• Sonuç bulunamadı

BATI GELENEKLERİNİN KLASİK KAYNAKLARI

Belgede BATI YA YÖN VEREN METİNLER (sayfa 65-173)

İÖ Altıncı yüzyıla kadar Yunan toplumu ve ondan önceki tüm medenileşmiş toplumlar, bilincin maddi dünyasını, tanrılar ve ejderhalara dair hikâyeler, yarı tanrı krallar ve kahramanlar aracılığıyla açıklamaya uğraşır. Kutsal varlıkların kaprislerine odaklı bu efsaneler, insan aklı veya tecrübesiyle değerlendirilmeye ve denetlenmeye kapalıdırlar. Mitler, maddi dünyanın doğasının, değişim ve sorunlarının ve insanoğ-lunun kaderinin hesabını tanrıların davranışlarına verirdi. Dolayısıyla, tanrıların insa-noğlunun yararına olabilecek değişiklikleri yapmalarını sağlamak, onların arzularını/

tutkularını öğrenip kurbanla, kefaretle, büyülü sözler, şarkılar, ilahiler ve dualarla ikna edilmelerine bağlıydı. Bunun nasıl yapılacağı bilgisi ise rahip aristokrasisinin te-kelindeydi. Bu sınıf elindeki gücü, sahip olduğu sırları kıskançlıkla saklayarak, ayin-lere dinin amacına ve değerine kendileri kadar inananlardan başkalarını asla kabul etmeyerek korurdu.

Yunanca konuşan düşünürler, İÖ Altıncı yüzyılın başından Dördüncü yüzyıla ka-dar, Orta Doğu efsanelerinin içeriğiyle/özüyle ilgilenmeye başlar. Kimileri dünyayı kutsal kozmoloji temelinde açıklayan eski geleneğe sadık kalırken, kimileri de rahip aristokrasisinin entelektüel engellemelerine takılmayarak, derine iner, pragmatik ve

“doğal” bir olası açıklamanın peşine düşer; insanoğlunu ilgilendiren her konuyu -be-şerin orijinini, fıtratını, dünyanın, insanların ve insan topluluklarının varlık nedenini- geniş bir menzilde ve rasyonel biçimde tetkik ile muhakemeye tabi tutarlar. Nitekim, Yunan spekülatif düşüncesi, Dördüncü yüzyılın sonlarına doğru, bu konularda öylesi bilge bir düzeye ulaşır ki, bugün bile insanlar, iki bin beş yüz yıl önce bu konularda sorulan soruları ve bu sorulara Yunan düşünürlerin verdiği cevapları, en az iki alan-da, felsefe ve siyaset alanlarında inceleme ihtiyacı hissetmektedirler.

Felsefe ve siyaset sorunlarını Yunanlıların algıladığı biçimde formüle ederek sis-temleştiren iki büyük düşünür, Atinalı Eflâtun ve onun bir süreliğine öğrencisi olan Aristo’dur. Eflâtun’un, Aristo’nun düşünce tarzı ile hocası Sokrat’ın görüşlerinden özü itibariyle büyük ölçüde etkilendiği ise bir diğer gerçektir. (JS)

A. FELSEFE

Yunan spekülasyonunun sonraları felsefi olarak tanımlanan konulardaki en çar-pıcı özelliğinin, oluşum hızı olduğu söylenir. Anlaşılan odur ki, yeni düşüncelerin oluşum hızı, insanoğlunun, girişimlerini ve etkinliğini oyalayan zihin karışıklığı veya kaygılarla başa çıkmanın yeni ve radikal yollarını keşfetmesiyle ilgilidir. Ve böylesi keşifler, insanı geleneksel yöntemleri bir kenara iterek, tüm gayretini “yeni” olana odaklamaya yöneltmektedir.

