• Sonuç bulunamadı

1. Öncülleri Teselsülün İptalini İçeren Yöntem

1.3. Üçüncü Delil

Devvânî’nin imkân deliline dair ele aldığı üçüncü takrir de, ikincisi gibi, Şerhu’l-Mevâkıf isimli eserde zikredilmektedir. Devvânî’nin, bu eleştirileri hangi bağlamda ele aldığı önemlidir. Dolayısıyla Seyyid Şerîf Cürcânî’nin Şerh’inde dile getirdiği düşünceler ile bu düşüncelerin Devvânî’nin perspektifinden tartışılması ve eleştirilmesi konunun tam bir şekilde anlaşılması açısından oldukça büyük bir önem taşımaktadır.

310 Devvânî, er-Risâle fî isbâti’l-vâcibi’l-kadîme, s. 123; krş., Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III/23.

311 Devvânî, burada isim zikretmese de tartıştığı delil Cürcânî tarafından ortaya konulmuştur. Bu itiraz da

Cürcânî’nin deliline yöneltilen bir itirazdır. Devvânî, er-Risâle fî isbâti’l-vâcibi’l-kadîme, s. 123.

98

Cürcânî, ilâhiyât konularını ele aldığı ve Tanrı’nın varlığını ispatlamak istediği Beşinci Mevkıf’ta şöyle der: Şayet li-zâtihî kâim olan vâcib varlık var olmasaydı, li-gayrihî kâim olan vâcib nesneler de var olamazdı. Çünkü li-zâtihî kâim olan vâcib varlığın yokluğu, mevcûdatın sadece mümkin nesnelerden ibaret olduğunu ifade etmektedir. Nitekim li-gayrihî kâim olan vâcib varlıklardan maksat, varoluşu başka bir varlığın var etmesine bağlı olan mümkin nesnelerden bilfiil varlık sahasına girmiş olanlardır. Söz konusu mümkinler ise; mümkin olmaları hasebiyle, hem zâtları itibariyle hem de hâricî bir sebebin etkisiyle, yokluğu imkânsız olmayan nesnelerdir. Zâtları itibariyle yokluğu kâbil olması, söz konusu birimlerin mümkin olması sebebiyledir. Yokluğun hâricî bir sebebe dayandırılması ise, daha önce de öğrendiğin üzere, baştaki kurguyla çelişecektir. Zira li- gayrihî vâcib olmayan tek varlık, li-zâtihî vâcib olan yaratıcıdır. Oysa varsayılan li-zâtihî vâcib olanın yokluğudur.313

Cürcânî’nin ifadeleri pek çok açıdan incelenebilir. Ancak Devvânî’nin perspektifinden konuyu ele aldığımızda öncelikli problem şudur: Cürcânî, söz konusu mümkin nesnelerin hâricî bir sebebin etkisiyle yok olabileceklerini söylemekte; ancak bunun açıklamasını, “Daha önce de öğrendiğin üzere” diyerek, yapmamaktadır. Çünkü delil, ikinci delil üzerinden ele alınmakta, açıklanmakta ve temellendirilmektedir. Yani bir başka deyişle Seyyid Şerîf, bu delil ile ikinci delili aynı zemin ve ilkeler üzerine bina etmek istemiş ve konuyu bu bağlamda değerlendirmiştir.314

Devvânî’nin buradaki itirazını daha açık bir şekilde ifade edebilmek için öncelikle şu soruya cevap aramak gerekmektedir: Bahsi geçen mümkinler topluluğunun yokluğu nasıl geçersiz olur? Ya da bir başka deyişle, söz konusu topluluk nasıl zorunlu (vâcib li- gayrihî) statüsüne çıkarılır? Yukarıda da zikredildiği üzere, Cürcânî’ye göre, sadece mümkin nesnelerden oluşan bütünün, tek bir seferde ve külliyen yok olması, hem zâtı itibariyle hem de hâricî bir sebebin etkisiyle imkânsız değildir. Zâtı itibariyle yok olmalarının imkânı hususunda bir kapalılık bulunmamaktadır. Ancak bu imkân, hâricî bir sebebe dayandırılıyorsa, bu noktada kapalılık hatta daha da önemlisi çelişiklik vardır. Çünkü şayet hâricî sebepten maksat Vâcib varlık ise, varsayılan onun yokluğudur. Şayet maksat Vâcib varlık değil de silsile birimlerinin kendisinde son bulduğu ilk varlık/mûcit

313 Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III/23; Krş., Devvânî, er-Risâle fî isbâti’l-vâcibi’l-kadîme, s. 124. 314 Devvânî, er-Risâle fî isbâti’l-vâcibi’l-kadîme, s. 127.

