• Sonuç bulunamadı

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sansür

2.2. Türk Sineması ve Sansür

2.2.2. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sansür

Ankara’da 23 Nisan 1920‘de Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra, sansürle ilgili yetkiler valiliklerce kullanılmağa başlanmıştır. Bununla birlikte, o zaman yürürlükte bulunan hukuk metinlerinde özel bir kural olmadığı için merkezde ayrıca bir sansür örgütü bulunmamaktadır. 1932’ye gelinceye kadar, film hangi şehirde gösterime girecekse, gösterime gireceği sinema salonunda önceden mahalli iki polis memuru tarafından perde üzerinde görülerek denetlenmekteydi.

9 Haziran 1932 tarihli yönetmelikle ilk defa, sinema filmlerinin kontrolüne yönelik merkezi bir örgüt kurulmuştur. Daha sonra, bu yönetmeliği tamamlayan 26 Aralık 1933 tarihli ‘ek talimatname’ çıkarılarak senaryo sansürü getirilmiştir. İkinci yönetmelik yerli filmler için ayrı bir öneme sahip olmuştur. Çünkü bununla ilk kez ülkemizde yapılan filmler de sansür (Senaryo sansürü) edilmekteydi.

Böylece, İstanbul’da kurulan sansür komisyonunda, İçişleri ve Milli savunma Bakanlıklarıyla Genelkurmay Başkanlığı birer temsilci bulundurmaktaydı. Kontrol (sansür) sırasında, ayrıca, il Polis Müdürüyle Emniyet Müfettişi ya da vekili komisyon toplantısına katılmaktaydı.

İstanbul’daki bu komisyonun verdiği kararları kesin olarak incelemek için Ankara’da bir komisyon daha kurulmuştu. Üç üyesi bulunan bu komisyona aynı bakanlıklarla Genelkurmay Başkanlığı birer temsilci göndermekteydi.

İstanbul’daki kontrol komisyonunun kararlarını Ankara’daki komisyon bir kez daha inceleyerek değiştirebilmekteydi. Ankara’daki komisyonun verdiği karar kesindi. Sansür uygulanan bir filmin halka gösterilebilmesi için bu filmin sahibine İstanbul veya Ankara polis

Müdürlüklerince izin belgesi verilmekteydi. Bu sansür uygulaması, 31 Temmuz 1939’a kadar sürmüş, o tarihte yürürlüğe giren bu tüzük her iki yönetmeliği kaldırmıştır. Aslında, bu tüzüğün yürürlüğe girişi, Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun 6. Maddesi karşısında gecikmiştir (Tikveş, 1970: 7).

Bu uygulama 19.07.1939 tarihli 2/11551 sayılı Filmlerin ve Film senaryolarının Kontrolüne Dair Tüzük ile yürürlükten kaldırılmıştır. Yeni yönetmelik üç ayrı kanuna dayanarak hazırlanmıştır. Bu kanunlar; 14.07.1934 tarihinde yürürlüğe giren 2559 sayılı Polis Görev ve Yetkileri Kanunu ve 26.05.1934 tarihli basın, radyo, tiyatro ve sinema kollarını denetlemek için hazırlanan Basın Yayın Genel Müdürlüğü Kuruluşu ve Görevlerine Dair Kanun ve kontrolden ziyade bir çeşit değerlendirme kanunu olan 10.02.1937 tarih ve 3122 sayılı Öğretici ve Teknik Filmler Hakkında Kanun’dur.

Hazırlanan tüzüğün ilk bölümü ithal filmleri, ikinci bölümü yerli filmlerin kontrolünü içermektedir. Yabancı filmleri İstanbul’daki komisyon, yerli filmleri ise Ankara, Merkez Film Kontrol Komisyonu denetlemektedir. İçişleri Bakanlığı’ndan bir yetkilinin başkanlığında Emniyet Genel Müdürlüğü, Genel Kurmay Başkanlığı, Basın-Yayın Genel Müdürlüğü ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan birer yetkili Sansür Kurulu’nun üyelerini oluşturmaktadır. (Barkören, 2005: 84).