Yunan filozoflarının sadece iki yüzyıl içinde, dünyanın ve insanoğlunun doğasını söylencelerle değil, akıl yoluyla ve geniş bir alanda sorgulayarak muhtemel cevap-ları aramaya koyulmuş olmacevap-ları, “devrim” sayılmaktadır. Her halükârda, söz konusu süreç, fevkalade yoğun bir entelektüel faaliyettir. Ve bu entelektüel faaliyet, muta-bakatla değil, üzerinde uzlaşılamayan birkaç cevap nedeniyle, çatışmayla ve Beşinci yüzyılın ikinci yarısında, akılcı yaklaşımın ortaya çıkardığı sorunlara kesin/doğru ce-vaplar verme kapasitesinin olup olmadığını sorgulayan Septisizm (Kuşkuculuk) akı-mının doğuşuyla sonuçlanır. (JS)

1. İnsanoğlunun Soru Sormasının Gerekçesi/Mazereti ve Sınırı Nedir?

Atinalı Sokrat (İÖ 469–399) uzlaşmaz karşıtlıklara meydan okumanın spekülatif filozoflar için yarattığı ikilemle başa çıkmanın yolunu ararken, Küçük Asya kıyıla-rından Sicilya’ya kadar Grekçe konuşan dünyaya yayılmış olan felsefi hareketlilik, Atina’da yoğunlaşarak, önderlerinden biri olan Perikles’in ifadesiyle “Hellas okulu”

haline gelir. Atinalı bir taş ustasının oğlu olan Sokrat’ın Atina’nın felaketiyle sonuç-lanan Sparta Savaşı’nda -temayüz etmese bile- cesaretle savaştığı anlaşılmaktadır.

Felsefe eğitimi de gören Sokrat -spekülatif düşünceyi uygulamaya koyanları içine düştükleri tuzaktan kurtarmak üzere- belirli bir soru sorma yöntemini, bir diğer ifadeyle, “yaygın ve fakat gelişigüzel görüşleri yoğun akılcı sorgulamaya tabi tutma yöntemini” benimser. Zaman içinde, hemşerileri, onun geleneksel görüşlere sürekli burnunu sokmasını sadece sıkıcı değil, tehditkâr bir tutum olarak görmeye başlarlar ki, bu durum, Sparta yenilgisi sırasında ve sonrasında siyaseten yönünü şaşırmış olan şehirde, bir tür Atina karşıtlığı olarak algılanmakta gecikmez. Sokrat’ın, kötü-lüğüyle ünlü münafık Alcibiades dahil, şaibeli bir grup zengin ve genç adamla ilişki içinde olması da itibarını zedeler ve sonunda, yeni görüşler ihdas etmek ve Atina gençliğini kötü yola sevk etmekle suçlanarak yargılanıp ölüme mahkûm edilir. Du-ruşmanın aşağıda sunulan tasvirini öğrencisi Eflâtun, Apologia’da (Savunma) kayda geçirir. Duruşmanın halka açık olarak yapıldığı düşünülürse, Apologia’da Sokrat’a

atfedilen ifadelerin savunma sırasında Sokrat tarafından gerçekten dile getirildiği kabul edilebilir.

Sokrat’ın Savunması*

Eflâtun

Doğrusu Atinalılar, Meletos’un bana yüklediği kötülüklerin suçlusu ol-madığıma inandırmak için sizi, saptamamı uzatmam gerektiğini sanmıyo-rum; dediklerim yeter. Ama daha önce de söylediğim gibi, bana karşı bes-lenen düşmanlıklar, günüler sayısız; iyi bilin, doğrudur bunlar. Suçlu diye yargılı olursam, işte bunlar yüzünden olurum, bu yüzden yitiririm. Ne Me-letos, ne de Anitos1 yüzünden. O leke sürmeler, şu bir yığın adamın çeke-mezliği yok mu, nice nice kişilerin yok olmalarına yol açtı, daha da açar el-bet; öyle ya bu kötülük gelip bana dayanmakla kalmaz ki.

