• Sonuç bulunamadı

Bekleme Odası’nın baş karakteri Ahmet Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını filme uyarlamayı düşünen, kibirli bir yönetmendir. Ahmet kibrinin yanında çoğunlukla kayıtsız, sıkılgan, ilgisiz ve duyarsızdır. Sürekli sigara içmesi ve televizyon izlemesi, filmin genel olarak durağan ve yavaş yapısı, suya sabit bakışlarla taş attığı sahne gibi çeşitli çekimler karakterin bu özelliklerini desteklemektedir. Asistanı Elif’e söylediği bir cümlede “sokağa çıkmaya bile gücüm yok” der, yorgundur, bitkindir, hiçbir şey yapmaya takati yok gibidir.

Suç ve Ceza’nın uyarlamasını çekmek istemesinin yanında Ahmet’in odasında Dostoyevski’nin fotoğrafı ve Suç ve Ceza’nın baş karakteri Raskolnikov’un portresi de bulunur. Ahmet, asistanı Elif’in Raskolnikov rolü için önerdiği oyuncu adaylarını beğenmez fakat bir gün evine hırsız olarak giren genç bir çocuğu bu role uygun görür. Fakat daha sonrasında bu iş de gerçekleşmez ve projeden bütünüyle vazgeçer. Ahmet’in aşk hayatı da duyarsız tavırlarından etkilenir. Sevgilisi Serap ondan ilgi beklemektedir fakat Ahmet ona karşı sürekli olarak ilgisiz ve duyarsız davranmakta, onun duygusal beklentilerine cevap vermemektedir. Ahmet az konuşur, duygusal olarak fazla bir şey hissetmez, sevgilisiyle de yeterince ilgilenmez. Sevgilisi Serap’ın ona bu durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği bir gün ona, onu aldattığını söyler ve ayrılırlar. Gerçekte ise Ahmet sevgilisini aldatmamıştır, ondan ve onun ilgi bekleyen tavırlarından sıkıldığı için böyle bir yalan söylemiştir. Daha sonrasında Serap’ın intihar haberi geldiğinde de bunu hiç umursamaz.

Ahmet, Serap’ın ardından asistanı Elif ile birlikte olur. Asistanı Elif’in ise Kerem isminde, üniversite öğrencisi, Nietzsche ve Heidegger üzerine tez yazan bir sevgilisi vardır. Elif, Ahmet ile birlikte olarak Kerem’i aldatmış olur. Ahmet, belli bir değer yargısı taşımadığı için bunu umursamaz. Serap gibi Elif de bir süre sonra Ahmet’ten çeşitli duygusal beklentiler içerisine girer fakat Ahmet’in umursamaz tavırları devam edince Elif de onu terk eder. Elif Ahmet’i umursamaz olmakla, zalimlikle suçlar.

Filmin bir yerinde Elif’e ulaşamayan Kerem bir gün Ahmet’e Elif’i sormaya gelir. Aralarında geçen sohbette Ahmet’in Dostoyevski’ye dair çeşitli düşüncelerini görme fırsatı da bulunur. Kerem tez konusunu değiştirmiştir, Nietzsche ve Heidegger yerine Adorno hakkında çalışma yapacaktır. Bunun üzerine gelişen konuşmada Ahmet, suç ve kötülük gibi konuların ilgisini çektiğini, bundan dolayı da Suç ve Ceza üzerine bir film yapmayı düşündüğünü söyler. Kerem, bu söze itiraz ederek Suç ve Ceza’nın “inanç ve diriliş” hakkında bir roman olduğunu söyler. Ahmet ise bunun, yani Dostoyevski’nin nasıl anlaşılacağının insanına (okuruna) göre değiştiğini söyler. Aynı diyalogda Ahmet’in filmlerinin genellikle yıkım, kötülük, inançsızlık ve suçluluk hakkında olduğu da anlaşılır. Öte yandan Ahmet’in “ilkeleri uğruna yaşayan, sinemayı dinsel bir mesele olarak tanımlayan idealist yanı” da vardır; kibirli ve kendini beğenmiş olduğu da yine söylenir. Kerem, Elif’in Ahmet ile tanıştıktan sonra geçirdiği değişimi de aktarır. Elif artık saygısız, bencil, hiçbir şeyi

beğenmeyen, hiçbir şey ona yetmiyormuş gibi davranan, melankolik birisi olmuştur ve sık sık sevgilisi Kerem’i aşağılamaya başlamıştır. Bundan ötürü Kerem, Ahmet’ten Elif ile iletişimi kesmesini ister. Ona göre Ahmet, Elif’teki kötücül değişimin baş sorumlusudur çünkü Elif Ahmet’i tanrı gibi görmekte, ondan etkilenmektedir.

