• Sonuç bulunamadı

AİLEDEN KAYNAKLANAN ETKİLER

Bir çocuk doğduğu andan başlayarak annesiyle bağlantı içinde yaşar. Tüm devinimlerinin amacı bu bağlantıyı ayakta tutmaya yöneliktir. Aylar boyu, anne, çocuğun yaşamında alabildiğine önemli bir rol oynar, çocuğun hayatta kalması tümüyle anneye bağlıdır. Çocuğun ruhunda toplumsallık yeteneğinin ilk tohumları bu evrede yeşerir. Anne çocuğun kendisinden başka biriyle ilk kez ilişki kurmasını, kendisinden başka birine karşı ilk kez ilgi duymasını bu evrede sağlar. Anne, toplumsal yaşamla çocuk arasındaki ilk köprüyü oluşturur. Annesiyle ya da anne işlevini üstlenen bir başkasıyla hiçbir bağlantı kuramayan bir çocuğun mahvolup gitmesi kaçınılmazdır.

Anneyle çocuk arasındaki ilişki öylesine içten, öylesine geniş kapsamlıdır ki ilerideki yıllarda çocuktaki herhangi bir özelliği kesinlikle kalıtıma bağlamanın asla üstesinden gelemeyiz. Kalıtımla geçmiş olabileceğini sandığımız her eğilim, çocuğa anne tarafından benimsetilmiş, anne tarafından talim ettirilmiş, anne tarafından biçimlendirilip yine anne tarafından sürekli aşılarak geride bırakılmıştır. Annenin bu konudaki beceri ya da beceriksizliği, çocuğun varlığında saklı yatan tüm olanakları etkiler. "Beceri" sözcüğüyle anlatmak istediğimiz, annenin çocukla el ele vererek onu toplumsal işbirliğine yatkın biri yapma yeteneğinden başka bir şey değildir. Bu yetenek, saptanacak kimi kurallarla anneye öğretilemez. Her geçen gün yeni durumlar çıkarır annenin karşısına. Bir annenin, çocuğunun gereksinimlerini görüp kavradığını kanıtlayacağı binlerce değişik durum vardır.

Çocuğu şefkatle izleyen, çocuğunun sevgisini kazanmak ve esenliğini sağlamak için uğraşıp didinen bir anne, söz konusu beceriyi gösterebilir.

Çocuğuna karşı tutumu, annenin tüm davranışlarında açığa vurur kendini. Annenin çocuğunu kucağına alması, kucağında dolaştırması, çocuğuyla konuşması, onu yıkaması, karnını doyurması, bütün bunlar anneyle çocuk arasında sıkı bir bağlantının kurulabilmesine katkıda bulunur. Üzerine düşen ödevleri yerine getirecek gibi eğitilmemişse ya da bu ödevleri pek umursamıyorsa, beceriksizin biridir anne ve çocukta kendisine karşı bir dirençle karşılaşır. Anne bir çocuğun nasıl yıkanacağını öğrenmemişse, banyo çocuk için tatsız bir yaşantı oluşturur, bu yaşantı onu annesine daha çok yaklaştırmaz, tersine annesinden uzaklaşmasına yol açar. Bir annenin çocuğunu yatağa yatırışında, bu sırada yapacağı bütün eylemlerde, çıkaracağı bütün seslerde bir beceri havasının esmesi gerekir; çocuğu yalnız mı bırakacağına, yoksa yanında mı kalacağına karar verirken de yine beceriyle davranmak zorundadır. Anne çocuğun yattığı yerdeki çevresel koşulları, odadaki havanın temizliğini, ısı durumunu göz önünde tutacak, çocuğun beslenmesine, uyku zamanlarına, bedensel alışkanlıklarına, temizliğine dikkat edecektir. Bu işlerden her biri çocuğun annesini sevmesi ya da sevmemesi, annesiyle işbirliği yapması ya da işbirliğine yanaşmaması için bir neden oluşturur.

