• Sonuç bulunamadı

Tercümelerden Çektiğimiz Izdırap: Tedbîru l-mütevahhid Çevirisine Dair Ayrıntılı İnceleme

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Tercümelerden Çektiğimiz Izdırap: Tedbîru l-mütevahhid Çevirisine Dair Ayrıntılı İnceleme"

Copied!
35
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Not/Note http://dergipark.gov.tr/ssrj http://socialsciencesresearchjournal.com

Birgül, M. F. (2021). Tercümelerden Çektiğimiz Izdırap: Tedbîru’l-Mütevahhid Çevirisine Dair Ayrıntılı İnceleme. Social Sciences Research Journal, 10 (1), 112-146.

Tercümelerden Çektiğimiz Izdırap:

Tedbîru’l-Mütevahhid Çevirisine Dair Ayrıntılı İnceleme Mehmet Fatih Birgül

Bursa Uludağ Üniversitesi mfbirgul@uludag.edu.tr

0000-0002-9404-6266

“Suçladığım insanlara gelince, onları tanımıyorum, hiçbir zaman görmedim, kendilerine ne hıncım var, ne de kinim... Burada yerine getirdiğim eylemse, gerçeğin ve adaletin patlamasını çabuklaştırmak için başvurduğum devrimsel bir yol yalnızca.”

(Zola, 2008: 34) Öz

Çeviri faaliyetleri, hem bilimsel hem de kültürel açıdan oldukça önemlidir. Bu nedenle tercüme edilen eserin aktarımında mutlaka dikkat edilmesi gereken bir takım hususiyetler bulunmaktadır. Özellikle de İslam felsefesi alanında yapılan çeviriler, hem klasik Arapçaya ve İslâm kültürüne hem de Greko-Helenistik çağdan Müslüman dünyaya miras kalan felsefî kültüre dair ciddi bir aşinalık gerektirmektedir. Bu hususlarda gerekli bilimsel yeterlilik olmaksızın, İslam felsefesine ait klasik eserler tercüme edilmeye kalkışılırsa, büyük tahrif ve tahripler meydana gelebilir. Üstelik böylesi yetersizliklerle zedelenmiş, son derece kötü çeviriler üzerinden projeler üretmeye kalkmak, ciddi entelektüel sorunlar meydana getirebilir. Bu araştırma notu içinde, İbn Bacce’nin – dolaylı olarak Batı düşüncesine de derin etkilerde bulunmuş- Tedbîru’l-Mütevahhid adlı ana eserinin Türkçeye yapılmış çevirisinde mevcut olan ve eseri tamamen tahrif eden büyük çeviri yanlışlarına değinilecektir. Mamafih bilimsel bir faydanın da ortaya çıkması için, hem nicelik hem de nitelik bakımından bol miktarda örnek seçilmiş ve ayrıca yapılan yanlışlar, ayrıntılı bir biçimde incelenmiştir. Amacımız, özellikle İslam felsefesi klasiklerinin tercümesi hususunda bilimsel yeterliliğe dikkat çekmek ve bundan sonra yapılacak çeviri faaliyetlerinde gerekli dikkat ve titizliğe davet etmektir.

Anahtar Kelimeler: İslam Felsefesi, İbn Bacce, Tedbîru’l-Mütevahhid, Klasik Kaynak, Çeviri Kültürü.

Our Suffering from Translations:

A Detailed Critic of The Translation of Tadbir al-Mutawahhid Abstract

Translation activities are very important in both scientific and cultural aspects. Hence, there should be some points that must be taken into account in conveying works to translate. Particularly translations in the field of Islamic philosophy require a serious familiarity with both classical Arabic and Islamic culture along with the philosophical culture inherited from the Greco-Hellenistic era to the Muslim world. Any attempt to translate works in Islamic philosophy with the lack of scientific competence in these fields may cause great distortions and destructions. Furthermore, attempting to produce projects through extremely awful translations, which has been damaged by such inadequacies, may create serious intellectual problems. In this research note, the major errors in the Turkish translation of ibn Bajje’s (Avempace) main work called Tadbîr al-Mutawahhid -which indirectly had profound effects on Western thought- will be discussed. In order to reveal a scientific benefit,

(2)

plenty of samples were presented both quantitatively and qualitatively, and the mistakes were examined in detail.

Our aim is to draw attention to scientific competence especially in translating the classics of Islamic philosophy and to invite the necessary attention and diligence in future translation activities.

Keywords: Islamic Philosophy, ibn Bajje (Avempace), Tadbîr al-Mutawahhid, Classical Resource, Translation Culture.

Ulusal ve matbu olarak yayın yapan kitap kültürü dergisi Şiraze’nin Eylül 2020 tarihli ilk sayısında

“Tercümelerden Çektiğimiz Izdırap: Tedbîru’l-Mütevahhid Örneği” başlıklı bir eleştiri yayınlamıştım. Tenkit ettiğim mütercimler Prof. Dr. Mevlüt Uyanık ve Prof. Dr. Aygün Akyol, internet üzerinden “Eleştiri Kültürü Ve

‘Şiraze’den Çıkmak Üzerine” serlevhalı bir cevap yayınlamışlar. Cevapname tek bir kalemden çıkmış görünüyor ama altında iki imza olduğu için, ben de kendilerine çoğul hitap edeceğim.

İşin doğrusu, göz önüne serdiğim fahiş hatalara mukabil, sükût ve ikrar erdemini gösterebilselerdi, kendilerini dünyanın büyük zekâlarıyla yolda/ş gören mütercimlerin ‘Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandıran’

enaniyetleri de beni hayal kırıklığına uğratmış olurdu. Beklediğim gibi, hayal kırıklığına uğramadım. Esasen – deyim yerindeyse- turpun büyüğü heybede bulunduğundan, tam bir akademik skandal olan mezkûr çeviri hakkında tekrar konuşmak için, lütfedileceğini zaten tahmin ettiğim cevabı bekliyordum. Benim “söylenecek çok şey var ama sözde tasarruf gerek” deyişime epey alındıklarını belirttiklerinden, şimdiden söyleyeyim; müsterih olsunlar, bundan sonra sözde tasarruf etmeyecek; çok daha ayrıntılı konuşacağım.

Bu nedenle yazım, bir kitap eleştirisi için epey uzun oldu. Fakat önümüzde duran Tedbîru’l-Mütevahhid çevirisinin dehşet verici başarısızlığını ve böylesi bir çevirinin altına -üstelik akademik unvanlarıyla- imza atmaktan çekinmeyen mütercimlerinin isimlerini, tercüme tarihimize silinmez biçimde kaydetmek için uzun konuşmam gerekliydi. Zira buradaki sorun sadece, İslam düşünce mirasının klasik ve önemli bir metninin, tahammül edilemez bir özensizlik ve yetersizlik tarafından mahvedilmiş olması değildir. Aynı zamanda böylesi bir yetersizliğin gösterdiği enaniyet ve pervasızlıktır.

Dolayısıyla sabır rica ettiğim okuyucu için nispeten kolaylık olsun diye, metnimi üç bölüme ayırdım: ‘Genel Değerlendirme’ başlıklı bölümde, cevapnamelerinde ettikleri bazı ileri geri laflara ve aslında kendilerini mahcup eden haksız sataşmalara kısaca değineceğim. ‘Müzakerelerin Müzakeresi’ başlıklı fasılda, kendi çeviri facialarını inatla ve safsata ile savunurken devirdikleri yeni çamlara işaret edeceğim. Nihayet yazının son ve en uzun kısmı olan ‘İfşaata Devam’ başlıklı bölümde ise, mütercimlerin Tedbîru’l-Mütevahhid suikastından daha bir nice çeviri faciasını tek tek ve ayrıntılarıyla açıklayarak İslam felsefesi kamuoyuna takdim edeceğim.

Genel Değerlendirme

Mütercimler, çevirilerinde bulunan kabul edilemez ve havsalaya sığmaz yanlışlardan oluşan küçük bir buketi, açık seçik ve –unvanlarıyla gayr-i mütenasip tercümelerinin doğurduğu hayal kırıklığından kaynaklanan- sitemkâr bir üslupla sunduğum için, zat-ı âlilerini tahkir ve tezyif ettiğimi düşünmüşler. Mütercimlerin - tanımadığım ve tanışacağımı da zannetmediğim- şahısları ve şahsiyetleri, elbette beni alakadar etmez. Ben sadece, övüne övüne bitiremedikleri Anadolu’yu felsefelendirme projelerinin ana kaynaklarından biri olarak istihdam ettikleri Tedbîru’l-Mütevahhid çevirileriyle ilgileniyorum. Ne var ki, mütercimler meseleyi tamamen kişiselleştirmişler ve bu nedenle tercümelerine ve ‘yurtlandırıcı’ mütercim kimliklerine yönelik eleştirilerimi de şahıslarına, dolayısıyla yüce projelerine yönelik hakaret ve tezyif olarak anlamışlar. Bence yanlış düşünüyorlar.

Fakat kendilerinin anlayış özgürlüğüne müdahale edemeyeceğim için, bu konuda maksadımı tekrar belirtmekten başka bir şey söylemem mümkün değil.

Bununla birlikte mütercimler, bu kadar çok ve bu kadar büyük hatalar ortaya çıkarabilmelerinin herhalde google çeviri kullanmış olmalarıyla açıklanabileceğini ileri sürdüğüm için, beni iftira atmakla da suçluyorlar.

Yurtlandırıcı profesör mütercimler, benim bu iftiram karşısında ne diyeceklerini bilemediklerini söylüyorlar.

Önce şu iftira işini açıklığa kavuşturayım: Tabii ki ben, ülkemizdeki İslâm felsefesi disiplini açısından hicap ettiğim çevirilerini yaparken yanlarında değildim. Dolayısıyla –sözlük kullanmadıklarına emin olmakla beraber- ne kullandıklarını bilemiyorum. Fakat bir nükte yapayım derken, bilmeden aşırıya gidip sarfettiğim bu nükteyi, kendilerinden alenen özür dileyerek geri çekiyorum.

Zira ileride ayrıntılı biçimde takdim edeceğim üzere, kendilerini İslâm felsefesinin ‘Şeyhayn’ı gören mütercimler, İbn Bacce’nin “Mülûku’t-Tavâyif” ifadesini “Tâif Yöneticileri” olarak çevirmişlerdir! Endülüs Emevi devleti yıkılıp parçalandıktan sonra ortaya çıkan irili ufaklı devletçikleri işaret eden “Mülûku’t-Tavâyif”

terkibini, ‘maşaallah!’ dediğimiz derin vukuflarıyla “Tâif Yöneticileri” olarak çevirme marifetinin, google translator ile becerilebilmesi mümkün değil. Zira ben de bir deneme yapıp (ﻒﯾاﻮﻄﻟا كﻮﻠﻣ) ifadesini google çeviriye yazdım ve gördüm ki, “Mezheplerin Kralları” diye çeviriyor. Yani hiç olmazsa mütercimlerin çevirisinden daha

(3)

az yanlış. Dolayısıyla mütercimlere yönelik bu nüktemi, gerçek bir iftiraya bulaşmamak için alenen ve tekrar özür dileyerek geri çekiyorum. En azından bu hususta müsterih olsunlar.