Türkiye’de film çevirmek isteyen yerli ya da yabancı yapımcılar her kurum bulunduğu ilin valisine bir dilekçe vermek zorundaydı. Bu dilekçede:

i) Filmin ne amaçla çekilmek istendiği,

ii) Filmin nerede ve ne zaman çekilmek istendiği,

iii) Filmin konusunun nelerden ibaret olduğu,

Filmin çekilmesi kimlerin sorumluluğu altındaki heyet ve kişi tarafından sevk ve idare edileceği ve bu sorumlu şahısların kimlik, meslek ve kanuni konutları ve kendilerini ülkemizde konut sahibi değillerse kendilerini kimlerin tanıdığı belirtilmekteydi. Filmin senaryosunun altı adet kopyası dilekçeye iliştirilip, İçişleri Bakanlığına gönderilmekte, Bakanlık da evrakı Merkez Film Kontrol Komisyonu’na vermekteydi (Onaran, 1968: 19). Komisyon incelemesini şu hükümlere dayanarak yapmaktaydı:

ii) Herhangi bir ırk ve milleti küçük düşüren,

iii) Dost devlet ve milletlerin hislerini rencide eden,

iv) Din propagandası yapan,

v) Milli rejime aykırı olan siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propagandası yapan,

vi) Umumi terbiyeye ve ahlaka ve milli duygularımıza mugayir bulunan,

vii) Askerlik şeref ve haysiyetini kıran ve askerlik aleyhine propaganda yapan,

viii) Memleketin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olan,

ix) Cürüm işlemeğe tahrik eden,

x) İçinde Türkiye aleyhine propaganda vasıtası olacak sahneler bulunan filmlerin çekimine müsaade edilmez.

Komisyon filmleri seyrettikten sonra tüzükteki maddelere göre oylamaya geçmektedir. Bir filmin sinemalarda gösterim izni alabilmesi için en azından 2 karşı (aleyhte) oya, olumlu 3 (lehte) oy alması gerekmektedir. Oylama genelinde ayrı oyda bulunan komisyon üyesi, gerekçesini bağlı olduğu bakanlığa bildireceğini karar tutanağına yazmaktadır. Bakanlık, temsilcisinin kararını haklı bulursa en çok bir hafta içinde filmin ikinci defa incelenmesini İçişleri Bakanlığı’ndan talep etmektedir. Film yapımcılarının filmleri hakkında verilen olumsuz kararlara karşı Danıştay’a başvurma hakları bulunmaktadır. Filmler sansür kurulundan onay alsa da suç unsuru barındırıyor gerekçesiyle Türk Ceza Kanununun 426. Maddesine göre valilikler ve İçişleri Bakanlığı tarafından yasaklanabilmekte ve film yapımcısı cezalandırılabilmektedir (Barkören, 2005: 85).

Sansür komisyonun oylama sonucunda aldığı kararlar genellikle de üç ayrı biçimde gelişmektedir. Komisyon yapacağı inceleme sonucunda tümüyle red, tümüyle kabul, şartlı kabul (değişikliklerle) kararlarından birini vermektedir. (Özgüç, 1976: 12-13). Emniyet Müdürlüklerinin ilgili büroları tarafından verilen bu izin belgelerinde:

i) Filmi çekecek kişilerin ayrıntılı kimlik bilgileri,

iii) Filmin hangi bölgede çekileceği

iv) Çekim izin kararının tarihi ve numarası gösterilmeliydi.

Valiliklerce bu belgenin verilmesinin ardından durum bölgedeki ilgililere bildirilmektedir ve izin belgesinin polis tarafından her soruluşta gösterilmesi zorunlu kılınmaktadır. İncelenen ve kabul edilen senaryolar filme çekildikten sonra yine aynı komisyonca kontrol edilmekte ve gerek varsa değiştirmeler yapılmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken filmin, ‘Sinematografik Film’ tanımına uygun olmasıdır. Bu tanımlamaya göre; “sinema makinesi ile hareketli sinema filmi olarak çekilip halka açık yerlerde, halka gösterilen filmler” anlaşılmaktadır.