Ahmet’in kayıtsız, umursamaz, duyarsız, duygularını belli etmekten kaçınan bir karakter olduğu söylenebilir. O, bir nevi Camus’nun Yabancı’sındaki Meursault’a benzer. Hayatını anlamlı kılmakta zorlanan, varoluşunu haklı çıkaramayan, bundan ötürü sıkılan, belli bir duygu hissedemeyen, insanlarla iletişimi kuvvetli olmayan, belki de onları sevmeyen, misantropik bir karakterdir. Ahmet’in geliştirilmiş versiyonu yine Demirkubuz’un Yazgı’sındaki Musa’dır, zaten Yazgı da Yabancı’nın bir serbest uyarlamasıdır. Aslında bu açılardan Ahmet Dostoyevski’nin karakterlerinden çok yine Dostoyevski ile ilişki kuran varoluşçu yazarların karakterlerine benzer, yaşadığı sıkıntı bir ölçüde varoluşsaldır.

Ahmet’in Dostoyevski hayranı olduğu Suç ve Ceza’yı filme uyarlamak arzusundan ve evindeki portrelerden anlaşılmaktadır. Bunun yanında Ahmet’in bir yönetmen olarak Dostoyevski’nin motiflerini önemsediği de Kerem ile konuşmasından anlaşılmaktadır. Bunlardan, yani bu ilk bakışta anlaşılan, görünürdeki, şekil üzerindeki Dostoyevski izlenimlerinden öte filmde Dostoyevski ile derinlikli bir ilişki kurulmuş gibi gözükmüyor. Ahmet’in Dostoyevski’den etkilendiği filmde söylenmekte, hatta film Dostoyevski’ye adanmakta fakat kurulan ilişki oldukça yüzeysel kalmakta. Dostoyevski ile kurulan ilişki ve Ahmet’in neden Suç ve Ceza’yı uyarlamak istediği, onunla nasıl bir ilişki kurduğu filmde tam olarak anlaşılamamaktadır.

Öte yandan filmde Ahmet’in kadınlarla kurduğu ilişkinin bir ölçüde sorun taşıdığı da söylenebilir. Ahmet’in duyarsız, ilgisiz, duygularını gösteremeyen bir erkek tipi olduğunu belirttim. Buna karşılık Ahmet’in karşısına çıkan tüm kadınlar duygu ve ilgi bekleyen, hassas yaradılışta, narin, naif karakterler olarak çizilmiştir ve hepsi Ahmet’e büyük bir hayranlık beslemektedir. Bu durumun sebebini açıklayan bir ima veya bunun eleştirisi de filmde yer almaz. Son sahnede Ahmet, Serap ve Elif’in ardından rol denemesi için evine gelen Sanem’le sevgili olmuştur. Sanem, Ahmet’e

ilgi gösterir, onu öper, çayını verir ve odadan ayrılır. Ahmet senaryo yazmaktadır, sıkıntısını üzerinden atmıştır ve yaratıcılığı yeniden ortaya çıkmıştır. Yaratıcı, entelektüel, varoluş sıkıntısı yaşayan Ahmet bu sıkıntısını yenmiştir, kadın karakter ise pasif, Ahmet’in/sanatçı erkeğin bu yaratıcılığını destekleyici niteliktedir, tam bir özne değildir. Kadın karakter ancak yaratıcı/sanatçı erkeği desteklediği, onu rahat bıraktığı, ona konfor alanı sağladığı, onu özgür bıraktığı, onun “çayını verip çekildiği” ölçüde var olabilmektedir. Entelektüel erkek üstte, ona ancak yardımcı olabilen edilgen kadın ise aşağıdadır. Film cinsiyet rolleri bakımından önemli bir sorun içerir.

Şunu da söylemek gerekir ki Bekleme Odası otobiyografik bir film olarak yorumlanmaya müsait. Nihayetinde kurmaca bir filmden söz ettiğim için bu iddiamı sınırlı tutacağım fakat filmin baş karakterinin yönetmen olması, baş karakterin Demirkubuz tarafından asistan sevgilisinin ise Demirkubuz’un o dönemki eşi Nurhayat Kavrak tarafından canlandırılması, Ahmet’in filmde söyledikleriyle Demirkubuz’un röportajlarda söylediklerinin benzeşmesi, filmin sonunda Ahmet’in yazdığı senaryonun başlığının izlenen filmin kendisi olan Bekleme Odası olması ve bu yolla kurulan üstkurmaca bu iddiamı destekliyor.

