• Sonuç bulunamadı

7. FİLİSTİN’İN İKTİSADİ YAPISI

7.4. Alınan Vergiler

Filistin bölgesinin gelir ve giderlerindeki dağılım, sancakların alanları, barındırdıkları

nüfus ve ekonomik hareketlilikleri ile paralellik göstermektedir. Kudüs Sancağı gerek alan olarak, gerekse nüfusu itibariyle Nablus ve Akka sancaklarına göre daha büyüktür. Bundan dolayı da bölgedeki en fazla gelir, Kudüs Sancağı’ndan elde edilmiştir. En fazla gideri olan sancak da yine aynı sebeplerden ötürü Kudüs Sancağı’dır. Akka Sancağı, alan ve nüfus itibariyle Nablus Sancağı’ndan küçük olmasına rağmen, sancaktaki ekonomik haraketlilik, gelir-gider harcamalarının hemen hemen Nablus Sancağı ile aynı olmasına sebep olmuştur.311

Osmanlı hukukunda vergi sistemi, devlet ve milletin korunmasını amaçlayan ve kamu hizmetlerinin yerine getirilmesini sağlayan hizmetlerde kullanılmak için toplanan belirli kurallara sahip ekonominin bir işleyiş sistemidir. Osmanlılar bunu İslam kaidelerine bağlamış ve bu sistemin Farz-ı Kifaye sayılması ile birlikte vergi sisteminin dayanağı oluşturulmuştur. Vergi sistemi Osmanlı devletinde sadece reayadan alına bir şekilden ibaretti. Askeri ve dini sınıfa mensup kişiler vergiden muaf tutulmuşlardı. Bu kişilerden sadece emeklilik, maluliyet veya bu işten çıkarılmaları sonrasında vergi alınıyordu.312

Osmanlı Devleti’nde vergi sadece şehir ve köylerde oturan reayadan alınıyor, askeri sınıf mensupları reayanın ödediği her türlü vergiden muaf tutuluyordu. Öncelikle ulûfe ve

310 Ze’evi, a.g.e., s. 70.

311 Bostancı, a.g.t., s. 186.

timâr alan bütün hizmet sahipleri, saray halkı, ümerâ ve ulemâ raiyyet rüsûmundan muaftı. Kapıkulu ve devlet erkânı ile timârlı sipahiler, kadılar, müderrisler, yüksek medreselerdeki talebeler ve bu medreselerin mezunları askerî sınıf olarak addedilirdi. Ayrıca, bunların akrabaları ve kulları da askerî sayıldıklarından raiyyet rüsûmundan muaf tutulurlardı. Fakat mazuliyet hali uzun zaman devam edenlerin, iş ve kazanç hayatına atılanların askerî durumları ortadan kalkardı.313

Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyılda her türlü devlet hizmetlerini ifa için gerekli masrafları bir merkezden idare etmeyi icap ettiren, bugünkü manasıyla, bir devlet bütçesi yoktu. Dolayısıyla bu masrafların belirli bir takım prensiplere göre, halka tevzi ve takdimi suretiyle meydana çıkan bir vergi telakkisi de mevcut değildi. Bu devirde devlet, vergi toplamak hak ve yetkilerinin önemli bir kısmını, dirlik, malikâne ve vakıf şeklinde, muhtelif hizmet ve vazife sahiplerine terketmiş bulunmaktaydı. Böylelikle, padişah da dâhil olmak üzere herkes kendilerine tahsis edilmiş olan şer’î ve örfî vergileri maaşlarına karşılık olmak üzere kendi hesaplarına toplarlardı. Şüphesiz bunun en büyük sebebi, vergilerin tahsilinde ve maaşların ödenmesinde karşılaşılacak olan güçlüklerdi. Merkezden binlerce kilometre uzaktaki sancaklarda, madenî para olarak vergi toplamak, ulaşım ve güvenlik açısından imkânsız olduğu gibi, bunları daha sonra tekrar dirlik sahiplerine ve diğer devlet görevlilerine dağıtmak da oldukça zordu. Ayrıca birçok verginin üretilen üründen aynî olarak alınması zarureti de başlı başına bir mesele teşkil ediyordu. Bu sebeplerden dolayı devlet, önceki Türk-İslam devletlerinde tatbik edilmiş olan mirî arazi rejimini yeni bir düzenlemeye tabi tutarak mükemmel bir hale getirmişti.314

