• Sonuç bulunamadı

H. Aydınlanma

1. Aydınlanma Kavramı

Aydınlanma kavramı, İlk Çağ Yunan klasizminden beslenen ve on sekizinci yüzyıl Avrupa’sında yoğun olarak tartışılan bir konudur. Bir tanıma göre; İngiliz Devrimi’yle (1648) başlayan Amerika kıtasında ve Avrupa’nın tamamında etkili olan ve Fransız İhtilaliyle (1789) sona eren felsefi bir hareket ve süreçtir (Çiğdem, 2011: 13). Bozkurt ise Aydınlanma çağını; insan, akıl, toplum, din, değer gibi konuları

31

inceleyen ve on sekizinci yüzyıl Avrupa’sına ait bir dönem olarak nitelendirmiş, aydınlanmayı düşünce, siyaset, toplum ve bilim gibi alanlarda devrimci bir dönüşüme olanak sağlayan güçlü bir akım olarak vurgulamıştır (2003:133). Aydınlanma, insanın düşünme yetisinde din ve geleneksel inançlardan kurtuluşu; hayatı tahayyül etmede kendi aklını kullanma çabasıdır (Gökberk, 2013: 289). Bir diğer tanıma göre ise insan aklının bağımsız düşünebilme yetisini kazanması ve Rönesans süreciyle başlayan “yeniden uyanışı” devam ettirerek kendi varlığının ispatına yönelmesidir (İşçi, 2016: 273). Aydınlanma, kıta Avrupası’na özgü bir dizi gelişme anlamına geliyor olsa da kökleri İngiltere, İskoçya, Fransa ve Almanya’da aranmalıdır. Aydınlanma döneminin en önemli filozoflarından Alman felsefeci Immanuel Kant (1728-1804) aydınlanmayı şöyle tarif etmiştir; (Aktaran Bozkurt, 2010: 263) “aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin ol(a)mama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin ol(a)mayış durumuna ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedeni de aklın kendisinden değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır”.

Aydınlanma döneminin bir diğer önemli düşünürlerinden Fransız felsefeci Montesquieu (1689-1755) ise aydınlanma idealleri bağlamında özgürlüğün, siyasal realizmin ve bilimin taraftarı olmuştur. Montesquieu cumhuriyet, monarşi ve despotizm gibi hükümet şekillerinden bahsederken bunların ardına erdem, onur ve korku gibi kavramları yerleştirmiştir. Daha sonra belirlemiş olduğu üçlü ayrım ise filozofun yaşadığı dönemin siyasal ilgilerine göre şekillenmiştir. Buna göre cumhuriyet, Antik Roma’nın ne olduğunu gösteren adeta bir resme benzemektedir. Despotizm ise Fransa’nın yüzleşmek durumunda kaldığı bir tablodur ve Fransa için monarşinin bir ideal olduğu görüşünü yansıtmaktadır. Montesquieu, İngiliz kurumsal özgürlük anlayışını savunurken; özellikle yargı, yürütme ve yasama temsilcileri arasındaki güç ayrımını gerekçe göstermektedir. Filozofun bu yaklaşımı on sekizinci yüzyılın sonunda Kuzey Amerika Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İhtilaliyle somutlaşan özgür fikirlerin ortaya çıkış sürecine işaret etmektedir (Skirbekk ve Gilje, 2006: 319). Demokrasiye ilişkin değerlendirmelerindeyse; insanların her şey olduğunu ancak bu insanların o yönetimde istedikleri gibi davranacakları anlamına gelmediğini söylemektedir. Ona göre insanlar, yasalar tarafından belirlenmiş olan düzene boyun eğmek zorundadır ancak demokrasinin özünde yasa yapanların halk olması

32

demokratik düzenin yurttaşlara zorla empoze edilmemesi gerekmektedir. Montesquieu’nün işaret ettiği temsili demokrasidir. Bunun sebebi ise temsilcileri bulunmayan bir demokrasinin halk despotizmine dönüşmesi değil, halkın düşünme, yargılama ve yönetmede yeterince yetenekli olmamasıdır (Cevizci, 2017: 360).

