• Sonuç bulunamadı

2.1 Olgusal ve Tarihsel Yönüyle Gözmerkezci Paradigma

2.1.1 Öznenin Bedenden Kopuşu

Modernitenin temel kurgularının üzerine oturduğu dünya görüşünün felsefi ve bilimsel arka planına bakıldığında, öznenin yani gözlemcinin bünyesinde meydana gelen önemli bir değişimi görmek mümkündür. Bu değişim, nesnelerle bedensel etkileşim kuran ve bu etkileşim sonucunda beliren kişisel kanısını gözlem sürecine dâhil eden bireyden, çevresine tamamen nesnel yaklaşan bedensiz gözlemciye geçiştir.

Gözlemci, en basit anlamıyla gören kişidir; ancak gözlemcinin aynı zamanda belirli gelenekler ve sınırlama sistemlerinin içinde yer alan tarihsel bir gerçekleşme alanı olduğu da unutulmamalıdır. Dünyayı hem tüm çıplaklığı ile kavrayabilen hem de kendisi bizzat bu dünyanın içinde yer alan bir gözlemcinin var olması mümkün olmadığına göre, algı ya da görme eyleminin kavranışında değişen, aslında gözlemcinin içinde bulunduğu kuvvet ve kuralların değişimidir (Crary [23]).

19.yy’a kadar görme deneyimi ve gözlemci “Camera Obscura” üzerinden kavranmıştır. Camera Obscura (Şekil 2.3), gözlemcinin bulunduğu karanlık odada yer alan yüzeye dış

17

dünyanın yansıtılmasını sağlayan optik bir araçtır. Ancak bu aracın temsil ettiği düşünce, görmenin bedenden bağımsız bir eylem olarak kabul edilmesi üzerine kurulmuştur. Çevrenin doğru algılanmasını sağlayan da bu anlayıştır. Dış dünya hakkındaki bilgi, bakan kişiden bağımsız olarak bir satıh üzerinde toplanmaktadır.

Şekil 2.3 Taşınabilen Camera Obscura, Athanasius Kircher, 1646 (Gersheim [24], s.5) Bedenin ortadan kalkması ve akla yer açılmasıyla, görülen şey canlılığını hiç yitirmemekte; karanlığın içinde yalıtılmış özerk özne, gerçeği en “doğru” biçimde görmektedir. Camera Obscura’da, karanlık bir odaya tek bir delikten geçerek gelen ışık ışınlarının aklın ışığıyla özdeşleştiriliyor olması, duyuları daima yanıltıcı; aklı ise aldanmaz olarak kabul eden bir bakışın sonucudur [23].

Bu bakış açısı, Descartes’in 17.yy’da ortaya koyduğu “Kartezyen Düşünce” ile ortaya çıkmıştır. Kartezyen Düşünce, aklı ve bedeni birbirinden kopararak, aklı her şeye egemen olan üstün bir düzeye yerleştirmiştir.

Genel olarak özetlemek gerekirse; Descartes [25], bilginin kesin olarak nasıl elde edilebileceği ve insanın bir şeyi kesin olarak bildiğinin farkına nasıl varacağı sorunsalıyla uğraşmıştır. Bilginin ne olduğu, kökeninin nereden geldiği ve nasıl elde edildiği ile ilgilenen düşünür, “Kartezyen Şüphecilik” adını vermiş olduğu bir yöntem sayesinde kesin olan bilginin elde edilebileceğini savunmuştur.

