son eseri The Life of the Mind’da da tekrar eder ve çoğulluğun, insanlar arasında bir arada olmanın insanın varoluşsal bir koşulu olduğunu söylerken, yaşamanın kişinin yakınlarıyla ve bir polis içinde olmasıyla eşanlamlı olduğunu bir kez daha vurgular (Arendt, 1981: s. 74). Köleler, sadece özgürlük ve görülürlükten yoksun oldukları için değil, yaşadıklarına dair hiçbir iz bırakmadan geçip gittikleri için karanlık görülmüştür (Arendt, 2011: s. 99). İnsanların gittikçe kendi kabuklarına çekilerek neredeyse yaşadıklarına dair hiçbir iz bırakmadıkları, her geçen gün daha da çölleşen, insanların ona ve birbirlerine yabancılaştığı bir dünyadan kurtulmanın yolu vita activadır: İnsanlar arasında olarak, üreterek ve eyleyerek yaşamak. İnsan, kendini evinde hissetmek istiyorsa, içinde yaşadığı dünyaya katılmalı, o dünyanın yaratılmasında etkin olarak yer almalıdır. Arendt ne Antik Yunandaki evrenin ölümsüzlüğüne karşın insanın ölümlülüğüyle ne de Hıristiyanlıktaki gibi ölümsüz bir yaşamla ilgilenmektedir. Onun istediği bir zamanlar Romalıların yaptığı gibi bir dünya kurmaktır. Onun ilgisi ölümsüzlüğe değil, kalımlılığa doğrudur. Kristeva, Arendt’in Aristoteles’in Nikomakos’a Etik’indeki bir pasajda (1177b, 31) kendi içinde insana ya da ölümlüye değil, anlatılan eylemin canlıları ölümsüzleştirme yeteneğine hayranlık duyan bir alan bulduğunu belirtir (Kristeva, 2012, s. 107). Aristoteles bu pasajda şöyle demektedir: “Kendimizi olabildiğince ölümsüzleştirmeli,

bizdeki en üstün şeye uygun yaşamak için her şeyi yapmalı. Nitekim o, kütlece küçük olsa bile, olanak, değer bakımından her şeyi çok çok aşar”. Arendt, Aristoteles’in

53 “insani konular ele alınırken, insan olduğu gibi görülmemeli, ölümlü şeylerdeki

ölümlü olana bakılmamalıdır, tersine onları ölümsüzlük açısından taşıdıkları potansiyele göre düşünmek gerekir” sözlerini sıklıkla tekrarladığını söyler. Romalılar

için res publicanın Yunanlılar için de polisin bireysel yaşamın ölümlülüğüne karşı bir güvence, bir korunak olduğunu ve bu yerlerin ölümlülerin ölümsüzlüklerine olmasa da kalımlılıklarına ayrılmış birer mekân olduklarını (Arendt, 2011: s. 100) düşünmekte ve modern çağla birlikte bir kez daha çöl şartlarına maruz kalmış insanlar için dünyanın yeni bir kalımlılık mekânı, bir insan eseri olarak yaratılmasını istemektedir. Aristoteles’in belirttiği gibi, sonsuzluk düşünüldüğünde küçük olsa da, değer bakımından her şeyi aşacak olana, insanın dünyada yaratacağı ölümsüz olana, dünyayı ölümsüzleştirmeye ihtiyacı vardır. Arendt, bu açıdan Antik Yunan’da büyüklüğün bir başka anlamına işaret eder:

Büyük işler ve büyük sözler varoldukları o kısacık anda, büyüklükleri içinde bir taş ya da ev kadar gerçektiler; o sırada orada bulunan herkesçe görülmüş ve duyulmuşlardır. Büyüklük, kendinde bir ölümsüzlük arzusu taşımasıyla, ölümsüzlüğü aramasıyla, kolayca tanınırdı (Arendt, 2012a: s. 76).

Oysa, artık insanlar bu ölümsüzlük arayışından vazgeçmişlerdir. Arendt, dünyanın bir kalımlılık mekânı olmaktan ve insanlığın da Yunanlıların kozmosla insanlar arasında kurdukları ilişkiden ne kadar uzak olduğunu anlatmak için Rilke’nin bir şiirine başvurur. Her ne kadar bu şiirin çevrilemeyeceğini düşünse de dizelerin içeriğini şöyle ifade eder: “Dağlar yıldızların haşmeti altında uzanıyor ama

onlarda bile zamanın izleri var/ Ah vahşi kalbimde, yurtsuz kalmış ebedilik geceliyor…” (Arendt, 2012a: s. 65). Arendt’in bu şiirle birlikte üzerinde durduğu

temel kavram ebedilik, kalımlılıktır. Bir zamanlar, Eski Yunanda insanlar, dünyada kendilerinden bir iz bırakmaya çalışıp, kendilerini ortaya koyarak var olurken, şimdi bundan vazgeçilmiştir. Ona göre:

Ölümsüzlük, hala hatırlayabilme ve “ebedi” diyebilme yetisini taşıyan insan kalbinin ücrasında kendine derme çatma bir mesken bulabilmek için dünyadan ayrılmıştır. Varsa ve her ne ise ölümsüz olanın veya bozulmaz olanın yurdu/evi yoktur (A.g.y.).

54 Dünyayı insanın dünyası yapacak olan şey, dünya içindeki insanların ortaya koydukları sözler, eylemler, düşünceler ve bunların gelecek kuşaklara aktarılarak hatırlanmasıdır. Ebedilik, kendini hatırlamayla ifade edecektir. İnsana dair ürünlerin, eserlerin artık hatırlanmıyor oluşu dünyayı insanın dünyası haline gelmekten alıkoyacak, insanların elinden, dünyadaki kalıcılığı, bir kalımlılık mekânı olarak dünyayı sonsuza dek alacaktır. Arendt, Rilke’nin bu şiirinde anlatmak istediklerini, şöyle yorumlar:

Her şey bozulabilir hale geldi, belki yalnızca insan kalbi hariç; ölümsüzlük, ölümlülerin içinde hareket ettikleri o ortam değil, insanın kalbine sığınmış yurtsuz/evsiz bir sığıntıdır artık; insanlar kalben unutmadıklarını hala dışsallaştırabiliyor, maddileştirebiliyor olsalar bile ölümsüz şeyler; işler ve edimler, olaylar ve hatta kelimeler bu dünyadaki evlerini/yurtlarını yitirmişlerdir; çünkü dünya, çünkü doğa bozulmaktadır, çünkü insan yapısı şeyler ortaya çıkar çıkmaz bütün varlığın kaderini paylaşmakta, bozulmaya başlamaktadır (Arendt, 2012a, 66).

Arendt, Rilke’nin bu şiiri ile insanların yaptıkları şeyler içinde en kırılganları olan, kelimeler, edimler ve olayların dünyasallıklarını, dünyadaki kalıcılıklarını bir kez daha sorgular ve onların artık bu dünyada kendilerine insan kalbinden başka bir yer bulamadıklarını vurgular.

Oysa dünya insanların kalımlılıkları için bir mekândır, özgürlük ve eylemde bulunma yetisi gibi iki yeteneği sayesinde insanlar kendilerine ait bir gerçeklik kurmaya muktedir olurlar ve mucizeleri gerçekleştiren insanlardır (Arendt, 2012a: s. 231). Bu özgürlüğü gerçekleştirmenin, dünyasızlıktan ya da ölü dünyadan kurtulmanın ve dünya kurmanın yoluysa vita activadan geçmektedir.