• Sonuç bulunamadı

.دوﺪﺤﻤﻠﻟ ﺔﻣﺪﻘﺘﻣ ﺪﺤﻟا ءاﺰﺟأو M. Uyanık, A. Akyol çevirisi:

“Tanımın kısımları, tanımlananın bir öncülüdür”. (s. 138)

Artık yorum yapmıyorum. Böyle bir cehalet karşısında zaten insan ne diyeceğini bilemiyor. İbn Bacce aslında şöyle demektedir:

“Tanım parçaları (eczâ’), tanımlanana önceldir (mütekaddim)”.

Basit ve lisans düzeyindeki mantık bilgisine sahip biri dahi böyle bir hata işlemez iken İslam felsefesi profesörlerinin yaptığı bu çeviri, gerçek anlamda bir skandal, affedilemez bir hatadır!

Buradaki cinayet, yine mantık ilmine nâ-âşinalıktan kaynaklanıyor. Çünkü İbn Bacce kesinlikle “tanımın kısımları, tanımlananın bir öncülüdür” demiyor. Böyle bir şey yok; “tanım parçaları, tanımlanana önceldir (mütekaddim)” diyor; yani tanım parçaları, tanımlanan şeyden önce vardırlar, takaddüm ederler, demek istiyor.

Bir masa yapacaksanız, onun bacakları, tablası, çivileri vs. zaten mevcut olmalıdır. O halde masanın tanımını meydana getiren tanım parçaları, tanımlanandan yani masadan önce varlığa gelmiş olmalıdır. İnsanın tanım parçaları neler? Hayevan ve nâtık; yani yakın cins ve yakın ayrım (fasl). Hayevan olacak, natık olacak ki, hayevan-ı nâtık olsun. Bunda anlamayacak ne var!

Mütercimler, teknik terimler olan “mütekaddime” kelimesiyle “mukaddime” kelimesini birbirine karıştırıyorlar.

Zira ikisine de tam olarak vakıf değiller. “Mütekaddim” önce gelen, tekaddüm eden demek, ben bunu “öncel”

diye çevirdim; elbette tercih meselesi. Mukaddime ise “öncül” demektir.

Bu arada “öncül” yani mukaddime, tanımların tartışıldığı tasavvur bahsine değil, yargıların tartışıldığı tasdik bahsine ait kavramlardandır. ‘İnsan ölümlüdür’ ve ‘Sokrat insandır’ iki öncül; orta terim olan ‘insan’ aracılığıyla bu iki öncülden zorunlu olarak çıkan yargı ise ‘Sokrat ölümlüdür’. Oysa tanım, asla bir tasdik olmadığı için öncülü falan olmaz, olamaz!

Belli ki, Fârâbî adına felsefeyi Anadolu’da yurtlandırmak için ahkâm kesen profesörler, Burhân’ı hiç okumamış, incelememiş! Tanımın öncülü değil, cüzleri/parçaları olur ki, bunlar, -her biri tam ve nakıs olmak üzere- hadd ve resm için farklılaşır. Ama sonuçta tanım parçaları, cins, tür ve fasıl gibi zâtî, araz ya da hâssa gibi arazî unsurlardan oluşur; mütercimlerin zannettiği gibi “öncüller”den değil. Lisans düzeyinde bir mantık bilgisi bile bu çeviriye müsaade etmez!

Tabii bir de şu var; cümlede “mütekaddime” müennes olarak geçiyor; mütercimler kelime sonundaki te’nis tâ sını ‘ifrâd’ (teklik) zannediyorlar. Büyük bir cinayetle yanlış olarak “öncül” diye çevirdikleri “mütekaddime”nin önüne “bir” kelimesini ekliyorlar ve cümleye bir garabet daha katıyorlar: “tanımların kısımları, tanımlananın bir öncülüdür”. Tanımların kısımları çoğuldur; nasıl olur da “bir öncül” olabilirler!?

Mütercimler düşünmüyor belli, ama ‘tanımların kısımları’, tanımlananın ‘bir öncülü’ ise, diğer öncül/öncüller nedir diye insanın sorası geliyor. Zira bir öncülden, bir şey çıkmaz; en az iki öncül olmalı! Fakat toparlanıp bir araya gelerek bir tanımı meydana getiren ‘tanım kısımları’, tanımın sadece ‘bir öncülü’ ise herhalde ‘tanımın kısımları’ olmayan başka şeyler de tanımın diğer öncülü olarak tanıma katılmış olmalı! Bunlar nasıl saçmalıklar?