Aydınlanmanın on yedinci yüzyıldaki önemli filozoflarından İngiliz John Locke (1632-1704) sonraki yüzyıllarda etkisini hissettirmiş düşünürlerden biridir. Locke hayatının büyük kısmını on yedinci yüzyıl içinde geçirmiş olsa da düşünce özgürlüğünü ve davranışlarda aklı ön planda tutmanın gerekliliğini savunan ilk düşünürlerden biri olması sebebiyle on sekizinci yüzyıl aydınlanmasının kurucuları arasında sayılmaktadır (Gökberk, 2013: 293). Politik bir düşünür olan Locke erken dönem liberalizmin kurucu öğelerini betimleyen metinler kaleme almıştır. Locke’a göre; “insanlar doğuştan eşittirler ve rızaya dayalı herhangi bir onay olmaksızın (birbirleri arasında) otorite kurma iddiasında bulunamazlar.” Ancak insan ilişkilerinde tahakküm şeklinde sonuçlanabilen kimi otorite biçimleri bazı işlevleri yerine getirmek maksadıyla bulunabilmektedir (Çiğdem, 2011: 64). Locke’a göre egemenlik yurttaşlara verilmiştir. Ancak yurttaşlar, toplumsal sözleşmeyi önceden kabul ettikleri için çoğunluğun iradesine boyun eğmek mecburiyetindedirler. Dolayısıyla Locke esasta mutlakiyetçiliği reddetmekte ve bir toplumun devamlılığı için azınlıkta kalanların çoğunluğun iradesini kabul etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Çoğunluğun egemenliğini savunan Locke dönemin oy verme hakkıyla birlikte çoğunluk tarafından oluşturulacak temsili bir hükümetin egemenliğini meşru saymakta ve sadece mülk sahibi sınıfların oy verme hakkına sahip olduğu bir siyasal sistemi savunmaktadır. Locke’un işaret ettiği oy verme hakkına sahip sınıflar orta ve orta-üst sınıflardır. Buna göre liberal sivil demokrasi halkın demokrasisi anlamına gelmektedir. Diğer yandan John Locke, tıpkı Monstesquieu’de olduğu gibi yasama, yürütme ve yargı gücünün tek bir organda toplanmaması, dahası bu güçler arasında bir çeşit “güçler ayrılığı” bulunması gerektiğine inanmaktadır (Skirbekk ve Gilje, 2006: 285).

İngiliz filozof Bertrand Russell’a (1872-1970) göre (2002: 278); Jean Jacques Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” isimli yapıtı önceki eserlerinden duygusallık olarak düşük ancak zekâsal usavurma yönünden yüksek olması açısından oldukça farklıdır. Yapıtında Antik Yunan demokrasisine vurguda bulunan Rousseau; büyük devletler için en iyi yönetim biçimi olarak monarşiyi, orta büyüklükteki devletler için

33

aristokrasiyi ve küçük devletler içinse demokrasiyi işaret etmektedir. Zira büyük bir devlet için demokrasiyi hâkim kılmanın olanağı yoktur. Dolayısıyla demokrasiye olan övgü her zaman kent devletine olan övgüyü de içermelidir. Bu nedenle “Toplum Sözleşmesi” demokrasi ilkelerine ve ideasına bağlı görünüyor olsa da dolaylı olarak totaliter devleti idealini meşrulaştırmaktadır. Ve Russell’e göre yirminci yüzyılda görülecek Avrupa diktatörlüklerine esin kaynağı olacaktır (Russell, 2002: 278-285). Rousseau demokrasiye ilişkin (1994: 81); “hiçbir yönetim, demokrasi ya da halk yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli değildir çünkü demokrasi kadar durmadan biçim değiştirmeye alabildiğine kayan, varlığını korumak için de daha çok uyanıklık ve yiğitlik isteyen hiçbir yönetim biçimi yoktur” şeklindeki sözleri Russell’i doğrular niteliktedir. Zira Rousseau, demokratik bir yönetimde bireyin sahip olmak zorunda olduğu erginlikten yoksunluğunu (1994: 81); “bir Tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi ancak böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil” şeklindeki ifadeleriyle doğrulamıştır. Sonuç olarak on sekizinci yüzyıl Aydınlanma hareketinin ortaya çıkışında on beşinci yüzyıl ortalarında başlayan Rönesans, on altıncı yüzyılda güç kazanan Reform hareketleri ile her iki hareket tarafından ortaya konan ilkelerin büyük bir önemi bulunmaktadır (Çiğdem, 2011: 19; Bozkurt, 2003: 133; Kerimoğlu, 2016: 31).

Benzer Belgeler