Toprak mahsullerinden alınan vergiler; Öşür, sözlük manası olarak “onda bir” manasında olup, halkın ihtiyaçları için devletin yine halktan topladığı vergiye verilen addır. Bu tabir genel olarak sadaka ve zekât manasında kullanılsa da Osmanlılar bunu İslam kaide ve kurallarının anlatıldığı kitaplardan farklı bir şekilde uygulamışlardır. Çünkü şer-i öşür ancak Mekke, Medine, Hicaz ve Yemen gibi bazı Arap memleketlerinde görülen öşri toprakların Müslüman sahipleri tarafından ödenmesi ve oranı toprağın verimlilik

313 Akdağ, a.g.e., s. 50.

şekline göre onda birle onda beş arasında olması icap eden vergidir. Oysa Osmanlı Devleti’nde, sosyal ve iktisadi sebeplerle sahiplerinin malı olan çok az toprak kalmıştı.315

Şahsa bağlı vergiler; Cizye şer‘î bir vergi olup İslam ülkelerinde yaşayan gayr-i Müslimlerden askeri hizmetten muaf tutulmalarına karşılık olarak alınan baş vergisine verilen addır. Bu tür bir uygulama ergenlik çağına gelmiş bütün gayr-i Müslim erkekler için uygulanmaktaydı. Harac-ı res’de denilen cizye vergisinin maktu olanı fetih esnasında devlet reisi ile gayr-i Müslimler arasında tespit edilen bir orandır ki bu oran Rumeli eyaletlerinden Eflak, Boğdan ve Erdel vilayetlerinde bu şekilde tespit edilmiştir.316 Ayrıca “raiyyet rüsûmu” olarak bilinen çeşitli adlarda vergiler ile gayrimüslimlerden alınan cizye gibi genel vergiler olduğu gibi, belli bir bölgeye has olan özel vergiler de vardı.

Hayvanlardan alınan vergiler; Osmanlı Devleti’nde, reâyânın beslediği hayvanlar üzerinden belli miktarlarda vergi alınırdı. İlgili bölgede yetiştirilen hayvan türlerine göre, sancak kanunnamelerinde belirlendiği ölçüde vergileri tahsil edilirdi. Buna göre (resm-i ma’ze veya ağnam resmi) her iki koyun ve keçi için bir akçe, arılardan (resm-i nahl, kovan resmi, resm-i ‘asel veya resm-i kevvare olarak da bilinir) her kovan için bir akçe, her sağılır manda (resm-i camus) için üçer para yani altışar akçe alınırdı. Yine koyun ve keçilerini ağıl ve mağaralarda kışlatanlardan da her yüz koyun veya keçi için bir koyun veya bahası alınırdı.317

Mukataalar; Devlet gelirlerinin, yine devletin eliyle doğrudan doğruya yapılacak harcamalar için ayrılan vergi veya kaynaklara verilen addır. Mukataa gelirlerini, özellikle büyük şehirlerdeki her türden iktisadî işletmelerden alınan vergiler, ticarî tekel maddelerinden alınan resimler, yasaklamalara aykırı işlerden elde edilen cerimeler ve maden işletmelerinden alınan resimler oluşturmaktaydı. Bu tip gelirler, dirlik olarak hizmet erbabına verilmeyip hükümet hesabına ayrılmış en önemli gelir kaynaklarıdır. Mukataalar iltizam ve emanet olmak üzere iki şekilde işletilirlerdi. İltizam usulüne göre işletilen mukataalar, belirli dönemlerde arttırma ile satılırdı. Mukataalar, tahvil adı verilen ve genellikle üç yıllık bir süre ile işletilmeye verilirdi. İşletme hakkını alan kişilere amil veya mültezim adı verilirdi. Mukataayı işletme hakkını alan Mültezim veya amil taahhüt ettiği

315 Ömer L. Barkan, “Öşür”, İA, IX, s. 485.

316 Akgündüz, a.g.e., s. 167.

miktarın bir kısmını peşin olarak verir, geriye kalan kısmını ise kefil göstererek borçlanırdı.318