Anladığım kadarıyla mütercimlerin bu denli öfkelenmelerinin temel sebebi, şimdiye dek hiç eleştirilmemeleri, trajik boyutlardaki büyük yanlışlarının ve ilmî yetersizliklerinin gösterilmemesi, tercüme hususundaki olağanüstü başarısızlıklarının ikaz edilmemesi, hatta muhtemelen tam tersine hep övülüp yüceltilmeleridir. Bu nedenle benim, biraz da filtresiz dile getirdiğim gerçekler, onları epey rahatsız etmiş ve gururlarını incitmiş görünüyor.

Mütercimler, işte bu yüzden “hakaret ve tezyif öyle olmaz, böyle olur”, deyip yürümüşler. Beni tanımadıkları için, galiba biraz da ‘şöyle parmak sallayıp bir höykürürsek, ne kadar yüce projeler gerçekleştirdiğimizi haykırırsak, Tedbîru’l-Mütevahhid’i yıllar süren bin bir emekle nasıl çevirdiğimizi uzun uzadıya anlatırsak, pusup susar’ sanmışlar. Yazdıkları cevâbnameyi, daha fırından yeni çıkmış, buharı tüterken -herhalde derhal haberdar olmam için- mensubu olduğum fakültenin muhterem dekanına da iletmek nezaketini göstermişler. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Mütercimler, Molla Kasım pozlarına bürünmekle itham ettikleri şahsımı, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde ‘yenice İslam Felsefesi profesörü olmuş’ ‘profesyonel felsefeci!’ M. F. Birgül olarak takdim ediyorlar. ‘Yenice’ derken, herhalde yeni yetme falan gibi bir şeyler demek istiyorlar. Fakat adımı niye açık yazmadılar, bunu anlayamadım.

Mamafih doğrudur; kendileri eskice, kıdemli ve kadim İslâm felsefesi profesörleridir. Kafayı taktıkları ‘tezyif etmek’ hususunda intikam almak için, yazılarında bana yönelik başka hitaplar da kullanıyorlar: “Bu şahıs”,

“ilgili şahıs”, “bu kişi”, “profesyonel felsefeci ve büyük eleştirmen (!)”… Bunlara bir itirazım yok; sonuçta hepimiz birer şahıs ve kişiyiz. Üzgünüm ama felsefeciliğim ve eleştirmenliğim hakkında kıdemli, yüce, ulu profesörlerin kanaatlerini önemsediğimi söylemem de mümkün değil. Dolayısıyla istediklerini düşünmekte elbette serbesttirler. Fakat bir kaç yerde hızlarını alamayıp bana “arkadaş” diye hitap ediyorlar. İşte bu laubali hitabı şiddetle ret ve iade ediyorum. Ben kendilerinin arkadaşı falan değilim; olmaya da hiç niyetim yok. Bundan sonra da kendilerini, bu sıfatla şahsıma hitaptan men ediyorum.

Böylesine öfkelenmiş olan kıdemli profesör mütercimlerin, kendilerinin yine kendilerinden naklettiği menkıbeleri eşliğinde, bir sürü cerbeze, safsata ve dahi başarısız espri denemeleriyle bana saldırmaları gayet normal. Buna kızmıyorum. İtham ettiğim çeviri yanlışlarını –zaten savunulmaları imkânsız oldukları için- ne kadar editoryal yardım alsalar da, ilmî açıdan tartışmalarını da beklemiyorum. Zaten bu işlerden anlasalar, böyle büyük hatalar yapmaz, kifayetsiz ihtiraslarıyla Tedbîru’l-Mütevahhid’e kıymazlardı. Dolayısıyla az çok tahmin ettiğim bu tepkilerin hiçbirine öfkelenmiyorum ve gücenmiyorum. Sonuçta demirden korkum olsa, zaten trene binmezdim. Ama kıdemli profesör mütercimler, zeytinyağı gibi üste çıkmak için bana hücum ederken, üçüncü şahısları –üstelik isim vermeksizin- işe karıştırıp tuhaf ve yakışıksız laflar ediyorlar.

Bu sayın kıdemli İslam felsefesi profesörlerine aynen şunu söylüyorum: Bakınız ben, ismimle cismimle

‘yeniceliğimle’ alenî olarak karşınıza çıktım ve sırf, ömrümü verdiğim İslam felsefe tarihi disiplinine saygımdan dolayı, sizin Tedbîru’l-Mütevahhid çevirinizin bir skandal olduğunu söylüyorum. Bu skandalın kendimce tespit ettiğim kanıtlarını da, size ve İslâm felsefesi kamuoyuna takdim ediyorum. Eğer uğraşacaksanız, benimle ve eleştirilerimle uğraşın. Fakat kendinizi yüceltmek için -ulu şahsiyetinize ve kutsal projelerinize yönelmiş komplolar vehmedip- benim eleştirim vesilesiyle ve fakat isim vermeden “İbn Bacce uzmanı diğer prof.

Arkadaş” ya da “çevirilerde örnek gösterdiği diğer prof. arkadaş” gibi imalı, kaçamak laflar etmeyin.

Elimize Tedbîru’l-Mütevahhid faciası gibi ürünler veren derin çalışmalarınızı, dolayısıyla da kendinizi övmek için, neredeyse beşte dördünü kendi kerametlerinizi anlatmaya hasrettiğiniz cevapnamenizde: “Tabii bu okumalar ve yorumlar, belirli odakları ve kerameti kendilerinden menkul şahısları tedirgin etmiş olabilir” gibi sözler söylüyorsunuz. Üstelik beni de ısmarlama yazı yazmakla itham ediyorsunuz. Açıkça soruyorum: Siz kimi ve neyi kastediyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Çekinmeyin, kiminle ne derdiniz varsa alenen söyleyin ve eleştirin. Sadece benimle sizin aranızda olan bir meseleye hiçbir dahli ve hatta haberi olmayan insanları itham edip kenara çekilmeyin.

Aslında biliyorum ki mesele gayet basittir. Sizin tercüme diye önümüze koyduğunuz faciayı eleştirdiğim için, benimkinin yanında, tercümelerini takdir ettiğim insanların isimlerini de -cevapnamenizde açıkça belli ettiğiniz enaniyetinizi tatmin için- uydurduğunuz komplo vehimlerine karıştırıyorsunuz! Fakat çok büyük yanlış yapıyorsunuz. Siz Tedbîru’l-Mütevahhid’i mahvetmişsiniz. Ben de, bir İslâm felsefecisi olarak buna tepki gösteriyorum. Böyle bir çeviri ile yapılan okumaların da yanlış üstüne yanlış olacağını, böyle okumalarla Anadolu’ya felsefî bir yarar değil zarar verileceğini söylüyorum.

Öte yandan sayın kıdemli profesör mütercimler merak buyurmasınlar. Çevirilerini takdir ettiğim, övdüğüm mütercimler de –kim olurlarsa olsunlar- bir gün aynen sizin yaptığınız gibi “Mülûku’t-Tavâyif” ifadesini “Taif

(4)

yöneticileri” diye çevirirlerse, onlara da aynı tepkiyi gösteririm! Onlara da “bu tercümeyi google çeviriden mi yaptınız?” diye sorarım!

Bu arada mütercimlerin, haklarındaki takdir ve övgülerime yoğun bir ilgi duydukları anlaşılan, fakat isimlerini vermek yerine imalı ve tuhaf laflar etmeyi seçtikleri zevatı ben zikredeyim. Bunlardan ilki, -hocaların hocası Prof. Dr. Hüseyin Aydın’ın öğrencisi ve benim de talebesi olmaktan şeref duyduğum- Prof. Dr. Yaşar Aydınlı;

diğeri ise Şerhu’l-Mevâkıf tercümesiyle bizzat Arap ilim dünyasından uluslararası çeviri ödülü alan meslektaşım Prof. Dr. Ömer Türker’dir.

Kıdemli ve kadim profesörler, bir de Tedbîru’l-Mütevahhid’in –beni ya haberdar olmamakla ya da bilerek görmezden gelmekle itham ettikleri- diğer bir çevirisini ve onun İlyas Özdemir adlı mütercimini işe karıştırıyorlar. Beni eleştirmek için de şöyle diyorlar: “Şiraze dergisinin ilk sayısına böyle başlaması da yazık olmuş, çünkü Türk kültürüne ve felsefesine gerçekten katkı yapmak isteyen kişi, diğer çeviriden de bahseder ve mukayese yapar, demek ki onlar da bilmiyor ilgili yazıya konu olan diğer çeviriyi ve nelerle “malul” olduğunu;

ya da amaç başka!”.

İşte cevabım: Sayın kıdemli profesörler! Öncelikle İspanyolcadan yapıldığını söylediğiniz bu diğer tercümeden bana ne… Haklısınız, ben, İbn Bacce’nin ruhunu muazzep eden, kemiklerini sızlatan sizin Tedbîru’l-Mütevahhid çevirinize kafayı taktım. Sizin İlyas Özdemir’in çevirisiyle sorununuz varsa, buyurun yanlışlarını, nelerle malul olduğunu eleştiren bir yazı kaleme alın. Bu, tamamen sizi ilgilendirir. Fakat benim hangi çeviriyi eleştireceğim, hangi mütercimi ve tercümeyi öveceğim ya da yereceğim, sizi alakadar etmez; sizden izin alacak da değilim.

Eğer benim övgü ya da yergilerimde hata bulabiliyorsanız, buyurun kanıtlarıyla beni de eleştirin!

İkinci olarak, mütercimler, bu iddialarıyla aslında kendilerini mahcup edecek büyük bir hata daha işlediklerini ve kendi komplo vehimlerini bizzat kendilerinin iptal ettiklerini acaba fark ediyorlar mı? Bizzat kendi yazılarında belirttikleri gibi Şiraze’nin ilk sayısı, dolayısıyla kendilerini eleştirdiğim yazı Eylül 2020’de yayınlandı. Beni, haberdar olmamakla ya da bilerek görmezden gelmekle suçladıkları, dolayısıyla şahsımı art niyetlilikle itham ettikleri, İlyas Özdemir’in Tedbîru’l-Mütevahhid çevirisi ise Endülüs yayınlarınca 08 Aralık 2020 tarihinde basılmış. Yani aramızda asgari üç ay var! Ben de internette araştırınca öğrendim. İnanmayan –tıpkı benim yaptığım gibi- kitap satış sitelerine ya da bizzat Endülüs yayınlarının twitter hesabına (burada 12 Aralık 2020 tarihine) bakabilir. Dolayısıyla henüz yayınlanmamış bir kitabı görmem, sayın mütercimlerin çevirileriyle kıyaslamam zaten mümkün değildi.