Tabii ki, mantık ilminden bihaber oldukları için, mütercimleri, bu sorulara muhatap olmaktan muaf tutabiliriz.

Fakat mademki çeviri yapacaklar, çevirileri üzerinden okumalar ve yurtlandırmalar icra edecekler; en azından haber olan “mütekaddime”nin müennes olmasının sebebinin, mübteda olan “eczâ’u’l-hadd” (tanımların cüzleri) tamlamasının çoğul olmasından kaynaklandığını bilmelerini beklerdik! Sonuçta İbn Bacce’nin söylediği nerede, mütercimlerin söylediği nerede?!

25. İbn Bacce şöyle diyor:

ﻒﻘﻧ نأ ﮫﺒﺸﯾو .ﮫﻄﺴﻗ ﮫﯿﻓﺮط ﻦﻣ ﺪﺣاو ﻞﻛ ﻲﻄﻌﻨﻓ ،ﻚﻜﺸﻤﻟا لﻮﻘﻟا اﺬھ ﻦﻋ ﺺﺤﻔﻧ نأ ﺐﺟاﻮﻟﺎﻓ ﺔﻌﯿﺒﻄﻟا ﺐﺋﺎﺠﻋ ﻦﻣ نﺎﺴﻧﻹا نأ ﻰﻠﻋ ﮫﻨﻣ

أ ﻲﺘﻟا و ﺎﮭﺗﺪﺟ

M. Uyanık, A. Akyol çevirisi:

“Bu durumda müşekkek/dereceli anlamdaş sözü derinlemesine araştırmak gerekir. İki taraftan her birine ölçütünü belirleriz. İnsanın tabiatta bulunan acayipliklerden olduğunu düşünmemiz kapalı bir durumdur”. (s.

138)

Hala son sayfadayız, üst cümlede kaldığımız yerden devam ediyoruz. Lütfen çeviriyi dikkatle okuyun;

anladığınızı önünüze koyun ve benim teklif ettiğim çeviriyle mukayese edin:

“O halde, bu müşekkek sözü (kavl) incelememiz ve her iki ucuna da hakkını vermemiz gereklidir. (Böylece) bu (müşekkek) sözden, insanın, tabiatın var ettiği hayret verici şeylerden olduğuna sanki vakıf olabiliriz”.

Müşekkek özel bir mantık terimidir; mütercimler de ifade etmişler. Mesela ocaktaki ‘ateş’ ile hastadaki ‘ateş’.

İbn Bacce’nin üst cümlesini hatırladığımızda şu durum ortaya çıkıyor; ‘insan’ın biri ebedi diğeri fani iki anlamı var. İşte müşekkek dediği bu. Ulu mütercimlerin çevirileri bu anlamı veriyor mu? Mütercimlerin dediğine göre

‘müşekkek sözü’ araştırmamız gerek; ama hangi müşekkek?

Haydi, bu kadar anlatım bozukluğu olur, diyeceksiniz; olmaz ya neyse haydi olsun! Ama “İki taraftan her birine ölçütünü belirleriz” ne demek? Mütercimler, “bi’l-kıst” zarf-ı müstakarrındaki “kıst” kelimesini anlamıyorlar!

Bunun için “kıst”ı hemencecik “kıstâs” ile karıştırıyorlar. Böylece “doğru/hak” anlamı maktul düşüp “ölçüt”

anlamı geliyor ve cümle tahrif oluyor, tamamen muallakta kalıyor. Peki, ölçütler neler?

Oysa İbn Bacce, bu meseleyi araştırırken her iki uca da hakkını ver, doğru yap diyor. Hayretler içinde kalıyorum.

Anlaşılan yurtlandırıcı kıdemli profesörlerin Arapça, mantık ve İslam felsefeciliği kadar ilahiyatçılıkları da zayıf:

Rahmân suresinde (55/9) geçen ( ِﻂْﺴِﻘْﻟﺎِﺑ َن ْز َﻮْﻟا ا ﻮُﻤﯿ۪ﻗَا َو) “Tartmayı doğru/hakkıyla yapın” ayeti de –dünyanın büyük zekâlarıyla yolda/ş- hatırlarına gelmiyor maalesef.