Belki şöyle diyecek biri bana: “Peki Sokrat, seni böyle ölüme sürükle-yecek bir yaşam sürmekten utanç duymuyor musun?” Bu adama şu doğru yanıtla karşılık verebilirim: “Yanılıyorsun gönüldeşim. Bir adamın değeri ne denli az olursa olsun, ölür müyüm, kalır mıyım diye düşünmemelidir o adam. Bir iş görürken doğru mu eğri mi davrandığını, yiğit bir adam gibi mi, yoksa ödlek bir adam gibi mi davrandığını düşünmelidir yalnız. Sana kalır-sa, Troia’da ölen yarı-tanrıların hepsini, bu arada onursuzluğa karşı her türlü sakıncayı göze aldığı için, özellikle Thetis’in oğlunu2 bönlükle damgalamak gerekir. Onun Hektor’u bir ayak önce öldürmek için ivecenlik ettiğini gö-ren anası, tanrı kadın, yanılmıyorsam aşağı yukarı şu sözleri söylemişti ona:

“Oğlum, arkadaşın Patroklos’un ölüm öcünü alırsan, yok edersin Hektor’u, şunu bil ki sen de öleceksin; çünkü şıpın arkasından yargı bekliyor seni, tanrı dileği böyle buyuruyor.” Bu öğüt ölüme, sakıncaya kulak asmamaktan alıkoymadı onu; gönüldeşlerinin öcünü almadan, alçak olarak yaşamaktan daha çok korkuyordu. “Şurada, şu gibi, maskara gibi durmaktansa, öcümü alayım düşmanımdan, sonra ben de öleyim!”3 Ölüme, sakıncaya bana mısın, dedi mi o? En doğru davranış, Atinalılar, bir kimsenin yeri neresi olursa olsun, ister kendinin yaraşık bulup seçtiği, ister komutanının gösterdiği yer-de sakıncaya karşı dayatmak, diretmektir bence; ölümü, ona benzer daha nice sakıncaları değil, ancak onuru göz önünde tutmalıdır insan.

Atinalı-1 Duruşmada Sokrat’ı suçlayan taraf.

2 Achille, rakibi Truva’nın en büyük savaşçısı Hektor.

3 İlyada, XVIII.96ff.

lar, benim için de bundan başka türlü davranmak, çok garip bir çelişmeye düşmek olurdu; çünkü Potidea’da, Amphipolis’te, Delion’da4, seçtiğiniz ko-mutanların gösterdikleri yerde, her türlü ölüm sakıncası karşısında bütün gözüpekliğiyle duran ben, şimdi tanrı5 beni, kendimi ve başkalarını incele-mek, sınamak için filozoflukla görevlendirdiğinde ölüm ya da başka bir şey korkusuyla işimi bırakıp nasıl kaçardım? Böyle bir tutum gerçekten ağır bir suç olurdu. Kendimi bilge sanarak ölüm korkusuyla tanrı buyruğuna baş eğmeseydim, o zaman pek haklı olarak yargı yerine çağırılabilir, tanrıların varlığını yadsımaktan suçlandırılabilirdim. Çünkü ölüm korkusu, Atinalılar, kişinin gerçekte bilge değilken kendini bilge sanması değil midir? Kişinin bilmediğini bilir sanması değil midir? Gerçekte, kimse bilmiyor ölümün ne olduğunu; insana vergi en büyük iyiliktir belki ölüm; ama en büyük kötü-lükmüş gibi korkuluyor ondan. Bilmediğimiz bir şeyi bildiğimizi sanmak kınanacak bir bilgisizlik değil midir? Birçok insanlardan işte bu bakımdan ayrımlıyım yargıçlar; bir takım işlerde başka birinden daha bilge olduğumu demeye dilim varmıyorsa bundandır. Öyle ya, ben öteki dünyada olup bi-tenleri yeterince bilmeyerek, biliyor düşüncesine kapılmıyorum. Ama tan-rı olsun, insan olsun kendimden daha iyi birine kötülük yapmanın, boyun eğmemenin kötü ve utanılası olduğunu biliyorum. Kötülük olduğunu iyice bildiğim şeylerden korkarım; ama iyi olmadığını kestirmediğim şeylerden ne korkar, ne de çekinirim.

