• Sonuç bulunamadı

Köşe Yazıları Kimi Anlatıyor?

Belgede TÜRKİYE CUMHURİYETİ (sayfa 84-115)

3. BÖLÜM: KÖŞE YAZILARININ TAYAD’LI AİLELERCE ALIMLANMASI

3.2. Köşe Yazıları Kimi Anlatıyor?

Köşe yazılarında eylemcilerin temsiline ilişkin okuyucuların yorumları birbiriyle benzerlik gösterir. Bu benzerliğin muhtemel sebebi ailelerin aynı derneğe bağlı olmaları, benzer kültürel sermayeye sahip olmaları ve sınıfsal açıdan benzer konumda olmalarıdır.

Aileler Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinin birbirine benzer olduğunu söylerken Yeni

28 Görüşme yaptığım kişilerin isimlerini gizlilik gerekçesiyle değiştirerek kullanıyorum.

77 Şafak gazetesinin bazı açılardan bu iki gazeteden ayrıldığı düşüncesindedirler. Yine de TAYAD’lı babalardan Engin’in eylemin ve eylemcinin temsiline ilişkin Cumhuriyet gazetesinden Cüneyt Arcayürek’in köşe yazısı için yaptığı yorum tüm görüşmecilerin görüşlerini özetler niteliktedir:

Eylemden, eylemciden bahsediyorlar ama bu köşe yazılarında ne eylem var ne de eylemcinin cismi.

Engin’in Cüneyt Arcayürek’in yazısı özelinde okuduğu tüm köşe yazıları için yaptığı eleştiri yazarların eylemcilerin taleplerine yer vermemesi üzerinden şekillenir. Bu durumun “toplumun olayların iç yüzünü öğrenmesini engellediğini” düşünen Engin şöyle devam eder:

Şimdi şöyle bir düşünüyorum da siz böyle düşünen gazetecilerden, öğretim üyelerinden ders aldıysanız vay bizim halimize. Çünkü insanların sesini, soluğunu duyuracak mecra kalmıyor yani. Ya hükümetin açıklamalarını anlatmış ama orada olan başkaları da var. Eylemciler de var. ‘Ya bir bakayım onlar ne demiş, ne yaşamış, ne istemiş?’ diye hiçbir şey yok.

Eylemciye dair hiçbir şey yok bu yazıda. Eylemden eylemciden bahsediyor ama eylemci yok. [Vurgu bana ait]

Yukarıdaki alıntıda Gazetecilik Bölümü öğrencileri için yapılan yorumun gazetecilik mesleğine ilişkin bir beklentiyi göstermesi bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.

Görüşmeci, gazeteciliğin Cüneyt Arcayürek’in sergilediği pratikten daha başka bir şey olduğunu ve gazeteciliğin kendini ifade edebilmesinin önünü açması gerektiğini düşünüyor. Öte yandan, alıntıda vurgulanan kısımlar, gazeteciliğin ne olduğuna ilişkin bir fikri belirttiği gibi köşe yazılarında kimin temsil edildiğine ilişkin önemli bir yorumu da gösterir. Örneğin görüşmecilerden Salih de köşe yazarlarından Hikmet Çetinkaya’nın da kendisini ve eylemi temsil etmekten uzak olduğunu düşünüyor:

Bence [bu köşe yazısı] gerçekliği yansıtmıyor. Bu çocuklar bu eylemi acaba niye yaptılar? Bu konuda hiç yorum yapılmamış. Direkt yapmasaydınız diyerek, ajitasyon çekerek ‘ölmeyin, yazıktır kendinize’ demiş direkt.

