ilişkiler ağına yerleştiren çerçeve tarafından gizlenmektedir.
Bu parçayı okuduğumda aklıma, öznenin oluşum süreci ile inkar edilen bağımlılık arasındaki ilişkiye dair birtakım sorular geliyor.
Bu iki süreç, birbirinden ayrılabilir mi? Aynlamazlarsa, inkar edi
len bağımsızlığı nasıl olur da -Körfez Savaşı'nda ordunun tutumu
na ilişkin Butler'ın verdiği örnekte olduğu gibi- eleştirinin temeli olarak kullanabiliriz? Aynlabilirlerse, belli bir psikanalitik öncül
"ne iyi ne de kÖtü" olarak betimlenirken, bir diğeri neden böyle be
timlenemiyor? Biri tarihsel açıdan diğerine oranla daha sınırlı, do
layısıyla da değişime daha açık olduğu için mi? O zaman, tarihsel açıdan daha sınırlı olan öncülün ortaya çıkışı nasıl açıklanacak?
Yukarıdaki sorulan sormamın başlıca sebebi, bunların ortaya koyduğu genel konulardan birçoğunun, günümüzdeki feminist tar
tışmanın büyük bölümüne temel teşkil ettiğini düşünüyor olmam
dır. Çoğunlukla tarih ve eleştiriyi aştığı düşünülen psikanalitik ve dilsel anlatılarla, tarihsel olarak belli bir zamanda yer alan anlatılar arasındaki ilişkiyi nasıl kavramsallaştıracağımızı çözmeye çalış
mak, yalnızca Judith Butler'ın değil, birçoğumuzun sorunudur. Bu
kitapta yer alan Fraser ile Comell arasındaki tartışma dahil, günü
müzdeki pek çok feminist tartışmanın temelinde hep bu sorun yatar.
Comell'ın, değişim olanağını dilin özellikleri içine yerleştirme
si, Fraser'ın Comell'a yönelttiği eleştirinin merkezinde yer alır. Di
ğer bir deyişle Comell, Lacan'dan türetilemeyen değişim olanağını, Derrida'nın dile ilişkin fikirlerinden türetmektedir. Fraser ise, böy
le bir uygulamanın işe yaramayacağını savunur; zira Derrida'daki
"'değişen şey' görünüşte sabit olan, kapsayıcı simgesel düzenin al
tında işleyen dilin aşkın bir özelliği olarak ortaya atılır ... Birbiriyle eşdeğer, rekabet içindeki anlamlandırmalar arasında gerçekte var olan kültürel ihtilafları kuramlaştırabilecek bir anlayış değildir bu."
Comell Fraser'a verdiği yanıtta, başka şeylerin yanı sıra psika
nalitik perspektifin feminizm için sahip olduğu önemi vurgular: "Bi
linçdışı güdülenme ile toplumsal fantazi oluşumu, her eleştirel top
lumsal araştırma programının temelini oluşturmalıdır." Aynca, La
can'dan eleştirel bir tutumla alıp kendine uyarladığı görüşün, erkek simgesel düzeninde Kadın'a yer olmadığını iddia ettiği için temelci bir görüş olarak anlaşılamayacağını söyler. Comell şunu ileri sürer:
"Kadın'ın olanaksızlığını yeniden yorumlayışım, Fraser'm öne sür
düğü gibi bizi fallogomerkezciliğin mantığına bağlamaz. Aksine, cinsel farklılığın detaylarıyla yeniden işlenmesi için sonsuz olanak sağlar."
Benim fikrime göreyse Fraser, Comell'ın temelci bir Kadın an
layışıyla hareket ettiğini iddia etmez. Aksine Comell'ın tarihdışı bir anlayışla, yani "cinsel farklılığın detaylarıyla yeniden işlenmesi"
için sunulan sonsuz olanağı tarihdışı bir biçimde kuramlaştırdığını ileri sürer. Bu eleştiriyi kendimce dile getirecek olursam; Comell,
"kadın imgeselinin serbest bırakılmasının",
20.
yüzyıl Amerikası' nda olduğu gibi, örneğin17.
yüzyıl Hindistanı'nda da mümkün olup olmadığına dair yeterli açıklama sunamaz. Kısaca, Fraser'ın ortaya koyduğu sorun şudur: Comell'ın kullandığı psikanaliz ve dil kuramlari, yalnızca "ataerkil" olarak belirtilen öyle belirsiz bir tarih aralığına ilişkindir ki, bütün bu aralık boyunca "Kadın" kavramının açıklığı içindeki farklılıkları kuramlaştırmak için hiçbir araç sağla- · mazlar. Burada vurgulanması gereken şudur: Lacan yorumunu iş
lerken Comell'ın kullandığı "bir kadın simgeseli" ya da "kadın im
geseli" gibi ifadeler, yalnızca "bir" sözcüğünün varlığının ya da
yokluğunun yol açtığı belirsizlik ya da belirlilik durumları bakı
mından değil, aynı zamanda buradaki "kadın" kavramının ancak
19.
yüzyıl sonlarından itibaren Batı bağlamında kullanılabilmesi bakı
mından da fazla genelleyicidir.
Bu eleştirilerden hiçbiri, Comell'ın psikanalitik kuramlara ihti
yacımız olduğu yolundaki ısrarının geçerliliğini reddetmiyor. İnsan simgeleminin tutarlı bir şekilde işlememesi ve fantazinin toplumsal yaşamı nasıl düzenlediği konularına açıklama getiren göriişlere ih
tiyacımız var. Aynca, tarihe ilişkin Comell'ın Joan Scott'tan alıntı
ladığı meseleleri de akılda tutmamız gerekiyor; bana göre bu mese
leler, temyiz mahkemesi gibi düşünülebilecek nesnel bir tarihin var olmadığını vurguluyor. Dile getirdiğimiz tarihsel anlatılar, ruhsal ihtiyaçlarımıza kök salmış durumda. Fakat bütün bunlara rağmen, aklımda bir soru hala baki - ki burada en başta Benhabib'e yönelt
tiğim soruya geri dönmüş oluyorum: Ruhumuzla ilgili anlatılar ne
den hepimiz için homojen ya da erkek-egemen unsurların görüldü
ğü her bağlamda tekil olmak zorunda olsun? Butler'ın evrensellik
le ilgili görüşlerinden bazılarını kullanarak şunu belirtebilirim: Bu
tür
homojen anlatılar, etnomerkezci ve dışlayıcı hareketlerle o kadar çok bir arada düşünülmüştür ki, bu tür anlatılardan kendimizi uzak tutmanın tek yolu, gerekçelendirmenin yükünü küçük anlatıya_
değil büyük anlatıya yıkmaktır belki de. Burada, uygulanması ko
lay kuralları savunmadığım açık; yalnızca günümüzde farklı sesler
den kurulmuş anlatılar teşvik edecek hareketin, kurgusal hikayeler söz konusu olduğunda akademik kuramlardan daha ikircikli bir tu
tum benimseyeceklerini düşünüyorum.
Yukarıda yalnızca birkaçına değinmeye çalıştığım, bu tartışma
nın ilgi çekici ayrılık noktalan,
benim
ayrılık noktası ve ilgi çekiciolarak
tanımladığım konulardan oluşuyor. Yazarların kendileri başka bakış açılan da sunuyorlar. Dolayısıyla, "bu kitabın ne hakkında olduğu"na ilişkin kendi görüşünüzü oluşturmanız için, sizi deneme
leri ve yanıtları dikkatle incelemeye davet ediyorum.