Beni koyuverseniz bile, beni sizin karşınıza çıkarmamak gerektiğini ya da çıkarılırsam yüzde yüz ölüme yargılı kılmanız gerektiğini -çünkü ölüm ceza-sı verilmezse çocuklarınız Sokrat’ın öğütlerini dinleyerek büsbütün baştan çıkacak, bozulacaklardır- söyleyen Anitos’u dinlemezseniz; bu sav üstüne bana: “Sokrat Anitos’u dinlemeyerek salıvereceğiz seni, ancak bir koşulla, artık bundan böyle insanları sınamayacak, sorguya çekmeyecek, filozofluk etmeyeceksin; bu koşulu yerine getirmezsen öleceksin” deseniz; söylediğim gibi, beni bu koşulla salıverirseniz, şöyle yanıtlarım sizi: “Atinalılar, say-gı ve sevgim vardır sizlere, ama ben size değil, tanrıya boyun eğerim daha çok, son soluğuma değin, elimden geldiğince felsefe ile uğraşmaktan, siz-leri buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten geri durmayacağım. Kiminle karşılaşırsam, alışkanlığım üzere, şöyle diyeceğim ona: ‘Sen ki gönüldeşim, Atinalısın, dünyanın en büyük, bilgeliğiyle, gücüyle en çok ün salmış ken-tin hemşerisisin, paraya, şana, onura bunca önem verirsin, sıkılmaz mısın bundan, yüzün kızarmaz mı?” İçinizden biri bana karşı koyup bu

saydıkla-4 Kuzey Yunanistan’da bir site. Atina -Sparta savaşının başlarında, İÖ saydıkla-430’da, uzun bir kuşatmadan sonra Atina tarafından ele geçirildi.

5 Apollon.

rıma önem verdiğini ileri sürerse, yakasını bırakacağımı, onu salıvereceğimi sanmayınız; sınayacağım, sorguya çekeceğim onu, ince eleyip sık dokuya-cağım, o ne derse desin, erdemli olmadığını anlarsam, kendisini değeri çok olana az değer verdiğinden, değeri az olana çok değer verdiğinden ötürü utandıracağım onu. Karşıma çıkan kim olursa olsun, böyle yapacağım, genç olsun, yaşlı olsun, yerli olsun yabancı olsun; ama özellikle hemşerilerime böyle davranacağım, çünkü sizleri kendime daha yakın duyuyorum. Şunu da iyi biliniz ki, tanrının buyruğudur bu; tanrının buyruğunu yerine getiren benden başka hiç kimse şimdiye değin bundan daha büyük bir çaba, iyilik göstermemiştir kentimize.

Çünkü benim sokaklarda dolaşarak genç yaşlı hepinizi bedeninize, para-ya pula değil, her şeyden önce canın, tinin eğitimine, yetkinliğine önem ver-meniz gerektiğine inandırmaktan başka bir ereğim yok. Bakın gene söylüyo-rum size, zenginlikle, parayla pulla elde edilmez erdem, ama zenginlik, ge-nel olsun özel olsun her türlü iyilik ancak erdemden gelir. Bunları söyleye-rek gençliği baştan çıkarıyor, doğru yoldan ayırıyorsam, yukarıda andığım özdeyişlerin dokuncalı olduğunu benimsemek gerekir. Ama biri çıkıp da öğ-rettiğim şeylerin bunlar olmadığını ileri sürerse yalan söylemiş olur. Bunun burasında şöyle diyeceğim size Atinalılar: “İster dinleyin, ister dinlemeyin Anitos’u, ister salın, ister salıvermeyin beni; iyice bilin ki şunu, bir değil bin kez ölmem gerekse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu.”6

* Apologia, Sokrat’ın Savunması, Plato: Diyaloglar 28a-30b, Türkçesi Teoman Aktürel, Remzi Kitab-evi 2009.