Sonuç itibariyle Bekleme Odası’nın içerdiği iddianın aksine Dostoyevski ile kurduğu ilişkinin yüzeysel kaldığı ve filmin kadın/erkek ilişkileri bakımından büyük sorunlar barındırdığı söylenebilir. Bekleme Odası’nın devam filmi olduğunu düşündüğüm Bulantı’da ise bu durum değişecektir.

Demirkubuz Bulantı’nın Bekleme Odası’nın devam filmi olduğunu söylememesine rağmen böyle düşünülmesi için yeterli sebepler mevcut. Baş karakterin ismi yine Ahmet’tir ve yine Zeki Demirkubuz tarafından canlandırılır. Bekleme Odası’nda Ahmet’in asistanı olan Elif burada Ahmet’in yine Elif ismindeki eşidir ve yine Demirkubuz’un o dönemki eşi Nurhayat Kavrak tarafından canlandırılır. Aynı otobiyografik imalar bu filmde de mevcuttur ve yine bir entelektüelin durumu anlatılmaktadır.

Bekleme Odası’nın duyarsız, kayıtsız, umursamaz, yüksekte yer alan, tanrılaşmış entelektüeli Ahmet yıllar sonra bu kez bir krizin içerisindedir. Peki bu kriz nedir?

Filmin henüz ilk sahnesinde Ahmet’in eşi Elif’in, çocukları Yazgı ile birlikte Ahmet’ten ayrılıp ailesinin yanına gitmeye hazırlandığı görülür. Tıpkı Bekleme Odası’ndaki gibi Ahmet yine kayıtsızlık içerisindedir. Eşi Elif’in söylediği “madem bu kadar bunaltmışız seni” sözü de Ahmet’in evlilik ve aile kurumlarından bunaldığını gösterir. Aynı zamanda Ahmet eşi Elif gider gitmez evde sevgilisiyle görünür, bundan da Ahmet’in eşini aldattığı anlaşılır.

Ahmet’in ailesine karşı umursamaz tavrı sonrasında da devam eder. Defalarca eşinin numarasından aranmasına rağmen telefonu açmaz. Bunun üzerine apartman kapıcısı/gündelikçisi Neriman panikle eve gelir ve önemli bir durum olduğunu, polislerden gelen telefonu açması gerektiğini söyler. Daha sonrasında Ahmet telefonu açınca eşinin ve çocuğunun trafik kazasında öldüğü haberini alır. Bu sırada eşini aldattığı sevgilisi onunladır.

İlginç bir şekilde yas tutması, ağlaması, üzüntü duyması beklendiği, bir ölümün ardından toplumun beklentilerine uygun davranış kalıpları böyle olduğu hâlde bu büyük felaketi görünürde kayıtsızlıkla, duyarsızlıkla, umursamazlıkla karşılar gibidir Ahmet. Hayatına kaldığı yerden devam eder, acı duyduğuna dair en ufak bir iz bile görülmez. Aslında tıpkı Yabancı’da Meursault, Yazgı’da Musa annesi öldüğünde nasıl tepkisiz kaldıysa, Ahmet de karısı ve çocuğu öldüğünde o şekilde tepkisiz kalmıştır. Üniversitede ders vermeye devam eder, sevgilisiyle ve başka kadınlarla sevişmeyi sürdürür, gazete okur, televizyon izler. Tipik entelektüel yaşantısını sürdürmeye de devam eder. Cihangir’deki kahvelerde vakit geçirmesi, Radikal Kitap okuması, üniversitede dersler vermesi, kadınlarla kurduğu ilişkiler yönüyle Türk entelektüelini/aydınını da temsil eder Ahmet.