Annedeki becerikliliğin bilmecemsi bir yanı yoktur aslında. Her beceri yıllarca süren bir egzersiz ve özveri sonucunda doğup ortaya çıkar. Anneliğe hazırlık yaşamın çok erken bir döneminde başlar.

Bu yolda atılan ilk adımları, kızların küçük çocuklara karşı davranışında gözlemleyebiliriz; küçük çocuklara gösterdikleri sevecenlik ve ileride kendilerini bekleyen ödevlere sevgiyle kucak açmaları, anneliğe hazırlığın bir dışavurumudur. Oğlanları ve kızları gelecekte kendilerini aynı ödevler bekliyormuş gibi yetiştirmek asla salık verilemez. Becerikli annelere sahip olmak istiyorsak, kızlarımızı anneliğe hazırlayacak gibi eğitmemiz zorunludur; bu işi de öyle yapmak durumundayız ki kızlarımız gelecekte kendilerini bekleyen annelik yazgısını kabullensin, anneliğe yaratıcı bir etkinlik gözüyle baksın, ileriki yaşamlarında annelikle yüz yüze geldiklerinde oynayacakları anne rolü kendilerini düş kırıklığına uğratmasın.

Ne yazık ki uygarlığımızda kadının annelik rolü çoğu kez ikinci derecede önem taşır. Oğlanların kızlardan üstün tutulması, oğlanların yaşamda oynayacakları role kızlarınkinden daha üstün gözüyle bakılması durumunda, kızların ileride kendilerini bekleyen ödevleri sevgiyle karşılamaması doğaldır.

Alt düzeyde bulunmaktan kimse memnunluk duyamaz. Oğlanların daha üstün tutulduğu ailelerdeki kızlar evlenip de kendileri çocuk sahibi olacak aşamaya geldiklerinde şu ya da bu şekilde söz konusu görevden yan çizmeye başlarlar. Çocuk istemezler ve buna hazırlıklı değillerdir; çocuklara kavuşacak olmalarına sevinmez, çocuk sahibi olmaya yaratıcı ve ilginç bir etkinlik gözüyle bakmazlar. Belki de bu, toplumların en büyük sorunudur ve bu sorunun üstesinden gelmek için de fazla bir şey yapılmamaktadır. Tüm insan toplumunun esenliği kadınların anneliğe karşı tutumuna bağlıdır. Hemen hiçbir yerde kadının yaşamdaki rolüne gereken önem verilmemekte, gereken ağırlıkla bu rol üzerinde durulmamaktadır. Küçük erkek çocukları bile ev işlerine, sanki bunlar hizmetçileri, uşakları ilgilendiriyormuş, sanki ev işlerine yardım etmek paye ve onurlarıyla bağdaşmaz bir şeymiş gibi tepeden bakarlar. Evin çekilip çevrilmesine ve ev işlerine kadınların üstesinden geldiği başarılı çalışmalar gözüyle değil kadınların yaşamaya mahkûm olduğu bir çile gözüyle bakılır çoğunlukla. Bir kadın evin idaresine bir sanat gözüyle bakıyor, ilgisini bu sanat üzerinde yoğunlaştırıyor, böylelikle diğer insanların yaşamını aydınlattığına ve zenginleştirdiğine inanıyorsa, dünyadaki bütün başarılı işlerden aşağı kalmayacak bir iş yapmış olacaktır. Öte yandan bu işin erkekler tarafından pek önemsenmemesi durumunda kadınların kadınlık rollerini benimsemeye yanaşmamaları, buna karşı koymaları ve pek doğal bir davranışla erkeklerle eşit durumda olduklarını, önemsenmeye ve kendi yeteneklerini geliştirmeye erkekler kadar hak sahibi bulunduklarını kanıtlamak istemeleri bizi şaşırtmamalıdır. Yeteneklerin yalnızca toplumsal sorumluluk bilinciyle geliştirilebileceği kuşkusuzdur; içlerindeki toplumsallık duygusu kadınları doğru yola yöneltecek, onları sınırlamaların ve gelişimlerini kısıtlayıcı engellerin dışına çıkaracaktır.

