1
Flem Snopes dükkana çırak geldiğinde Eula Varner on üçünde bile yoktu. On altı çocuğun en sonuncusu, evin bebe
ğiydi, gerçi daha onuncu yılında boyca annesine yetişmiş ve onu geçmişti. Şimdi, daha on üç yaşını doldurmadığı halde bir
çok yetişkin kadından daha iriydi ve göğüsleri bile artık ergen
liğin ya da genç kızlığın o küçük, sert sivri uçlu konileri değil
di. Aksine, tüm görünüşü Dionysos"" zamanlarından kalma bir simgeciliği anıştırıyordu -güneş ışığında bal ve çatlamış üzüm
ler, sert, zorba, keçitoynağı altında ezilmiş, döllenm�ş asmanın kıvranan kanaması. Çağdaş dekorun yaşayan bir bireyi olarak görünmüyordu da, sanki ses geçirmez bir cam arkasında gün
lerin birbirini kovaladığı kalabalık bir boşlukta yaşıyor, orada, samurtkan bir sersemlik içinde, ona tüm memeli erginliğinden miras kalma, usanmış bir bilgelikle kendi organlarının büyüyü
şünü dinler görünüyordu.
Babası gibi, yola getirilemez tembelin biriydi, gerçi babada sürekli telaşlı, neşeli bir aylaklık olan şey kızda zaptedilemez ve acımasız, gerçek bir güçtü. Yemek masasına oturup kalkma
nın, yatağa girip çıkmanın dışında kendi isteğiyle hiç mi hiç kı
mıldamazdı. Yürümeyi öğrenmekte gecikmişti. O yörenin gör
düğü tek ve ilk bebek arabası onundu, neredeyse köpek arabası kadar büyük, kaba ve pahalı bir şeydi. Bacaklarını
uzatamaya-• Dionysos: Üreme tanrısı olarak da bilinen bir Yunan tanrısı. (Ç.N .) 1 03
cak kadar büyüdökten çok sonraya dek onun içinde kaldı. Onu bebek arabasından çıkartmak için ancak yetişkin bir erkek gü
cünün gerektiği yaşa geldiğinde, bu iş zorla sona erdirilmiş ol
du. Sonra sandalyelerde oturmaya başladı. Sorun, gideceği her
hangi bir yere taşınmakta diretmesi değildi. Sorun şuydu ki, sanki bebeklikte bile gitmek isteyebileceği hiçbir yerin olmadı
ğını biliyordu; bir ilerleyişin sonunda hiçbir yeni ya da özgün şeyin olmadığının, her yerin hep birbirine benzediğinin farkın
daydı. Beşine ya da alhsına değin, annesi onu evde yalnız bı
rakmak istemediğinden, her yere gitmeye zorunlu olduğu dö
nemde, evin zenci uşağı tarafından taşınırdı. Üçü yoldan geçer
ken görülürlerdi -yabanlık giysisi ve şah içinde Bayan Varner ve koruyucu eşliğinde tuhaf bir Sabine tecavüzündeki gibi sal
lanan, uzun, dişiliği şimdiden su götürmez yükünün altında hafifçe sendeleyerek onu izleyen zenci uşak.
Onun da sıradan oyuncak bebekleri vardı. Kendi oturduğu sandalyenin çevresindekilere oturturdu onları; orada öylece ka
lırlardı; hiçbirinde öbürlerinden daha az ya da çok yaşamı an
dırır izler görülmeden. Sonunda babası, demircisine Eula'nın ilk üç yılını içinde geçirdiği bebek arabasının bir minyatürünü yaptırdı. O da kaba ve ağırdı ama o yöredekilerin haberini aldı
ğı ya da gördüğü tek oyuncak bebek arabasıydı. Eula bütün bü
tün bebeklerini onun içine doldurur, kendi de yanında bir san
dalyeye otururdu. Önceleri geri zekalılık bu diye düşündüler, küçük çapta da olsa kadınsı bir erginliğe henüz erişmedi dedi
ler. Ancak, çok geçmeden anladılar ki oyuncak bebeğe olan ilgi
sizliği bebeği kımıldatmak için kendisinin de kımıldamak zo
runda olmasındandı.
Evin süpürölüp temizlenmesi ve yemek yeme gibi kaçınıl
maz şeyler yüzünden evin içinde bir sandalyeden öbürüne taşı
narak, bebeklikten sekiz yaşına değin sandalyelerde büyüdü.