Ahmet’in duyarsızlığı ve kayıtsızlığı yalnızca karısının ve çocuğunun ölümüne karşı da değildir. Tıpkı Bekleme Odası’ndaki gibi Ahmet, kimsenin telefonlarını açmaz, kardeşi Beşir ve sevgilisi Aslı’nın sorularına, onunla ilgilenmelerine karşı isteksizce kısa cevaplar verir, onların kendisiyle ilgilenmesinden de hoşlanmaz. Bundan dolayı sevgilisi Aslı ile kavga da eder. Karısı ve çocuğuyla kurduğu ilişkiden bunalması da, sevgilisiyle yaşadığı sorun da, ailesiyle kurmadığı ilişki de bağlılıktan hoşlanmamasıyla ilgilidir ki bu Bekleme Odası’ndaki Ahmet’te de benzerdi. Tıpkı

Bekleme Odası’ndaki gibi diğer karakterler Ahmet’in ilgisini ve duygusunu talep eder fakat Ahmet kayıtsız, duyarsız tavrını sürdürür.

Bekleme Odası’nda bu kayıtsız/duyarsız tavır filmin sonuna kadar sürer ve bir ölçüde olumlanırken, bu durum Bulantı’da Ahmet için bazı sorunlar yaratmaya başlar. Bu sorunun ortaya çıkışı ve çözümlenişi aynı zamanda filmin Dostoyevski ile kurduğu diyaloğa da kaynaklık ediyor.

Ahmet karısı ve çocuğunun ölümünün ardından ara ara gözleri açık, hareketsiz bir şekilde, uyuyor gibi, az nefes alarak rüya görmeye başlar. Bu, Ahmet’in içinde halledemediği bir mesele olduğunu gösterir. Karısı ve çocuğunun ölümünden kendini sorumlu tutup suçluluk hissediyor olabilir veya karısı ve çocuğunun ölümünden duyduğu üzüntüyü/acıyı bu şekilde ifade ediyor olabilir. Nihayetinde bu, Ahmet’in yasıdır. Bu durumun süreklilik arz etmesi üzerine Ahmet doktora gider.

Ahmet’in doktorla olan diyaloğuna geçmeden önce Dostoyevski’nin Budala’sına ani bir geçiş yapmak faydalı olacak. Budala’nın baş karakteri Prens Mişkin tıpkı Dostoyevski’nin kendisi gibi sara hastasıdır ve sık sık nöbetler geçirir. Kitabın bir yerinde, Mişkin’in bu nöbetler üzerine düşünüşü görülür. Nöbetten önceki kısa sürede acının, ruhsal karmaşanın, ezikliğin arasında bir aydınlanma ve kendini algılama olduğundan söz eder Mişkin (306-307). Fakat aydınlanmaya, kendini algılamaya rağmen acı da vardır ve nihayetinde bu bir hastalıktır. Şöyle söyler prens:

…bütün o kendini en yüksek düzeyde duyumsamaların, kendinin en yüksek düzeyde farkına varmaların, bir bakıma bu “en üst düzeyde varoluş”un, doğal olmayan, normal olmayan bir hal olduğunu, bir hastalık hali olduğunu, eğer bu böyleyse, bunun yüce bir varoluş, bir doruk hali değil, tersine son derece düşük, aşağı bir hal sayılması gerektiğini düşündü. Gide gide Prens son derece paradoksal bir sonuca ulaştı: Hastalık hali sona erdikten sonra karşı karşıya kalınan sonuç madem ki en yüksek düzeyde uyum ve güzelliktir, o ana dek duyulmamış, hatta hayal bile edilmemiş bir eksiksizlik, tamlık, ölçülülük, dinginlik duygusudur, ibadet coşkusuyla yaşamın en yüksek sentezinin

kaynaşmasını duyumsamaktır, öyleyse bunun doğal olmayan bir gerginlik, bir hastalık olması neyi değiştirir? Varsın hastalık olsun, bundan ne çıkar! (307)

Nihayetinde Mişkin yaşadığı sara deneyiminin büyük acılar içermesine, normal olmamasına, bir hastalık olmasına rağmen insanın kendisini algılaması, aydınlanması, kendisinin farkına varması ve kendisini duyumsaması, yüksek düzeyde uyum ve güzellik hissetmesine yaradığına ve bu yararlarından dolayı bunun hastalık olmasının, doğal olmamasının, normal olmamasının önemli de olmadığına karar verir. İnsanlardan farklı olmanın, normal olmamanın, doğal olmamanın önemi yoktur. Bir durumun “hastalık” olarak adlandırılması, “anormal” olarak görülmesi, diğer insanlardan farklı bir nitelik taşıması o durumun zorunlu olarak kötü olduğu anlamına gelmez. Keza Yeraltından Notlar’da da yer yer bu fikir işlenir. Ortada bir acının olması veya “normal” olmamak, diğer insanlara benzememek zorunlu olarak kötü değildir. Diş ağrısı bile kimi zaman “yararlı”, “keyifli” olabilir. Tıpın ürettiği bilgi türü, hastalıklar, anormallikler de bu bakımdan sorgulanmaya/eleştiriye açıktır.

