• Sonuç bulunamadı

Ahlâk Dergisi Cilt: 2, Sayı: 1

Belgede Cilt Vol. 2 Sayı No. 1 (sayfa 67-101)

Hüsamettin Koçan

Ahlâk dergisinin bu sayısında sanatın ve sanatçının ahlâkını konuşuyoruz.

Müsaadenizle sohbetimize teknik bir izahla başlamak isteriz. Malumunuz bazı felsefi yaklaşımlar çerçevesi, tanımı olan şeyin ahlâkı olur derler. Sizce sanat ya da sanat dalları bir disiplin olarak tanımlanabilir mi?

Tabii ki. Aslında her alanın kendine ait belli kriterleri, iç ve dış iklimleri vardır. Söz konusu ahlâk, etik, estetik gibi kavramların bu temastan dolayı ortaya çıktığını düşünüyorum.

Son zamanlarda ahlâk ve değerler üzerine düşünüyorum. Çünkü insanlar kitle iletişim araçlarıyla giderek daha fazla yönlendirilmeye başladılar. Bu yönlendirme bir bakıma kişilerin kaybolmalarına da neden oluyor. Bir kimlik yitimi yaşanıyor. Bunun tam karşısında ise ben kimim sorusuna cevap arayanlar, bu soruya sıkıca sarılanlar duruyor. Burada iki farklı ucun kesiştiğini görüyoruz. Ben ahlâkı yalnızca sanatçının değil, bireylerin kendi değerlerini meşrulaştırması olarak görüyorum. Benim ahlâk anlayışım budur. Dolayısıyla meseleye sınıfların ahlâkı, şu veya öteki grubun ahlâkı olarak bakmıyorum. Daha geniş bir dünyaya bakıyorum. Çünkü yaşadığımız dünya o kadar renkli ve çeşitli verilerden besleniyor ki… Tüm renkleri yan yana koyduğunuzda biri diğerinin karşıtıymış gibi gösteriliyor. Fakat gerçek öyle değil. Herkes kendi kültüründen ve coğrafyasından besleniyor. Örneğin Müslümanların Ramazan ayında belli ritüelleri var değil mi? Mesela ben küçükken babamın bize iftar için salata hazırlaması, benim de top patladığında haber vermem, gece sahura kalkmak, bayram namazına gitmek… Bir taraf bunları ahlâk olarak algılarken, diğer taraf kültür olarak görüyor.

Başka biri için ise hiçbir anlam ifade etmiyor. Bir görecelilik söz konusu. Zaten ahlâk felsefesine bakınca da rölativiteyi görebiliyoruz. Değil mi? Bu açıdan baktığımızda ben ahlâkı, bireyin insan olarak kendi varlığına şans vermesi, kendine alan açması ve onu yadırgamaması olarak tanımlıyorum. Dolayısıyla ahlâk, bireyin bünyesinde olup bitenlerin tutarlılığıdır.

Kişinin söylediklerinin ve yaptıklarının arasında bir uyum olmasıdır. Bizler, kendi iç tutarlılığı olan insanlara ahlâklı insanlar diyoruz.

DOI: 10.5281/zenodo.6507014 ahlâk dergisi, 2022

AHLÂK ÇALIŞMALARI VE AHLÂK FELSEFESİ DERGİSİ Cilt Vol. 2, Sayı No. 1

64

Her bireyin doğuştan getirdiği bazı özellikleri, yaşadığı topluma ait kültürel kodları ve gelenekleri vardır. Bunlar birbirinden farklılık gösterebilir. Önemli olan, bu özelliklerden birini diğerinden üstün ya da aşağı olarak görmeden, hepsine değer atfedebilmektir. Bu meslekler için de geçerlidir. Alanlarda iç okumaya doğru yoğunlaştıkça, orada duran büyük tomurcuğun içindeki kıvrımları da görmeye başlıyorsunuz. Bu kıvrımlar plastik sanatlarda, sinemada, müzikte, mimarlıkta, hepsinde vardır. Daha sonra bu alanları kendi içerisinde tartışabiliriz.