Annesinin diretmesi üzerine Varner, demircisine ev aletlerinin minyatürlerini -küçücük süpürgeler ve tahta bezleri, küçük gerçek bir fırın- yaptırmayı sürdürdü, kıza bir eğlence, yararlı bir oyun yaratmak umuduyla; gerçi hepsi, tek tek ve hep birlik
te, yaşlı bir ayyaşa bir iki yudum soğuk çay neyse, görünüşe göre Eula için de bunlar öyleydi. Ne bir oyun arkadaşı vardı,
ne de bir kız sırdaşı. İstemezdi onları. O şiddetli, bazen kısa ömürlü içli dışlı arkadaşlığı, iki kız çocuğun erkek yaşıtlarına ve ergin dünyaya karşı kurdukları o cenkçi, gizli arabozuculu
ğu hiç kurmadı. Hiçbir şey yapmadı. Hala dölüttü sanki. Yal
nızca yarısı doğmuş gibiydi; öyle ki sanki zeka ve gövde bir yo
lunu bulup da tümüyle ayrılmışlar ya da umutsuzca birbirine dolaşmışlardı; sanki ya ikisinden yalnız biri ortaya çıkmayı ba
şarmıştı, ya da sanki biri ortaya çıkmıştı ama öbürüyle birlikte değil de ona gebe olarak. "Belki de erkek gibi bir kız olacak,"
dedi babası.
"Ne zaman?" dedi Jody -bir kıvılcım, bir parıltı; öfkeli bir çaresizlikten doğmuş da olsa. "Bu gidişle önümüzdeki elli yıl içinde düşecek bir meşe tohumu olamaz ki Eula, ona tırman
maya davranana dek büyümesin, çürümesin ve kesilip ateşte yakılmasın."
Sekizine geldiğinde ağabeyi, Eula'nın okula gitmesine ka
rar verdi. Annesi ve babası onun bir gün başlaması gerektiğini çoktan düşünmüşlerdi, belki başlıca nedeni Will Varner'ın mü
tevelli sıfatıyla okulun varlığının ana dayanağı ve yargıcısı ol
masıydı. Okul, o yörenin tüm ana babalarının bildiği gibi, ger
çekten de Varner'ın girişimlerinden biriydi; Varner er geç, kısa bir süre için de olsa kızının oraya gitmesini isteyecekti, tıpkı bir faiz hesabında kalmış son senti de almak için direttiği gibi. Ba
yan Varner pek aldırış etmiyordu kızının okula gidip gitmeme
sine. O, ilçedeki en iyi ev kadınlarından biriydi ve işlerinde yo
rulmak nedir bilmezdi. Patates kilerlerinden, tütsü odasının oy
malı çatıkirişlerinden, dopdolu rafların görünüşünden, ütülü çarşafları yerleştirmekten, salt ev yönetiminden ve tutumluluk
tan, kıvanç duymayla hiçbir ilgisi olmayan gerçek bedensel bir tat alıyordu. Kendisi de okuma yazma bilmezdi. Evlendiğinde biraz okuyabiliyordu, ama o zamanlar bu konuda pek fazla uy
gulama yapmadığından son kırk yıldır bu alışkanlığını da yitir
mişti. Şimdi bir olayın, öykü olsun gerçek haber olsun, yaşayan soluğuyla yüz yüze olmayı ve onunla ilgili törel düşüncelerini belirtip eleştirebilmeyi yeğliyordu. Onun için kadınlara okuma yazmanın gerekli olduğu kanısında değildi. Onun kanısı şuydu ki, yiyecek maddelerinin en iyi karışımı hiçbir yazılı sayfada
l OS
değil, karıştıran kaşığın tadındaydı ve cebindeki paradan har
cadığı parayı çıkarınca geriye ne kaldığını bilebilmek için okula gitmesi gereken bir ev kadını da hiçbir zaman bir ev kadını ola
mazdı.
Eula'nın sekizinci yazında bir bilim savunucusu gibi nere
deyse şiddetli bir çıkış yapan ve üç ay sonra da bu girişiminden acı bir pişmanlık duyan, ağabeyi Jody olmuştu. Onun okula gitmesinde direten kendisi olduğundan değildi acınması. Acın
ması şundandı ki, kendisine şimdi çok pahalıya malolan bir şe
yin gerekliliğine hala inanıyordu ve her zaman da inanacağını biliyordu. Çünkü Eula okula yürüyerek gitmeyi reddediyordu.