Bulantı’nın Ahmet’inin “gözü açıkken az nefes alarak hareketsiz bir şekilde rüya görmesi” de “normal” bir durum değildir. Doktora gitmesi de yine bu “anormallik”tendir. Yapılan fiziki incelemelerin sonucunda ise hiçbir sorunu olmadığı, sağlıklı olduğu anlaşılır. Doktor bu durumun ona acı vermediğini, yaşamını engellemediğini, sara nöbeti gibi 28 ansızın gelip bir tehlike yaratmadığını, bundan dolayı bunun bir sıkıntısı ve zararı da olmadığını söyler. Ahmet bunun normal bir durum olup olmadığını doktora sorar. Doktor bir şeyin anormal olmasının onun mutlaka zararlı olduğu anlamına gelmediğini söyler. İnsanların kendisi için yararlı hatta insanlara üstünlük kazandıracak bir anormalliği dahi istemediklerini, bunun böyle olmaması gerektiğini şu şekilde açıklar:

Yaşadığınız şey anormal olmasına anormal ama kim bilir neyin, hangi ihtiyacın karşılığı? Oralar o kadar karanlık öyle muğlak yerler ki, neyin iyi geldiğini neyin zarar verdiğini bilmemize imkân yok. Bu yüzden belki başımıza gelenler acı da verse kötü de olsa sevmek mi lazım bilmiyorum ki… Ama en azından çok fazla zararı yoksa bir faydası vardır diye düşünebiliriz belki.

28 Aslında doktorun Ahmet’in hastalığı için “sara nöbeti gibi ansızın gelip bir tehlike yaratmadığını” söylemesi de hem Dostoyevski hem Prens Mişkin’i hatırlatması yönüyle dikkat çekici.

Görüldüğü gibi Budala’nın Mişkin’i ile Bulantı’da Ahmet’in gittiği doktor tıpatıp aynı fikri benzer cümlelerle dile getiriyorlar. Yaşanılanın anormal olması, doğal olmaması, hastalık sayılması, olağandışı olması, toplumun genelinden farklı olması bir şey ifade etmez. Yaşanılan eğer farkındalığı arttırıyor, bilinçte bir sıçrama yaratıyor, algıyı genişletiyor, aydınlanmaya sebep oluyorsa değerlidir, belli bir ihtiyacın karşılığıdır. Onu insanların anormal bulması, tıbbın ise “hastalık” olarak tanımlaması önemli değildir. Demirkubuz, Dostoyevski’nin bilime ve tıbba eleştirel bakan, onun insanları kategorize eden, sınıflandıran, genelleştiren tutumuna mesafeli yaklaşımını ve toplumun genelinden farklı olmayı aşağı saymayan tutumunu Bulantı filmine taşımıştır. Ahmet’in Mişkin gibi sara hastalığı olmasa da olağandışı başka bir anormalliği vardır ve bu anormallik birçok açıdan Ahmet için zararlı değildir hatta doktorun vurguladığı gibi yararlı olma potansiyeli içerir. Kötü bir durum, bir acı, bir hastalık, diğer insanlardan bir farklılık zorunlu olarak olumsuz sayılmaz, insana iyi gelen tarafları olabilir. Dostoyevski neredeyse tüm kitaplarında bilime, tıbba, rasyonelizme, akılcılığa dair tereddütlerini dile getiriyordu. Bulantı’da Ahmet’in rahatsızlığı ve doktorun ona getirdiği yorum Dostoyevski’nin bu fikrinin yeniden üretimidir, filmde özellikle de Budala ile medyalararası bir ilişki kurulmuştur.

