• Sonuç bulunamadı

Cumhuriyet Dönemi 1923–1950 Arası Girişimcilik

2.1. GİRİŞİMCİLİĞİN TARİHSEL GELİŞİMİ

2.1.2. Cumhuriyet Dönemi 1923–1950 Arası Girişimcilik

1912 ile 1922 yılları arasında süren on yıllık savaş bittiği zaman artık Türkiye’nin beşeri coğrafyası değişmişti. Bir yanda yanmış yıkılmış şehirler ve evsiz insanlar diğer yanda yeni bir ülkeye yerleşme çabası içinde evini sırtına yüklemiş fakir göçmenler vardı. Bu dönemi AKTAR “Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları” adlı eserinde şöyle açıklamaktadır:

1912–1922 yılları arasında yaşanan savaşların Türkiye’de homojen bir nüfusun oluşmasına katkısı büyüktür. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında, Anadolu’nun her bölgesindeki Osmanlı Ermenilerinin zorla tehcir ettirilmeleri ve bu insanların önce Suriye’ye daha sonra Ermenistan’a ve en sonunda da bir kısmının Yunanistan’a göç etmeleri Anadolu’nun gayrimüslim azınlıklardan arındırılma sürecinde bir dönüm

201 Ekmeleddin İhsanoğlu, v.d., “Osmanlı Devleti Tarihi”, Feza Gazetecilik AŞ., İstanbul 1999, 2. Cilt

noktası olarak kabul edilmelidir. Türk-Yunan nüfus mübadelesi ise, Anadolu’da homojen bir nüfusun yaratılması sürecinde son aşama olarak görülmelidir.

Nüfus mübadelesinin ve Rum nüfusunu Anadolu’yu terk etmesinin ilk sonuçlarının ekonomik hayatta ortaya çıktığını bilinmektedir. Bu dönemde, girişimcilerin yokluğundan ve ticari hayatta girişimcilik ile ilgili bilgi ve becerilerin azlığından doğan sorunlar yaşanmaktadır. On yıllık savaş sırasında Anadolu’nun ekonomik açıdan göreli olarak gelişmiş şehirleri olan Samsun, Trabzon, Erzurum, Adana ve Antep’te bulunan gayrimüslim kökenli ticaret burjuvazisi ya 1915 yılında Ermeni Tehciri ile yurtdışına sürülmüş ya da 1923–24 yılında mübadeleye tabi tutulmuştur. Bunlara ilaveten, Osmanlı işçi sınıfının gayrimüslim kökenli mensupları da tehcir ve mübadele konusunda ticaret burjuvazisi ile aynı kaderi paylaşmışlardı. Girişimcilerin yanı sıra kalifiye işçilerin bir kısmının da ortadan kaybolması ekonomik hayatta ciddi bir boşluk yaratmıştır. Yeni palazlanmakta olan Müslüman-Türk kökenli burjuvazi ise, ekonominin tüm sektörlerinde ülkeyi terk etmiş olan gayrimüslimlerin yerini dolduracak bir etkinliğe ulaşmaktan uzaktı. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, bir ülkenin insan malzemesinin bir gecede dönüşüme uğrayarak gidenlerin yerini doldurması beklenemezdi.202

Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi kurucuları ülke Kurtuluş Savaşı’yla siyasal bağımsızlığı kazanınca, ekonomik bağımsızlığı kazanmak için de bir ulusal girişimciler grubu yaratma çabasına girmişlerdir. İzmir İktisat Kongresi’nin aldığı kararlar, bu temel ideolojiyi destekler niteliktedir.

1930 yılından sonra devletçilik prensibi ekonomik alanda hükümet programına alınmış ve bu prensip 1923 Anayasası’na 5 Şubat 1937’de dahil edilmiştir. Afet İnan’ın “mutedil devletçilik” olarak tanımladığı bu prensip çerçevesinde yurdun doğal kaynaklarının tespit edilerek nerelerde hangi endüstrinin kurulabileceğinin ekonomik koşullara göre planlaması; devletin yapacağı ve işletecekleri yanında bu plana göre özel teşebbüse imkan sağlanması öngörülmüştür.

Bu durumun, endüstrileşme ile mümkün olabilmesi nedeniyle, ekonomik gelişmenin hükümet teşkilatı içerinde yer alması ve bu yönden toptan ele alınarak düzenlenmesi gerekmekteydi. Bunda iki esas bulunmaktaydı:

1- Devletin kurduğu tesisler ve onların işletilmesi.

2- Yapılmasını özel teşebbüslere bıraktığı işlerin coğrafi bölgelere göre düzenlenmesi ve denetimi.