Kadının aile içinde oynadığı role gereken önem verilmediğinde, evlilik yaşamında bir uyumdan da söz açılamaz. Kadın çocuk yetiştirmeye değersiz bir uğraş gözüyle baktığımızda, çocukları ileride kendilerini bekleyen yaşama olumlu bir hazırlıkla donatabilmek için gereken alabildiğine büyük sabrı, özen ve titizliği, anlayış ve paylaşmayı göstermesi düşünülemez. Kadınlık rolünden hoşnut olmayan bir kadının yaşam amacı, kendisiyle çocukları arasında kusursuz bir ilişki kurup bu ilişkiyi sürdürmekten onu alıkoyar. Çünkü kendi amacı çocukların amacının gösterdiği doğrultuyu izlemez;

çoğunlukla kendi kişisel üstünlüğünü kanıtlamakla uğraşır; amacına ulaşmada da çocukları bir yük olarak, kendisini yolundan saptırmak isteyen bir engel olarak görür sadece. Hayatta dikiş tutturamamış kişilerin yaşamını geriye doğru izlediğimizde, hemen hemen her zaman ödevlerini doğru dürüst yerine getirememiş bir anneyle karşılaşırız; bu anne çocuğunu yaşama ilk çıkış için olumlu bir hazırlıkla donatamamıştır.

Ama yine de anneyi başarısızlığından ötürü suçlu göremeyiz. Suç diye bir şey yoktur ortada. Kim bilir, belki annenin kendisi de çocuklarıyla işbirliği içinde davranacak gibi eğitilmemiştir. Belki de evlilik yaşamında ezilmiş, mutsuzluğa uğramıştır. İçinde bulunduğu durum kendisini şaşkına döndürmekte, onu kahredip durmaktadır; bazen umudunu yitirdiği, bezginliğe kapıldığı olur. Sağlıklı bir aile yaşamının gelişimini aksatacak pek çok neden vardır. Anne hasta olabilir örneğin, çocuklarıyla arasında doğru dürüst bir ilişki kurabilmek için alabildiğine iyi niyetle davransa da bu işi başaracak kadar güçlü hissetmez kendini. Anne gündüzleri iş güç peşinde koşan bir kadındır belki, işten eve bitkin döner. Ailenin ekonomik durumu iyi olmayabilir, bu durumda çocuk gereği gibi beslenemez ve giyinemez. Bütün bunlar bir yana, çocuğun davranışlarını belirleyen, yaşantıları değil yaşantılarından çıkardığı sonuçlardır. Sorunlu bir çocuğun yaşamöyküsünü gözden geçirirsek, çocukla

anne arasındaki ilişkide bazı pürüzlerin varlığını görürüz. Ama aynı pürüzlerle, sorunlu olmayan çocuklarda da karşılaşabiliriz. Bireysel psikolojinin buna ilişkin temel bir görüşü vardır: Belki karakter özelliklerinin oluşumuna yol açacak zorlayıcı nedenler diye bir şey yoktur; ancak çocuk, yaşantılarından amacına uygun olarak yararlanabilir, onları nedene dönüştürebilir. Örneğin, kötü beslenmiş bir çocuğun ileride suç işleyecek biri olacağını söyleyemeyiz. Bizim için önemli olan, çocuğun kötü beslenmesinden ne gibi sonuçlar çıkardığını bilmektir.