İçişleri Bakanlığınca her türlü film çekilirken, yönetmenin yanında eğer gerekli görülürse hükümet tarafından görevlendirilmiş bir ya da birkaç memur bulundurulmaktadır. Ayrıca filmlerin banyo işlemlerinin ülke dışında yapılması ve yerli filmlerin yurt dışında gösterim izni alabilmeleri hükümetin iznine bağlanmaktadır.

11 Temmuz 1963’de Genel Kurmay Başkanlığı’nın yazısı üzerine Sansür Yönetmeliği yürürlüğe konmuştur. Bu yönetmelikte savaş ve sıkıyönetim halinde her türlü haberleşmeye, süreli ve süresiz yayınlara, radyo ve televizyona, film senaryolarına ve filmlere ve benzerlerine sansürün nasıl uygulanacağı tüm detaylarıyla anlatılmıştır. Filmlerin ve film senaryolarının sansürü ‘kendi tüzüğüne göre’, yani 1939’dan beri yürürlükte olan sinema sansür tüzüğüne göre yapılacağı da ayrıca belirtilmiştir. (Barkören, 2005: 85).

1939 tarihli sansür tüzüğü, 23.09.1977 tarihinde yürürlüğe giren yeni sansür Tüzüğüne kadar ufak tefek değişikliklerle 38 yıl aralıksız uygulanmıştır.

Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi, 1978 yazında, sinemanın çeşitli sorunlarını çözümleyecek ve uygulanmakta olan sansür sisteminin sakıncalarına son verecek bir kanunun hazırlanması için çalışmalar düzenlemiştir. Var olan sansür sisteminin sakıncalarını ortaya koyan bu çalışmalarda ulaşılan sonuçlar değerlendirilerek Şubat 1979’da “Türk sinema Kurumu Yasa Tasarısı’na son şekli verilmiştir.

Bu tasarının dikkati çeken en önemli yönü, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununun 6.maddesini kaldırıp, sansür rejimine son vermesi, ruhsat sistemi yerine beyanname sistemini

getirmesi ve sansürsüz oynatılacak filmlerde suç unsurunun olması durumunda basında olduğu gibi ceza kovuşturması yolunu açmasıdır. Bunların dışında, 18 yaşından küçüklerin ruh ve beden sağlığının korunması için, filmin bunlara gösterilip gösterilmeyeceğini saptamak için Sınıflandırma Kurulu’nun oluşturulmasını öngörmesi tasarının diğer bir önemli yönü oluşturmaktadır (İçel, 2007: 442).

Türk sinemasının sansürle tanışması, 1919 yılında Mürebbiye filminin işgal altındaki İstanbul’da gösterime girmesiyle olmuştur (Özön, 1962: 24). Mürebbiye filmine uygulanan sansür dış kaynaklıdır. Bu sansür, Fransa tarafından, başka bir deyişle Fransızların İstanbul’daki işgalci komutanı General Franchet d’Esperey tarafından Türk sinemasına uygulanan ilk sansür olmuştur.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın alafrangalığa düşkün Osmanlı elitinin trajikomik hallerini, erkek düşkünü Fransız bir kadının ekseninde anlattığı Mürebbiye romanından aynı adla sinemaya uyarlanan filmde Fransız General Franchet’i sansür uygulamaya iten ya da kızdıran sebep neydi?

Hüseyin Rahmi, Mürebbiye de oluşturduğu Anjel karakterinin şehvet düşkünü bir kadın olduğunun ilk işaretlerini romanın başlarında vermektedir. Romanda, Paris’ten İstanbul’a sevgilisi Maksimle gelen Anjel, kaldıkları otelde sevgilisini bir başkasıyla aldatmıştır. Bunu öğrenen Maksim, sevgilisi Anjeli terk etmiştir. Sevgilisi tarafından terk edilen Anjel, yalnız ve parasız bir halde İstanbul’da kaldığından geçimini sağlamak için bir Osmanlı ailesinin yanında mürebbiyeliğe başlamıştır.