Özel mülkiyet ve ekonomik teşebbüs haklarını tanıyan bu sistem, bütün memleketin kaynakları ve insan çalışma gücü ve emeğinin iyi ayarlanması ve kontrol edilmesi durumunda her zaman verimli olabilecekti. devletçilik prensibinde özel işletmelerle devletin yapacakları arasında kesin bir sınırlama olmamakla beraber, nazım bir plan ve onun kontrolünün herhalde memleketin ekonomik kalkınmasında büyük yardımı olacaktır. 203

Türk sanayine ve dolayısı ile bu sanayi kapsamında bulunan küçük ve orta ölçekli işletmelere ilişkin 1930’lu yılların başında Amerikalı uzmanlar Walkers D. Hines ve Evdin Walter Kemmerer tarafından gerçekleştirilen “Türkiye’nin İktisadi Bakımdan Umumi Bir Tetkiki 1933-1934” başlıklı çalışmalarında, 1927 tarihli kayıtlardan “mamul maddelerin üretiminde ev sanayinin oynadığı mühim rol müstesna, modern büyük sanayi üretiminden çok uzak olan ufak müesseselere çoğunlukla tesadüf edilmiş olduğundan bahsetmektedirler. Uzmanlar o tarihlerde kaydolan 65.245 sınai müesseseyi işçi adedine göre aşağıdaki şekilde bir ayırıma tabi tutmuşlardır:

Tablo 6 : İşçi Adedine Göre Müessese Sayısı ( Hines ve Kemmerer ).

Yalnız Bir Kişi Çalıştıran 23.316

Yalnız Bir Kişi Çalıştırarak

aynı zamanda aile efradının yardımından istifade eden 4.914

İki veya üç kişi kullanan 23.332

Dört veya beş kişi kullanan 7.623

Altı ila on kişi kullanan 3.940

On bir ila yirmi kişi kullanan 1.188 Yirmi beş ila elli kişi kullanan 551 Elli bir ila yüz kişi kullanan 166

Yüzden fazla işçi kullanan 155

Kaynak: Gülmez, Mesut. Türkiye Bölgesel Çalışma İlişkileri Tarihi (1936 Öncesi). Türkiye Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları No:205. Ankara. 1983. s.529

Böylece, çalışmadaki ifadesi ile, “on kişiden fazla işçi kullanan ve fabrika tesmiyesine (isimlendirmesine) layık olan müesseselerin adedi ancak 2.060’ a baliğ

203 M. Ali Gürol, Türkiye’de Kadın Girişimci ve Küçük İşletmesi, Atılım Üniversitesi Yayını-2,

olmakta”; bu durumda da, işletmeler toplamı içerisinde on kişiden fazla işçi çalıştıran işletmelerin yüzdesi 8.8, az sayıda işçi çalıştıran, küçük işletme olarak nitelenebilecek olanların yüzdesi ise 91.2’si olmaktadır. 204

Lozan Antlaşmasının imzalanmasından sonraki dönemde, ticari hayatta yaşanan boşluğu doldurmak üzere Müslüman- Türk kökenli tüccarın evreye sokulmasına çalışılmıştır. Bu dönemde, Ankara hükümeti ile iyi ilişkiler kurmuş olan bazı yerel eşraf “emvâl-i metruke” olarak adlandırılan terk edilmiş Rum mallarının üzerine oturmuştur. Belki daha önemlisi, kent kökenli Rum nüfusunun geride bırakmış olduğu küçük sanayi işletmelerinin ve işyerlerinin paylaşımında da yerel eşraf ve Ankara bağlantılı seçkinlerin aslan payını kapmış olmalarıdır. On yıllık savaştan önce azınlıkların ülke ticareti içindeki sahip oldukları anahtar rolü oynamaya soyunan yeni bir Müslüman- Türk girişimci grubunun bu dönemde ortaya çıkmak ve rüştünü ispatlamak için bir mücadele vermektedir. Her ne kadar bunların uluslar arası ticaret deneyimleri ve girişimcilik becerileri son derece sınırlı olsa da, en azından Ankara hükümetinin doğrudan desteğini almış olmaktan ötürü kendilerini güvencede hissediyorlardı.