99

ise, bu durumda birimlerin kendisinde son bulduğu mucit yine Vâcib olacaktır. Keza bu durumda da baştaki kurguyla çelişilecektir. Çünkü Cürcânî’nin kurgusu, silsile birimlerinden herhangi birinin silsileye illet olması durumunda, o birimin li-zâtihî vâcib olacağı ön kabulüne dayanmaktadır. Devvânî ise bu gereklilik ilişkisini kabul etmemekte, bulunulan atfın (ihâle) temellendirilmediğini söylemekte ve her iki delili de yetersiz görmektedir. Dolayısıyla onun ikinci delile yönelttiği tenkitler bu delil için de geçerlidir.315

Şu noktayı belirtmekte fayda var ki; Devvânî, söz konusu delile prensip olarak karşı değildir. Onun itiraz ettiği nokta delilin medlûlünü ispatta yetersiz olmasıdır. Bir başka deyişle düşünürümüz, delilin öncüllerinin yeteri kadar işlenmediğini ve bu sebeple isbât-ı vâcib bağlamında bu hali ile kullanılamayacağını belirtmiştir. Çünkü Devvânî’ye göre bu delilin geçerli olabilmesi için bazı temel dayanaklar vardır ki bunlar Cürcânî tarafından yeteri kadar incelenmemiştir. Dolayısıyla delil, ancak takririnde yapılacak bazı değişiklikler ile isbât-ı vâcib için uygun hale gelecektir. Bu bağlamda müellifimizin eleştirileri ile söz konusu delilin takriri şu şekildedir: Mümkinler topluluğunun illeti şayet mümkin bir varlık olursa, illet ve malûlün yokluğu ihtimal dahilinde olacaktır. Çünkü varlık ve yokluk, mümkin olana nispeten eşit ihtimallere sahiptir. O halde, söz konusu mümkinler topluluğunun varoluşu imkânsız olacaksa; bu imkânsızlık bir sebep ile olmalıdır. Bu sebep ise ya illetin zâtî bir özelliği ya da yokluğudur. Çünkü malûl, daha önce de geçtiği üzere, “varlığı, illetinden vâcib olmadıkça var olmayan şey”dir. Mümkin olan malûlün yokluğundan da muhal lazım gelmeyeceğine göre, söz konusu illet için yokluk düşünülebilecektir.

Devvânî, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için aynı kurguyu tersten işletmiş ve yokluğun imkânını değil, imkânsızlığını ele alarak konuya yeni bir bakış açısı getirmiştir. Şayet malûlün yokluğu imkânsız ise; bu da, varlık ihtimalinde olduğu gibi, iki sebepten biriyle olabilmektedir. Birincisi, illetin zâtî özelliği sebebiyle; ikincisi ise illetinin varlığı sebebiyledir. Şayet mümkinâtın varlığı, illetin zâtı/mahiyeti ile açıklanacak olursa, illet de bir mümkin olduğundan, malûlün yokluğunun imkânsızlığı geçersiz olacaktır. Şayet bu varlık, illetin zâtı/mahiyeti ile değil de varlık şartı ile açıklanacak olursa, bu durumda da şart-meşrût ilişkisi gündeme gelecektir. Dolayısıyla şart gerçekleşmedikçe meşrût da

100

gerçekleşemeyecek ve malûlün yokluğunun imkânsızlığı yine geçersiz olacaktır. Bu iki seçeneğin geçersizliği ile malûlün yokluğunun imkân dahilinde olduğu anlaşılacaktır. Ancak malûlün varlığının sabit olduğu müşahede ile bilinebilmektedir. Keza “Malûl, varlığı illeti tarafından vâcib kılınmadıkça var olmayan şeydir.” kaidesini de doğru görmekteyiz. O halde illetin vâcib olduğu sabit olacaktır ki istenilen de budur.316

