• Sonuç bulunamadı

Avrupa Birliği’nde İhtiyat İlkesi

BÖLÜM 3: İHTİYAT İLKESİ

3.5. Avrupa Birliği’nde İhtiyat İlkesi

Avrupa Topluluğu’nda Maastricht antlaşmasına kadar, herhangi bir hukuksal belgede İhtiyat İlkesinden açıkça bahsedilmez(Vilaça, 2004:371). 1992 yılında Avrupa Topluluğu anlaşmasının 174. maddesinin ikinci fıkrasında Maastricht antlaşmasıyla (m.6) yapılan değişiklik sonucu Topluluk çevre politikalarının çevrenin yüksek düzeyde korunması amacını taşıyacağı ve politika oluşturma sürecinde ihtiyat ilkesinin temel alınacağı hükmü getirilmiştir. Metinde ilkenin anlamına açıklık getirilmemekle birlikte Avrupa Adalet Divanı, Deli Dana Hastalığı ile ilgili bir davada bu yönde ilk adımı atarak “ kesin bir kanıt olmasa dahi insan sağlığını riske atacak nitelikte bir tehdit ile karşılaşıldığında yetkili kurumlar riskin gerçekleşmesini beklemeden gerekli önlemleri almak zorundadırlar” ifadesini kullanmıştır(Christoforou, 2003: 206).

İhtiyat İlkesinin Avrupa çevre politikasının merkezine oturması, Avrupa Parlamentosu tarafından 1998 de alınan ve Yeşil Ant (Green Paper)olarak bilinen karar içerisinde Tüketici Sağlığı ve Gıda Güvenliği’nin temel ilkesi olarak benimsenmesi ile gerçekleşmiştir. Ayrıca Avrupa Komisyonu’nun şubat 2000 deki toplantısında çevrenin korunması ve insan,hayvan ve bitki sağlığı bakımından İhtiyat İlkesinin özel önemi vurgulanmıştır(Vilaça, 2004:372). Aralık 2000 deki Nice toplantısında İhtiyat İlkesinin anlamı ve içeriği olgunlaştırılmıştır. Buna göre ilkenin ana uygulanma konuları ve uygulama sistemi belirlenerek çeşitli alanlardaki uygulamalar ve harcamaların ihtiyat yaklaşımı doğrultusunda uyumlaştırılmasına dönük yasal düzenlemelere hız verilmesi kararlaştırılmıştır. Avrupa Birliği özellikle, ileride karşılaşılabilecek sağlıklı gıda krizleri, biyoteknoloji ve genetiği değiştirilmiş ürünler ile ilgili konularda ulusal, birlik düzeyinde ve uluslararası ölçülerin belirlenmesi amacıyla hem Avrupa Parlamentosunda hem de sivil alanda yoğun katılıma dayalı çalışmaların ve tartışmaların yapılmasını sağlayacak girişimlerin gerçekleştirilmesi amacıyla çalışmalara devam etmektedir(Christoforou, 2003: 206).

Örneğin, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GMO) la ilgili olarak, bu ürünlerin üretim ve pazarlama sürecinin başından sonuna kadar kontrol edilmesi ve denetlenmesi hususunda Birlik üyesi ülkelerle birlik organları arasında kademeli bir yetki ve sorumluluk devri sistemi getirilmiştir. Bu amaçla gerçekleştirilen 258/97 sayılı düzenleme ile bu ürünlerin üretildiği ülkelere söz konusu ürünlerin ve türevlerinin

üretim süreçlerinin denetlenmesi yanında insan ve çevre sağlığına karşı oluşturdukları risklerin değerlendirilmesi yoluyla varılan sonuçlar ışığında yüksek risk taşıyan ürünlerin üretiminin ve satışının sınırlandırılması veya askıya alınması yetkisi ve sorumluluğu verilmiştir. Ancak bu yetkiler, yapılacak yasal düzenlemelerle Birlik düzeyinde yetkili otoriteler oluşturulup tecrube kazandıkça yavaş ve kademeli olarak bu otoritelere devredilecektir(Forsman, 2004: 582)

Bu sistemin oluşturulmasından amaç, genetiği değiştirilmiş ürünlere ilişkin prosedürü birlik düzeyinde uyumlu, bir örnek, şeffaf, akılcı ve etkili hale getirmektir. Bu amaçla Avrupa Gıda Güvenlik Otoritesi (AGGO) oluşturulmuştur. Bu kurumun sorumluluk alanı gıdalarda risk değerlendirmesi yapmaktır. Buna ek olarak Besin Zincir ve Hayvan Sağlığı Komitesi oluşturulmuş ve bu komiteye son karar mercii olma statüsü sağlanmıştır. 178/2002 sayılı düzenleme ile de gıdalarla ilgili yasal düzenleme sürecinde, değerlendirme ve yeniden gözden geçirme amacıyla halkın katılımının da sağlanması yanında risk değerlendirmesi ve AGGO nun çalışmaları hakkındaki bilgilere ulaşma hakkı düzenlenmiştir(Forsman, 2004: 583).