Burada özgünlük ve bireysel önermeler devreye girer. Örneğin; kişi eğer başkasından bir takım şeyler alıp, kendine özgüymüş gibi sunarsa ahlâk burada darbe alır mı, almaz mı bunu konuşabiliriz.

Sizden konuya giriş niteliğinde bir cevap almış olduk. Şimdi biraz daha özele inerek size, “Sanatın ahlâkı aynı zamanda sanatçının ahlâkı mıdır? Bunun temel kriterleri nelerdir?” diye sormak istiyorum.

Bu kolay bir soru gibi gözüküyor fakat bir o kadar da karmaşık. Sanat hiçbir zaman insana karşı olmamıştır. Ben bugün sergilerimde de söylüyorum: Bizim resmi tarih olarak kabul ettiğimiz tarih, kazananların tarihidir. Kaybedenler de onu destanlaştırmak için bir araç olarak kullanmıştır. Onun için bizler tarihte dost ve düşman ararız. Halbuki sanat tarihi o kadar geniş bir kavramdır ki… Hiçbir sanat yapıtı insana dost ya da düşman olarak bakmaz.

Tabii ki burada güdümlü sanat yapanları ayırt etmek lazım.

Sanatın kendisi, insanın sınırlarını genişletmektir. Sanatın kendisi, insanın gelecek umutlarını beslemektir. Sanatın kendisi, insana ufkun ötesine bakmayı önermektir. Bu sebeple yapılan eserlerin içerisinde şunu ararız: Bu ne kadar kendine dairdir ve insana ne kadar gelecek önerir. Gelecek önermeyen bir sanat eserinin içerisinde ahlâk aranmaz bile.

Çünkü özgün olmayan bir şey sanat eseri değildir. Örneğin; ben bir ressamım, resim yaparım.

Heykeltıraş, heykel yapar. Müzisyen, müzik üretir. Fakat her resim, her heykel ya da müzik diye sunulan her parça bir sanat eseri değildir. Onu sanat eseri yapan özgün olmasıdır.

Sanatın ahlâkı özgün olabilmektir. Ölçüsü de budur. Yoksa bizler sanatın içerisinde vicdan, iyi, kötü aramayız. Ne kadar estetik diye bakarız. Sanat eserinde aradığımız şey özgünlüktür.

Ressam, heykeltıraş, mimar, iç mimar, tasarımcı, edebiyatçı, şair, öykü yazarı bütün bunlar özgün bir şey yapıyorlarsa aynı noktada buluşurlar. Dolayısıyla sanatçının ve sanat eserinin ahlâkı, o özgünlüğün peşinde koşmaktır. Onun için bir hayat adamaktır. Özetle, sanatçının ve sanat eserinin ahlâkı özgün bir yolculuk yapmaktır diyebilirim.

65

Peki, mutlak bir özgünlükten bahsedebilir miyiz?

Hayatın o kadar çok boyutu var ki. O boyutlar içerisinden baktığımızda birisi sanatçı duyarlılığıyla size hayatın bir alanını gösterir. O alanda özgün bir söz üretir. Buradaki yaratıcılık, her şeyi var etmek anlamına gelmez. Var olanları yan yana getirip yeniden ilişkilendirmek anlamında kullanılır. Mevcut olanları hayallerinde yan yana getirerek, belli malzemelerle birleştirip yeni bir öykü ve duyarlılık alanı üretmektir. Özgürlük dediğim kavram budur.

Daha önce de içinde bulunduğumuz coğrafyaya, kültüre ve geleneğe vurgu yapmıştınız. Bizler de insan olarak bunların hepsinden bir şekilde payımızı alıyor ve etkileniyoruz. Fakat burada anlatmak istediğiniz, tüm bu bileşenleri bir araya getirebilme ve yeniden sunma becerisi sanırım.

Çok haklısınız. Ben Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde Geleneğin Şifreleri diye bir sergi açtım. Hayli zamandır Anadolu'yla çok ilgiliyim. Çünkü Anadolu'yu yeterince bilmiyoruz.

Hiçbir sanatçı resim yaparak doğmuyor Evet, bir yetenekleri var, kabul ediyoruz. Fakat bir sanatçı, etrafından farklı etkiler alıyor, birikimler oluşturuyor. Okuyor, dinliyor, deniyor. Biz de akademilerde öğrencilerimize okuyun, dinleyin, deneyin diye tavsiyelerde bulunuyoruz.