Kadınlık rolünden hoşnut olmayan bir kadının birtakım sorunlar ve gerilimlerle karşı karşıya kalacağını görmek zor değildir. Annelik içgüdüsünün ne denli güçlü olduğunu biliyoruz. Annedeki çocuklarını koruma güdüsünün bütün diğer güdülerden daha baskın olduğunu, araştırmalar kanıtlamıştır. Hayvanlarda, örneğin fareler ve maymunlarda annelik içgüdüsü, cinsellik ya da beslenme içgüdüsünden daha güçlüdür; söz konusu hayvanlar annelik içgüdüsüyle cinsellik ya da beslenme içgüdüsünden birini yeğleme durumuyla karşı karşıya kaldıklarında annelik içgüdüsü ağır basar. Bu içgüdünün temelini cinsellik değil toplumsal yaşam gereksinimi oluşturur. Anne çocuğunu sıklıkla kendinden bir parça gibi duyumsar. Çocuklar sayesinde anne bütünüyle yaşamla bağlantı içinde bulunur; kendine yaşam ve ölüm üzerinde söz sahibi bir kişi gözüyle bakar. Her annenin ruhunda dünyaya getirdiği çocuklarla bir eser yarattığı duygusu az ya da çok belirginlikte yaşar.

Adeta diyebiliriz ki Tanrının evreni yaratması gibi, anne de bir yaratma eyleminde bulunmuş, yokluktan bir varlık çıkarıp ortaya koymuştur. Annelik çaba ve eğilimi gerçekten de insandaki üstünlük eğiliminin, Tanrı gibi olma eğiliminin bir yönüdür. Bu da bize, üstünlük amacından, alabildiğine güçlü bir toplumsallık duygusuyla insanlığın esenliğini sağlamada nasıl yararlanılabileceğini gösteren en belirgin örneklerden biridir.

Kuşkusuz anne, çocuğunun kendisinden bir parça olduğu duygusunu aşırılığa vardırıp bunu kişisel üstünlük amacının hizmetinde kullanabilir. Çocuğu düpedüz kendisine bağımlı kılıp yaşamını denetim altında tutmaya, onu sürekli kendisine bağlamaya çalışabilir. İzninizle buna örnek olarak yetmiş yaşındaki bir köylü kadından söz açacağım. Elli yaşındaki oğlu hâlâ kadınla birlikte yaşıyordu ve anneyle oğul aynı zamanda zatürreye yakalanmıştı. Anne hastalığı atlatmış, oğluysa kaldırıldığı hastanede ölmüştü. Oğlunun ölüm haberini alan annenin ağzından şu sözler çıkmıştı: "Oğlanı sağlıklı yetiştiremeyeceğimi baştan beri biliyordum zaten." Kadın, oğlunun tüm yaşamından kendisini sorumlu hissetmekteydi. Oğlunu toplumun başkalarıyla eşit haklara sahip bir üyesi olarak yetiştirmeye asla çaba harcamamıştı. Annenin çocuğuyla arasında kurduğu ilişkinin sınırlarını genişletmemesinin, çocuğunun eşit haklara sahip bir üye olarak toplumla bütünleşmeye çalışmamasının ne büyük bir hata sayılacağını artık yavaş yavaş anlıyoruz.

Bir annenin ilişkileri asla basit değildir; beri yandan anneyle çocuk arasındaki bağlantıda aşırılığa kaçılmaması gerekir, hem çocuğun, hem de annenin esenliği için zorunludur bu. Ödevlerden birinin aşırı derecede önemsenmesi, öteki ödevlerin bundan olumsuz yönde etkilenmesine yol açar. Hatta bizi belli bir zamanda uğraştıran ödeve gereğinden fazla önem vermemizin, o ödevin üstesinden gelmemizi zorlaştıracağını söyleyebiliriz. Bir anne çocuklarıyla, eşiyle ve çevresindeki toplumsal yaşamla ilişki içindedir. Bu üç ayrı ilişkiyi aynı derecede önemle sürdürmek, her üçünü de serinkanlı ve aklı başında bir tutumla göz önünde bulundurmak zorundadır. Yalnızca kendisiyle çocukları arasındaki ilişkiyi dikkate alan bir anne, ister istemez çocuklarını nazlı büyütüp şımartacaktır. Böyle bir durumda çocukların bağımsızlıklarını kazanması ve kendilerinde bir toplumsal bilinci geliştirmesi hayli güçleşir. Kendisiyle çocuğu arasında sağlam bir ilişki kurmayı başaran bir anneyi bundan sonra bekleyen ödev, çocuğun ilgi kapsamını babayı da içine alacak şekilde genişletmektir, ne var ki böyle

bir ödevin üstesinden gelebilmesi için, kadının kendisinin de eşine ilgi gösteren biri olması gerekir.