Benim hakkımda “analiz yeteneği üst seviyedeki (!)” diyerek, ancak çevirileri kadar başarılı bir ironi yapan sayın kıdemli profesör mütercimler, böylece kendi kıdemli analiz yeteneklerini ortaya koymaktadırlar. Dolayısıyla, beni, Eylül 2020’de yayınlanan eleştiri yazımda, tam üç ay sonra Aralık 2020’de yayınlanacak diğer çeviriyi görmemek veya bilerek görmezden gelmekle suçlamalarını, düşünülmeden söylenmiş kötü bir espri olarak kabul ediyorum.

Bu arada kıdemli yüce mütercimler, iftira, tahkir ve tezyif yanında, –karından konuştukları için ne kastettikleri tam anlaşılamamakla beraber- “intihal” falan gibi laflar ediyorlar. Kırılan gururlarından kaynaklanan derin öfkenin dışavurumu olan tahkir ve tezyif iddialarını anladım; iftira meselesini yukarıda hallettim; ama açıkçası bu “intihal” ithamının nereden ve nasıl çıktığını tabii ki anlayamıyorum.

İntihal, bir yazarın emek harcamayıp başka bir yazardan aşırması yani düpedüz bilgi ve emek hırsızlığıdır. Yani bir başka yazarın bir cümlesini, ibaresini olduğu gibi almak ve fakat hiçbir atıf yapmayarak, sanki kendi cümlesi, ibaresi gibi bir izlenim vermektir. Böyle bir cürüm, -hele bir akademisyen için- en büyük ayıplardan, açıkçası ahlaksızlıklardandır.

Mütercimler, eğer benim yazımda bir intihal olduğunu ileri sürüyorlarsa, intihal gibi bir gayr-i ahlâkî davranış iddiasıyla eğer beni kastediyorlarsa, işte beni susturmak için altın fırsat! Açık ve somut bir biçimde kanıtınızı getirin ve neyi, kimden intihal ettiğimi açıklayın. İddiamı daha da genişleteyim: Sadece sizi eleştirdiğim yazıda değil, şu ana dek yazdığım, yayınladığım her bir satır yazı içinde bir intihal bulabiliyorsanız, derhal açıklayınız.

Mütercimler farkında değiller herhalde; kendilerinin son derece başarısız Tedbîru’l-Mütevahhid çeviri denemesini literatürde ilk defa eleştiren, yenice İslam felsefesi profesörü M. F. Birgül’dür. Yani benden önce yayınlanmış bir eleştiri olsa, benim de ona bakıp aşırma yapmış olma ihtimalim olabilirdi. Lakin böyle bir şey söz konusu değil. Zaten çevirinin hataları sevaplarından çok daha fazla olduğu için, arzu edenin dilediği yanlışları seçmesi ve böylece her biri orijinal birçok eleştiri metninin yayınlanması da gayet mümkündür. Bu nedenledir ki neyi, kimden ve nasıl intihal etmiş olabileceğim hususunda aklıma pek bir şey de gelmiyor!

Belki de kıdemli profesör mütercimler, İslam felsefesi disiplininde Arapça, mantık ve hatta felsefeye âşina olmadan da profesör olunabileceğine dair tuhaf bir kanaate sahip olduklarından, ‘yenice’ profesörlüğüme pek güvenemiyorlar. Fakat eleştirilerimi dikkatle okudularsa, herhalde hakkımda bir kanaat edinmiş olmaları lazım gelirdi. Nihayetinde bu tür taktiksel sözleri elbette ciddiye almıyorum; zira mütercimler, ‘yedi nokta dört’

(5)

şiddetindeki bu öfkeleriyle, eğer benim eleştirimde gerçek anlamda bir açık, gedik bulabilselerdi, zaten davul zurna ile ilan ederler, yeri göğü inletirlerdi!

Bu arada –pek önemsememekle beraber- şunu da belirteyim; ilk eleştirimde verdiğim çeviri faciası örneklerinden biri, Cahiliye Araplarının yarı efsanevi karakterlerinden Zerkâu’l-Yemâme ve Teebbata Şerran’ın, ibarenin karıştırılması sonucu, Hıristiyanların heykellerini diktiği azizler olarak aktarılmasıydı. Ben mütercimlere, bu iki kişinin kim olduklarını bilselerdi, böyle büyük bir hata yapmayacaklarını ikaz etmiş ve birkaç kaynak önermiştim. Buna mukabil kendileri şöyle bir savunma yapmaktalar: “Profesyonel felsefeci ve büyük eleştirmen s. 50 de * ile işaretlenen bu kişinin kim olduğuna dair açıklamayı (Bu, Sabit b. Cabir b. Sufyân b. Ka'b b. Harb b. Temim ibn Said bin Fehm’dir.) üstünkörü okuduğundan olsa gerek görememiş. Biz çeviriyi şerh ve açıklamalara boğmamak için çoğu zaman sadece konuyla ilgili bilgiyi verip kalan kısmı yapılacak araştırmalara bırakıyoruz. Ama o kadar dikkatli ki Te’ebbata Şerran’ın konusundaki açıklama görmezden gelinmiş ve ahkâm kesilmiş.”.

Şimdi ben zat-ı âlilerine soruyorum: Bu cümle size mi aittir? Bu bilgiyi siz mi araştırıp buldunuz ve buraya derç ettiniz? Cevabı ben vereyim; elbette hayır! Yüce kıdemli profesörler Tedbîru’l-Mütevahhid’i üç yıllık öyle büyük emeklerle çevirmişlerdir ki, kendilerinin de kullandığı Ma’an Ziyâde tahkikinde, aynı ibarede ve Teebbata Şerran’a dair konulmuş bu dipnotu, aynen kendi çevirilerine aktarmışlardır! Kısacası, hiçbir atıf yapmadan, kendi cümleleri gibi naklettikleri bu bilgi notu Ma’an Ziyâde’ye aittir. Şu halde Tedbîru’l-Mütevahhid’i katlederken gösterdikleri emeğe saygı bekleyen profesör mütercimlere, Ma’an Ziyâde’nin cümlesini hiçbir atıf yapmadan kendi çevirilerine kemal-i âfiyetle aktarırken niçin onun emeğine saygı göstermediklerini sormak da hakkımızdır!

Mamafih açık olan bir şey var: Mütercimler hâlâ benim maksadımı tam olarak anlayamadılar ya da anlamak istemiyorlar. Elimden gelen en açık biçimde söyleyeyim: Tercüme tarihimize geçecek düzeyde başarısız bulduğum Tedbîru’l-Mütevahhid’in kendilerine ait çevirisini evvelce alıp okudum. Hayatımda gördüğüm en kötü ve buna mukabil en iddialı çeviriydi. Özellikle kitabın kapağında ‘Tercüme ve Telif’ (!) sıfatı altında, mensubu olduğum İslam felsefesi disiplininden ‘profesör’ unvanlı iki ismi görünce, büyük hayal kırıklığına uğradım ve hicap duydum. Üstüne üstlük Tedbîru’l-Mütevahhid’i katleden böyle bir çeviriye dayanarak, “Bireysel Yönetim Okumaları” yapmaları, bir de yetmezmiş gibi bu yolla felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırmaya kalkmaları da ayrıca sinirime dokundu. Haysiyetim depreşti, gayrete geldim. Bu nedenle de ben, kendilerinin Tedbîru’l- Mütevahhid’e yönelik suikastlarını kanıtlarıyla teşhir etmek istiyorum. Kendilerini adeta ‘Şeyhu’l-felâsife’

olarak gören, İslâm felsefesinin son mücedditleri olmak iddiasındaki mütercimlerin hayret ve dehşet verici yetersizliklerini ifşa etmek ve çeviri diye bastırdıkları metnin ipliğini pazara çıkarmak istiyorum.

Bir de itiraf edeyim ki, böyle yapmakla, İslam felsefesi disiplini içinde –ne yazık ki pek mevcut olmayan- bir tür otokontrolün oluşmasına katkıda bulunmak istiyorum. İslâm felsefesi alanında, kifayetsizliklerine hiç aldırmayan muhterislerin, destursuz bağa girenlerin, Arapçaya vukuflarına ve felsefî müktesebatlarına bakmaksızın havada tutup tavada yutanların, bundan sonra “aman ilgili bir şahıs çıkar, sandığı açar, pamuğu döker, ne olur ne olmaz”

diye en azından iki defa düşünmesini arzu ediyorum! Bunun için de kişisel rahatımı feda ederek, işimin gücümün arasında, kendilerini adeta Türkiye’de İslam felsefesi sahasının ulu bilgeleri, kanaat önderleri gibi gören/gösteren mezkûr kıdemli profesör mütercimleri, imza attıkları facialarla ve enaniyetleriyle mütenasip bir netlikte alenen eleştiriyor ve buna karşılık kendilerinden şahsıma gelebilecek her cinsten taarruzu göze alıyorum. Bilmem maksadımı bundan daha açık nasıl anlatabilirim?

İşte bu yüzden elimdeki nüshada işaretlediğim ve yenilir yutulur tarafı olmayan birçok yanlıştan uygun görüp seçtiklerimi, ömrümü verdiğim mesleğime saygımdan dolayı kaleme aldığım eleştirimde zikrettim. Merak buyurmasınlar; bu yazıda çok daha fazlasını ve daha büyüklerini de ayrıntılarıyla dile getireceğim. Kısacası M.

Uyanık ve A. Akyol’un Tedbîru’l-Mütevahhid çevirisi, resmen akademik bir skandaldır; ben de bu skandalı maarif tarihimizde kayda geçirmeye kararlıyım. Mesele benim açımdan işte bu kadar açık ve net; gerisini de artık kendileri bilirler.

Kıdemli İslam felsefesi profesörleri M. Uyanık ve A. Akyol’un savunmalarını kurduğu temel tez, “Biz bu kadar büyük emek harcadık, üç yıl uğraştık, İngilizce kısmî çevirileriyle bile kıyasladık, Arap Dili ve Belagati öğretim üyesi editörümüz İclal Arslan hocamızdan da yardım aldık. Daha bir nice emekler, çabalar sarf ettik, makaleler okuduk. Zahmet edip çeviriye hayatında emek harcamamış olan sen! Ey “ilgili şahıs”, başka amaçlarla ve beylik laflarla kalkıp tahkir ve tezyif edip eleştiriyorsun. Madem öyle, çok biliyorsan haydi şu bol parantezlerinle ve bozuk Türkçenle sen çevir de görelim” cümleleriyle hulasa edilebilir.

Öncelikle kendilerini tebrik ediyorum. Bravo! Üç yıllık yoğun çalışma ardından ortaya çıkan çeviri böyle ise Allah, irfan hayatımızı daha kısa süreli çalışmalarınızdan muhafaza buyursun!

Yazılarında tercüme kültürü üzerine ders vermeye kalkan mütercimler, eğer edepten, akademik üsluptan filan bahsedeceklerse, öncelikle karşımıza, Uhud cesametindeki benlikleri ve böylesi pervasız tercüme cinayetleriyle

(6)

değil, doğru düzgün çevirilerle çıkmalıdırlar. Tekrar ediyorum: Yaptıkları çeviri, İbn Bâcce’nin Tedbîru’l- Mütevahhid adlı eserini öldürmüştür. ‘Daha iyisini yapabiliyorsan sen yap, yayınla’ diyenler, öncelikle bu cinayetlerinin hesabını vermelidirler.