Anjel mürebbiyeliğe başladığı konakta kısa sürede tüm erkekleri baştan çıkarmış ve birbirine düşürmüştür. ilk önce konağın sahibi Dehri Efendi olmak üzere belli bir hiyerarşi içinde Aşçıbaşı Tosun Ağa’ya kadar konakta bulunan tüm erkeklerle birlikte olmuştur. Fransız General Franchet’i kızdıran da, şehvet düşkünü Fransız Anjel’in kendileri tarafından işgal edilen ülkenin beyaz perdesine alaycı bir şekilde yansıtılmış olmsıdır (Erkılıç, 2005: 88- 89).

Ünlü tiyatrocu Ahmet Fehim tarafından çekilen ve Malul Gaziler Cemiyetinin ilk yapımı olan Mürebbiye, İstanbul’da kısa süre gösterimde kaldıktan sonra “Fransızları küçük düşürüyor” bahanesiyle Franchet tarafından İstanbul’da gösterilmesi ve Anadolu’ya gönderilmesi yasaklanmıştır.

Malul Gaziler Cemiyeti’nin ilk yapımı olan ve Ahmet Fehim Efendi’nin de ilk yönetmenlik denemesi olan bir film için neden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mürebbiye romanı seçilmiştir? Sinema yazarı Nijat Özön’e göre bu sorunun iki cevabı vardır: “Birincisi, Ahmet Fehim’in sinema alanında hiçbir deneyimi yoktu. Bu yüzden de daha önce sahnelenmiş bir oyunun filme alınması tecrübe açısından bir avantaj olacaktı. İkinci olarak da işgal altındaki bir ülkenin sinemasının, düşmanlara karşı bilinçli ya da bilinçsiz, sessiz bir başkaldırıda bulunmak istemesi, bu eserin seçilmesinde rol oynamıştı” (Özuyar, 2004: 74).

Cumhuriyetin ilk yıllarında müstehcen olduğu gerekçesiyle sansüre maruz kalan ve İstanbul’daki gösterimi kısa süreliğine de olsa yasaklanan ilk film Fransız yapımı olan La- Garçonne (Erkek Kız) olmuştur. Viktor Margrit’in çok satan romanından sinemaya uyarlanan, başrolünde Fransız Delpa’nın yer aldığı film, müstehcen bulunarak yasaklanmıştır (Özuyar, 2004: 76). Haziran 1924 tarihli Sinema Yıldızı dergisinin ikinci sayısında “Çıplak Resimler” başlığı ile kaleme alınan yazıda bu filmin sansür hikâyesine ilişkin şunlar yazılmıştır:

“Sansür bir hastalık gibi bize de bulaştı. Fakat bizde uygulama daha farklıdır. İstanbul’da gösterimine izin verilmeyen La-Garçonne (Erkek Kız) filmine Ankara’da müsaade edilmiştir. Ankara’dan geldikten sonra İstanbul’un her tarafında gösterime girmiştir. La- Gorçonne filminde sansürü tetikleyecek kadar bir açıklık bulunmamakla birlikte resmi sansür heyeti bilinmez hangi sebepten, ihtimal dışı bir amaçla bu tarzda hareket etmiştir.”

La-Garçonne filmi Türkiye’de sansüre uğrayan ilk film olmakla birlikte, kendisinden sonra gelen ve içerisinde müstehcen sahneleri bulunduran filmlerin Türkiye’de gösterimine öncülük eden bir film olma niteliğini taşımaktadır. La-Garçonne filminin İstanbul’daki sansür heyeti tarafından bazı sahnelerin müstehcen olduğu gerekçesiyle yasaklanmasına karşın Ankara’daki sansür heyeti İstanbul heyetinin vermiş olduğu kararın tam aksine filmin gösterimine izin vermiştir. Ankara heyetinin vermiş olduğu bu karar İstanbul için emsal teşkil ettiğinden olsa gerek daha sonra filmin İstanbul’da gösterimine izin verilmiştir. La-Garçonne filminin Ankara tarafından müstehcen bulunmaması aynı zamanda bu filmin ülkenin diğer şehirlerinde de gösterilmesini sağlamıştır. Film, kısa bir süre sonra halkın beğenisini kazanarak İstanbul’da Alhamra, İzmir’de Palas Tayyare salonlarında kapalı gişe oynamıştır. (Scognamillo, 1991: 36)