2. Bilginin Doğası ve Bilgi Edinenlerin Sorumluluğu Nedir?

İÖ 429 doğumlu Sokrat’ın öğrencisi olan Eflâtun, devlet adamı olmaya niyetlen-mişken, hem imparatorluğunu hem de Sparta Savaşı’nı kaybederek bir iniş dönemi-ne geçmiş olan Atina siyasetinden, Sokrat’ın da etkisiyle, kısa sürede dönemi-nefret eder.

“Filozoflar yönetici, yöneticiler filozof oluncaya kadar” siyaseti meslek edinmeme kararı alır ve arkadaşlarına bildirir. Sokrat’ın İÖ 399’da ölüme mahkûm edilip cezası-nın infazından sonra Atina’dan ayrılan Eflâtun, İÖ 387’de geri döner, kent dışındaki Akademus korusunda, bir grup filozofun toplandığı Akademia’yı kurar. Eflâtun, oku-lun kuruluşunu izleyen kırk yılı burada ders vererek ve yazarak geçirir. İÖ 348’de ölür.

Eflâtun’un günümüze kalan çalışmaları, Devlet de dahil olmak üzere, bilimsel eserlerden, tezlerden çok, diyaloglardan ve tartışmalarından ibarettir. Devlet,

bire-6 Bu pasajı Hz. İsa’nın tutuklanması ve yargılanması ile kıyaslayın.

yin adalet anlayışının sorgulanmasıyla başlar. Tartışmaya katılanlar konuyu temelden ele almaya çalışırken, kendilerini sahici bilginin doğası sorunuyla karşı karşıya bulur-lar, çünkü politik bir toplumda bireyin kendisini doğru yönetebilmesi için sahici ve doğru olanın ne olduğuna vakıf olması gerekir.

Aşağıdaki diyalog Atina’nın liman kentlerinden biri olan Pire’de geçmektedir. Bir arkadaş grubu, bir festivali takiben zengin bir tüccarın evinde toplanmış, adaletin sahici anlamını tartışmaya başlamışlardır. Tartışmaya Eflâtun’un “kahramanı” olarak katılan Sokrat, Glaukon ile önceden yaptığı bir tartışmayı anlatırken içlerinden biri, adalet tanımını, birey itibariyle değil, devlette nasıl işlediği itibariyle irdeleme niyetini dile getirir. Glaukon, Sokrat’ın ideal cumhuriyetin katılımcıları arasında rütbe farkı olması ve insanların yönetme görevini üstlenebilmeleri için, katı bir eğitim ve eleme-ye tabi tutulmaları gerektiği görüşünü benimsemiş olmakla birlikte, Cumhurieleme-yetin yurttaşlarının söz konusu statü farklılıklarını kabule nasıl ikna edileceklerini sorar.

Konuşmasına insanlar arasında aslında algı/idrak farklılıkları olduğunu iddia ederek başlayan Sokrat şöyle devam eder:

Devlet*

Eflâtun

”Şimdi yaradılışımızın nereye kadar aydınlatılabilmiş ya da aydınlatıla-mamış olduğunu kafanda canlandırayım: Yeraltındaki bir mağarada yaşayan insanlar düşün. Yaşadıkları bu mağara, ışığa açılsın ve mağaranın her yerine ışık girsin. Buradaki insanlarının ayaklarının ve boyunlarının, çocukluk-larından itibaren zincirle bağlanmış olduğunu, bu yüzden hareket edeme-diklerini ve kafalarına dolanmış olan zincirlerden dolayı önlerinden başka hiçbir yer göremediklerini düşünelim. Arkalarında, yukarıda bir yerde ateş yanıyor. Ateşle tutsaklar arasında yüksekçe bir yol, bu yolun yan tarafların-da tarafların-da kukla oyuncularının önünde kuklalarını oynattıkları perdeye benzer düşük bir duvar var.”

“Evet.”