Elbette ben de, en başta kendim olmak üzere, hatasız ne kulun ne de çevirinin olmayacağını biliyorum. Bakınız bu durum, başka bir şey; M. Uyanık A. Akyol çevirisinde muhatap olduğumuz durum ise bambaşka bir şey. Zira daha hassas ve daha güzel çevirmek ayrıdır, çeviride hata ayrıdır; buna mukabil facia apayrıdır. Üstelik bir çeviride bir ya da birkaç facia bulunması ile istisnasız hemen her sayfasında facialar bulunması daha da ayrıdır.

İşte bu nedenle, -üstelik bir de ‘İslam felsefesi profesörü’ unvanlarıyla imza atılmış- mezkûr çeviri, kesinlikle bu çerçevenin çok ötesine taşmakta hatta bütün halinde bir facia hüviyetini almaktadır. Sadece çevirilerinin son sayfasında yaptıkları ve Tedbîru’l-Mütevahhid’in içinde söylenenlerin tümünü şuursuzca imha eden çeviri yanlışları dahi her türlü bilimsel kınamayı hak eden mütercimlerin eseri, kesinlikle ilmî ve akademik bir hüviyete sahip değildir. Ancak akademik bir çeviri, akademik üslupla eleştirilir. Oysa M. Uyanık ve A. Akyol’un Tedbîru’l-Mütevahhid çevirisi, resmen akademik bir katliam ve akademik bir skandaldır. Bu nedenle de ne akademik bir dille ne de akademik bir üslupla eleştirilmeyi hak etmektedir! Üstelik mütercimlerin bu fahiş hatalarını, ayrıca kınanması gereken yeni bilgisizlikler ve sataşmalar ile bir de savunmaya kalkmaları, eleştirimin muhatap olduğu kifayetsiz ihtirasın ve enaniyetin –ne yazık ki- basit değil mürekkep olduğunu açıkça göstermektedir. Bu düzeyde bir enaniyete de, asgari nezakette ancak bu biçimde hitap olunabilir.

Bir tür kutsallık atfedildiği anlaşılan ve böylece kendilerini İslam felsefesi sahasının adeta müceddidi olarak gören/gösteren mütercimlerin, -işledikleri Tedbîru’l-Mütevahhid cinayetini de borçlu olduğumuz-

‘Okumalar’ının, ne kadar yüce ve incelikli olduğunu gözümüze sokma fırsatı veren Türkistan-Türkiye bağlantılı

‘Felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırma’ projelerine gelince...

Açıkça ifade etmek isterim ki, sayın kıdemli, kadim, bilge profesör M. Uyanık, normal şartlar altında, isterse felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırabilir, isterse bozkırı ağaçlandırabilir; sonuçta kendi bileceği iş. Fakat İbn Bacce’yi çevirmeyi, mahalli bir gazetede köşe yazısı yazmakla karıştırıp, önümüze Tedbîru’l-Mütevahhid’i resmen bitiren çeviri facialarıyla çıkarsa, hele hele İbn Bacce’yi, Fârâbî’yi ya da başka bir filozofu keyfine göre eğip bükerse, bundan sonra bilsin ki, “ilgili bir şahıs” çıkıp ‘Kral çıplak!’ diye haykıracaktır!

Fakat tabii ki, mesele bu tekebbür kokan övünmelerden ibaret değildir. Benim, zat-ı mütercimlerin çevirilerindeki büyük yanlışlara yönelik eleştirilerimi güya değersizleştirmek, konuyu saptırmak için şöyle diyorlar: “Öyle gözüküyor ki, Tedbiru’l-Mütevahhid adlı eserin çevirisini bireysel yönetim okumaları başlığıyla yapmamız ve “günümüze ne diyebilir?” diye yorumlamamız oldukça tedirgin etmişe benziyor birilerini ya da belli odakları!”.

Ben eleştiri yazımı “selam olsun işini iyi yapanlara” diye bitirmiştim. Kendileri, bilinçaltlarını ele veren bir destanla bitiriyorlar:

“Evet, selam olsun hikemi bilgi peşinde koşup, dünyanın seçkin zekâlarıyla yolda/ş olanlara, Klasik metinleriyle bizlerle sohbet eden, dertleşen, sorunlarımıza çözüm önerileri üretmeye devam [eden] daim diri zihinlere, Ismarlama yazı yazanlardan, eleştirmek adına tahkir ve tezyif ettiğini sananlardan ve intihalden uzak duranlara, İslam düşüncesinde ülkemizde oluşturulmaya çalış[ıl]an oligark’a karşı sivil, özgür ve özgürleştirici tutumunu korumaya çalışanlara…”

İlahi, sayın kadim, diri zihinli, sivil, özgür ve özgürleştirici profesörler! Beni tetikçi gösterip küçültmek için, kendinizi bu kadar büyütmeye gerek var mıydı? Sizin oligark, odak dedikleriniz, Heidelberg’in, Oxford’un, Harvard ya da Sorbonne’un olduğu memleketlerde bulunur! Burası Türkiye. Bakınız, siz de Tedbîru’l- Mütevahhid’i mahveden skandal çevirinizin altına, hiç çekinmeden ve rahatlıkla, İslam felsefesi profesörü unvanlı isimlerinizi, üstelik “Tercüme ve Telif” (?!) takdimiyle koyup yayınlayabiliyorsunuz. Dahası, böyle bir çeviriyle yaptığınız ‘Bireysel Yönetim Okumaları’ eşliğinde, felsefeyi Anadolu’da yurtlandırmaya başlayabiliyorsunuz. Böyle bir memleketin irfan hayatında oligark, odak falan mı olur?!

Fakat yine de İslam felsefesinin bu yüce kanaat önderlerinin, güncel sorunlarımıza çözüm önerileri üretmeye devam eden ve dünyanın büyük zekâlarıyla yolda/ş diri zihniyetlerinin nasıl bir şey olduğunu, dolayısıyla

‘yurtlandırma’ faaliyetlerinin mahiyetini, bizzat kendi yazdıkları ile ifade etmek isterim. Mütercimler,

“Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel sürekliliği bağlamında Farabi’yi İslam Felsefesinin Kurucu filozofu olarak görüyoruz” diyorlar. İşte burada gerçekten tedirgin oluyor ve eyvah diyorum.

Zira kadim Profesörler, dünyanın seçkin zekâlarıyla yolda/ş M. Uyanık ve A. Akyol’un, Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmaları sırasında 2015’te yayınladığı, sonra da –müstakil olarak inceleyeceğim- büyük çeviri hataları barındıran İhsâ’u’l-Ulûm tercümelerinin önüne çeşitli ilavelerle koydukları bir makaleyi hatırlıyorum. Orada Mevlüt Uyanık aynen şöyle diyor: “Yakın zamana kadar ülkemizde “er-Reisü’l-evvel” ifadesini karşılamak

(7)

üzere “Reis-i Cumhur” sözcüğünü kullanıyorduk. Şimdi “Cumhurbaşkanı” diyoruz ki, bu Fârâbî’de İlk Başkan’a tekabül ediyor” (Fârâbî, 2017: 67).1

Vay canına! Düşünsenize, ha reis-i cumhur Süleyman Demirel ha ‘er-Reisü’l-evvel’ Süleyman Demirel… Böyle bir Fârâbî ve el-Medînetü’l-Fâzıla tasavvuru şaka değil; zira devamında şöyle buyuruyor: “Bu değerlendirmeler sonucunda, bize göre, Fârâbî’nin “Yarı Başkanlık” sistemini daha makul bulduğunu söyleyebiliriz. İlk Başkan’a er-Reisü’l-evvel ve Reis-i Cumhur; ikinci Başkana ise Başbakan diyebiliriz”.

Soruyorum: Sayın kıdemli Profesör M. Uyanık, yarı başkanlık sistemine dair felsefe fetvanızla siz hangi odaklara sinyal veriyordunuz ve hiç anlamadığınız Fârâbî’yi, güncelleme yapmak iddiasıyla niçin bu işlere alet ediyorsunuz?

Fârâbî’nin bahsettiği er-Reîsu’l-Evvel’in ve ona ait riyasetin ancak el-Medînetü’l-Fâzıla’da söz konusu olduğunu bilmiyor musunuz? Siz Fârâbî’nin el-Medînetü’l-Fâzıla’sındaki er-Reîsu’l-Evvel’in (ilk başkan) vahiy alan bir peygamber olduğunu, er-Reîsu’s-Sânî’nin (ikinci başkan) ise er-Reîsu’l-Evvel’in koyduğu şeriat ve sünneti devam ettiren halefi olduğunu okumadınız mı? (Fârâbî, 2002: 125-130).2 Dolayısıyla aynı anda hem ilk hem de ikinci başkanın söz konusu olmadığını/olamayacağını düşünemiyor musunuz?

Fârâbî’nin, Arapça aslını dahi fecaatle ‘cimâ’î’ diye okuduğunuz3 ‘demokrasi’ (cemâ’î) ve ‘demokratik toplum’

(el-Medînetü’l-Cemâ’iyye) hakkında neler söylediğinden haberiniz yok mu? Siz bu derecedeki malumat ve zihniyetinizle, kimi, nasıl ve ne maksatla güncellemeye kalkıyor, gündelik hesap ve politik hadiseler içinde Fârâbî’nin tefekkür mirasını niçin mahvediyorsunuz? Amacınız, maksadınız nedir?

Müceddit mütercimlerin ‘yurtlandırma’ faaliyetinden, İbn Bacce’nin hissesine düşen tahrife de basit bir misal vermek isterim. M. Uyanık’ın, Tedbîru’l-Mütevahhid çevirisinin sonuna eklediği ve İbn Bacce’nin ismi altında

‘Telif’ sıfatını almasına vesile kıldığı ‘Bireysel Yönetim Okumaları’ içinde “Direniş Kültürü: Bir Hak ve Hakikat Arayışı Olarak Sivil İtaatsizlik” başlıklı bir bölüm mevcuttur. Bu bölüm içinde, Tedbiru’l-Mütevahhid’’i imha eden mütercim M. Uyanık şöyle demektedir: “Tarihsel temellerimizde Hasan Basri, Ebu Hanife ve Said Nursi gibi âlimlerimiz bunun örneklerini de göstermiştir” (s.159).