La-Garçonne filminde görüldüğü gibi, filmlerin denetlenmesi konusunda şehirlerarasında yaşanan farklı uygulamaların olmasının nedeni, bu işin tek bir merkezden

yapılmıyor olmasıdır. Filmlerin denetlenmesi ya da sansürlenmesi konusunda birbiriyle çelişen kararlar; ancak 9 Haziran 1932’de film kontrollerinin merkezi bir teşkilata bağlanmasıyla sona ermiştir (Özuyar, 2004: 78).

Bugün sinemada ve televizyonda sıklıkla karşılaştığımız öpme ve öpüşme sahnelerinin beyaz perdede özgürlüğünü kazanması uzun ve zorlu bir mücadelenin sonucunda olmuştur. Öpme ve öpüşme sahneleri sinema sektörünün başına uzun süre “bela” olmuş ve sinemacılarla sansür arasında ciddi bir mücadelenin yaşanmasına neden olmuştur. Çağdaş sinema yapıtlarında görmeye alıştığımız buse sahnelerinin adı gecen dönemde beyaz perdeye yansıması ‘buse’yi bir ahlak problemi haline dönüştürmüştür. Bu ahlak problemine sebep olan sinemacılar, edepsizlik ve din dışı davranmakla suçlanmışlar, ayrıca sanatçılar ağır yaptırımlara maruz kalmışlardır. Ancak en ağır yaptırım sinema sanatına uygulanmış ve “buse sahneleri” filmlerden çıkartılarak gösterimi yasaklanmıştır (Özuyar, 2004: 79).

Sansürün dudak üzerindeki buseleri kesmesi, yapımcı, yönetmen ve salon sahiplerini zor durumda bırakmıştır sorunun çözümü için çeşitli yollar aranmış ve denenmiştir. Bu yollardan biri ‘Fransız Usulü Buse’ olarak adlandırılan ve ‘Masum Buseler’ diye tabir edilen sevgililerin birbirlerini arzulu bakışlarla yanak ya da saçtan öpmeleri olmuştur. Sinema Yıldızı dergisinin 14 Haziran 1924 tarihli birinci sayısında ‘Fransız Usulü Buse’yi sansür karşısında zorla kabul etmek zorunda kalan Amerikan sineması için “Amerikalılar, Fransızlar gibi yanaktan, saçtan öpmeyi sevmezler… Busenin zevki yalnız dudaktadır derler. Buna rağmen sansürden sonra mecburen Fransız tarzına dönmek zorunda kalmışlardır. Zira sansür yalnız dudak üzerindeki buse için hudut tayin ediyor” ifadesine yer verilmiştir (Özuyar, 2004: 81).

Sinemacıların sansüre uğramamak için buldukları bir diğer yöntem de buseyi seyirciye göstermeden hissettirme yöntemi olmuştur. Bu yöntemde, perdede gerçekleşmeyecek busenin etkisini verebilmek için oyuncular, karşılıklı olarak dudaklarını birbirine yaklaştırmış, yakın planlarla titreyen dudaklar gösterilmiş aynı anda oyuncular gözlerini birbirlerine odaklayıp istekli bakışlarla bir süre birbirlerine bakmıştır ardından kararan sahne geçişleriyle busenin etkisi seyirciye verilmiştir.

Sansür ile sinemacılar arasında yaşanan bu gerginlikler zaman içerisinde halktan gelen talep ve yapımcıların kararlı direnişleri karşısında yumuşamış ve sonuçtan ‘dudak busesi’ belirli esaslara bağlanarak beyaz perdedeki özgürlüğüne kavuşmuştur.

Buselerin dudaklarda birleşmesine izin veren sansür, buselerin ahlaka aykırı uygun olması amacıyla bu sefer de buse üzerinde süre ve uzunluk kısıtlaması getirmiştir. Buna göre bir filmde yer alan dudak buselerinin ahlaka uygun olması için sansürün izin verdiği ölçü bir buçuk metreydi ve iki metreyi geçen buse sahnelerinin yer aldığı filmler gayri ahlaki bulunarak yasaklanmış ya da makaslanmıştır (Özuyar, 2004: 81).