Okula gitmeye, okulda olmaya bir diyeceği yoktu, ama oraya yürümek istemiyordu. Hiç uzak değildi okul. Varnetların eviy
le yarım mil bile değildi arası. Yine de, orada okuduğu beş yıl boyunca -gerçi bu süre oradaki başaniarına dayanarak saatler
le hesaplanacak olsaydı yıllarla ya da aylarla de&il yalnızca günlerle ölçülürdü- okula at üstünde gidip geldi. Uç, dört, ya da beş kat uzakta yaşayan öbür çocuklar her tür havada okula yürüyerek gidip gelirken, o atla gidiyordu. Açıkça ve sakince yürümeyi reddetmişti. Gözyaşiarına hiç başvurmadı; fiziksel çatışma bir yana, duygusal bir çatışmaya bile girişmedi. Yalnız
ca oturdu, düşüneeli bile görünmeden kımıltısızca oturduğu yerde bu küçük kadından, özellikle değerli olmayacak kadar genç ama bir iki yıl sonra öyle olacağı belli ve bu yüzden kö
pürmüş ve bezmiş sahibinin kırbaçlamaya çekindiği safkan, dayanıklı bir kısrağın acımasız ve bağışık direngenliği yayılı
yordu. Babası, çabucak ve kendine özgü bir biçimde bu işten el
lerini çekti. "Öyleyse bırakın evde kalsın," dedi. "Burada da eli
ni oynatmayacak, ama hiç olmazsa belki ayak altında kalma
mak için bir sandalyeden öbürüne taşınırken ev işleriyle ilgili bir şeyler öğrenir. Ne olursa olsun, bütün istediğimiz, benim ya da başka bir kimsenin tutuklanmasına yol açmadan bir adamla yatabilecek yaşa gelene dek, başına kötü bir iş açılmaması için onu gözetmek O zaman evlendirirsin. Belki Jody'yi de yaşlılı
ğında düşkünler evine düşmekten koruyacak bir koca bulursun Eula'ya. O zaman evi, dükkanı, tüm malları onlara bırakırız.
Sonra ikimiz herkesin sözünü ettiği şu Saint Louis'deki dünya
fuarına gideriz. Tanrı bilir, orayı seversek belki bir çadır satın alır oraya yerleşiriz."
Ama ağabeyi onun okula gitmesinde diretti. Oysa Eula hala oraya yürümemekte direniyordu. Annesiyle ağabeyinin çatış
ması dingin başının üstünde gümbürderken o, gevşek, kadınsı, yumuşak, kımıldamaz, düşünmez ve hatta dinlemez görünerek oturuyordu. Sonunda bir çözüm bulundu. Eskiden annesi bir yerlere gittiğinde Eula'yı sırtında taşıyan zenci uşak, ailenin ge
zinti arabasını getiriyor, Eula'yı yarım mil ötedeki okula götü
rüp öğlende ve sonra yine saat üçte okul dağıldığında bekliyor
du. İki hafta bu böylece sürüp gitti. İki hafta sonra Bayan Varner bu işe son verdi, çünkü fazla savurganlıktı bu; bir kap çorba yapmak için yirmi galonluk bir tencereyi ısıtmak gibi. Bu yüz
den bir ultimatom çekti; eğer Jody, kız kardeşinin okula gitmesi
ni istiyorsa onun oraya gitmesinden de o sorumlu olmalıydı.
Bayan Varner şunu önerdi: Jody nasıl olsa atla her gün dükkana gidip geliyordu, böylece Eula'yı arkasında okula götürüp getire
bilirdi. Bu çatışmayla ortalık gümbürdeyip sarsılırken kız yine orada, düşünmeden ve dinlemeden öylece oturuyordu. Sabah
ları elinde ona satın aldıkları ucuz muşamba kitap torbası ile ağabeyi atıyla ta sundunnanın ucuna kadar gelip ona arkasına binmesini hırlar gibi söyleyene dek ön sundurmada oturup bek
liyordu. Jody onu okula taşıyor, öğlende yine gidip alıyor, sonra yine gerisin geri götürüyor ve okulun dağılmasına yakın yine gidip bekliyordu onu. Bu da bir ay kadar sürdü. Sonra Jody, Eu
la'nın okuldan dükkana iki yüz metrelik yolu yürümesine ve ağabeyiyle orada buluşmasına karar verdi. Şaşılacak şey hiç kar
şı çıkmadan boyun eğdi buna Eula. Bu da ancak iki gün sürdü.