Bunlar olmadan birikim edinemezsiniz. Bilgiden değil, birikimden söz ediyorum. Mesela ben hafızamızın toprak olduğunu düşünüyorum. Toprak, anlatılanlardan daha derin bir şeydir.

Toprağı okumaya başladığınızda görürsünüz, kültürler orada üst üste ve barış içindedir. Bir önceki ondan sonra gelenin temelini oluşturur. Bakarsınız ki bir sonraki, daha öncekinin motiflerini kullanır. Bizim Anadolu’muz olağanüstü birikimlere sahip bir topraktır. Maalesef biz bazı ideolojik daraltmalar neticesinde Anadolu'nun birikimini, Türk İslam öncesi ve Türk İslam sonrası diye ikiye ayırmışız. Fakat öyle bir şey yok. Biz Anadoluluyuz. İçimizde bir Anadolu kültür DNA'sı var. İçimizde halen sağlam duran çocuk, o DNA'nın çocuğudur. Bir kültür hiçbir zaman ötekini tamamen yok etmez. Kültür hayatın içinde biçim değiştirerek, çağa evrilerek yol alır. Dolayısıyla Anadolu'nun birikimi önemlidir. Bu konuda tarihçilere de şunu öneriyorum: Sanat tarihçileri, tarihçilerden daha dinamik olmalıdır. İnsanlığı sanat tarihi üzerinden anlatırsak, üreten, üst üste koyan, gelecek arayan, insanı barındıran, insana sevgi yönelten; mimarisiyle, arkeolojisiyle, kilimiyle, halısıyla insanı kuşatan bir tablo görürüz ve bu da bizi hümanist bir anlayışa sev eder diye düşünüyorum.

AHLÂK ÇALIŞMALARI VE AHLÂK FELSEFESİ DERGİSİ Cilt Vol. 2, Sayı No. 1

66 Genetik kodlarımız gibi değil mi?

Öyle efendim. Bunu iddia ediyor ve bununla ilgili de bayağı uğraşıyorum. Sergiler açıyorum. Mesela bu sene Mayıs ayında, 2017’de Baksı'da açtığım “Ayağımdaki Diken”

sergisini buraya getiriyoruz. Çünkü o, köy hayatında yetişmiş bir insanın kendi geçmişine bakışını günümüz estetiğiyle yeniden ifade etmektedir. Aynı zamanda Anadolu Ödülleri veriyoruz. Bu konuda kararlılığımız var. Anadolu’nun değerler dünyasının, bu çağın saldırısı karşısında erimesine izin vermeyeceğiz. Bu zengin topraklarda yeniden büyük bir kültürel üretim başlatacağız ve bunları insanlıkla paylaşacağız. Bu bilinci oluşturmak son derece kıymetli. Yoksa hepimiz yolcuyuz. Bir yolculuk var. Ve dönüp baktığımızda hareket ettiğimiz noktanın da değişmiş olduğunu görüyoruz. Çünkü o da bir yolculuk halinde. Kendi döngüsü içerisinde müthiş bir dinamizm üretiyor.

Sanatçının ahlâki sınırlarından bahsedilebilir mi? Eğer bahsedebiliyorsak bu sınırın kaynağı nedir? Kendisi, toplum, aşkın bir varlık vb.?

Efendim sanatla toplumsal - geleneksel ahlâkı yan yana getirdiğimizde onun ölçüsü kaçabiliyor. Sanatın tanımı olsa olsa estetik ölçüt üzerinden olur, ahlâk üzerinden olmaz.

Diğer yandan sanatçının sorumluluğu diye bir kavram vardır. İşte ahlâk orada devreye giriyor.