Bütün eksikliklerine rağmen 1920’lerin ortasından itibaren yerli girişimcilerin azınlıklardan boşalan yeri yavaş yavaş doldurmaya başlamıştır. 1925 yılı nisan ayında İzmir Ticaret Odası Başkanı Alaiyelizade Mahmut Bey tarafından, birazda propaganda amaçlı bir rapor hazırlanır. Raporda, İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşundan sonra iç bölgelerden gelen yerli müteşebbislerin kısa sürede İzmir’de 54 manifaturacı dükkânı açtıkları ve ithal malları sattıkları anlatılmaktadır. Bunlara ilaveten aynı raporda İzmir’de tarımsal ürünlerin ihracatında uzmanlaşmış birçok firma kurulduğu belirtilmektedir. 1920’lerde ağırlıklı olarak İzmir’den ihraç edilen tütün, kuru üzüm, pamuk, kuru incir ve fındık gibi tarımsal ürünler Türkiye’nin toplam ihracat gelirinin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturuyordu. Milli Mücadeleden sonra Batı Anadolu’da Gerçekleştirilen üretim rakamları raporda ayrıntılı olarak verilmekte, Ankara hükümetinin sürekli desteği sayesinde çekirdeksiz kuru üzüm, kuru incir, tütün, zeytinyağı, pamuk gibi ürünlerde savaş öncesi üretim miktarlarına ulaşıldığı vurgulanmaktadır.

1929 yılı Kasım ayında İngiliz Elçisi Sir George Clerk tarafından hazırlanan raporda Müslüman-Türkler tarafından yeni kurulan firmalarda gözlemlenen “kifayetsizlikler” anlatılmakta ve Türk işadamları hakkında şöyle yorumlar yapılmaktadır.

204Mesut Gülmez, Türkiye Bölgesel Çalışma İlişkileri Tarihi (1936 Öncesi), Türkiye Orta Doğu

“Türk ticaretinin belkemiğini oluşturan Rum ve Ermeni aracıların yerini doldurmaya çabalayan birçok Türk şirketi bu kifayetsizlikleri aynen tekrarlamaktadır. İstisnasız olarak, bu şirketlerin hemen hepsi(yabancı firmaların) temsilcisi olarak işe başlarlar. Fakat bunlarda ne yerlerini doldurmaya çalıştıkları Hıristiyan seleflerinin yaptığı gibi yavaş yavaş zenginleşmeye uygun bir yaratılış, ne de ( onların sahip oldukları)sabır ve tecrübe vardır. Birçok Örnekte görüldüğü gibi, (bu şirketler) temsilcilik görevlerini ihmal ederek Ankara’ya koşarlar ve büyük (devlet)ihaleleri kaparak zengin olmaya çalışırlar. Zaten son yıllarda (Türkiye’de ) ticari ahlak da çöküntüye uğramıştır.

İngiliz Elçisinin raporundan anlaşıldığı kadarıyla, Ankara’dan Müslüman-Türk girişimcilere gelen destek ve yardım pek arzu edilen sonuçları ortaya çıkarmamıştır. Eğer azınlıkların yerini doldurması düşünülen “milli tüccar” kesimine Ankara’dan bu kadar teşvik ve koruma sağlanmamış olsaydı, onlar da girişimcilik kapasitelerini geliştirmek için belki biraz çaba göstermek zorunda kalacaklardı. Bu dönemde verilen devlet desteğinin “milli Tüccar” olarak adlandırılan bu kesimin girişimcilik becerilerini geliştirmek bir yana, tam tersine onları atalete sürüklediği anlaşılıyor. Yerli girişimcilerin bilgi ve becerilerini geliştirmek konusunda yerlerinde saymaları, Kemalist seçkinlerin ilerideki yıllarda farklı alternatifler aramaya zorlamış olabilir.

Nitekim 1930’ları başından itibaren, azınlıkların boşalttığı yerin tam anlamıyla doldurulamamış olması ve 1929 Dünya Bunalımı’nın ticari hayatta yaratmış olduğu çöküntü sonucunda, Kemalist seçkinler “kendine yeterli” ve “içine kapalı” bir ekonomik gelişme modeline doğru yönelmeye başladılar. Bu yönelim doğrultusunda, Tek Parti Döneminde, özel kesimin yetersizliklerini kapatmak amacıyla KİT’lerin kurulmuş olması ve devletin ekonomik hayata gittikçe artan oranda müdahale etmesi, Türk iş adamları grubunun sayısal açıdan güdük kalmasına yol açmıştır. Ayrıca bu dönemde, Türk işadamları arasında yukarıda özetlenen kifayetsizliklerin kemikleştiğini ve hatta kalıcı hale geldiğini de söyleyebiliriz. Artan devlet müdahalesine paralel olarak, karar verme süreçlerinde gittikçe fazlalaşan merkeziyetçilik eğiliminin sonucunda, yeni palazlanan “milli tüccar” dikkatini Ankara’ya çevirmek zorunda kalmıştır. Türk iş adamları kesiminin tarihsel kökenleri hakkında yapılmış bir çalışmada, Cumhuriyet döneminde devlet-özel sektör ilişkisinin belirgin özellikleri tanımlanırken işadamları arasındaki rekabetin esas olarak “Ankara’daki hükümet ve bakanlık binalarında yapıldığı” ve hangi firmanın ayakta kalacağı konusundaki kararı tüketicilerin değil; aksine devletin verdiği vurgulanmaktadır. Türk iş adamların verdikleri kararlarda ve

davranışlarında piyasada oluşan talepten ziyade, Ankara’daki bürokratların yaktıkları yeşil ışığın tayin edici olduğunu söyleyebiliriz.