Kurulan bu ilişkinin zayıf bir noktası olduğunu da belirtmek gerek. Mişkin Budala’da iç konuşma yoluyla bunu dile getiriyordu. İç konuşma romanlarda sıklıkla rastlanan ve edebi metnin doğasında yer tutmuş bir yöntem. Demirkubuz ise bunu Bulantı’da doktorun tiradıyla vermekte. Doktor ise bir psikiyatrist değil, anlaşıldığı kadarıyla nöroloji doktoru. Nöroloji doktorunun böyle bir yorum yapması o kadar da olası/gerçekçi değil çünkü böyle bir doktorun tıbbın sınırları içerisinde düşünmesi beklenir. Bu doktorun söylem olarak Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da eleştirdiği cinsten bir doktor olması beklenir. Bunun nihayetinde bir kurmaca olduğunu ve bundan ötürü de makul karşılanabileceğini varsaysak dahi doktorun Mişkin’in iç konuşmalarını doğrudan bir tirad şeklinde dile getirmesi tıpkı Nuri Bilge Ceylan’da da yer yer belirttiğim gibi kitabiliği/metinselliği doğrudan, belli bir dolayımdan geçirmeden filme taşımış oluyor ve Bulantı’da bu kitabiliği kıracak, yumuşatacak sinemasal/görsel bir strateji de belirlenmiyor. İlk sorun bu.

İkinci olarak doktorun aslında adeta Ahmet’e değil adeta izleyiciye seslendiği ve bu fikirlere izleyiciyi didaktik bir üslupla ikna etmeyi amaçladığı söylenebilir. Ahmet bu

diyalogda edilgen bir pozisyonda. Budala’da Prens Mişkin ikirciklidir, bu hastalığın bir yandan acı verici olduğunu söyler ve ona bir üstünlük atfedebilemeyeceğini belirtirken bir yandan da anormal olsa dahi hastalığın yararı olduğunu, insanın kendisi hakkındaki algısını genişlettiğini söyler. Böyle bir ikililik/çelişki Bulantı’da yansıtılmamış. Örneğin Ahmet doktorun tiradına yanıt vermiyor, itiraz etmiyor. Bundan ötürü doktorun söylemi tek bir gerçeklik üretiyor, tek bir ideolojiyi dayatıyor, “ikna edici” bir dil barındırıyor. Dostoyevski’nin kurduğu çoğul söylemden seçilen bir adet söylem okura doğru fikir olarak sunuluyor. Oysa sinemada bu çoğulluğu sunabilecek daha fazla olanak olabilirdi, örneğin doktorun düşüncelerine Ahmet cevap verebilirdi veya doktor daha ikircikli olabilirdi. Şüphesiz ki bu bir tercih ve Dostoyevskiyen diyalojinin yansıtılması illa ki gerekmez denebilir fakat bahsettiğim tercih sahnenin gerçekçiliğini de zayıflatıyor. Doktorun kitabi tiradını dengeleyecek farklı bir söylem ya da strateji geliştirilseydi aynı zamanda kurulan medyalararası ilişki de daha kuvvetli hâle getirebilirdi.

Ahmet’in bahsettiğim rüyayı görüşünün, doktorun bahsettiği “yararlı anormalliğin” sebebinin karısı ve çocuklarının ölümünden duyduğu üzüntü ve suçluluk hissi ile ilgili olabileceğini söylemiştim. Suçluluk hissini biraz daha deşmeliyim. Ahmet karısı ve çocuğu kendisini terk ettiği için bu kazanın olduğunu düşünüyor olabilir. Nihayetinde araları iyi olsaydı karısı ve çocuğu yolculuğa çıkmayacak, bu kaza da gerçekleşmeyecekti. Elif’in filmin ilk sahnesinde Ahmet’e “seni bunalttık madem” demesi ve Ahmet’in karısını aldattığı da hesaba katılırsa, bu ayrılığın Ahmet’in bağlılık sorunuyla ve karısına, çocuğuna karşı kayıtsızlığıyla ilgili olduğu düşünülebilir.

Bu kayıtsızlığı Ahmet, en azından görünürde, eşi ve çocuğu öldükten sonra da devam ettirir. Hem onların ölümüne karşı hem de diğer kadınlarla kurduğu ilişkilerde bu kayıtsızlık, umursamazlık devam eder. Sorunu yaratan da tam da bu kayıtsızlıktır. Bu kayıtsızlık karısını, çocuğunu kaybetmesine yol açmıştır. Bu kayıtsızlık sevgilisi Aslı’dan ayrılmasına yol açmıştır. Yine bu kayıtsızlık öyle bir raddeye varmıştır ki eski bir öğrencisiyle sevişmesine, ardından bu öğrencisinin sevgilisinden yediği dayağa karşı bile müdahil olmamasına varmıştır. Bekleme Odası’ndaki Ahmet’i bir entelektüel olarak yücelten, erkekliğinin içini dolduran ve belki de yaratıcılığının kaynağı olan kayıtsızlık Bulantı’da bu entelektüelin krizine, düşüşüne yol açmıştır.