Ayrıca, anne çevredeki toplumsal yaşamın kapısını çocuğun önünde aralamaya çalışmak, çocuğun kendi kardeşlerine, dost ve arkadaşlarına, akrabalarına ve genel olarak diğer insanlara ilgi duymasını sağlamak zorundadır. Buna göre annenin iki ayrı ödevi vardır: Birincisi, kendi şahsında güvenilir bir insan varlığıyla çocuğu ilk kez yüz yüze getirmek, ikincisi çocuğun kendisine karşı duyduğu bu güven ve dostluğu tüm insanları içine alabilecek gibi genişletmeye istekli ve yetenekli olmaktır.

Anne çocuğu yalnızca kendisine bağlamaya çalışırsa, çocuğun ileride annesinden başka kimselere ilgi göstermesi için harcanacak çabaları da boşa çıkaracaktır. Her zaman annesinin yardımına bel bağlayacak, annesinin sevgi ve yakınlığını elde etmeye çalışan birini gördü mü, ona rakip ve düşman gözüyle bakacaktır. Annesinin kocasına ya da öteki çocuklarına göstereceği sevgiyi kendi haklarına bir saldırı gibi duyumsayacak, "Annem benimdir, başka kimsenin değil" gibi bir inancı içinde besleyip büyütecektir. Çağdaş psikologlar, bu durumu geniş ölçüde yanlış anlamışlardır. Örneğin, Freud'un Oedipus kompleksi kuramında çocukların annelerine âşık olup onunla evlenmek, beri yandan babalarına nefret ve kin besleyip onu öldürmek istedikleri varsayılır. Bu görüş yanılgıdan başka bir şey değildir ve çocukların gelişim sürecinin doğru dürüst anlaşılması durumunda böyle bir hataya düşülmesi olanaksızdır. Oedipus kompleksine annesinin tüm ilgi ve sevgisine yalnızca kendisi sahip olmak, başka herkesi bunun dışında bırakmak isteyen bir çocukta rastlanabilir ancak. Böyle bir isteğin cinsiyetle ilgisi yoktur. Anneyi tahakküm altına almaya, ona tam anlamıyla söz geçirmeye, onu kendine kul köle yapmaya yönelik bir istektir ve yalnızca anne tarafından el bebek gül bebek büyütülen, arkadaşlık duyguları anne dışındaki dünyayı yok sayan çocuklarda görülebilir. Sadece annesine bağlı yaşayan bir oğlanın aşk ve evlilik sorununun çözümünde, annesini odak noktası yaptığı seyrek vakalarla karşılaşılmamış değildir; ne var ki böyle bir davranışın bize anlattığı şey, oğlanın annesiyle oluşturduğu birliktelikten başka bir birlikteliği kafasında tasarlayamayışıdır. Kendisini böylesine bir teslimiyetle oğluna adayan bir anne, doğrusu pek düşünülemez. Sözün kısası, Oedipus kompleksi hatalı bir eğitimin yapay sonucudur. Kalıtsal bir ensest eğiliminin varlığını kabul etmek, hele söz konusu sapıklığın temelinde bir cinsellik ilişkisinin yattığını düşünmek yersizdir.

