• Sonuç bulunamadı

Müzecilik

Türkiye’de Müzeciliğin Tarihsel Gelişimi

Türkiye’de müzecilik çalışmaları Cumhuriyet’ten sonra büyük bir gelişme göstermiştir. Bunun temelinde Atatürk'ün, kültür varlıklarının araştırılıp ortaya çıkarılmasına ve müzelerin ülke çapında yaygınlaştırılmasına verdiği önem yatmaktadır ( Türkçe Bilgiler, 2011 ).

Türk müzelerinin büyük bir kısmı, müze yapılmamış binalarda, eski camii, medrese ve imaretlerde kurulmuştur. Eski bir tarihe malik olan bu binalar, içlerinde ancak bir müzenin yerleşmesi sayesinde harap olmaktan, hatta belki de tamamen yıkılmaktan kurtulabilmişlerdir (Eyice, 1956, s.267).

Türkler ’de müze kavramının temeli olan koruma ve sergileme düşüncesini 13. y.y.’da Anadolu Selçukluları ile başladığını söylemek mümkündür. Selçuklu Saraylarında armağanların saklandığı ve bunlar için özel odalar tahsis edildiği, özel sandıklar yaptırıldığı bilinmektedir (Altun, 2003, s.6).

Anadolu toprakları daima bir medeniyet kaynağı ve kültür yatağı olmuştur. En eski zamanları yâd ile bu geçmiş zamanların şimdiki benzerliklerini göstererek insanı şaşırtan tarih, M.Ö Bergama’da Antakya’da birçok yerlerde ve sonraları da Bizans’ta müzeler mevcut olduğunu gösteriyor.

İlk özel olmayan Türk Müzesi 1846’da Fethi Ahmet Paşa tarafından eski silah vb. askeri malzeme ile geçmiş dönemlere ait işlenmiş parçaların, Topkapı Sarayı, Hagia Eirene Kilisesinde toplanmasıyla kurulmuştur. Bu müzeler Mecmua-i Esliha-i Antika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ve Mecmua-i Asar-ı Antika (Eski Eserler Koleksiyonu) adıyla Arkeolojik Eserler Müzesinin temelleri atılmıştır (Hisar, 1956, s.261).

Burada toplanmış olan eserlerden dolayı müze adı ilk defa Ali Paşa’nın sadrazamlığı ve Saffet Paşa’nın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında verilmiştir. Koleksiyon Müze-i Hümayun adını almış ve başına 8 Temmuz 1869’da Edward Goold atanmıştır. (Eyice, 1956, s.1598). Bu dönemde Antikçağ eserlerini kapsayan koleksiyon Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) adını almıştır. Bu dönemde pek çok eser İstanbul’a getirilmiş ve eserlerin resimli Fransızca katalogu yayınlanmıştır. Ali Paşa’nın vefatı ile Müze-i Hümayun kaldırılmıştır. 1872 yılında Ahmet Vefik Efendi Müze-i Hümayun yeniden kurmuş ve müdürlüğüne Dr. Philip Anton Dethier’i getirmiştir. Dethier zamanında 36 maddelik ilk Asar-ı Atika Nizamnamesi (Eski Eserler Tüzüğü) çıkarılmıştır. Böylece serbest bir şekilde yurt dışına çıkarılan eserlerin çıkışları önlenmiş, vilayetlere gönderilen genelgeler ile eski eserlerin toplanması ve korunması istenmiştir. Dethier’in ölümünden sonra ilk Türk müzecisi olan Osman Hamdi Bey müze müdürü olarak atanmıştır. Osman Hamdi Bey ile Türk müzeciliği yeni bir döneme girmiştir. İlk bilimsel Türk kazısını yapan ve sarayda bulduğu değerli eserlerle, diğer bölgelerde bulunan eserlerle birlikte müzeyi bir imparatorluk müzesi haline getirmiştir (Gerçek, 1999, s.197).

Osman Hamdi Bey, müze için yeni bir binanın yapımı işine başlamıştır. Bu müzenin ilk bölümü 1891’de, ikinci bölümü ise 1908’de bitirilerek şimdiki biçimini almıştır (Cezar, 1971, s.71).

Osman Hamdi Bey, aynı zamanda sanayi-i Nefise’nin de kurucusu ve müdürü olmuştur. Bu okulun binasını da kendisi yaptırmıştır (15 Mart 1883). 1910 yılında vefat eden Osman Hamdi Bey’in yerine kardeşi Halit Ethem Bey geçmiş ve 1930 yılına kadar görev yapmıştır. Ethem Bey özellikle Anadolu müzelerinin gelişmesinde önemli katkıları olmuş, anıtların, eski eserlerin korunması içinde çalışmalarda bulunmuştur (Eyice, 1956, s.1604).