Kişi bir başkasından borç alıp, bu özgündür diye sunuyorsa orada bir sorun var demektir. Onu araç ediniyorsa, dönüştürüyorsa, sanat dışı amaçlarla kullanıyorsa orada sorumluluk dediğimiz şey vardır ve burada sanatçıyı ahlâk açısından yargılayabiliriz. Zaten ahlâk da değişir, onun da nüansları vardır. Örneğin; Bayburt'taki bir köylüyle, Edirne'deki bir köylü aynı şeyleri farklı algılayabilir. Bütün bunlar son derece önemlidir fakat sanatın asıl sorumlu olduğu alan estetiktir. Özgünlük, sanatın ölçümlenebilecek tek alanıdır. Bunun dışındakiler tamamen ahlâkın dışında cereyan eder. Biz bu durumda sanatın değil de sanatçının ahlâkından söz etmeliyiz. Ses ve Öfke’nin yazarı Faulkner bir söyleşisinde: Sanatçı dürüst olmalı, kendisini başka kılığa sokmamalı, diyor. Özgürlük dediğimiz de budur.

Sanatı icra etmek söz konusu olduğunda mutlak özgür bir irade mümkün müdür?

Mutlak özgürlük kavramı oldukça kritiktir. Bizler resim yapıyoruz, heykel yapıyoruz değil mi? Eğer siz eserlerinizi iyi satar diye yapıyorsanız, sanatla para kazanmayı amaçlıyorsanız zaten baştan kaybedersiniz. Sizi zarara uğratacak diğer şey, birilerini taklit edip onun önüne geçme hırsına kapılmak ve bunu özgün bir iş olarak sunmaktır. Bir de

67

kendini bir oyun içerisinde göstermek oldukça sakıncalıdır. Örneğin; Picasso çok önemli bir sanatçıdır. Fakat Picasso aynı zamanda kötü de bir adamdır. Biliyorsunuz, Picasso işi için hep sevgililerini çalıştırır. Onlar seramik fırınlarını doldururken o başka yerlerde gezer, tozar. En sonunda birlikte olduğu sevgililerinden birinin eşi onu döver. Picasso da yalandan kalp krizi geçirerek durumdan kurtulur. Adam büyük bir yaratıcı ama insan olarak yanımıza alıp oturmayı tercih edeceğimiz biri değil. Yaptığı işler iyi fakat onu hayata taşırken yaptığı numaralar iğrenç.

Bununla birlikte çağa dair duyarlılığı son derece güçlüdür. Yalnızca bunu hayata taşımaya başladığı andan itibaren başka birisi oluyor. Peki, bu durumda sanatçıyı ikiye ayırmak mümkün müdür? Bilemiyorum.

Peki, zanaat ve sanat bağlamında özgünlük ilkesinin ahlâki bir gerekliliği var mıdır?

Zanaatçıları çok kıymetli buluyorum fakat artık zanaatçı da kalmadı doğrusu. Eskiden her evde, kadınlar kilim ve halı dokurlardı. Bunlar aynı zamanda toplumun kendi yaşadığı mekânı üretmesine de imkân veriyordu. Zanaat, gelenek içerisinde büyükanneden toruna aktarılırdı. O bir zincirdi. Çünkü geleneksel yapının sorumluluğu, kendini devam ettirmektir.

Ben bir dönem halk resimlerini araştırdım. Karşıma çıkan bazı örnekler vardı. Bizim çok duyarlı kadınlarımız var. Onlar geleneğin halkalarına umulmadık yerlerde ilginç şeyler ilave etmişler. Geleneği çağa adapte ederek devam ettirmişler. Biz geleneği çok iyi bilmiyoruz. Asıl gelenek eskiden gelen tarzı, yaşama rengini veren şeyleri yenileyerek gelecek kuşaklara aktarmaktır. Çağın malzemesiyle, duygusuyla geleneği birleştirerek geleceğe aktarmak bizim sorumluluğumuzdur. Baktığımızda bizim gelenekçilerin dönem dönem olağanüstü işler yaptığını görürüz. Mesela bir arkadaşımız Kayseri'de bir kilimin fotoğrafını çekmişti.

Baktığınızda kilimde Fatih Sultan Mehmet’in atını denize sürerkenki resmi var. Arkada İstanbul’un silueti bulunuyor. Bizim kızımız da kendisini bir kenarı dokumuş. Olanlara tanıklık ediyor. En başta bunun nesi var dedim, anlayamadım. Derken arkadaşım kızın saçlarına iyi bak, dedi. Meğer kız kendi saçlarını keserek iplik olarak kullanmış. Bu müthiş bir duyarlılıktır.