Annesinin yalnızca kendi kişiliğine bağımlı kıldığı bir çocuk, annesiyle arasındaki bağımlılığın ortadan kalkacağı bir konumla yüz yüze geldi mi, birtakım güçlüklerle karşılaşılır. Örneğin, okula başladığında ya da bir oyun yerinde başka çocuklarla oynadığında, her zaman annesiyle ilişki içinde kalmayı amaçlayacak, annesinden ne zaman ayrılması gerekse, bundan olumsuz yönde etkilenecektir.

Annesini hep yedeğinde görmek, annesinin düşüncelerinde tek başına yer almak, annesinin bütün ilgi ve sevgisini kendi üzerinde toplamak isteyecektir. Amacına varmak için izleyeceği pek çok yol vardır. Belki ana kuzusu bir çocuk rolünü oynayacak, her zaman yumuşak ve nazlı bir tutum sergileyecek, sevecenliğe susamış biri gibi davranacaktır. Belki hoşuna gitmeyecek en ufak bir şey oldu mu gözyaşı akıtacak ya da hiç zaman yitirilmeden kendisine sürekli bakım gösterilmesi gerektiğini açığa vurmak için hastalanacaktır. Ama belki de öfke nöbetlerine kapılacak, söz dinlemeyen asi bir çocuk davranışı sergileyip annesinin dikkat ve ilgisini kendi üzerine çekmeye çalışacaktır. Sorunlu çocuklar arasında şımartılıp nazlı büyütülmüş çocukların binlerce çeşitlemesini bulabiliriz, hepsi de annelerinin ilgi ve sevgisine tek başlarına sahip olabilmek uğruna savaşıp durur, çevrelerinden kendilerine yöneltilecek her isteğe kafa tutarlar.

Çocuk, çevresindekilerin ilgisini üzerinde toplamada başvurulacak en uygun çarelerin seçiminde hızla deneyim sahibi olur. Şımartılmış çocuklar yalnız kalmaktan çoğu zaman korkar, özellikle karanlıkta yalnız bırakılmaları iyice korkutur kendilerini. Aslında korktukları karanlık değildir,

korkuyu bir araç gibi kullanıp annelerini yanı başlarından ayrılmamaya zorlamak isterler. Şımartılmış böyle bir çocuk vardı, ne zaman karanlıkta kalsa çığlığı basmıştı. Gece çığlık üzerine koşup gelen annesi sormuştu çocuğa: "Neden korkuyorsun bakayım?" Çocuk da şöyle bir yanıt vermişti:

"Karanlıktan." Ama çocuğun niçin öyle davrandığını sezen annesi sormuştu bu kez: "Peki şimdi, ben yanındayken daha mı az karanlık?" Karanlığın kendisi bir önem taşımıyordu, oğlanın karanlıktan korkması, annesinden ayrılmak istemediği gibi bir anlam içermekteydi. Şımartılmış bir çocuk böyle bir durumla karşılaşır karşılaşmaz, bütün duyguları, aklı ve bütün yetenekleri annesinin gelip kendisiyle bağlantı kuracağı koşulları yaratmak için seferber olacaktır. Çığlıklar, bağırıp seslenmeler, uyuyamamalar ve diğer huysuzluklarla annesinin koşup yanına gelmesini sağlamaya çalışır şımartılmış çocuk. Bunun için başvurduğu ve psikologlarla eğiticilerin her zaman dikkatini çekmiş özel bir çaredir korku. Bizler bireysel psikolojide korkunun nedenlerini aramaz, korkuyla güdülen amaç üzerinde dururuz. Nazlı büyütülmüş bütün çocukların hastalığıdır korku. Korkudan yararlanarak çevresindekilerin dikkatini üzerlerine çekebildikleri için, bu duyguya yaşam üsluplarının mimarisi içinde her zaman yer verirler. Korku yardımıyla amaçlarına –anneyle yeniden bağlantı kurma– ulaşmaya çalışırlar. Korkak bir çocuk, şımartılmış ve bundan böyle de şımartılmak isteyen biridir.