1924’te Topkapı Sarayı’nın onarılarak mevcut eşyası ile birlikte ziyarete açılması kararlaştırılmıştır. Süleymaniye’deki Evkaf-ı İslamiye Müzesi, vakıflardan alınarak Müzeler Müdürlüğüne bağlanmış ve 1927 yılında Türk İslam Eserleri adıyla yeniden düzenlenerek ziyarete açılmıştır. Ayasofya, 1934’te Bakanlar Kurulu kararıyla müze olmuştur. Bu arada Ankara Etnografya Müzesi binası tamamlanarak 1928’de hizmete girmiştir. Türk Tarih Kurumu ve Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin açılışı ile birlikte müzelere uzman personel yerleştirilerek Türk müzeciliğine daha bilimsel bir yön verilmiştir (Önder, 1992, s.11).

Savaşlarda elde edilen değerli ve az bulunur nesneler, hediyeler ve kutsal emanetler Osmanlı Devleti’nin başkenti; İstanbul’da, Topkapı Sarayı’nda korunmuştur. Bu değerli eşyalar devlet malı olarak sarayın demirbaşına işlenmiştir (Ergeç, 1995).

Cumhuriyet Dönemine geldiğimizde Türk müzeciliği heyecanlı ve yapıcı bir kimlik kazanmıştır. T.B.M.M.’nin eski eserler ve müzeler ile yakından ilgilenmesi ve Hars dairesine bağlı olarak Asar-ı Atika ve Müze, Güzel Sanatlar ve Kütüphaneler müdürlüklerinin kurulması büyük önem taşımaktadır (Ergeç, 1995, s.18).

Türkiye’de Müze Çeşitleri

Bütün toplumların kendine ait kültür birikimi vardır. Bu kültür birikimini gelecek nesillere ulaştırmak için müzeler ortaya çıkmıştır. Bugün, her alanın kendine ait müzelerinin olması müze fikrini daha da canlı tutmuştur.

Müzeler gruplara ayrılırken koleksiyonların içerikleri, nitelikleri veya bağlı oldukları birimler dikkate alınmıştır. Ülkemizdeki müzeler genellikle koleksiyonlara göre çeşitlilik göstermektedir. Ancak özel müzeler olarak tanımlanan müzeler uzmanlaşmış ve farklı koleksiyonları ile Türkiye’de gerçek anlamda bir çeşitlenmeye zemin hazırlamıştır (Mapran, 1994, s.15).

Arkeoloji Müzeleri: Türk arkeolojisi zenginliklerini içine alan, kazı buluntularını

değerlendiren, Anadolu'nun Prehistorik devirlerinden Bizans'ın sonlarına kadar binlerce yıllık bir tarihin maddi kültür belgelerini sergileyen müzelerdir. Ankara, İstanbul, İzmir, Konya, Antalya, Adana, Bursa arkeoloji müzeleri gibi, çoğu il müzeleri, arkeoloji ve etnografya bölümlerini tek müzede toplamıştır (Selek, 2008, s.17).

Tarih, Sanat Tarihi ve Etnografya Müzeleri : Daha çok, Anadolu Selçukluları, Beylikler

ve Osmanlı devri maddi kültür ve sanat eserlerini içine alan müzelerdir. İstanbul'daki Topkapı Sarayı, İstanbul Türk ve İslam Eserleri, Vakıflar, Konya Mevlana, Ankara Etnografya Müzeleri gibi (Selek, 2008, s.17).

Askeri Müzeler: Askeri müzeler daha çok devletin ordusunun giyim, kuşam, silahlar,

savaşta kullanılan araçlar vb. eserlerin gelişimini sergileyen müzelerdir (Akçin, 2006, s.40).

Açık Hava Müzeleri : Açık hava müzelerinde bir aracın geçmişten günümüze kültür

birikiminin sergilendiği müzelerdir. Bununla birlikte eski toplumlara ait yapıların kazı sonucunda elde edilen halinin sergilendiği müzelerdir (Akçin, 2006, s.40).

Tabiat, Tarih ve Jeoloji Müzeleri : Tarih içinde doğa ve fizik bilimlerinin araştırılıp

uygulandığı müzelerdir. Bu müzeler aynı zamanda jeolojik araştırmaları da kapsamaktadır. Türkiye’de maden Tetkik Arama Tabiat Tarihi Müzesi bu müzelere örnek gösterilebilir (Akçin, 2006, s.40).