“İnsanlar, duvar yapmaya yarayan çeşitli aletler, tahtadan, taştan ve çe-şitli malzemelerden yapılmış heykeller ve hayvan figürlerini ellerine almış duvarın dibinden yürüyorlar. Bu taşıdıklarının görüntüleri duvara yansıyor.

Yürüyenlerin bazıları konuşuyor, diğerleri ise sessizce yollarına devam edi-yorlar.”

“Kafamda tuhaf görüntüler canlandı. Tutsaklar da çok tuhaf.”

“Bizim gibi,” dedim. “Sadece kendi gölgelerini ya da birbirlerinin, ateşin mağaranın karşı duvarına yansıttığı gölgelerini görüyorlar.”

“Doğru,” dedi. “Kafalarını oynatamadıklarına göre, bu gölgelerden başka ne görebilirler ki?”

“Benzer şekilde, taşıdıkları nesnelerin de sadece gölgelerini görebiliyor-lar.”

“Evet,” dedi.

“Bu insanlar birbirleriyle konuşacak olsalar, taşınan nesneleri adlandıra-bileceklerini düşünürler, değil mi?”

“Çok doğru.”

“Bu mağaranın bir yerinden yankı geldiğini düşün. Yoldan geçen biri ko-nuştuğunda, bu sesin onun gölgesinden geldiğini sanmazlar mı?”

“Zeus adına, kesinlikle öyle sanırlar,” dedi.

“Onlara göre gerçek, görüntülerin gölgesinden başka bir şey değildir.”

“Evet.”

“Şimdi de bunu neyin izlediğini canlandır kafanda: Tutsaklar serbest bı-rakılır, yanlışlarını görürler. İçlerinden biri özgür kalıp ayağa kalktığında ve kafasını oynatıp yürüyerek ışığa doğru baktığında müthiş bir acı duyar. Işı-ğın parıltısı gözlerini kamaştırır ve daha önce gölgelerini gördüğü gerçek nesneleri göremez. Daha sonra da ona biri, daha önce gördüklerinin bir ha-yal olduğunu, ama şimdi gerçek varlığa gittikçe yakınlaştığını ve ona baktı-ğını, böylece daha keskin bir görüntüye sahip olduğunu söylese, vereceği ce-vap ne olabilir? Aynı kişi, ondan birer birer geçmekte olan nesnelerin isim-lerinin ne olduğunu söylemesini istese, şaşırıp kalmaz mı? Daha önce gör-düğü gölgelerin, şu an görmekte olduğu gerçek nesnelerden daha gerçek ol-duğunu sanmaz mı?”

“Evet, öyle olduğunu düşünür.”

“Işığa doğrudan bakacak olsa, gözlerinde bir acı hissetmez mi? Bu yüz-den, arada bir bakışlarını başka yöne çevirip sadece görebildiği nesnelerin varlığından haberdar olmaz mı? Bu yüzden, ona gösterilen nesnelerin değil de, görüntülerini hafızasına aldığı bu nesnelerin daha gerçek olduğunu dü-şünmez mi?”

“Şüphesiz,” dedi.

“Bir de şunu düşün: Onu sarp ve engebeli bir yokuştan sürükleyerek çı-kartsak ve güneşi görene kadar onu bırakmasak, canı acımaz mı, sinirlen-mez mi bize? Işığa yaklaştıkça gözleri kamaşır ve gerçek nesnelerin hiçbiri-ni göremez.”

“Evet, bir anda göremez,” dedi.

“Bu yukarı dünyanın görüntüsüne alışması gerekir. İlkin, en iyi gölgele-ri, ardından insanların ve diğer nesnelerin sudaki yansımalarını, daha sonra da nesnelerin kendilerini görür. Sonra, ayı, yıldızları ve parıldayan

gökyüzü-nü seyre dalar. Gökyüzügökyüzü-nü ve yıldızları geceleyin, yani güneş ya da gün ışı-ğı yokken daha iyi görmez mi?”

“Kesinlikle.”

“Son olarak da güneşi görür. Artık, sadece sudaki yansımasını değil, gü-neşin kendisini de görür ve onu olduğu gibi seyredebilir.”