Dünya sinemasında ‘buse’ olgusu ile ilgili yaşanan bu karmaşık durum Türk sinemasında yaşanmamıştır. Ülkenin içinde olduğu siyasi durum bu sorunun görülmesini engellemiştir. Bu yüzden gerek Osmanlı’nın son yılları, gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında “buse” sinemamız için bir sorun teşkil etmemiştir. Ve yasaklanıp yasaklanmaması dahi düşünülmemiştir. Dünyadaki sansür otoritelerinin “buse”den daha sakıncalı gördükleri “müstehcenlik” olgusu bile dünya ülkelerindeki film gösterimlerine göre ülkemizdeki yerli ve yabancı filmlerin gösterimlerine bir sorun oluşturmamıştır. Hatta Cumhuriyet öncesi çekilen filmlerde, filmin öyküsü kadın karakterler üzerine kurulmuştur: Sedat Simavi’nin Pençe (1917) ve Ahmet Fehim’in 1919’da çektiği Mürebbiye ve Binnaz filmlerinde bunlara verilecek en güzel örnekler olmuştur (Özuyar, 2004: 82).

Mehmet Rauf’un 1909’da yayımlanan Pençe adlı oyundan aynı adla sinemaya uyarlanan film, içerisinde birçok müstehcen sahne bulunduğundan oldukça sert eleştirilmiş, gayri ahlaki ve yüz kızartıcı bulunmuştur. Ancak filmin gösterimine herhangi bir yasak konulmamış ve müstehcen bulunan sahneler, sansür edilmemiştir. Günümüze ulaşmayan bu film hakkında yapılan değerlendirmeler o dönemin basında çıkan haber ve eleştirilere dayanmaktadır.

Pençe gibi günümüze ulaşamayan bir diğer film de Mürebbiye’dir. Hüseyin Rahmi’nin Mürebbiye romanından aynı adla sinemaya uyarlanan bu filmin, belge olarak günümüze ulaşan çekim listesine göre bu filmde ‘buse’ sahneleri bulunmaktadır. Yine bu listeye göre filmin ana karakteri Anjel (Madam Kalitea), bir otel odasında genç aşığı ile kucaklaşıp öpüşürken, yaşlı sevgilisi Maksim tarafından yakalanmıştır. Türk sinemasında Madam Kalitea öpüşen ilk kadın oyuncu olarak kayıtlara geçmiştir (Özgüç, 1994: 16).

Cumhuriyet dönemi öncesinde çekilen bu iki kayıp film ‘buse’ olgusunun Türk sinemasında bir sorun olarak algılanmadığını göstermektedir. Türkiye’de film yapım sürecinin kötü koşullarda, siyasi çalkantıların yaşandığı bir dönemde ve dünya sinema

faaliyetlerine oranla geç başlamış olması, sinema sanatını denetleyen bir sansür kurumunun oluşmasını, haliyle de ‘buse’nin bir sorun olmasını engellemiştir (Özuyar, 2004: 83).

1922 yılında M. Ertuğrul Nur Baba (Boğaziçi Esrarı) adlı filmi çekmiştir. Filmde zevk ve şehvet düşkünü bir Bektaşi şeyhi anlatılmıştır. Filmin çekildiği zaman bir grup Bektaşi film setini basarak oyuncuları tartaklamıştır. İşgalci kuvvetler, olayın daha da büyümesini engellemek için filmin gösterilmesini yasaklamıştır. Film İstanbul’un düşman işgalinin kurtuluşunun ardından gösterime girebilmiştir.