Şımartılmış çocuklar bazen kötü düşler görür ve uykularında bağırırlar. Bu, şımartılmış çocuklarda aşinası olduğumuz bir belirtidir; ne var ki uykuya uyanıklığın karşıtı gözüyle bakıldığı sürece bu belirti anlaşılmadan kalmıştır. Oysa uykunun uyanıklığın karşıtı olduğu görüşü doğru değildir, uyku ile uyanıklık birbirinin karşıtı değil belli bir davranışın çeşitlemeleridir. Düş gören çocuk gündüz uyanıkken nasıl davranıyorsa, düşünde de aşağı yukarı öyle davranır. Ortadaki koşulları kendi çıkarına uygun biçimde değiştirme amacı, bedenini olduğu gibi ruhunu da etkiler; biraz egzersizden, biraz deneyimden sonra kendisini amacına yaklaştıracak en uygun yolu keşfeder. Hatta uykudaki düşüncelerinin içine bile güttüğü amaca yararı dokunacak imge ve anımsamaların sızdığı görülür.

Şımarık çocuk, biraz deneyimden sonra, kendisini korkutan düşüncelerin, annesiyle arasında zaman zaman kesilen bağlantıyı yeniden çarçabuk kurmaya her şeyden elverişli nitelik taşıdığını keşfeder.

Şımarık çocuklar, büyüdüklerinde bile korkulu düşleri çoğunlukla elden bırakmazlar. Dikkatin üzerlerine çekilmesinde başarılı bir araç olduğu denemelerle saptanmış korkulu düşler, şımarık çocuklarda giderek otomatikleşip bir alışkanlığa dönüşür.

Şımarık çocukların korkuyu bir araç gibi kullanmaları o kadar yaygındır ki böyle bir çocuğun geceleri mışıl mışıl uyuduğunu işitmek, bizim hiç beklemediğimiz bir şeydir. Dikkati üzerine çekmede şımarık çocuklar pek değişik hile ve numaralara başvurur. Bazı çocuklar yatak ve yorganlarının rahatsızlığından yakınır, bazıları su ister, yine bazıları haydutlardan ya da vahşi hayvanlardan korkar.

Kimi çocuklar da vardır, anne ve babaları yanı başlarında oturmadıkça bir türlü uyuyamaz. Bazı çocuklar düş görür, bazıları yataktan düşer, bazıları da yataklarını ıslatırlar. Tedavi ettiğim şımarık çocuklar arasında bir tanesi vardı ki geceleyin annesine hiç güçlük çıkarmıyora benziyordu. Annesi kızın geceleri çok iyi uyuduğunu, asla düş görmediğini, uykusundan hiç uyanmadığını, kısacası bu bakımdan herhangi bir sorunun söz konusu olmadığını açıklamıştı. Annesinin söylediğine göre yalnızca gündüzleri sorun çıkarıyordu kız. Bu da doğrusu hayli şaşılacak bir şeydi. Kızın annesini meşgul etmede, onu çekip yatağına getirmede başvurabileceği bütün hünerleri sayıp döktüm ama

Kimi çocuklar da vardır, anne ve babaları yanı başlarında oturmadıkça bir türlü uyuyamaz. Bazı çocuklar düş görür, bazıları yataktan düşer, bazıları da yataklarını ıslatırlar. Tedavi ettiğim şımarık çocuklar arasında bir tanesi vardı ki geceleyin annesine hiç güçlük çıkarmıyora benziyordu. Annesi kızın geceleri çok iyi uyuduğunu, asla düş görmediğini, uykusundan hiç uyanmadığını, kısacası bu bakımdan herhangi bir sorunun söz konusu olmadığını açıklamıştı. Annesinin söylediğine göre yalnızca gündüzleri sorun çıkarıyordu kız. Bu da doğrusu hayli şaşılacak bir şeydi. Kızın annesini meşgul etmede, onu çekip yatağına getirmede başvurabileceği bütün hünerleri sayıp döktüm ama

Benzer Belgeler