İkinci günün öğle sonrası ağabeyi onu hışımla getirdi eve, fırtı
na gibi daldı içeri, öfke ve kızgınlıktan titreyerek ve bağırarak safada annesinin tepesine dikildi. "Dükkana kadar yürüyüp be
nimle orada buluşma ya o denli kolay ve çabuk boyun eğmesine hiç şaşmamak gerek!" diye haykırdı. "Her otuz metrede bir er
keğin durmasını sağlayabilirsen, okuldan eve tüm yolu da yü
rüyebilir o! Tıpkı bir köpek gibi! Uzun pantolonlu herhangi bir şeyin yanından geçer geçmez bir şeyler salıveriyor. Kokusunu duyabilirsin onun. Üç metre öteden duyabilirsin onu!"
1 07
"Saçma," dedi Bayan Varner. "Ayrıca, bana bu konuda ya
kınma. Onun okula gitmesinde direten sendin. Ben değildim.
Ben sekiz kız daha büyüttüm, sanırım hepsi de oldukça iyi ye
tişti. Ama yirmi yedi yaşında bir bekarın belki kızlarla ilgili çok daha fazla şeyler bilebileceğini kabul etmeye hazırım. Onun ne zaman okulu bırakmasını istersen baban ve ben sanırım karşı çıkmayız. Bana tarçın getirdin mi?"
"Hayır," dedi Jody. "Unuttum."
"Bu akşam unutmamaya çalış. Aslında şimdi elimde olma
lıydı."
Böylece artık Eula'nın eve yolculuğu dükkandan başlamı
yordu. Ağabeyi onu okulda bekliyordu. Şimdi yaklaşık beş yıl
dır bu görüntü günde dört kez ve haftada beş gün kasaba yaşa
mının kopmaz bir parçası olmuştu -demir kın atın üstünde kızgınlıktan köpürmüş bir adam ve dokuzunda, onunda, on bi
rinde bile taşkınca var olan bir kız -taşkın bacak, taşkın göğüs, taşkın but; memeli türden öylesine taşkın bir dişi eti ki, okul torbası olduğu açıkça belli olan ucuz, cafcaflı, muşamba bir çantayla birlikte, tüm eğitim kavramını karikatürize ediyor, tu
tarsızlaştırıyordu. Atın üstünde ağabeyinin arkasında oturur
ken bile, o et yığını içindeki varlık, bebeklerin emzirme sürecin
de olduğu gibi iki ayrı ve değişik yaşam sürdürüyor gibiydi.
Butlara, bacaklara, göğüslere kan ve besi sağlayan bir Eula Var
ner vardı; öte yanda sadece onların içinde oturan, öyle yapmak daha az yorucu olduğundan onlar nereye giderse oraya giden, onların yapıp ettiklerinde hiçbir görevi olmasını dilemeden orada öylece rahat eden bir başka Eula Varner vardı; aynı sizin düzenlemediğiniz ama eşyanın yerleşmiş ve kiranın ödenmiş olduğu bir evde oturmanız gibi. İlk sabah Varner bu işi çabuk bitirmek için atı tırısa kaldırmıştı, ama kaldırmasıyla da arka
sındaki gövdenin, bir sandalyede otururken bile düz çizgilere karşı koyulmaz bir tiksinti duyarmış gibi görünen o gövdenin tümünün kemiksiz kıvrımlarının sırtına çarpa çarpa sallanışını duyması bir olmuştu.