1932 yılına kadar merkezi bir sansür kurulu bulunmamaktadır. Bu tarihe kadar filmler iki polis memuru tarafından izlenmiş ve uygun olmayan sahneleri varsa bunlar kesilmiştir. 1932 yılında bu yetki İçişleri Bakanlığına verilerek, merkezi bir kurul öngörülmüştür. 1939 Sansür Yönetmeliği genellikle 7. maddenin 5. ve 6. Fıkrası uyarınca kararlar almıştır. 7. maddenin 5. Fıkrası ‘Toplumsal İçerikli filmlere’ 6. Fıkrası ise seks filmlerine uygulanmıştır. 7. maddenin 5. Fıkrası Milli Rejime aykırı olan siyasi iktisadi, içtimai ideoloji propagandası yapan filmler için uygulanmıştır. Özellikle de 5. Fıkranın uygulanışı iktidarların genel ve politik çizgilerine göre değişmiştir. Böyle olunca da sansür düşünce ve sanat alanında bağımlı olduğu kurulu düzenin yapısına göre belli bir sınırlama getirmiştir. Bu da sanat sansüründen çok politik bir sansür niteliği taşımıştır (Özgüç, 1976: 24).

Yönetmen ve yapımcı Faruk Kenç o dönem için şunları söylemektedir: “Hiç belli olmuyordu. Bir filmde belirtmedikleri bir sahneyi diğer bir filmde men ediyorlardı. Ya da tersini söyleyelim bir filmde sansür edilen bir sahne diğer bir filmde serbest bırakılıyordu. Onun için hiçbir garantimiz hiçbir güvencemiz yoktu. O dönemin hemen hemen tüm sinemacıları aynı sorunla karşı karşıyaydı” (Kenç, Türkiye Sinema Filmleri ve Sansür Belgeseli).

Burhan Arpad bir yazısında sansürle ilgili şunları söylemektedir:

“Bir sokağın bozuk kaldırımları bir şehrin kenar semtleri, köylülerin yamalı kıyafetleri, yalınayak çocukların bulunduğu bir sahne, o hükmün uygulanacağı ve uyulacağı yasak gerekçeleridir. Eğer sansür kurlunun canı çekerse, yine bir filmin pek çok sahnesi ‘umumi terbiyeye aykırı’, ahlak ve ‘milli duygulara aykırı’, ‘memleket inzibat ve emniyetine zararlı’, ‘Cürüm işlemeye teşvik eder’ görülüp yasaklanabilir” (Özgüç, 1976: 24-25).

Yönetmen Faruk Kenç o dönem Sansür Kurulunda görev yapanların sinemayla yakından uzaktan hiçbir alakaları olmadığını şu ifadelerle anlatmaktadır. “Filmin F’sinden anlamıyorlar, film nasıl yapılır, senaryo nasıl yazılır, güçlükleri bilmezlerdi. Tek bildikleri şey emretmekti, bu kesilsin, bu çıksın, bu men edilsin. Bu dönemlerde genellikle kurul başkanları kızağa çekilmiş valilerdi”. Savaş sırasında propaganda filmlerinin kitleler üzerindeki etkisi anlaşılmış ve buna bağlı olarak ulusal sinemanın önemi artmıştır. Savaşın ardından ulusal sinema desteklenmiş ve tek parti yönetiminin tiyatro kökenli sinema anlayışı geride bırakılmıştır. Yeşilçam denilen sinemacılar kuşağı çok partili dönemle birlikte hayata geçmiştir. Ömer Lütfi Akaf bu dönemin öncü sinemacısı olarak Vurun Kahpeye filmiyle dikkat çekmiştir. Bu film bazı aydınların sert eleştirilerine maruz kalmıştır. Filmde, Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci düşman kuvvetlerine karşı olduğu halde bir iftiraya uğrayarak padişah yanlısı kişilerce linç edilerek öldürülen Aliye öğretmenin öyküsü anlatılmaktadır. Halide Edip Adıvar’ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan film o dönemde çok sert tepkiler almıştır (Sim, 1996: 64).

Bu dönemde film yapımcıları büyük bürokratik engellerle karşılaşmaktaydır. Film Çekmek isteyen yapımcı öncelikle bulunduğu yerin mülki amirine senaryoyla birlikte bir dilekçe vermekte, senaryo incelenmek üzere İçişleri Bakanlığı’na gönderilmekte, bakanlık bu

Benzer Belgeler