İlk defa Amerikalı düşünür Thoreau’nun (1817-1862) 1849’da yayınladığı bir makalenin başlığı olarak görülen

‘sivil itaatsizlik’ kavramı, tamamen modern Batı toplumuna ve düşüncesine aittir. Bu nedenle ‘sivil itaatsizlik’

kavramını İbn Bacce ve Tedbîru’l-Mütevahhid ile ilişkilendirmek, apaçık bir tahriften, İbn Bacce’nin tefekkürünü son derece çarpık biçimde Batılılaştırmaktan başka bir anlama gelmez. Bu bir yana, Hasan Basri (110/728) ve Ebu Hanife (150/767), yaşadıkları dönem itibariyle, tarihi temellerimizle doğrudan ilgilidirler; ne var ki, 1960 yılında vefat eden Said Nursi’nin ‘tarihsel temellerimiz’ ile nasıl bir alakası olduğunu anlamak mümkün değildir. Yine de M. Uyanık, ‘sivil itaatsizlik’ üzerinden İbn Bacce ve Tedbîru’l-Mütevahhid ile – evvelce hakkında epey yazıp çizdiği, hatta kitap neşrettiği- Said Nursi’nin alakasını kurmaktadır. Lakin gün geçip devran dönmekle, Mevlüt Uyanık, bakınız daha kimleri İbn Bacce ve Tedbîru’l-Mütevahhid ile ilişkilendirebilmektedir:

“Özgür ve özgüvenli birey için İslam felsefesi bağlamında yaptığımız kronolojik okumalar süresince Tedbirü’l- mütevahhid merkezli sorunun çözüme olası katkıları artırmaya yönelik sistematik okumalarımıza geçmeden önce bu sözün tarihsel geçmişine bakalım: Mustafa Kemal Atatürk, 25 Ağustos 1924 tarihinde “Öğretmenler!

Cumhuriyet sizden fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmenizi ister” dediğini, "Ben inkılâp ruhunu ondan aldım" dediği Tevfik Fikret’in etkisini hatırlamak gerekir. Kendini tanıtırken "Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim" diyen Tevfik Fikret’in muhalif ve toplumcu anlayışla "Sis, Sabah Olursa, Bir Lahza-i Tahattür" şiirlerini okumayan yok gibidir. Rumeli Hisarında o dönem Robert Koleji bugünkü adıyla Boğaziçi Üniversitesi kampüsünün altında Aşiyan’da “inziva”ya çekilerek bu şiirleri yazdığını söylersek, “Tedbiru’l- mütevahhid” ilintisini de görebiliriz”.4

Maşallah! Yurtlandırma faaliyetinin şablonu içinde bir tek Atatürk ve Tevfik Fikret eksikti! Böylece İbn Bacce ve Tedbîru’l-Mütevahhid camiasına, Hasan Basri, Ebu Hanife ve Said Nursi yanında Atatürk ve Tevfik Fikret

1 Burada söz konusu olan makale şu: Mevlüt Uyanık-Aygün Akyol, “Farabi’nin Medeniyet Tasavvuru ve Kurucu Metni Olarak - İhsâu’l- Ulum- Adlı Eserinin Tahlili”, Marife, Yaz 2015, 15/1 ss. 33-65. Bizim bu makaleden alıntı yaptığımız son bölüm, aslında M. Uyanık tarafından 28.05.2012’de Yeni Şafak’ta yayınlanmış “Başkanlık Tarışmalarına Fârâbî Ne Der?” başlıklı bir gazete yazısıdır. M. Uyanık, herhangi bir atıf yapmadan bu gazete yazısını, birkaç ufak tashihle aynen makalesinin sonuna eklemiştir.

2 Ayrıca mütercimler Arapça metinde zorlanmasınlar diye, aynı pasajların nefis bir Türkçe çevirisini de zikredeyim: Fârâbî, el-Medînetü’l- Fâzıla, (çev. Yaşar Aydınlı), Litera Yay., İst. 2018, s. 198-204.

3 Mütercimler, söz konusu makalenin aslında bulunmayıp, İhsâ’u’l-Ulûm çevirilerinin önüne koydukları versiyonunda bulunan dipnotta Cahili şehir türlerini sayarken şöyle diyorlar: “Cimai ya da demokratik yönetim ki…”; bkz: Fârâbî, İlimlerin Sayımı, (çev. M. Uyanık, A.

Akyol), s. 61. Oysa “cimâ” malum olduğu üzere erkek ile dişinin üreme maksatlı cinsel faaliyeti anlamına gelmektedir! Dolayısıyla mütercimlerin kıraatiyle “Cimâ’i”, “cinsel münasebete dair” manasına gelir. Doğru okunuş, “cemâ’at’ten melhuz olmak üzere, cim harfinin fethasıyla “cemâ’î” ve “cemâ’iyye”dir.

4 Mevlüt Uyanık, “Fikri Hür, İrfanı Hür, Vicdanı Hür Bireyler için İslam Felsefesi Okumaları”, Çorum Yayla Haber, (22.10.2020).

(8)

dahi katılmış olmaktadır. Bravo! Bu arada Tevfik Fikret’in ‘Bir lahza-i Tahattür” diye bir şiiri yok. M. Uyanık’ın yanlış olarak yazdığı ‘Bir Lahza-i Tahattür’ aslında ‘Bir Lahza-i Taahhur’ olacak! Yüce prof. M. Uyanık, kimsenin fark edemediği bir inceliği yakalamış: Zira bu şiirin konusu da zaten tam Tedbîru’l-Mütevahhid ile

‘ilintili’! Çünkü Tevfik Fikret, Ermeni komitacılar II. Abdulhamid’e bombalı suikast düzenlediğinde, birkaç dakika gecikmeden (yani ‘taahhur’dan) dolayı Sultan Hamid ölümden kurtulunca o kadar üzülmüştür ki, ‘Bir Lahza-i Taahhur’ şiirini yazmıştır. Böylece M. Kemal’e ilham kaynağı olan ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’

şair Tevfik Fikret, şahsiyetinde mevcut –ve sadece M. Uyanık’ın gözünden kaçmayan- Tedbîru’l-Mütevahhid ilintilerini de Sultan Hamid’e sövüp sayarak ortaya dökmüş olmaktadır!

O halde önümüzde duran asıl sorun, ürkütücü boyuttaki ilmî yetersizliklerine rağmen kendilerini dev aynasında gören M. Uyanık ve A. Akyol’un Tedbîru’l-Mütevahhid’i tahrip eden çevirileri ve korkunç boyutta tahrif edilmiş çevirilerine dayanan okumalarının ta kendisidir. Asıl büyük faciaları göstermeden önce, dünyanın büyük zekâlarıyla yolda/ş kıdemli İslâm felsefesi profesörü mütercimlerin savunmalarına ve bir skandal olan çevirilerini müdafaa adına devirdikleri yeni çamlara da işaret etmem gerek.

Müzakerelerin Müzakeresi

Ben, kıdemli, bilge mütercimlere –yer darlığından ötürü- dört çeviri faciasını örnek vermiştim. Zat-ı âlileri, beni akıllarınca tahkir ve tezyif ettiklerini düşündükleri bir sürü lâf u güzaf eşliğinde, Tedbîru’l-Mütevahhid’i üç yıllık süreçte ne büyük emek ve dikkatle çevirdiklerini uzun uzun hikâye edip kendi kerametlerini naklediyorlar.

Sonra da böylesi çevirilere dayanarak başlattıkları ‘felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırma’ kutsal projelerinin, sayemde nasıl bir komploya maruz kaldığını, yana yakıla anlatıyorlar. Aslında tamamen tribünlere yönelik ve Arapça bilmeyen okuyucuyu etkilemeye çalışan bu övünmelerden sonra da verdiğim çeviri faciası örneklerini müzakereye geçiyorlar. Hangi vasıflarından kaynaklandığını bildiğim bir cesaretle, hem İbn Bacce’nin orijinal metnini, hem kendi çevirilerini hem de benim tercümemi aktarıyorlar. Sağ olsunlar. Böylece ehli olanlar, mütercimlerin büyük yanlışlarını da açıkça görebilirler. İnşallah yazılarını, kamuya açık sanal ortamdan bundan sonra da kaldırmazlar.

Ne var ki, mütercimler, müzakerelerinde bir uyanıklık yaparak, benim zât-ı âlilerinin çevirilerinde neleri eleştirdiğimi, ‘işte şurası, şu sebeple yanlış’ dediğim yerleri hiç söylemiyorlar. Böylece konuya vakıf olmayan, Arapça bilmeyen okuyucu, benim ne dediğimi öğrenip anlayamadan, mütercimlerin bir sürü yanlışla dolu, karmakarışık ama hep oturdukları hâkim ve hoca pöstekisinden, “ilgili şahsa” yönelik üst perdeden azarlamalarıyla baş başa kalıyor.

Mütercimler, bu savunmalarını İslâm felsefecisi meslektaşlarının da okuyabileceğini ve asıl önemli olanın da bu olduğunu hiç hesaba katmaksızın, ‘en iyi savunma hücumdur’ deyip, benim ‘doğrusu böyle olmalı’ dediğim çevirilere saldırıyorlar. Fakat bol parantezlerinden, Türkçe anlatım bozukluğundan, sağından solundan bin türlü laflara rağmen, “İşte! Şu kelimeyi ve şu ibareyi yanlış çevirmiş” diyemiyorlar. Zaten becerip de bir yanlış bulsalar, bu öfkeleriyle şu ana kadar, beni çoktan akademi mezarlığına defnetmiş olurlardı herhalde! Fakat ehil olmadıkları için, büyük hatalar içeren çevirilerini savunurken, ne yapıp edip yeni çamlar devirmekten ve yetersizliklerini sergilemekten de geri kalmıyorlar. Onları şiddetle eleştirdiğim ilk çeviri yanlışı şuydu:

“Semâ‘ın Yedinci Şerhi’nde yazdığımız yerde bu hususu ayrıntılarıyla inceledik ve orada bu hususu özetledik”.

(s. 40)

Buradaki büyük ve inanılmaz yanlış, mütercimlerin, İbn Bacce’ye (bir eser adı konumunda italik yazdıkları için açıkça böyle anlaşılıyor) “Semâ’ın Yedinci Şerhi” adlı bir kitap atfetmeleridir. Bu dikkatin (!) başka ilginç örnekleri de var. Mesela şu çeviri: “Aristoteles, Nikomakhos’un İlk Makalesi’nde şöyle der” (s. 92). İşte size üç yıllık büyük emek harcanmış çeviri!

Arapçada isim tamlaması ile sıfat tamlamasını ayıramadıkları ve “min” harf-i cerrinin ‘teb’îz’ manasını fark edemedikleri için, İbn Bâcce’nin “fî Şerhi’s-sâbi’ati mine’s-Simâ’” ibaresini, üstelik bir eser adı olarak italik puntoyla ve her kelimesinin ilk harfi büyük olmak üzere “Semâ’ın Yedinci Şerhi’nde” diye çevirmekteler. Bu yanlış, mütercimlerin kıdemli İslam felsefesi profesörleri olmaları bakımından, akademik bir skandaldır. Bu skandal gösterildiğinde, kendilerini “bizim yaptığımız çeviri gramatik açıdan doğru” diye savunmaları ise başka bir akademik skandaldır. Benim doğru çeviri teklifim şöyle idi:

“Biz, bu (mesele)yi es-Simâ’a yazdığımız şerhin yedinci (makale)sinde açıklamış (telhis), orada sonuca bağlamıştık (takasssi)”.