Kendisini o kilimin içerisine sokma arzusudur. Çok etkilendim. Halk sanatlarını yapanların görevi geleneği sürdürmektir. İlla yenilik yapmak zorunda değillerdir. Fakat düzgünce sürdürmek gerekir. Şimdilerde yün yerine orlon kullanıyorlar. Çürük malzemeler geldi ve hayatımıza girdi. Onun anlamını veremiyoruz. Bence gelenekteki en büyük sorunumuz, geleneğin sürdürülebilirliğinin ortadan kalmasıdır. Çünkü herkes televizyon izliyor, sinema

AHLÂK ÇALIŞMALARI VE AHLÂK FELSEFESİ DERGİSİ Cilt Vol. 2, Sayı No. 1

68

izliyor. Bizler evimizden çıkıyoruz, dünyanın başka bir yerine gidiyor ve oradan çok etkileniyoruz. Çünkü o bize yeni ve farklı geliyor. Ötekilerini biraz problemli buluyoruz.

Çağdaş sanata geldiğimizde ise, onun gelenek problemiyle daima ilgilendiğini görürüz.

Modernizm insana, her şeye kendi damgasını vurmayı da beraberinde getirmiştir. Çünkü insanı kendisine ait bir varlık olarak tarif etmektedir. Diğer taraftan bizlere özgürlük vaat eder. Fakat bu bir yanılsamadan ibarettir. Picasso bu konuda son derece önemlidir. Tabiri caiz ise Avrupa ve Afrika'dan aldıklarını evirip çevirerek ortaya yeni şeyler koymuştur. Bu yöntem biraz da pazar ekonomisine hizmet etmektedir. Sanat tarihi kendi içerisinde tüm bu başlıkları tartışmaktadır. Neticede bizler, gelenekten yeni bir gelecek üretebiliriz. Örneğin;

Baksı’nın mimarisi de bu fikre dayanır. O zamanalar evlerimizin damı topraktandı. Bacaları bizim oyun alanlarımızdı. Geceleri oralarda oyunlar oynardık. O mekânlarla birlikte kaybolup giden oyunlarımız vardı. Ben o toprak damlı, tepe ışığı alan evlerde yaşamış bir çocuk olarak, oradaki malzemeyi modernleştirerek yeniden kullandım. Gelenek, çağımıza malzeme verebilir. Ve bizler bu malzemeyi yeniden inşa edebiliriz. Bu ressamlar için de böyledir. Bütün mesele malzemeyi, çağın içerisine sindirerek özgün bir şey ortaya koymaktır.

Son olarak, sanat eğitiminin ahlâki sorumlulukları ve kriterleri nelerdir? Neler söylersiniz?

Bir eğitimci olarak sizlere bu konuda çok şey söyleyebilirim. Öncelikle eğitim verdiğimiz kişinin bir hafızası ve bir kimliği olduğunu unutmamak lazım. Bunu yok sayarak eğitmeye kalkmak öğrenciye zarar veriyor, onun omurgasını kırıyor. Bizim eğitim anlayışımız bu konuda hassasiyet göstermiyor. Prototip insanlar yetiştiriyoruz. Bizim çok ünlü hocalarımız niçin ünlü biliyor musunuz? Öğrencileri aynen hocaları gibi resim ya da heykeller yaptıkları için. Peki, bu çocuğun kendi hikâyesi nerede? Hiç kimse kendi hikâyesini kaybederek ortaya özgün bir şey koyamaz. Tabii bunun aksine, hikâyeye gereğinden fazla sarılmak da ortaya başka problemler çıkarır. Çünkü hikâyeler aynı zamanda yenilenebilirdir de. Bizler bugün yeniden uyandık. Bugünkü hava daha güzel diyoruz mesela. Bu sebeple üniversitelerimizin sanat eğitimindeki en büyük eksiği; işe öğrencinin kimliğini yok sayarak, onu sıfırlayarak başlamaktır. Üniversitelerde sanat tarihi derslerinde kendi coğrafyamıza, kendi tarihimize gereken önem verilmemektedir. Oradaki derinlik yeterince anlaşılmamaktadır. Örneğin ben öğrenciyken Rönesans’ı çok iyi biliyor olmama rağmen Anadolu sanatını, İslam sanatını bilmiyordum. Bu nedenle eğitim, bir çocuğun entelektüel