“Ajitasyon çekmek” deyimi gündelik yaşamda “demagoji” kelimesi ile sıklıkla karıştırılan söz öbeklerinden biridir. Salih’in de burada “harekete geçirme, bir etkinlikte

78 bulunmaya itme. Siyasal amaçlar doğrultusunda mevcut rejime karşı kitlesel düzeyde hoşnutsuzluk yaratarak, sosyal veya siyasal düzeni değiştirmek için aktif eylemlere yönlendirme çabası; bu amaca yönelik gerginliği tırmandırıcı nitelikteki söz veya eylemler.” (Acar ve Demir, 2005) anlamındaki ajitasyon yerine, eşanlamlısı halkavcılığı olan ve “bir topluluğun düşünce ve duyarlılıklarına uygun sözler kullanarak, onlarla çelişmeden kendi menfaatini korumak; çıkarlarının gerekliliklerini yerine getirirken cümlelerle oynayarak toplumun menfaatlerine uygun davranıyor gözükmek. Bu niyetle yapılan söz oyunlarına ve süslü ifadelere dayalı konuşma” (Acar ve Demir, 2005) anlamındaki demagojiyi kastettiğini düşünüyorum. Öte yandan Salih’in yukarıda yer alan görüşleri görüşülen pek çok ailenin köşe yazılarında eylemin ele alınış biçimine ilişkin düşüncelerinin özeti niteliğindedir. Buna göre görüşmeci, eylemin yapılma gerekçelerinin köşe yazılarında yer almasıyla gerçekliği yansıtması arasında ilişki kurar. Dolayısıyla Salih için eylem ve eylemciyle ilgili bilgi verilmemesinin köşe yazısını gerçeklikten uzaklaştırdığını düşündüğü söylenebilir. Bir başka görüşmeci Ertan’ın Hikmet Çetinkaya’nın üslubu hakkındaki görüşleri Salih’in görüşlerine benzerdir:

Şu anda oturup bir deniz kenarı, ağaç falan filan yazabilir. Ama o süreç farklı bir süreç. Ölümcül bir süreç, kanlı bir süreç. Ölümcül bir süreçte yazıyı yazarken, kalemi oynatırken en ufak bir kelime dahi ya ölümden kurtarır ya da ölüme götürür. Çok dikkat etmek gerekir. Böyle yazmak tamam insanların kalbine dokunabilir de biraz gerçekleri yazmak gerekir. O kadar heyetler gitti mesela bir de kendisi görüşseydi veyahut gidemediyse o heyetlerden örnek alabilseydi. Bu insanlar ne istiyor? Birinci anlatılması gereken o. En ufak bir talebe yer verilmemiş. Bu yazıyı en iyimser bakış açısıyla biraz iyi niyetli görebilirsin. Tamamen devlet ağzıyla, onların dikte ettirdiği şekilde yazılmış ama. Siz artık bunu bırakın demek artık bu insanları en basit deyimle anlayamamak, ölüme yaklaştırmaktır. Yazının içeriği, derinliği açısından ne beni ne eylemciyi anlatan bir şey göremedim ben. O dönem ülkenin 20 hapishanesinde ölüm orucu eylemi vardı. Hadi hepsine gidemedin, yaşlısındır ama ayağının dibinde mutlaka bir hapishane vardır ya da bir aile vardır. Hiçbir şey olmasa bile bir telefon açabilirsin. TAYAD’a gelip bir aileyle konuşabilirdi. (…)En azından bu köşe yazarından biraz vicdanlı olmasını beklerdim. Bir alternatifi daha vardı. Çocuklara ölmeyin demek yerine devlete öldürmeyin, talepleri karşılayın diyebilirdi. Talepler belliydi zaten. Kendi babında haksız görse bile talepleri ‘Ey devlet! Senin görevin insanları yaşatmak, insanlara karşı eşit davranmak. Sen de bunları kendi vatandaşın olarak kabul et bu insanların sesine kulak ver.’ deseydi bu iyi niyetli, olması gerektiği gibi bir yazı derdim. Ha şunu açık söyleyeyim, bunu sadece bu yazısına bakarak değil, ben bu yazarın diğer yazılarını da

79 okuduğum için genel tavrı bu. (…)Bu kadar şiiri, denizi, ağacı, çocuklar kelimesini asıl yüzünü saklamak için kullanıyormuş gibi geliyor. Samimi bulmuyorum yani ben öyle anlıyorum. Sempatik görünmeye çalışıyor gibi.