Kesin bilgiye ulaşmanın tek yolu, kişinin bildiğini sandığı her şeyi yanlış kabul ederek her şeye baştan başlamak ve bu arayış sırasında duyuları yanıltıcı kabul etmektir:

“Gerçek olduğundan en ufak şüphe duyulan nesnelerin yanlış olduklarını varsaymak kesin bilgiye ulaşmak açısından çok önemlidir. Kesin bilgiyi ararken duyularımızın bizi çoğu kez yanılttığını unutmamak gerekir, bunu göz ardı edip onlara fazla inanmak toyluktur.” (Descartes [25], s.9)

18

Descartes [25], kademeli olarak önce algılarından, sonra uyanık olup olmadığından ve en sonunda bildiği her şeyden şüphe ederek; şüphe edemeyeceği tek şeyin o anda şüphe ediyor olduğu kanısına varmıştır. Bu tespitin ardından, şüphelenmenin zihinsel bir eylem olmasından yola çıkarak; kesin bilginin sadece akıl yoluyla elde edilebileceği sonucunu çıkarmış ve bu sonucu, düşünürün aforizması kabul edilen “Düşünüyorum, o

halde varım1” sözleriyle dile getirmiştir.

Kartezyen Düşünce, anlamanın merkezine, bağımsız, yerleşik ve saf aklı koymuş ve böylece o zamana kadar evrenin düzeninin parçalarından biri olarak kabul edilen insan aklı, düzenin mimarı haline gelmiştir (Jenks [26]).

İnsan, aklı sayesinde doğanın üstesinden gelmiştir. Bahsedilen tanrısal konumda, bedenin zayıflıklarına ve aldanan yapısına yer yoktur. Bu süreçte, diğer duyulardan üstün sayılan görme duyusunun bedenden ziyade akılla olan biyolojik ilişkisi öne çıkarılmıştır (Şekil 2.4). Mantığa hizmet eden görme, yani “aklın gözü” ile verinin alınması ve zihinsel süzgeçten geçirilip nesnel olarak değerlendirilmesi; bedenin aldatıcı duyularından daha güvenilir kabul edilmiştir.

Şekil 2.4 Göz ve beyin ilişkisi, Descartes, 1662 (Descartes [27], s.77)

1

Descartes ([25], s.11):

“Kuşku edemeyeceğimiz tek şey kuşku duyduğumuz olduğuna göre düşünürken gerçekten var olduğumuzu kavramak hiç de zor değildir. “Düşünüyorum o halde varım” sonucuna ulaşmak mümkündür. Düşüncemiz dışında gerçekten var olduğuna inandığımız hiçbir şey bulunmadığını ve var olmak için sadece düşünmemiz gerektiğini bildiğimize göre, varlığımız için bir bedene, şekle ya da ona benzer şeylere ihtiyacımız olmadığını da biliriz. Bu durumda ruhumuz ya da düşüncelerimiz kesinlikle bedenimizden önce gelmektedir.”

19

Bedensiz öznenin ortaya çıkışı, modern düşüncenin dünyayı tarafsız değerlendirme amacına hizmet eden en önemli araçlardan birini, bilimsel gözlemi doğuran temeldir. Bilimsel gözlem, gözlemcinin kişilik özelliklerinden, beklentilerinden ve duygularından sıyrılıp tamamen nesnel yargılarda bulunabilmesi ilkesine dayanmaktadır. Bu sayede, çok sayıda tekrar eden deney ve araştırmalar sonucunda “en doğru” bilgi, kişinin öznel düşünceleri olmadan elde edilmektedir (Van Ede [13]).

Gözlemcinin bünyesinde meydana gelen bedensel kopukluk, onun baktığı nesneye karşı herhangi bir duygusal ilişki kurmasını engellemektedir. Tabii ki, çevresini insani duygularından sıyrılarak görmesi istenen özne, yani gözlemci, artık doğaya ait değildir. Bu anlamda, istenen duyumsuz gözlemcinin gerçek hayattaki varlığı da tartışmalıdır. Ne var ki, duyumsuz bir gözlemcinin idealleştirilmesi, gözmerkezciliği besleyen sürecin bir parçasıdır. Duyumsuzlaşma, öznenin kendisini saf aklı sayesinde etrafındaki nesnelerin merkezine, ancak onlardan uzağa, daha etkin ve yüksek bir konuma koymasıyla sadece kendi bedeninden değil; içinde bulunduğu mekândan ve çevrelendiği nesnelerden de ayrışması anlamına gelmektedir.

Benzer Belgeler