Müze Anıtlar : Mimari tarihi yönünden değerli bulunan kimi anıtlar müze olarak ziyarete

açılmışlardır. İstanbul'da Ayasofya ve Kariye Cami gibi… Ankara’da Anıtkabir, Çanakkale'de Şehitler Anıtı aynı zamanda birer müze anıttır (Selek, 2008, s.17).

Atatürk ve Türk Büyükleri Müzeleri : Türk Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve İnkılaplarla

ilgili müzelerle Türk büyüklerinin anlam taşıyan müzelerdir. Atatürk müzeleri, Ankara'da Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet müzeleri, Mudanya Mütareke Müzesi, Diyarbakır’da Gökalp Müzesi, İstanbul’da Tevfik Fikret Aşiyanı gibi ( Önder, 1995).

Müzelerin Görevleri

Eskiden müzecilerin görevi yeni eserler elde etmek, koleksiyonların korunmasını sağlamak, bazı araştırmalar yapmak ve sergiler düzenlemek olduğu halde, günümüz müzecilerinin görevi artık daha da çoğalmıştır. En önemli görevi de insanoğlunun yeryüzündeki tarihini canlandırmak, devam ettirdiği yaşamın çevresini ve geçmişini, nesiller boyunca bin bir emek ve çabayla oluşturulmuş kültürünün ve uygarlığının nasıl ve ne şekilde geliştiğini bize göstermek, halka sergiledikleri eserlerin anlam ve değerlerini öğretmektir (Selek, 2008, s.18).

Kültürü gelecek kuşaklara aktarmak adına müzeler en önemli mekânlardır. Çocukların ve gençlerin tarihi anlamaları, geçmişi ile yaşadığı gün arasında sağlıklı ilişki kurabilmeleri müzelerdeki etkin eğitimle sağlanabilir.

Müzelerin topluma katkısı ise şöyle özetlenebilir; - Müzeler, geçmiş değerleri korur ve sunar.

- Müzeler, sistematik biçimde belli eserleri sunduklarından, günümüze gelmiş değerlerini gösterirler.

- Müzeler geçmişi sunar, yaratıcılığı uyarır.

- Müzeler geleceği yönlendirecek değerleri yerleştirir. - Yeni toplumsal değerler oluşturur.

- İnsancıl değerleri geliştirir. İnsanlığın yalnızlığını giderir, eğlendirir. - Toplumun bilimsel ve sanatsal gelişimine katkıda bulunur.

- İnsanın kendi toplumlarını tanımasını ve toplumların birbirlerini tanımasını sağlar.

Afyonkarahisar Arkeoloji Müzesi

Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan tarih araştırmaları ışığında, önce Asar-ı Atika Muhipleri Cemiyeti, daha sonra Halkevi çalışmaları bünyesinde bir müze oluşturma ve il tarihi yazma girişimleri olarak 1928 yılında çalışmalar başlamıştır. Süleyman Hilmi (Gönçer) ve Oğuz (Günel) Beylerin öncülüğünde başlatılan bu çalışmalar sonucunda, boş olan Taş Medresede çeşitli yerlerden bulunan eserler, depolanmaya başlamıştır. Eserler çoğaldıkça müzeye dönüştürme düşüncesi ortaya çıkmış, bunun sonucunda 1931 yılında kurulan Müze Memurluğu, 1933 yılında Müdürlüğe dönüştürülmüştür. Süleyman Hilmi Bey’in üstlendiği bu görevler sonucu Müze, bölge müzesi konumuna yükselmiştir ( Kültür Bakanlığı, 2012 ).

Türkiye arkeolojisinin ilk kazı yerlerinden biri olan Sandıklı Kusura höyük kazısı ve buluntuları ile, 1935 yılında dünyaya adını ilk duyuran müzelerden biridir. Zaman içinde toplanan eserlerin çokluğu, büyük boyutlarda olması, tek veya grup eser bulundurması bakımından bu önemini daha da artırmıştır. 1964 yılında çağdaş ve bilimsel bir arkeoloji ve

müzeloji çalışmaları başlatılmıştır. Bunun sonucunda arkeoloji ağırlıklı yeni müzeye gerek duyulmuş ve 1971 yılında bugünkü müze, Bölge Müzesi, Frigya Müzesi konumunda açılmıştır ( Kültür Bakanlığı, 2012 ).