Bu pasajdaki diğer bir facia ise “İnsanın tabiatta bulunan acayipliklerden olduğunu düşünmemiz kapalı bir durumdur” çevirisi. Ne anladınız?! Oysa cümlede ‘durum’ falan yok; kendi uydurdukları ‘durum’ için kullandıkları ‘kapalılık’ da aslında cümlenin başındaki “yuşbihu”ya dair başarısız bir çeviri girişimi. Bu fiil, benzemek, “…gibi olmak” anlamına geliyor. Fakat faili cümle olduğu için ben “sanki” diye çevirdim. Tabii ki, tercih meselesi; yeter ki, bir teşabüh ifade edilsin. Zira bu araştırmaya dalan herkes, elbette hakikatine ulaşamıyor.

Sonuçta İbn Bacce, mütercimlerinin çevirdiğinden çok farklı olarak; eğer insanın anlamları arasındaki çelişkiyi düşünmeye başlarsak, belki de insanın, tabiatın var ettiği hayret verici şeylerden olduğunu hakkıyla anlayabiliriz, demeye çalışıyor. Yani hayrete çağırıyor. Biz ise mütercimlere hayret ediyoruz.

26. İbn Bacce diyor ki:

ﺎﮭﻋﻮﻤﺠﻤﺑ نﺎﺴﻧإ ﻮھ ﺎﻤﻧإو ،ةﺮﯿﺜﻛ رﻮﻣأ ﮫﯿﻓ نﺎﺴﻧﻹا نإ لﻮﻘﻨﻓ ةﺮﻛاﺬﻟاو ،ﺔﯿﻟﺎﯿﺨﻟا ﺔﺳﺎﺴﺤﻟا ةﻮﻘﻟا ﮫﯿﻓو ،ﺎﮭﺗرﻮﺻ ﻞﻘﻌﺗ هﺬھ ﺲﯿﻟو ﺔﯿﻧﺎﻔﻟا ةﻮﻘﻟا ﮫﯿﻔﻓ ؛

.ﺎﮭﺗاوذ ﻞﻘﻌﺗ ﻻ ﺎﮭﻠﻛ هﺬھو ﻠﺗ ﻻو

.ﮫﺑ ﺔﺻﺎﺨﻟا هﺬھو ،ﺔﻘطﺎﻨﻟا ةﻮﻘﻟا ﮫﯿﻓو .ﺎﮭﻘﺤ M. Uyanık, A. Akyol çevirisi:

“Bundan dolayı şöyle deriz: İnsanda birçok şey vardır ve o bunların toplamıyla bir insandır. Onda fani bir kuvvet vardır ve onun sureti de akledilemez. Onda yine duyu, hayal ve hatırlama kuvveti vardır. Bunların tamamının zâtî durumları akledilemez ve onunla ilişkilendirilemez. Onda natık kuvvet de vardır ve bu kuvvet ona hastır”. (s. 138)

Tedbîru’l-Mütevahhid’in dolayısıyla da çevirinin son cümlesi budur. Çevirinin sonuna “Seçkin zekâlarla bizleri yolda/ş kılan Rabbimize Hamd Olsun” diye, enaniyetlerini ele veren son bir kayıt düşen mütercimler, bari –son derece önemli bir mesaj veren- bu son cümleleri katletmeyip doğru çevirebilseydiler! Belki benim duygusallığımdan, İbn Bacce ve Tedbîru’l-Mütevahhid namına, Türkiye’deki İslam felsefesi disiplini hakkında en ziyade bu son cümlelerdeki facialardan dolayı utandım!

Doğru çeviri şöyle olmalı:

“O halde deriz ki; insanda –ancak kendilerinin toplamıyla ‘insan’ olduğu- birçok şeyler (umûr) vardır. Nitekim insanda ‘fâni güç’ vardır; ama bunların suretini akledemez; duyu, hayal ve hatırlama kuvveleri vardır; ama bunların hiçbiri, ne bu şeylerin özlerini akledebilir ne onlara eklenebilir (Lahık). Buna mukabil insanda ‘nâtıka’

(düşünme) gücü vardır; ona özel (hassa) olan da budur”.