İhtiyat İlkesinin çeşitli ülkelerde ağırlıklı olarak vurgulandığı sorun alanlarının başında kirlilikle mücadele yer aldığı gibi(Motaal, 2005:484) Avrupa Birliği mevzuatında sayısız denilebilecek kadar çok sayıdaki çevre ile ilgili düzenleme arasında ihtiyat ilkesi ile ilgisi bakımından en fazla önem arz edenlerden biri Bütünleşik Kirliliği Önleme ve Kontrol Yönetmeliği’dir. Bu yönetmelik suya, havaya ve toprağa bırakılarak ve zaman içerisinde etkileşerek karmaşıklaşan ve katlanarak büyüyen kirliliği önlemeye yönelik çeşitli boşaltma (emisyon) standartlarını ve teknikleri belirlemenin yanında emisyon türlerine ilişkin sınırlamaları da içermektedir. Yönetmeliğin 4.-9. maddeleri arasında emisyon ruhsatları ile ilgili genel kurallar düzenlenmektedir ve üye ülkeler ruhsat işlemlerini ve gözetimini bu hükümlere uygun şekilde gerçekleştirmek zorundadırlar. Örneğin boşaltma yapacak kişilere ruhsat verilmeden önce bunlardan boşaltılacak maddelerin çevreye yönetmelikte belirtilen ölçülerin üzerinde bir zarar verilmeyeceğine dair rapor istenmesi ve ayrıca bu raporla bağlı kalınmaksızın değerlendirme yapılması gerekmektedir. Yönetmeliğin 3. maddesinde boşaltıma konu olacak maddelerle ilgili genel ölçütlere yer verildiği gibi farklı emisyonlara ilişkin izin veya ruhsatlara dair bölümlerde de havaya, suya veya toprağa bırakılacak sıvı, katı veya gaz niteliğindeki

atıklara dair özel ölçütler ve önceden belirlenmiş sınırlara uygunluk aranmakla birlikte, boşaltım tesisatlarının teknolojinin el verdiği en yüksek olanaklar doğrultusunda inşa edilmiş olması gerekmektedir.(m.9) Bu bağlamda İhtiyat ilkesi değerlendirilecek olursa özellikle bu yönetmelik doğrultusunda uygulama yapacak olan üye ülkelerin bu genel düzenlemenin ötesine geçerek çevreye olumsuz etkileri tam olarak tespit edilemeyen, başka bir deyişle potansiyel etkilerinin düzeyi konusunda bilimsel belirsizlik yaşanan emisyon türlerine neden olan faaliyetlerin ruhsat veya izin verilmeyerek engellenmesi sürdürülebilir kalkınmanın sağlanabilmesi açısından önemli bir gelişme niteliği taşıyacaktır(Heldeweg, 2005: 6, 13)

AB ve sürdürülebilir kalkınma dendiğinde akla ilk olarak Amsterdam Sözleşmesi gelmektedir. 1997 de imzalanan bu sözleşme ile Avrupa Tek Senedi ve Maastricht anlaşmasında önemli iki değişiklik gerçekleştirilmiştir. Sözleşmenin amaçlar bölümü ve ikinci maddesi birlikte değerlendirildiğinde şu sonuca varmak mümkündür. Topluluk düzeyinde ekonomik ve sosyal gelişmenin ve enflasyonla mücadelenin başarıyla gerçekleştirilmesi yoluyla sağlanacak toplumsal refaha ve yüksek yaşam kalitesine ancak birlikte ve dayanışma içerisinde ve çevreyi yüksek düzeyde korumayı hedefleyen ekonomik, sosyal politikalarla ulaşılabilir. Arzulanan böyle bir gelişmeye de sürdürülebilir kalkınma adı verilmektedir(Poostchi, 1998: 77). Bunun sebebi ise kaliteli bir doğal ve beşeri çevreyi sağlayıp muhafaza edemeyen ekonomik gelişmenin son kertede nitelikli bir toplumsal yaşamı sağlayamayacağının anlaşılmış olmasıdır. İşte sözleşmenin kendisinden önceki Birlik sözleşmelerine kattığı yeniliğin merkezinde de bu anlayış yatar.

Sözleşmenin (100 a)maddesinin 3. fıkrasında bilimsel belirsizlik halinde gerekli önlemlerin alınmasında yeterli bilimsel kanıt bulunmamasının bir gerekçe yapılamayacağı ve üye ülkelerin çevreyi koruyucu ve önceden belirlenmiş ölçütler doğrultusunda gerekli önlemleri alacağı belirtilmiş, bu doğrultuda aynı maddenin 5. fıkrasında ise klasik ve bilimsel kanıta dayanan önlemlerin ötesine geçen ve ihtiyat ilkesine dayanan önlemlerin üye ülkeler düzeyinde farklılık arz etmesinin yaratacağı sorunları gidermek bakımından Rio Deklarasyonu doğrultusunda Birlik düzeyinde temel bir çerçeve oluşturulması gereğine yönelik hukuksal düzenleme gereği belirtilmiştir. Bunlara ek olarak da 130. maddede çevre yönetiminde etkinlik açısından karar vericiler

düzeyinde ihtiyat ilkesinin bilimsel belirsizlik halinde sağladığı avantaj ve birlik düzeyinde uygulama paralelliğinin gereği vurgulanmıştır(Poostchi, 1998:80-81).