69

olarak yetişmesine imkân sağlamalıdır. Disiplinler arası olmalıdır. Felsefe olmadan sanat olmaz mesela. Fakat şimdilerde bizler, felsefe hocalarımızı güzel sanatlar kapısından içeri bile biz sokmayız. Özetle eğitimin disiplinler arası olması, öğrencinin kimliğine zarar vermemesi ve her öğrenciye kendi geleceğiyle ilgili önerme hakkını vermesi gerektiğini düşünüyorum.

Ben dekanlık yaptığım yıllarda öğrencilerin Çarşamba günlerinin öğleden sonralarını boşaltmıştık. Sebebi neydi biliyor musunuz? Öğrenciler sinemaya, tiyatroya, müzelere gitsinler, gezip tecrübe etsinler. Bugünlerde ise hocalarımız, öğrencileri onların dizinin dibinden ayrılmasın istiyorlar. Ayrılırsa bunu ihanet gibi görüyorlar. Ya da resim bölümünden bir öğrenci, heykel bölümünün koridorundan geçtiğinde, senin burada işin ne diye soruyorlar. Ben dokuz yıl Marmara Üniversitesi’nde dekanlık yaptım. Bu süreçte bütün meselem, ana dal – yan dal sorununu çözmek ve bu koridorları öğrencilere meşrulaştırmak oldu. Özetle; bizim eğitim sistemimizin öğrenciyi beslerken onun kimliğine özen göstermesi, diğer yaratı alanlarıyla internet disiplinler bir ilişki kurmasını desteklemesi ve öğrenciyi taklit eden değil, kendini arayan bir kimlik olarak kabul etmesi gerekmektedir. Son olarak fakülteye giriş sınavlarında yapılan bir hatayı söylemden geçemeyeceğim. Bu sınavlarda öğrencilere desen yaptırarak onların yeteneklerini ölçmüş olmuyoruz. Desen yapmak, beyin göz ve el koordinasyonu ölçer, fakat yeteneği değil. Asıl yetenek beyindedir. Bunu çok ihmal ediyor, işi pratiğe indirgiyoruz. Zanaat işi yaratıcılığın önüne geçiyor adeta.

Kısıtlı vaktinizde bizlere de zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

AHLÂK ÇALIŞMALARI VE AHLÂK FELSEFESİ DERGİSİ Cilt Vol. 2, Sayı No. 1

70

"Gelenekte bir şey vefalıysa güzeldir, iyidir. Vefasızsa, iyi değildir. Vefasız ise zaten gelenek değildir."

A. Sacit Açıkgözoğlu

Ahlâk dergisinin bu sayısında sanatın ve sanatçının ahlâkını konuşuyoruz.

Müsaadenizle sohbetimize teknik bir izahla başlamak isteriz. Sizce sanatın kendisi ya da sanat dalları bir disiplin olarak tanımlanabilir mi?

Söze davetinizden ötürü çok memnun olduğumu ifade ederek başlamak isterim.

Efendim mesele ahlâk olunca konuşmak hakikaten zor. Çünkü biz geleneksel sanatlarla meşgulüz. Ahlâk bizde konuşmaktan ziyade yaşanan bir şeydir. Çünkü hem Allah'ın Kitabı hem de onun Resulü ile alakalı bazı temel düsturlara dayanır. Dolayısıyla bunu anlatabilecek son kişilerden biriyim belki de. Fakat yine de bazı önemli noktalara işaret edebilmeyi umuyorum. Sanatın disiplin olması meselesine geleneksel sanatlar açısından bir cevap vermeyi tercih ederim. Yoksa sanat felsefesi çalışanların, diğer sanat kollarıyla uğraşanların cevapları da bu konuda değerlendirilmelidir. Konuya önce disiplinin ne olduğuyla başlayalım.