Öy
le bir düş içinde gördü ki kendisini, yalnız kasabanın ufkundan değil, canlılarla dolu tüm dünya sahnesinden güneş gibi geçerek sanki memeliler elipsinin kaleydoskopik kıvrımlarını taşıyordu. Onun için atı yavaş
sürü-yordu. Zorunluydu buna; kız kardeşi bir eliyle pantolonunun askılarına ya da ceketinin arkasına yapışrnış, öbürüyle kitap torbasını tutarken, her zaman dükkanın sundurmasında çörnel
rniş ya da oturmuş adamiann gözleri önünden ve Bayan Little
john'un, çoğunlukla gezgin bir davulcunun ya da at taeirinin oturduğu verandasını geçerken -Vamer biliyordu, neden orada olduklannı anlıyordu da; Jefferson'dan yirmi millik yolu geliş
lerinin gerçek nedenini kestirebiliyordu- böylece ta okula ka
dar geliyorlardı. Öbür çocuklar üstlerinde iş tulurnu, kaba bas
ma giysiler ve eğer ayaklarında ayakkabı varsa bile eskiyip ahl
rnış büyük adam ayakkabılarıyla, üç, dört ya da beş kat yol yü
rüdükten sonra çoktan orada toplaşrnış olurlardı. Eula kayarak attan iner, ağabeyi ise kısa bir süre orada kalır, yürürken kalça
larını şimdiden bir kadın gibi kullanarak giden kızın arkasın
dan köpürerek bakardı; öfkeli bir güçsüzlük içinde, okul öğret
menini (bir erkekti o) hemen dışarı çağırıp onunla doğrudan doğruya, uyararak ya da gözdağı vererek ya da yurnruklaşarak hesaplaşması mı, yoksa ne olursa olsun patlak verecek gözüyle baktığı şeyin olmasını beklernesi mi gerektiğini tarhşırdı için
den. Bunu her gün saat birde, aksi yönde saat on ikide ve saat üçte yineliyorlardı. Vamer atıyla yoldan yüz metre yukanda bir çalılığın gizlediği yan yatmış bir ağacın yanına gidiyordu. Bir gece Vamer atının üstünde larnbayı tutarken zenci uşak kes
rnişti ağacı. Eula'nın yıkık ağaca basarak ata üçüncü kez tırma
nışında şiddetle hırlarnıştı Varner ona: "Allah kahretsin, at san
ki beş metre yüksekmiş gibi zorlanmadan binernez misin sen şuna?"
Hem bir gün düşündü ki, Eula ata bir ayağı bir yanda, öbürü öbür yanda binrnerneliydi. Ama bu bir gün sürdü, çünkü bir ara dönüp arkaya bir bakacak olmuştu ki ne görsün, inanıl
maz uzunlukta ve müthiş kıvnrnlı, sallanan bir bacak ve giy
siyle çorap-koncu arasındaki kalçarun, bir rasathanenin kubbe
si gibi dev ölçekte, olağanüstü çıplak görünen kesimi ortaday
dı. Kızın oralarını isteyerek açmadığını bildiği için öfkesi daha da artıyordu. Vamer biliyordu ki kız yalnızca urnursarnıyor, kuşkusuz aralannın açık olduğunu sezrniyordu bile; sezseydi de örtrnek için bir çaba göstermeye gerek duyrnayacaktı.
Bili-1 09
yordu ki Eula, devinen bir at üstünde bile tıpkı evde bir sandal
yede oturur gibi oturuyordu. Varner okulun içinde de öyle ol
duğunu biliyordu. Bu yüzden ara sıra o öfkeli aczi içinde köpü
rürken düşünüyordu, o durmadan artan ağırlığın sürekli baskı
sına uğrayan kalçalar yürürken bile nasıl da sanki yüksek sesle, akıl ve iradeyi çürüten o verimli, akıcı yumuşaklığı haykırıyor
du; inip kalkan atın üstünde gizemli ve somurtmadan oturur
ken bile et ya da tenle hiçbir ilişiği olmayan herhangi bir şeyle sersemtemiş bir halde, üstündeki giysilerin gerçekten dışında yaşıyormuş, var oluyormuş gibi şaşılacak bir nitelik saçıyor, üs
telik buna engel olarnamakla kalmayıp umursamıyordu bile.
Sekiz yaşından on dört yaşının Noel'inden biraz sonrasına kadar gitti okula. Kuşkusuz o yılı ve sonraki bir iki yılı tamam
layacaktı, hiçbir şey öğrenmeden; ama o yılın ocak ayında okul kapandı. Kapandı, çünkü öğretmen ortadan kayboldu. Bir gece yok olup gitti, kimseye tek bir söz etmeden. Ne o dönem için aylığını almaya gitmişti, ne de altı yıldır içinde yaşadığı soğuk, kiralık çatı odasındaki, keşişlere özgü üç beş parça kişisel eşya
sını toplamıştı.