Bu ibareyi, farklı tercihlerle çevirmek mümkün; manayı vermek kaydıyla, öyle dersiniz ya da böyle dersiniz.

Benim buradaki çevirimde de –fark etmekten aciz oldukları- hafif bir kırıklık var. Sorun kesinlikle bunlar değil.

Benim bu kıdemli İslam felsefesi profesörü mütercimleri kınadığım husus, İbn Bacce’ye ‘Semâ’ın Yedinci Şerhi’

adlı bir kitap atfetmeleridir; İşte bu kadar! Haydi diyelim ki Arapça kifayet etmedi, burayı ilk elde böyle

(9)

anladınız; fakat ardından biraz düşünüp ‘yahu bu isim biraz tuhaf, acaba gerçekten böyle bir eseri var mı?’ diye bir bakmak, dünyanın büyük zekâlarıyla yolda/ş hatırınıza üç yıl boyunca hiç gelmedi mi?

İbn Bâcce’nin, Aristoteles’in Fizik’ine bir şerhi var ve Mâcid Fahrî tarafından Şerḥu’s-Semâʿi’ṭ-ṭabîʿî li- Aritotalis (Beyrut 1968) ve Ma‘n Ziyâde tarafından Şürûḥâtü’s-semâʿi’ṭ-ṭabîʿî li’bn Bâcce el-Endelüsî (Beyrut 1978) adlarıyla basılmış. Bunlar ilk baskıları, daha sonra da aynı tahkiklerin diğer baskıları piyasada mevcut. İbn Bacce’nin talikat tarzındaki bu şerhi, es-Simâ’u’t-Tabîî’nin sekiz makalesini de kapsamaktadır! Yani sadece yedinci makaleye yazılmamıştır!

Bu arada, mütercimlerin hala fark etmedikleri –belki de, ‘vardır bunun bir bildiği, karıştırmayalım’, diye düşündükleri- es-Semâ’, es-Simâ’ meselesinde işlerini kolaylaştırayım. Aristoteles’in kitabının tam adı Physica Akroasis; Aristoteles’in yakın talebeleriyle tartışarak yaptığı hususi derslere “Akroaseis” deniyor. Bu hususi derslere atfen “dinlenilen, işitilen” anlamına bu adı almış. Maksat ‘ders’. Bunun karşılığı olarak da Arapça işitmek manasında “es-Sem’”, “es-Semâ’” ve daha nadir olmak üzere, mufâ’ale babından vezn-i masdar-ı sâni – tıpkı mukâtele ve kıtâl gibi- “fi’âl” üzere “es-Simâ’” şeklinde kıraatleri var. Mamafih ben, hem İbn Rüşd’ten kalma alışkanlık hem de Türkçe’de –ne olur ne olmaz- gök manasına gelen Semâ ile karışır diye es-Simâ’ olarak okuyorum.

Bütün bunların hepsi bir yana, şimdi lütfen biraz insaf ile dikkat edin! Benim bu çeviriyi niye bir cinayet olarak nitelediğimi ve mütercimleri, hayal kırıklığına uğratıcı bir ciddiyetsizlikle niçin itham ettiğimi açıkça anlayacaksınız. Bizzat kendi çevirilerinde (s. 40) “fî Şerhi’s-sâbi’ati mine’s-Simâ’i” ifadesini bir kitap ismi olarak “Semâ’ın Yedinci Şerhi’nde” diye çeviren kıdemli profesör mütercimlere, bu çevirinin sadece gramer açısından değil, aynı zamanda kendilerinin ilmî seviyelerini ele verecek bibliyografik bir skandal olduğunu söylüyorum. Zat-ı mütercimler ise bin türlü lakırdı edip “Bizim yaptığımız çeviri gramatik açıdan doğru”

diyorlar. O zaman soruyorum: Madem haklısınız, doğrusunuz, çevirinizin başka bir yerindeki (s. 62) aynı ibareyi yani “fî Şerhi’s-sâbi’ati mine’s-Simâ’” ifadesini niçin “Semâ Kitabı’nın yedinci bölümünün şerhinde” diye çevirdiniz! Eğer s. 62’deki çeviriniz doğru ise niye benim eleştirdiğim s. 40’taki diğer yanlış çevirinizi, “Bizim yaptığımız çeviri gramatik açıdan doğru” diyerek savunmaya kalkışıyorsunuz? Hatanızı kabullenmek bu kadar zor mu? İleride misallerini göstereceğim üzere, önce yanlış sonra doğru çeviriler o kadar çok ki, insan bu skandal çeviri hakkında gerçekten tereddüde düşüyor.

Cevap vereceğiz diye uğraşırken, tırnak içinde aktarıldığı için üçüncü bir şahıstan gelmiş izlenimi veren şu müthiş eleştiriyi görünce, bir kez daha tebessüm etmekten kendimi alıkoyamıyorum: “Burada ilgili şahsın “es- Simâ’a yazdığımız şerhin yedinci makalesinde” ifadesiyle “Simâ’a yazılan şerhin yedinci makalesi” mi yoksa

“Simâ’a’nın yedinci makalesinin şerhi” mi hangisi anlaşılmalı; burada daha çok “Simâ’a yazılan şerhin yedinci makalesi” anlaşıldığından mesele iyice karışıyor…”

Demek, “ilgili şahsın” –yani İslâm felsefesinin yüce hâkimlerinin huzurundaki benim- “es-Simâ’a yazdığımız şerhin yedinci makalesinde” ifademden ne anlayacağınızı şaşırdınız öyle mi? Zira iki ihtimal var; a) “Simâ’a yazılan şerhin yedinci makalesi” b) “Simâ’a’nın yedinci makalesinin şerhi”. Fakat yine de benim ifademden daha ziyade a şıkkı anlaşıldığı için mesele iyice karışıyor! İşte mütercimlerin övülesi, gıpta edilesi ilim adamlıkları! Yahu, siz kendi çevirinizde s. 62’de “Semâ [es-Semâ’ olacak] Kitabı’nın yedinci bölümünün şerhinde” diye zaten çevirmemiş miydiniz?! Kafanız niye karışıyor?! Hiç aklınıza gelmiyor mu ki, İbn Bâcce ister es-Simâ’ın tamamına ister sadece yedinci makaleye şerh yazmış olsun fark etmez, sonuçta bir tane şerh var ve sizin çevirdiğiniz gibi “Semâ’ın Yedinci Şerhi” diye bir eser zaten söz konusu değil! Siz ne söylüyorsunuz, neyi savunuyorsunuz?

Bakın açıklayayım; ben, sizin yanlış çevirinizi ilk okuduğumda, kafama takıldı; araştırdım ve yukarıda verdiğim bilgilere ulaştım. İbn Bacce’nin es-Simâ’a bir şerhi var ve –sizin zannettiğiniz gibi sadece yedincisine değil- bütün makalelerine değiniyor! O öve öve bitiremediğiniz üç yıllık büyük emek mahsulü çeviri sürecinde bunları araştırmak aklınıza gelmediyse, bari şimdi cevap yetiştirmeye çalışırken bakıp araştırsaydınız ya! Bu arada, bu notu kim yazdıysa imla hatasını da hatırlatayım: es-Simâ’ın olacak, sanki sonunda te’nis tâ’sı varmış gibi es- Simâ’a’nın değil.

Son olarak mütercimlerin, ibarede geçen “telhîs” ve “takassî” kelimelerini de hatalı çevirdiğini söylemiştim.

Burada kendilerine lügat tavsiye edip geçemiyorum. Zira büyük ilim adamı, lügat uzmanı İslam felsefesi profesörleri, kendi yanlışlarını savunmak için şöyle buyuruyorlar: “Biz çeviride metnin tercümesini sondan başa doğru yaptığımız için önce (takassa), sonra da (lahhasa) fiilini söyledik, yani takdim te’hir yaptık. Bu arkadaş bu fiillerin ikinci anlamlarını işine geldiği gibi kullanarak metni kafasına göre yorumlamış. Yani burada biz özetleme ifadesini telhis için kullandık, takassi yi ise ayrıntılı inceleme olarak verdik”.

Kullandıkları laubali ‘bu arkadaş’ ifadesini veçhelerine doğru bir kez daha fırlattıktan sonra, zaten çevirilerinden öğrenmiş olduğum ilmî seviyelerinin bu cevaptaki pırıltısına tabii ki hayret etmiyorum. Maşallah kendilerini aklayıverdiler; ben de kelimelerin ikinci anlamlarını alıp kafasına göre yorumlayan “bu arkadaş” oldum. Fakat

(10)

‘arkadaş’ olduğumdan başlamak üzere bunların hiçbiri doğru değil. Öncelikle metni sondan başa doğru çevirmek demek, zaten ifadeleri ters yüz etmek demektir. “Geldim ve gördüm” ifadesini takdim tehir yaptığınızda

“gördüm ve geldim” demek olacağını, anlamın büyük hasar alacağını yurtlandırıcı mütercimler fark etmiyorlar.

Böylece yaptıkları çevirideki pek çok büyük hatanın ortaya çıkış sebeplerinden birini de kendi ağızlarından işitmiş oluyoruz. Mesela “Adî b. Zeyd El-Ibâdî” (s. 128) diye çevirdikleri şair, Arapça metinde “Zeyd b. Adî el- Ibâdî” olarak geçmektedir! Yurtlandırıcı olduklarını iddia etmelerine rağmen, aslında tersten çevirici olan mütercimler, Arapça metindeki ismi dahi tersten çevirip, babayı oğul ve oğlu baba yapmakta beis görmemişlerdir!

Ne var ki, bu cevapları içinde bir başka skandal daha var. Demek, siz büyük ilim adamı mütercimler, takdim tehir yaparak ‘özetleme’ ifadesini “telhîs” için kullandınız ve “takassî” kelimesinin karşılığını ‘ayrıntılı inceleme’ olarak verdiniz! Sizin kesinlikle arkadaşınız olmayan ben ise bu fiillerin ‘ikinci’ anlamlarını işime geldiği gibi kullanıp kafama göre yorumlamışım! Bakınınız, sizin aranızın hiç iyi olmadığını zaten açıkça anladığımız Kâmûs ne diyor: “[et-telhîs] Mücmel kelâmı şerh ve beyân eylemek manâsınadır; Ve bir nesneyi hülâsa eylemek ve bir nesnenin hülâsasını almak manâsınadır”. Soruyorum: Kelimenin ikinci anlamı olan

“hulasa eylemek” manasını alan siz değil misiniz?

Şimdi belki sevinip en azından lügatte bulunan bir manayı verdiklerini düşünecek ve “telhîs” kelimesinin ikinci (!) anlamının, kendilerinin çevirdiği gibi özetlemek/hulasa etmek olduğuna sevinecekler. Evet, ben değil, siz ikinci anlamı aldınız! Üstelik yine yanlış yaptınız! Dünyanın büyük zekâlarına yolda/ş olan sizlerin hatırınıza,

“İbn Bâcce ‘es-Simâ’a yazdığımız şerhin…’ demekte ve dahi, adam zaten şerh etmiş, burada ikinci anlamı olan özetleme değil de ilk anlamı olan şerh etme/açıklama manası olsa gerek” diye bir fikir gelmedi mi? Bu mu sizin kıdemli analiz yeteneğiniz?