“Evet, öyle olur,” dedi.

“Mevsimleri, yılları güneşin belirlediğini, bütün görülebilir şeyleri onun koruduğunu ve arkadaşlarıyla birlikte, daha önce mağarada gördükleri şey-leri onun sayesinde gördükşey-lerini anlar, değil mi?”

“Elbette,” dedi.” Önce güneşi görür, ardından da böyle sonuçlar çıkarır.”

“Eski yaşadığı yeri ve oradaki tutsak arkadaşlarını hatırlayınca, yaşadığı değişiklikten dolayı kendisini mutlu hisseder ve oradaki arkadaşlarına acır, değil mi?”

“Kesinlikle acır.”

“Pekiyi mağarada yaşarken; gelip geçmekte olan gölgeleri en hızlı takip eden ve hangisinin önce, hangisinin sonra, hangilerinin birlikte geçtikleri-ni en hızlı belirleyebilen ve bu yüzden geleceğe ilişkin en iyi sonuçları çı-karabileceğine inanılan kişinin, arkadaşları tarafından onurlandırıldığı aklı-na geldiğinde, bu türden onurlandırılmalarla artık ilgilenir mi, böyle onur-landırılan kişilere gıpta eder mi? O arkadaşları gibi düşünüp onlar gibi ya-şamaktansa, Homeros’un kahramanı gibi, ‘Fakir bir efendinin fakir kölesi ol-mak daha iyidir’7 diyerek, her şeye katlanmaz mı?”

“Evet,” dedi. “Bence, o eski sanılarla ve hayatla avunmaktansa, her şeye katlanmaya razı olur.”

“Bir de bu kişinin, güneşin olduğu yerden alınıp eski hayatına geri dön-dürüldüğünü düşün. Gözlerinin tam bir karanlığa gömüldüğünden şüphe eder mi?”

“Elbette etmez.”

“Gözleri henüz zayıfken -ki gözleri yeniden karanlığa alıştırmak uzun bir zaman ister- bu mağaradan daha önce hiç çıkmamış tutsaklarla birlikte gördükleri gölgelerin ne olduğunu söylemek zorunda olsa, gülünç duruma düşmez mi? Oradakiler, onun yukarıya çıktığını, ama döndüğünde gözle-rini kaybetmiş olduğunu, bu yüzden yukarı çıkmayı düşünmenin bile iyi bir şey olmadığını söylerler. Eğer, içlerinden biri, bir diğerinin zincirlerini çözüp onu yukarıya, ışığa doğru götürecek olsa, yakalayıp öldürmezler mi bu kişiyi?”

“Evet, yaparlar bunu,” dedi.

7 Homeros, Odysseia, XI. 489.

“Şimdi, bu benzetmeyi, biraz önce söylediklerimle ilişkilendirebilirsin, sevgili Glaukon. Hapishane gibi olan bu mağara, görünen dünya; bu mağara-yı aydınlatan ateşin ışığı, güneş olsun. Doğru ifade ediyor muyum, etmiyor muyum, bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez, ama benim inancıma göre, yukarıya yapılan yolculuğu, ruhun aklın dünyasına yükselişi olarak alırsan yanılmazsın. Doğru veya yanlış, benim sanıma göre, bilgi dünyasında iyi

“Şimdi, bu benzetmeyi, biraz önce söylediklerimle ilişkilendirebilirsin, sevgili Glaukon. Hapishane gibi olan bu mağara, görünen dünya; bu mağara-yı aydınlatan ateşin ışığı, güneş olsun. Doğru ifade ediyor muyum, etmiyor muyum, bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez, ama benim inancıma göre, yukarıya yapılan yolculuğu, ruhun aklın dünyasına yükselişi olarak alırsan yanılmazsın. Doğru veya yanlış, benim sanıma göre, bilgi dünyasında iyi

Belgede BATI YA YÖN VEREN METİNLER (sayfa 65-173)

Benzer Belgeler