Adı Labove'du. Will Varner'ın onu tesadüfen bulduğu bir yerden, komşu bir köyden gelmişti. O zamanki görevli Profesör içkiye düşkün yaşlı bir adamdı ve öğrencilerinin boyuneğmez
liğiyle büsbütün içkiye dalmıştı. Kızlar onun ne düşüncelerine, ne bilgisine, ne de bildiklerini aniatış yeteneğine güveniyor, oğ
lanlarsa başarısızlığından dolayı saygı göstermiyorlardı ona�
hiçbir şey öğretemediğinden değil de ona saygılı davranmaları
nı, uslu durmalarını, boyun eğmelerini sağlayamadığından -ar
tık ayaklanma dönemini çoktan aşıp bir çeşit kırsal Roma tatili
ne dönüşmüş olan bu durum uyuz ve dişsiz bir ayıyla oyna
mak gibi tatsızlaşmıştı.
Böylece herkes, Profesör bile, gelecek dönem orada olma
yacağını biliyordu. Ama okulun gelecek yıl işlevini yerine geti
rip getiremeyeceği konusunda kimse kaygılanmıyordu. Okul binasını kendileri yapmışlar, öğretmenin aylığını kendileri öde
mişler, çocuklarını okula sadece onların evde yapabilecekleri bir iş olmadığı süre içinde yollamışlardı, böylece okul sadece hasat zamanıyla ekim zamanı arasında açık kalıyordu -ekim
ortalarından marta kadar. Profesörü görevden alıp yerine bir başkasını koymak için henüz hiçbir şey yapılmarnıştı ki, yazın bir gün Varner komşu kasabaya bir iş gezisi için gitti, karanlığa kaldı ve geceyi ufak, kıraç bir dağ çiftliğindeki sıkıcı, soğuk bir kulübede geçirmek üzere davet edildi. Kulübeye girdiğinde ateşsiz ocağın yanında oturmuş, ufak, pis, kilden bir pipo içen, sağlam ama tuhaf görünüşlü bir çift erkek ayakkabısı giymiş, şaşılacak kadar yaşlı bir kadın gördü. Ama Varner ona hiç al
dırmadı, ta ki arkasında tıkırdayan, gıcırdayan bir ses duyana dek. Döndüğünde, on yaşlarında bir kız gördü; sırtında yıpran
mış ama oldukça temiz, damarlı pamukludan bir elbise, ayak
larında ise tıpatıp yaşlı kadınınkiler gibi bir çift ayakkabı vardı - bir fark varsa o da biraz daha büyük olmalarıydı. Ertesi sabah ayrılmadan önce Varner aynı ayakkabılardan üç çift daha gör
dü. O zaman bunların şimdiye dek gördüğü ya da bildiği ayak
kabılara hiç benzemediğini anladı. Ev sahibi ne olduklarını an
lattı Varneı' a.
"Ne?" dedi Varner. "Futbol ayakkabıları mı?"
"Bir oyun bu," dedi Labove. "Üniversitede oynarlar bu
nu." Anlattı. En büyük oğullarıydı. Şimdi evde kalmıyordu, üniversiteye dönebilmek için bir bıçkıcının yanında çalışıyor
du. Üniversitede bir yaz bütün bir dönem, sonraki dönemin de yarısım okumuştu. Ayakkabıları kazandığı oyun işte o sıralarda üniversitede oynanıyordu. Oğul hep öğretmen olmayı istemiş
ti, ya da üniversiteye gitmek istiyordu. Ama baba bunda bir ya
rar görmedi. Bugüne dek karınlarını dayuran çiftlik bir gün ağ
lana kalacaktı. Ama oğlan diretti. Bıçkıcılarda ya da başka yer
lerde çalışabilir, yaz dönemlerinde okuyabilecek kadar para na
sılsa biriktirir, öğretmenlik eğitimi alabilirdi, çünkü yaz dönem
lerinde öğrettikleri tek şey buydu. Yaz sonunda ekin işine yar
dımcı olmaya bile yetişebilirdi. Böylece parayı kazandı -"Çift
çilikten daha da zorlu işler yaparak," dedi yaşlı Labove. "Ama neredeyse yirmi bir yaşındaydı. İstesem de engel olamazdım
çilikten daha da zorlu işler yaparak," dedi yaşlı Labove. "Ama neredeyse yirmi bir yaşındaydı. İstesem de engel olamazdım