Beni ikinci anlamını almakla ve kafama göre yorumlamakla itham ettikleri “takassî” fiilinin ise, ikinci bir anlamı yok. Maalesef bir tane anlamı var ve şu: “[et-tekassî] Bir nesnenin nihâyetine bâlig olmak manâsınadır”.

Sözlükleri pek sevmeyen mütercimlerden A. Akyol’un değilse de, kıdemli profesör M. Uyanık’ın yaşı, bu Osmanlı Türkçesi ifadeyi anlamaya ve “takassî” kelimesinin “ayrıntılı inceleme” manasına kesinlikle gelmediğini idrake herhalde müsaittir. İşte skandal olan budur: Kendilerini yere göğe koyamayan yurtlandırıcı profesör mütercimler, üç yıllık zahmetli çeviri sürecinde Kâmûs’a bakmadıkları gibi, şimdi bana cevap yetiştirmeye çalışırken de bakmak zahmetine girmemekte, hiçbir kaynak göstermeden kafadan sallamaktadırlar.

Bu, İslam felsefesi profesörü unvanına sahip biri için –nereyi neyle yurtlandırırsa yurtlandırsın- büyük bir ciddiyetsizlik ve ayıptır.

İkinci örneğe geçelim. Onların çevirisi şöyle:

“Sezgi/hads gücüne sahip kişi, doğru/gerçek durumlar içinde yetişir. Sezgili kişi, bu şekilde zıddı onunla birlikteyken öncelemeksizin ve bunu hatırlatanı zikretmeksizin doğru olan durum onda ortaya çıkar. Onun bu ilme yönelmesi, ne bir fikirle ne de bir kıyasladır. Dolayısıyla onun nazarında yanlış tarafta olmak da asla mümkün değildir.” (s. 50)

Ben, bu pasajın ilk cümleciğinin son derece yanlış biçimde çevrildiğini söylüyorum. “Sezgi/hads gücüne sahip kişi, doğru/gerçek durumlar içinde yetişir” çevirisi bir amatörün bile işlemeyeceği büyük bir hata, hatta felsefî bir cinayettir!

Sayın kıdemli profesör mütercimler! Doğru okuyamadığınız “el-Muhaddesu yunşe’u ileyhi’l-emru’s-sâdık”

cümlesi kesinlikle “muhaddes, doğru durumlar içinde yetişir” anlamına gelmez, gelemez. Zira mütercimlerin, ibareyi anlayamadıkları için uydurup ilave ettikleri ‘içinde’ anlamını veren hiçbir unsur, İbn Bacce’nin cümlesinde bulunmamaktadır! Mesele bu kadar basittir. Cümlede bulunan ve yunşe’u fiilinin anlamını etkileyen yegâne edat, iliştiği fiile “intihâ” yani ulaşmak, varmak, gibi anlamlar katan ‘ilâ’ harfi cerridir. Mesela “zehebe ilâ’l-Basra” derseniz, “Basra’ya gitti” manası çıkar. Oysa ‘zarfiyet’ yani ‘içindelik’ anlamı katan “fî” edatı ile

“zehebe fî’l-Basra” derseniz, “Basra’nın içinde (bir yerden bir yere) gitti” anlamı çıkar! Eğer sizin vehmettiğiniz gibi olsaydı, cümle “el-muhaddesu yenşe’u fî’l-emri’s-sâdık” şeklinde olurdu. Anlamak bu kadar mı güç!

Fakat bu feci yanlıştaki asıl skandal, esasen bir mantık terimi olan ve gerçeğe uygun tasdik anlamına gelen “es- sâdık” kelimesinin, “doğru/gerçek” çevirisiyle katledilmesidir. Bu hata, tekrar ifade ediyorum, bir amatörün bile yapmayacağı türden büyük bir yanlıştır. Zira “doğru” ve karşıtı olan “yanlış” ancak zihinde mevcuttur. Bizi çepeçevre kuşatan gerçeklikte ise doğru ve yanlış bulunmaz; gerçek, ne ise odur. Aksi takdirde, hangi yargının doğru, hangi yargının yanlış olduğuna dair ‘gerçeklik’ adını verdiğimiz evrensel ve zorunlu bir sabitemiz olmaz;

ilimle, bilimle, mantıkla uğraşmamıza zaten lüzum kalmazdı. Hoş, mütercimler zaten uğraşmamışlar; onlar

‘sezgi’ sahipleri olduğu için zaten gerçeklikleri ayrıdır. Oysa bu husus, felsefeye girişte anlatılan ve işlenen temel bir konudur.

(11)

Sözü uzatmaya hiç gerek yok. Fârâbî Burhân’da aynen şöyle diyor: “Doğru (sadık), zihin dışındaki şeyin (emr), kendisi hakkında zihinde inanıldığı üzere olmasıdır”. İbn Bacce bu sözün şerhinde şöyle diyor: “O halde doğru (sadık) hakkındaki ilke, söz konusu şeyin dışarıdaki varlığıdır” (İbn Bacce, h.1408: 352). Öyleyse ‘doğru’nun (sadık), ancak gerçek ile ve zihinde meydana geldiğini, bu yüzden ‘doğru’ (sadık) kavramının –hem fail hem meful gibi- ‘doğru/gerçek’ diye çevrilemeyeceğini anlamak bu kadar mı zor?! Dolayısıyla belki anlayan birileri anlatır diye söyleyeyim, İbn Bâcce: “Kendisine ilham olunana (muhaddes), doğru olan şey [işin doğrusu] (el- emru’s-sâdık),…. beliriverir” diyor. Arada mütercimlerin böldüğü ve kırıp döktüğü yan cümleler var tabii ki.

Bu arada benim, cümleyi bölmeksizin yaptığım çeviriyi de vereyim:

“Kendisine ilham olunana (muhaddes), doğru olan şey [işin doğrusu] (el-emru’s-sâdık), (bir bilgiyle) öncelenmeksizin [öncesinde başka bir bilgi olmasızın] ve (bu ilham edilen doğrunun) çelişiği de kendisiyle birlikte olmaksızın, o (doğru)yu kendisine zikreden bir hatırlatıcı da bulunmaksızın beliriverir. Dolayısıyla (muhaddes), herhangi bir düşünce (fikr) ve akıl yürütme (kıyas) ile bu (şey)in (evvelce) arzulamadığı gibi, bu (şeyin bilgisi), onun yanında bir çelişiğin diğer ucu (taraf) asla olamaz.”

Öfkeden muvazenelerini yitirmiş mütercimler, benim doğru çeviri olarak teklif ettiğim tercümenin bol parantezleriyle, Türkçesinin bozukluğuyla epey uğraşıyorlar. İleri geri bir sürü laf ediyorlar. Tabii, bu çevirinin hemen ardından, köşeli parantezlerin alternatif çeviri teklifi, parantez içindeki ifadelerin ise ya metindeki orijinal kelimenin veya zamirlerin açılımı ya da mahzuf kelimelerin zikredilmesinden ibaret olduğuna dair kaydımdan bahsetmiyorlar. O kadar uğraşıp didiniyorlar; fakat bulabildikleri yegâne hata “bu (bu şey)i” yazacağım yerde

“bu (şey)in” yazmış olmam. Doğrudur; hatamı kabul ediyorum. Haydi, siz de hatalarınızı kabul etsenize!

Elbette, yukarıda yaptığım açıklamaları, kıdemli, ulu, büyük mütercimlerin anlamak isteyeceklerini sanmıyorum.

Zira ilk eleştirimde aynı hususu zaten belirtmiştim; anlasalardı, yaptıkları katliamı savunmak için, Arap diline ne kadar vakıf olduklarını ortaya koyan şu ithamda bulunmazlardı: “Asıl anlaşılmayan konu, neşee’den inteha ila’ya nasıl ulaştınız, en büyük muamma… Siz her ila’yı gördüğünüzde inteha mı zannediyorsunuz, buradan da büyümek anlamına ulaşmanız hakikatten büyük bir beceri...”.

Herhalde panik ile aczin birleşiminden olsa gerek, mütercimler ne diyeceklerini, kimi neyle itham edeceklerini bilememişler: Burada neşe’e filine ‘yetişmek’ dolayısıyla müradifi olan ‘büyümek’ anlamını veren ben değilim, sizsiniz; ne çabuk unuttunuz! Büyük beceri de size ait; zira ben “neşe’e” “intehâ ilâ”dır da demiyorum, “ilâ”

harf-i cerri “intihâ” anlamı katar diyorum. Daha masdar olan “intihâ” ile mazi fiil hali olan “intehâ”yı birbirinden ayıramayanların, “neşe’e’den” “intehâ ilâ’ya” zaten ulaşmadığımı, böyle bir durumun söz konusu olmadığını kavramaları da imkânsız görünüyor. Benim mütercimlere nihai tavsiyem şudur: Mensubu olduğunuz fakültede muhakkak ki Arapçadan anlayan, bu işleri bilen hocalar vardır. İşini doğru dürüst yapmadığı açık biçimde görülen Arap dili ve belagati öğretim üyesi editörünüz İclal Arslan’a değil, hakikaten erbabı olan zatlara gidin ve onlara sorun; kendinizi daha da mahcup etmeyin. Ve Allah aşkına bu seviyenizle, tercümeden uzak durun!

Bu arada kıdemli prof. mütercimler, bir aksilik olduğunu da sezmişler. Bu nedenle, benim, kendi çevirilerinde neyi itham ettiğimi hiç zikretmemelerine rağmen, olanca laf kalabalığı arasında şöyle diyorlar: “hâlbuki ifade tarzı farklı olsa da buradan “Sezgi sahibi kişide doğru olan durum doğrudan ortaya çıkar.” anlamı zaten çıkıyor”.

Tebrikler! Eh, bu da bir şeydir. Sezgi sahiplerini, doğru/gerçek (!) durumlar içinde yetiştirtmektense, sezgi sahiplerinde doğru olan durumun doğrudan ortaya çıktığını söylemek, herhalde hakikate daha yakındır. Mamafih kendilerini ve kuvve-i felsefiyyelerini bir kez daha tebrik ediyorum. Kendi çeviri cinayetleri olan “Sezgi/hads gücüne sahip kişi, doğru/gerçek durumlar içinde yetişir” cümlesi ile -ifade tarzı her ne kadar farklı olsa bile (?!)-

“Sezgi sahibi kişide doğru olan durum doğrudan ortaya çıkar” anlamını birleştirebilmek, bu yüce İslam felsefecisi profesör mütercimlerin karihalarına has büyük bir başarıdır.