Mütercimler bu son cümlelerde dahi faili, mefulü, malumu, meçhulü ve dahi zamirleri çorba edip, saçma sapan bir anlam çıkartıyorlar ortaya. Gerçekten inanılmaz bir durum. Sanki buraya kadar kitabı hiç okumamış gibiler.

İbn Bacce’nin ibaresini çoğu zaman yaptıkları gibi resmen katlediyorlar. Fakat bu ibare öyle bir ibare ki, aslında bütün kitabı da fark etmeden toptan katletmiş oluyorlar. Bu katliamı yapanlar, kıdemli İslam felsefesi profesörü unvanı taşıdıkları için, karşımızda duran tam anlamıyla akademik bir skandal!

Felsefeyi Anadolu’da bu seviyeleriyle yurtlandırma iddiasında bulunan mütercimlere göre İbn Bacce, insanda, sureti akledilemez bir fani kuvvet olduğunu söylüyor! Ayrıca yine zati durumları akledilemez (!) olan duyu, hayal, hatırlama kuvvetleri var!

Fakat biz soruyoruz: Yahu, madem bunların sureti ve zati durumları akledilemiyor, zavallı İbn Bacce bütün kitap boyunca bize neyi, niye anlattı? Duyudan, hafızadan, nefsten, canlıdan, cansızdan, ruhani suretlerden, cemiyetten ve daha bir sürü şeyden niye bahsetti?! Üstelik bunların nasıl akledildiğini, niçin uzun uzun izah etti! Sonunda fikrini değiştirip, sureti ve zati durumlarının akledilemeyeceğini söylediği şeyler için bu kadar akletme çabasına, kafa patlatmaya, yorulmaya, araştırma yapmaya ne gerek vardı! Sonunda öğrendik ki, zaten akledilemiyorlarmış!

Neticede İbn Bacce kendini de bizi de boşa yormuş!

Bu durumda İbn Bacce’nin bize az önce bıraktığı tefekkür vasiyeti olan “Peki, bu iki anlam (mana) nedir?”

sorusu ne olacak? Sonuçta özleri akledilemez şeylerden oluşan ‘insan’ hakkında, insanın kendisiyle insan olduğu

‘nâtıka’ yani akletme gücünü bir sürü yorup akletme çabasına ne gerek var? Yurtlandırıcı kadim profesörlerin haşin ellerine düşmüş İbn Bacce’nin tefekkür çilesi, böylelikle çevirilerinin son sayfasında ve son cümlelerinde, son nefesini vermiş olmaktadır!

İbn Bacce, “Peki, bu iki anlam (mana) nedir?” diyerek en derin soruyu sormuştu. Bu soruya nasıl cevap arayacağımıza dair, insanda mevcut fani manayı da ebedi manayı da hakkını vererek, doğru dürüst araştırmamız gerektiğini ikaz etti. Şimdi ise bize bu soruyu ne ile araştırabileceğimizi söylemeye çalışıyor. Bu konuda yegâne kuvvemiz, insanı insan yapan ve onu diğer tüm var olanlardan ayıran ‘nâtıka’ yani akletme gücümüzdür!

Ne var ki, mütercimler, insan denen mecmuanın parçalarını akledilemez kılmakla, İbn Bacce’nin sorduğu, insanlık için en derin soru hakkında düşünme imkânını da imha etmiş oldular! Dünyanın seçkin zekâlarıyla yolda/ş olduklarını vehmeden kifayetsiz muhteris mütercimler, en sonunda bir nevi agnostik yaptıkları İbn Bacce çevirileriyle gururlanabilirler. Ben ise bir İslam felsefe tarihi öğretim üyesi olarak utanıyorum.

Mevlüt Uyanık ve Aygün Akyol’un tam anlamıyla bir skandal ve akademik rezalet kabul edilmesi gereken Tedbîru’l-Mütevahhid çevirileri, İbn Bacce’nin hatırasına ve İslam düşünce mirasına yapılmış büyük bir saygısızlıktır. Gerçekleri açık seçik ve mütercimlerin yurtlandırıcı enaniyetlerinin hak ettiği tarzda ifade etmekten ibaret eleştirilerim yüzünden beni edebe davet eden mütercimleri, ben de utanmaya davet ediyorum.