Devvânî bu itirazını, klasik mantık ilminin verileriyle yeniden temellendirmek istemektedir. Bu bağlamda varlığın illet ile vâcib kılınması hususuna değinerek bunun şartlı önerme kabilinden olduğunu söylemiştir. Zira söz konusu delilde illetin varlığı ile malûlün varlığı arasındaki ilişki bitişik şartlı önermelerdeki mukaddem (ön-bileşen) ile tâlî (art-bileşen) arasındaki ilişki gibidir. Somut bir örnek üzerinden açıklamak gerekirse, ortaya konulan kurguda malûl ancak illet var olursa var olabilmektedir. Dolayısıyla “illetin varlığı” ifadesi, bu önermenin mukaddemi kabilindendir. Malûlün varlığı ise tâlî hükmünde olacaktır. Ancak problem şu ki, bahsi geçen kurgudaki illet mümkin olduğundan, varlığı ancak kendi illetinin varlığına dayanabilir. Bu durum ise bizi teselsül ile neticelenecek bir çıkmaza götürecektir. Zira bizim illet olarak kabul ettiğimiz fert, varlığı için başka bir illete ihtiyaç duyuyorsa, bu durumda kendisi de malûl olacaktır. Dolayısıyla istenilen “mukaddem” asla ispat edilemeyecektir. Çünkü li-zâtihi vâcib olan birime ulaşıncaya kadar her bir mukaddem kendisinden önceki önermenin gerçekleşmesine bağlı olacaktır.317

Bu esaslar çerçevesinde Devvânî, kendi nazarında eksik ve yetersiz olan delili şu şekilde tamamlamakta ve isbât-ı vâcib için kullanılabilir bir hale getirmektedir: Şayet mevcûdatın tamamı mümkinlerden oluşsaydı, o topluluğa ait birimlerin yok olması da imkân dahilinde olurdu. Mümkin bir malûlün yokluğu onun bir mertebe yukarısındaki illetin yokluğu ile gerçekleşmektedir. Bu ise, aklî zeminde imkânsız görülen bir durum değildir. İmkânsız olan, illetin var olmasına rağmen malûlün var olmadığı durumdur. Çünkü malûlün illetinden geri kalması mümkin değildir. Dolayısıyla, bahsi geçen illet li- zâtihî ya da li-gayrihî vâcib olmadıkça, malûl var olamayacaktır. Başka bir deyişle, illet mümkin oldukça malûlün yokluğu da imkân dahilinde olacaktır. Bu çerçevede, söz konusu

316 Devvânî, er-Risâle fî isbâti’l-vâcibi’l-kadîme, s. 128. 317 Devvânî, er-Risâle fî isbâti’l-vâcibi’l-kadîme, s. 128.

101

yokluk, izâfet kategorisi altındaki kavramlar arasında ayrıma gidilmedikçe, hem zâtî hem de hâricî etkenlerle meydana gelebilmektedir.318

Devvânî’nin burada dile getirdiği kurgu, mümkin nesnelere özgüdür. Konuya filozoflar nazarından bakılacak olursa, onlarda âlemin fâili “mûcib bi'z-zât” olduğundan, malûlün varlığı da vâcib olacaktır. Konu kelâmcılar açısından ele alındığında da durum böyledir. Başka bir tabirle, kelâmcılarda Allah Teâlâ ile âlem arasındaki ilişki “îcâb bi'z- zât” anlayışı ile açıklanmasa dahi, Allah Teâlâ’nın irâdesinin âlemin varlığına taalluk etmesi, malûlün varlığını vâcib kılacaktır. Âlemin varlığı her ne kadar dolaylı yoldan vâcib olsa da, bu husus eşyanın hakikatini kabul eden herkes için açık bir husustur ve düşünürler arasında ihtilafın en az olduğu konulardandır.

Devvânî, en nihayetinde ikinci delil ile üçüncü delil arasında herhangi bir fark bulunmadığını ve iki delil arasındaki tek farkın, ilgili takrirlerde geçen “yokluğunun imkânsızlığı” ve “varlığının zorunluluğu” ifadeleri olduğunu söylemektedir. Bunun haricinde delillerin kurgusu ve yerleştirildiği zemin arasında bir farklılık bulunmamaktadır. Öte yandan düşünürümüze göre bu takrir, gerekli düzeltmelerin yapılması kaydıyla, diğer takrirlerden daha güçlü bir alt yapıya sahiptir.319

Devvânî, görüldüğü üzere, bu başlık altında, “Silsile birimlerinden herhangi birinin silsileye illet olması durumunda, o birimin li-zâtihî vâcib olması gerekir.” önermesini ele almakta ve bu önerme ispat edilmedikçe, delilin isbât-ı vâcib hususunda kullanılamayacağını belirtmektedir. Bu bağlamda Devvânî, vucûb ve imkân kavramları üzerinde durarak delilini temel metafizik kabuller üzerine bina etmek istemektedir. Zira vâcib ve mümkin varlıkların terminolojik anlamlarına bakıldığında Devvânî’nin eleştirileri gayet net bir şekilde anlaşılabilecektir.