Kısaca azınlıkların yerinin “milli tüccar” ile doldurulması süreci, aynı zamanda Türk iş adamları kesiminin doğuş ve palazlanma süreci demektir. Türk-Yunan nüfus mübadelesinin sonunda ülkeyi terk eden azınlıkların yerlerinin bu yöntemle doldurulmuş olması, Türkiye’de devlet-işadamları ilişkisini yukarıda özetlenen eksene oturtmuş ve devlet eli ile oluşturulan işadamları kesimi doğuştan sırtlarında taşıdıkları kamburla hayatlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Bugün bile Türk-Yunan nüfus mübadelesinin kalıcı etkileri üzerinde düşündüğümüz zaman, azınlıkların yerini doldurmak üzere yetiştirilen birinci nesil Müslüman- Türk işadamlarının bazı kritik konularda bağımsız tavır ortaya koyamamalarının altında mübadele sonrası dönemde yaşananları aramamız hiç de yanıltıcı olamaz. Ne de olsa, bireyler gibi toplumsal grup ve kesimlerin de çocukluk dönemlerinde edinmiş oldukları bazı alışkanlıklardan kurtulmaları ve özgüven geliştirip rüştlerini ispat etmeleri hayli zaman almaktadır.205

Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk; ekonomiyi kasıtla, “Asıl savaş şimdi başlıyor.” diyerek kalkınma hamlesi başlatmıştır. Devamlı olarak şartları inceleyen, önlemler alan ve barış içinde gelişmeye çalışan bir ekonomik yapı oluşturmaya çalışmıştır. Ekonomik faaliyetlerde özel sektörü ve devleti bir bütün olarak kabul etmiştir. Düzenleyici, düzeltici ve teşvik edici önlemleri alarak piyasaların serbest işlemesine özen göstermiştir.206 Nitekim 1922’de toplanmış olan 1.İzmir İktisat

Kongresi’nde alınan kararların da bu ideolojiyi desteklediği görülmektedir. Kongrede alınan belli başlı kararlar ise şöyledir:

1. Anonim şirket kuruluşunun kolaylaştırılması 2. Milli bankaların kurulması

3. Demiryolu inşaatlarının devletçe programlanması 4. Sanayiinin teşvik edilmesi

5. Yerli malı kullanılması

Cumhuriyet’ in ilanından 1930’a kadar geçen süre milli ekonominin inşasına ayrılmıştır. Bu dönemde ekonomideki yabancı hakimiyetinin kırılmasına ve girişimciliğin güçlendirilmesine çalışılmıştır. Bunun için 1927 senesinde Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmıştır. Savaşın ağır etkilerinin sürmesi nedeniyle ciddi bir gelişme sağlanamamıştır.

205 Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, iletişim yayınları, İstanbul 2000, s.49, 55 206 Atatürkçülük, Genel Kurmay Başkanlığı Yayınları, İstanbul 1984, s. 220

1929’da tüm dünyayı sarsan ekonomik kriz Türkiye’ yi de derinden etkilemiştir. Bu krizin etkileri ve özel sektörün yetersiz kalışı ekonomide devletçiliğin benimsenmesine neden olmuştur. 1932’de Atatürk’ün öncülüğünde sanayii kapsayan beşer yıllık ekonomi planları uygulanmaya başlamıştır. İlki başarı ile uygulanan bu planların ikincisi Atatürk’ün ölümü ve ardından İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle uygulanamamıştır. Savaş ekonomisi ise girişimciliğe büyük ölçüde engel teşkil etmiştir.

1942 yılında varlık vergisi uygulanmıştır. Savaş yıllarında emisyon arttırıldığı için istifçilik ve pahalılık artmıştır. Bununla beraber ithalatçı bazı azınlıkların elde ettiği fahiş ve haksız kazançların oluşturduğu büyük servetlerden bir defaya mahsus olarak alınan varlık vergisi de çare olamamıştır. Yine de özel sektörde gözle görülen bir canlanma olmuştur.