Unutmasınlar, hayâ imandandır.

Böylesine tahrif ve tahrip ettikleri çevirilerinin kapağına ‘tercüme ve telif’ (?!) sıfatıyla isimlerini yazdıran ve Tedbîru’l-Mütevahhid’i mahveden çevirilerinden kalkarak “Bireysel Yönetim Okumaları” yapan, bu tür okumalarıyla “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma” faaliyeti başlatan mütercimleri, her şeyden önce özeleştiriye, kendi yeterliliklerini sorgulamaya ve tabii ki tevbeye davet ediyorum.

M. Uyanık ve A. Akyol’un Tedbîru’l-Mütevahhid çevirisi küçük boy 120 sayfa; bunun bir tarafı Arapça orijinal metin. Demek Türkçe çevirileri de toplamda 60 sayfa. İlk eleştirimde 4 facia zikretmiştim; burada hiçbirinin yenir yutulur tarafı olmayan tam 26 büyük hata daha dile getirdim. 60 sayfalık kitapta, 30 facia. Merak etmesinler, daha işaretlediğim –yüze yakın- birçok büyük hata bir kenarda duruyor. Fakat ben, özellikle yurtlandırıcı faaliyetlerinin kurucu metni kabul ettikleri İhsâu’l-Ulûm’da işledikleri çeviri cinayetlerini incelemek için sabırsızlanıyorum.

Şimdi buyursunlar, bu verdiğim misallere baksınlar, araştırsınlar. Fakat önce Allah aşkına bu işlerden gerçekten anlayan birilerine göstersinler, danışsınlar. Cevap vereceğiz diye, ne alakasız insanlara sataşsınlar ne de bilgisizliklerini teşhir eden yeni facialara imza atsınlar. Verebiliyorlarsa, doğru dürüst cevap versinler. Üstelik cevapnamelerini, istedikleri herkese yollayabilirler. Bildiğim hakikati söylemekten asla vazgeçmeyeceğim için, bence hiçbir mahzuru yok!

Ama şunu da unutmasınlar; hatayı kabul etmek büyük bir erdemdir. Tevbe kapısı, son nefese kadar açıktır.

Kendilerine evvelce söylediğim gibi, işinizi iyi yapamıyorsanız, hiç yapmayın daha iyi. Bilmiyorsanız, biliyormuş gibi davranıp kendinizi de klasik metinleri de rezil etmeyin. Tercüme yapmak, sizin yeterlilik ve yeteneklerinizi çok aşıyor. Dolayısıyla benim cephemde değişen bir şey yok: Selam olsun işini iyi yapanlara, yapmaya çalışanlara…

Kaynakça

Aygün Akyol, Mevlüt Uyanık, İclâl Arslan, İslâm Felsefesi Tanımlar Sözlüğü, Elis Yay., Ank. 2018 Emile Zola, Suçluyorum, (Çev. Tahsin Yücel), 2. Basım, İstanbul: Can Yay., 2008

Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, (çev. Yaşar Aydınlı), Litera Yay., İst. 2018

Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, (thk. Albîr Nasrî Nâdir), Dâru’l-Maşrık, Beyrut 2002

Fârâbî, İlimlerin Sayımı, (çev. M. Uyanık, A. Akyol), Elis Yay., Ank. 2017

İbn Bacce, “Ta’lîku’l-Burhân”, el-Mantıkıyyat li’l-Fârâbî, (thk. M. T. Dânişpejuh), Kum, h. 1408 İbn Bacce, Kitâbu Tedbîri’l-Mütevahhid, (tahkik: Ma’an Ziyâde), Dâru’l-Fikr, Beyrut h. 1398/m. 1978

İbn Bacce, Tedbîru’l-Mütevahhid Bireysel Yönetim Uygulamaları, (çev. Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol), Elis Yay., Ank. 2017

Mevlüt Uyanık-Aygün Akyol, “Farabi’nin Medeniyet Tasavvuru ve Kurucu Metni Olarak - İhsâu’l-Ulum- Adlı Eserinin Tahlili”, Marife, Yaz 2015, 15/1 ss. 33-65

Mustafa Fayda, “Hz. Ömer”, Uluslararası Hz. Ömer Sempozyumu, C.Ü.İ.F., 2018

Benzer Belgeler