Sonuç itibariyle “Sezgi/hads gücüne sahip kişi, doğru/gerçek durumlar içinde yetişir” cümlesi tamamen yanlış çeviri olduğu için, kıdemli İslam felsefesi profesörlerinin, İbn Bâcce’nin ibaresini katlederek uydurdukları ‘farklı gerçeklikte yetişme’ teorileri de iflas ediyor. Bir mantık terimi olan ve gerçeğe uygun tasdik için kullanılan “es- sâdık” (doğru) kavramını, yaptıkları yanlış çeviriye uydurmak için, korkunç bir biçimde “doğru/gerçek” diye çevirmeleri de berhava oluyor. Kendileri bu müthiş felsefî buluşlarını savunmaya isterlerse devam edebilirler;

lakin en azından İbn Bacce’nin ibaresinde böyle saçma sapan anlamlar kesinlikle söz konusu değil. Dolayısıyla ulu bilge mütercimlerin beni tezyif için sıraladıkları abuk sabuk laflar da imha oluyor. Zira beni onların felsefeleri değil, İbn Bâcce’nin ne söylediği ilgilendiriyor. Fakat yine de, kendilerini İslâm felsefesinin Şeyhu’l- felâsifesi zanneden mütercimlerin, ellerine aldıkları ibareyi çarpıtma potansiyellerinin boyutunu göstermesi bakımından, şu sözlerini es geçemiyorum:

“İbn Bacce tam da bunu ifade ediyor onların gerçekliğiyle seninki farklı, çünkü senin idrak seviyen yetersiz olduğu için meseleyi kavrayacak, emeği anlayacak kapasitede değilsin. Yani sezgi sahibi olmayanlarda zihindeki

(12)

ile dış dünyadaki arasında uyum tam olamadığı için bir takım hususlarda akıl yürütmeleri yetersiz kalıyorsa, bu durumda sadık olarak yani zihindeki doğru ile dış dünyadaki gerçek arasında uyum sağlanamayabiliyor, hele bazıları meseleye intibak edeceği yerde kendi yanlışını karşısındakinin doğru işine bulaştırmaya çalışıyor”.

Şuraya bakar mısınız?! Sanki İbn Bacce mezarından dirilmiş, gelmiş ve beni, kıdemli profesörlerin çevirisini eleştirdiğim için azarlıyor! İnsaf edin; burada konuşan kimdir? “İbn Bacce tam da bunu ifade ediyor” diyerek sazı eline alan ve İbn Bacce’yi yanlış çevirerek onun adına uydurduğu, sezgi sahiplerinin gerçekliği ile sezgisizlerin gerçekliğinin ayrı olduğunu, ben misal zavallı sezgisizlerin meseleyi kavrayacak, emeği anlayacak kapasitede olmadığını ve daha bilmem neler olduğunu söyleyen kimdir?

Mütercimler, yaptıkları büyük çeviri yanlışı yüzlerine söylendiğinde, bu yanlışı savunmak adına İbn Bacce’yi böyle konuşturuyorlarsa, varın gerisini siz düşünün! Siz felsefeyi Anadolu’da böyle yurtlandıracaksanız, Allah hem Anadolu’yu hem felsefeyi sizden muhafaza buyursun! Fakat tabii ki aslında bu canhıraş savunmanın sebebi, kitabın sonuna ekledikleri ve İbn Bacce namına ahkâm kestikleri “Bireysel Yönetim Okumaları” adlı incelemeleri içinde, bu dehşetli çeviri yanlışının aynen yer alması ve bu yanlış üzerine bir sürü yorumun inşa edilmiş olmasıdır. Dolayısıyla buradaki büyük yanlışı kabul etseler, bu sefer kendilerinin İbn Bacce adına inşa ettikleri “Bireysel Yönetim Okumaları”nı güncellemeleri mümkün olmayacaktır. Endişeleri budur!

Psikiyatride, ayrı gerçeklik içinde yaşayanlara şizofren adı verilir. Anladığım kadarıyla kendisine hep öyleymiş gibi davranıldığından, yüce bilge edasıyla, bana lisans düzeyi için hazırladığı bir kitabı –hiç utanmadan, sıkılmadan- tavsiye eden Prof. M. Uyanık, malumat ve kavrayışından çok ötedeki eserlerin çevirilerine girişmeden önce, bir mantık terimi olan “sâdık” kavramının ne olduğunu öğrenmelidir. Bunun için de ilk olarak, sâdık kelimesinde eşitlediği ‘doğru’ ile ‘gerçek’ arasındaki farkı anlamak bakımından, açıp Aristoteles’in Metafizik’indeki “doğru anlamındaki varlık” faslını okumalıdır.

Kendi yanlış çevirisini savunmak için icat ettiği saçmalıklar hakkında lafı uzatıp oyalanmaya gerek yok; zira biraz sonra bizzat kendi çevirileri üzerinden, bu yüce bilgelerin mantık ve epistemolojiye ne kadar hâkim olduklarını gösteren nice harika örnekler vereceğim. Fakat bu bahsi bitirmezden önce, şu cevap metninde devirdikleri bir başka çamı gösterme vakti geldi. Açıkça gördük ki, İbn Bâcce’nin metninde “el-muhaddes”

kelimesi geçiyor. Peltek se ile yazılan “el-muhaddes” vuku bulmak, ortaya çıkmak, belirmek vs. anlamına gelen

‘ha-de-se’ (ثﺪﺣ) kökünün tef’îl babından ism-i mefulüdür. Masdar olan tahdîs ise, bir şey hakkında konuşmak, bildirmek, haber vermek anlamına gelir. Dolayısıyla ism-i mefulü olan ‘muhaddes’, kendisiyle konuşulan, haber verilen, bildirilen anlamına gelir. Fakat İbn Bâcce’nin birkaç satır yukarıda bizzat ifade ettiği gibi ‘muhaddes’

kelimesi, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından, Hz. Ömer’le ilgili olarak özel bir anlamda kullanılmış ve böylece İbn Bâcce’nin de burada zikrettiği anlam Müslüman kültür içinde zaten asr-ı saadette ortaya çıkmıştır. Madem söz tasarrufunu terk ettik, teberrüken hadisleri de zikredeyim: “Ebu Hüreyre Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu söyledi: Sizden önceki ümmetler arasında muhaddesûn (muhaddesler, kendileriyle konuşulanlar) olan bazı kimseler vardı. Şâyet benim ümmetimde böyle bir kimse bulunacaksa (ki muhakkak bulunacaktır), o Ömer’dir”.

“Hz. Âişe’nin naklettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Sizden önceki ümmetler arasında ‘muhaddesûn‛

olan kimseler buluna gelmiştir. Şâyet benim ümmetimde böyle bir kimse bulunacaksa (ki muhakkak bulunacaktır) Ömer b. el-Hattâb onlardandır. Hadisin senedinde yer alan râvî İbn Vehb, ‘muhaddesûn, kendilerine ilhâm edilenlerdir‛ demiştir” (Fayda, 2018: 28-29).5

Bu hadislerin çevirisi bana değil, Prof. Dr. Mustafa Fayda’ya aittir. Bir başka saçma sapan safsataya konu olmasın diye kasıtlı olarak bir uzmanın çevirisini aynen naklettim. Görüldüğü gibi, İbn Bâcce’nin de doğrudan dile getirdiği üzere ‘muhaddes’in anlamı, kendisine haber ve bilgi verilen yani ilham olunan kişi demektir. Bütün bunlara rağmen mütercimler, kendilerini savunmak için o muazzam malumatlarının tamamını ortaya koyarken şöyle bir takım cümleler sarf ediyorlar:

“Hads kelimesi, doğru varsayılan, kanıtsız önerme, postulat, anlamına geldiği gibi tahmin etmek, var sayımda bulunmak da demektir. Bu anlamda sadıku’l-hads/ferasetle kavrayan, hata yapmaksızın feraset sahibi olarak tahminde bulunan demektir. Yani doğruluğu ispatlanmış, gerçekleri doğrudan akli bir kavrayışa işaret eder”.

Kıdemli profesörler doğru söylemiyorlar. Zira hiçbir sözlükte, İbn Bâcce’nin metninde geçen ve zaten bizim üzerinde konuştuğumuz ve peltek se ile yazılan ‘hads’ (ثﺪﺣ) kelimesinin, profesör mütercimlerin ileri sürdüğü anlamları mevcut değil. Bunları kendileri uydurmuş ve Arap diline hediye etmişler. İşte bu kıdemli profesörlerin ilim adamlığı bu kadar olduğu için, ilmî bir üslupla eleştirilmeye müstahak değillerdir. Profesör de olsanız, oturduğunuz yerden kafanıza göre bu kadar sallama hakkına sahip değilsiniz! Bu da başka bir skandaldır.

Mamafih benim içinde yaşadığım gerçeklik seninkinden ayrı, dolayısıyla benim gerçekliğimdeki Arapça lügatlerde bu söylediğim anlamlar var diyorsanız, o başka! Üstelik “hads”e karşılık uydurulmuş bu anlamlar çorba yapılmış, birbirleriyle çelişkili; doğru varsayılan, zan demek; kanıtsız önerme ise aksiyomu ifade ediyor;

5 Bu hadislerden ilki Buhari (Fedailu’s-Sahâbe, 6) ikincisi ise Müslim (Fedailu’s-Sahâbe, 23) tarafından nakledilmiştir.

Referanslar

Benzer Belgeler

Tikel olması için bir formu olması gerekir, formu yoksa başka varlıklardan ayrı olarak yani birey olarak var olduğu da söylenemeyecektir, çünkü ayrı, bireysel varlık olmak

(Çünkü bir şeyin niçin i sonuçta onun tanımına (kavramına) indirgenir ve nihai niçin, bir neden ve ilkedir.) Bir diğer anlamda neden, madde veya dayanaktır.. Üçüncü bir

Güneş gibi G sınıfın- dan olan Tau Ceti üzerinde yapılan gözlemler, yaşı için kesin bir kanı sağla- madıysa da bu yıldızın Güneş’ten biraz daha genç yada

dillendirmeleri yönüyle eser, Attar’dan ziyade Hz. Süleyman’ın kıssasıyla doğrudan bağlantılıdır. Eser, kuşların konuşturulması yönüyle Attar’la

İbn Bâcce bu öncülden hareketle insanın temel amacı olan mut- luluğu ancak toplum içinde ve erdemli devlette elde edeceği şeklin- deki “Aristoteles kaynaklı İslam

İbn Sînâ’ya göre nefisler bedenden ayrı (mufarık) bir cevher oldukları için (İbn Sina, 1956: 12; İbn Sina, 1987: 30) bedenlerin- den ayrıldıktan sonra varlıklarını

Bir mahalle fabrikasından kadınların gelişmiş bilgisayar parçaları üretmesi gibi yenilikçi düzenlemeler vardı – bunlar, bugünün dünya kapitalist sisteminde olduğu

yüzyılın son çeyreğinde 784/1382 yılında İsferâyîn şehrinde dünyaya gelen dönemin, İranlı şair, ârif ve şârihi olan Şeyh Âzerî’yi şiir ve şairliğe