Biz geleneksel sanatçılar bu kavramlarla biraz zorlanıyoruz. Zorlanmamız da çok doğal. Sanat kavramı Osmanlı'da, Batı'da anlaşıldığı gibi “art” olarak değerlendirilmiyor. Bir şeyi yaptığınız zaman o sanat mıdır, zanaat mı diye düşünülmüyor. Yani siz bana gelenekte olmayan bir şey soruyorsunuz şu anda. Bu bakışla, bizim geleneksel sanatlarımız, bir disiplin olarak değerlendirilebilir. Hissiyatı, maneviyatı aktarma disiplinlerinden biri. Ve bu disiplinleri birtakım alt başlıklara ayırmak mümkün gözüküyor. Fakat aslında hepsini beraber tutacak özellikler de geleneğimizde mevcut.

Gelenekte sanat dallarının aynı zamanda bir iş olması, bir yönüyle erdem ahlâkını da içinde barındırdığı anlamına gelir mi?

Bir ahlâki ve felsefi bakışla bunu söyleyebilmek çok hoş. Bu tabii ki bir erdem. Fakat bizim sanatlarımızın Batı sanatlarıyla karşılaştırılması çoğu zaman doğru zemininde yapılmıyor. Çünkü geleneksel sanatların altında bile bu oturmuşluk yok. Mesela bugün ebru bir sanat mı diye tartışılabiliyor. Geleneğin yaşandığı devirde böyle bir mesele yok.

DOI: 10.5281/zenodo.6507007 ahlâk dergisi, 2022

71

Ebru sanatı ile meşgul olan da hattat da onu süsleyen müzehhib de aynı şeyleri yapıyor. Tezhibin hep aynı şeyleri yapmasından dolayı zanaat olarak değerlendirildiği çevreler bile var. Bir hattat, bir takım tasarımları yaparken bunda yenilik ve tasarım var diyebiliyoruz ama mesela biz yazıyı yazanlar, hep aynı harfleri bir satıra dizmekle tasarım ve sanat açısından Batı'ya göre ne katıyoruz? Tartışmalı. Dolayısıyla bunlar çözümlenmeli mi?

Bence hayır, çözümlenmemeli. Bizim geleneksel sanatlar diye bahsettiğimiz şeyin, gelenekte nasıl yaşandığıyla alakalı derdimiz olmuyor da şimdilerde bunu hangi sınıflara nakledeceğiz diye düşünmek niçin derdimiz oluyor? Bu biraz komik duruyor. Sanat ve felsefe çalışanlarından daha üst bir felsefe, daha üst bir bakış bekliyoruz.

Şimdi biraz daha özele inelim istiyoruz. Sizce sanatın ve sanatçının ahlâkı var mıdır?

Ve bunların temel ahlâki kriterleri nelerdir? Sizden ikisini de ayrı ayrı değerlendirmenizi rica ediyoruz.

Güzel bir soru. Yine geleneksel sanatlar zaviyesinden bir cevap vermeyi istiyorum.

Evet, sanatın bir ahlâkı vardır. Çünkü pek fazla yazılı kaynağımız olmasa da bizim şifahi kültürümüz bize bu ahlâkı taşıyor. Bir de sanatçının kendine has, kendi gayretiyle edindiği veya Allah tarafından verilmiş lütuflarla kendisinde kisve olmuş bir ahlâkı vardır. Bunlardan bir tanesi geniş açıdan bir çerçeve veriyor. Hiç olmazsa belli kaidelerin dışına çıkmayın diyor.

Evet, sanatın bir ahlâkı vardır. Çünkü pek fazla yazılı kaynağımız olmasa da bizim şifahi kültürümüz bize bu ahlâkı taşıyor. Bir de sanatçının kendine has, kendi gayretiyle edindiği veya Allah tarafından verilmiş lütuflarla kendisinde kisve olmuş bir ahlâkı vardır. Bunlardan bir tanesi geniş açıdan bir çerçeve veriyor. Hiç olmazsa belli kaidelerin dışına çıkmayın diyor.

Belgede Cilt Vol. 2 Sayı No. 1 (sayfa 67-101)

Benzer Belgeler