Daha sonraki yıllarda çevre illerde de müzeler açılmaya başlayınca bu konumu, il düzeyinde kalmıştır. Müze, il düzeyinde kalmış olmasına rağmen, Türkiye’nin büyük müzeleri arasında bilinmekte ve uluslararası ilgi görmeye devam etmektedir. Çünkü Eski Tunç çağından günümüze kadar geçen 5000 yıllık bir süre içinde kesintisiz kültür ve inanç gelişimini sunabilmektedir. Bulundurduğu kazı buluntuları, pişmiş toprak sanatının tarihi; mermer sanatının tarihi; dokuma, para, giyim, halı, kilim sanatının tarihi ile ölü gömme gelenekleri; tanrı ve tanrıça heykelcikleri; mimari parçalar; kap kacaklar; kesici ve öldürücü araçlar gibi koleksiyonlar müzenin önemini artırmaktadır.

Yeni müze binası tek katlıdır. Müzede birbirine bağlı 9 sergi salonundan ayrı, büro kesiminde 5 oda, bir kitaplık, bir konferans salonu, alt katlarda 5 depo, bir fotoğraf atölyesi ile laboratuar yer almaktadır. Müzede kapalı sergi salonlarında Afyon ve çevresinden bulunmuş olan arkeolojik eserler, kronolojik bir sıra esas alınarak sergilenmektedir. Bu salonlarda sergilenen eserlerle, Eski Tunç, Hitit, Frig, Lidya, Roma ve Bizans dönemlerine ait oldukça zengin bir koleksiyona sahip olunduğu görülmektedir. Müzenin bahçesinde açık sergilemede ise genellikle Roma ve Bizans dönemi mezar stilleri, lahitler, küpler, heykeller vb bulunmaktadır.

İşleme Sanatı

İşlemenin Tarihsel Gelişimi

Dikiş dikmek kadar eski bir iş olan işlemeciliğin ilk örneklerine Orta Asya Türklerinde rastlanır. Renkli iplik ve ipek çok eski çağlarda doğuda bulunduğundan işlemecilik de doğuda başlamış, gelişmiş ve batıya yayılmıştır (Züber, 1972, s.63).

Kurganların içine dolan kar suları hemen donarak yüzyıllar boyunca erimeden kalmış ve halıların, keçelerin, kumaşların, işlemelerin ağaç eserlerin hatta cesetlerin çürümeden ve bozulmadan muhafazaları mümkün olmuştur. Bu nedenlerden ötürü, erken dönem “Türk sanatı yapıtları” çağımıza kadar gelebilmiştir (Ünsal ve Diyarbekirli, 1969, s.143).

Önemli kurganların duvarlarında asılan ve üzerinde geometrik, bitkisel bezemelerin yanında hayvan figürleri, düş ürünü sembolik yaratıklar ve insan figürleri olan renkli kumaş ve keçe örtülere rastlanmaktadır (Köklü, 2002, s.2).

Türklerin bozkırda ata binmeye elverişli en karakteristik ayakkabı olan, uçları havaya kıvrılmış çizmeler giydikleri ve bu çizmelerin renkli ipliklerle işlendiği, son derece süslü olduğu görülmektedir. Bu çizmelerin bilhassa Hunlarda, Uygur’larda, Kırgız’larda ve bugünkü Kazak’larda kullanıldığı anlaşılmaktadır (Köklü, 2002, s.3).

Türk sanatının öz kaynağı Orta Asya’dır. Türk boylarının sanatında, göçebe hayatının özellikleri vardır. Türkler günlük yaşamlarında kullandıkları taşınabilir eşyalarını hayvan figürleri ile süslemişlerdir (Barışta, 1995, s.10)

Türklerde İşlemenin Tarihçesi

Türk sanatının esas kaynağı Orta Asya’dır. Orta Asya’dan göç eden Türk boyları beraberlerinde kültür ve sanatlarını da götürmüşler ve gittikleri yerlerin kültür ve sanatlarıyla etkileşim içine girmişlerdir. Türklerin Orta Asya’dan beri altın teller ve ibrişimlere sarılmış tellerle işlemeler yaptıkları bilinmektedir (Ögel, 1991, s.63).

Hunlarda İşleme Sanatı

Göçebe yaşam tarzı olan Türklerin kalıntılardan elde edilen buluntularında, eşyalarını hayvan motifleriyle bezemiş oldukları görülmektedir. İlk buluntular; M.Ö. 1-2. yüzyıla ait Altay dağlarında yaşayan Hun prenslerin mezarlarındadır. Altay çevresinde Katanda buluntuları arasında yer alan altın kakmalı düğmeleri ve altın süsleri bulunan elbiseler Pazırık’ta bulunan altın süslerle bezenmiş gömlek, M.Ö. 1-2 yüzyıllardaki giyim biçimi yanı sıra metal plaka aplikenin varlığını belgelemektedir (Barışta, 1995, s.6).

Fotoğraf 2. Hun Döneminden Kalan Bir Örtü

Benzer Belgeler