Belki kendi iyi niyetle söylüyor ama tepeden bakmacı gibi geliyor. [vurgu bana ait]

Ertan, köşe yazarının edebi üslubunu “samimiyetten uzak” olarak nitelerken vurgulanan kısımda görüldüğü gibi bu üslubun “gerçeği” gölgelediğini düşünüyor. Ertan’ın bu eleştirisi akla Ruskin’in “patetik yanılgı” kavramını getirir. Kavram her ne kadar bir edebiyat terimi olsa da Ertan’ın köşe yazısı için yaptığı eleştiriyi açıkladığını düşünüyorum. Patetik yanılgı çoğu kez “cansız doğaya insani özellikler yükleme” gibi dar bir anlamda kullanılsa da Ruskin’in karşı çıktığı şey yazarın duygularını dile getirmekle kalmayıp duygunun dış dünyayla ilgili “gerçekliği” değiştirmesidir.

Gürbilek’in de belirttiği gibi, bu duygu istilası en sahici acıyı ya da sevinci bayağılığa sürükler (Gürbilek, 2015: 53).

Gerçekliğin sunumuna ve aktarımına dair bir başka kaygıyı görüşmecilerden Aysel dile getiriyor:

Sadece bugün değil bundan 100 sene sonra insanlar soracak “neler olmuş, bu yaşananlar gerçek mi?” diye. İşte o yüzden bizim anlatmamız gerek. Benim en çok korkum 100 sene sonra insanların ölüm oruçlarını bunun gibi köşe yazılarından öğrenmeleri. Çünkü bunlar bizi anlatmıyor. Evlatlarımız neden yaptı onu söylemiyor. Çünkü bu köşe yazısı ne beni temsil ediyor ne devleti, ne eylemciyi ne kendini temsil ediyor. Sadece yaranmak için yazmış. Azıcık aklı olan biri bunu okuduğunda yazılanların karalamak için yazıldığını anlar.

Hürriyet gazetesinden İlter Türkmen’in yazısı için yapılan bu yorum toplumsal hafıza yaratımına ilişkin bir kaygıyı dile getirmesi bakımından önemlidir. Kanaatlerin oluşumunda ve gerçekliğin inşasında medyanın bir etken olduğu göz önüne alındığında güncelin bilgisi gibi geçmişin bilgisi de medya aracılığıyla kitleselleştirilir. Bu bağlamda görüşmeci, karşı-hafıza yaratımını toplumsalın inşasında başat anlatıyla mücadelede aracı olarak görüyor. Kitle iletişim araçlarının geçmişe ya da bugüne dair bir “anlatı” yarattığı düşünüldüğünde toplumsal hafızaya malzeme olacak bu anlatımın inşası ve temsil önem kazanır.

80 Köşe yazıları her ne kadar eylemden sıklıkla bahsetse de eyleme ilişkin taleplerin, eylemcilerin ve ailelerin açıklamalarının çoğu köşe yazısında yer bulmaması ya da kriminalize edici bir üslupla tartışılması yine bir temsil problemine işaret eder:

Bir köşe yazarı için etik mi şu yazdıkları sence? Bu yazıyı yazan ben olsaydım, onun oğlu da ölüm orucunda olsaydı, sosyalist olsaydı, ‘ben bu dünyanın en güzel şeyini bu ülkeye yaymak istiyorum.’ deseydi; ben de onun oğluna

‘terörist’ deseydim ne derdi bana acaba? Ben onu kınıyorum şimdi. Onları terörist olarak görüyor. Ötekileştirmekle kalmıyor. Bugün terörist kimmiş çıksın söylesin bakalım. Sosyalistler mi, eğitimciler mi? Köşe yazarları hiçbir zaman bizim yanımızda olmadılar. Hiçbir zaman fakirin, yoksulun, eğitim isteyenlerin yanında olmadılar. Bugün okul kalmadı, insanlık kalmadı, eğitim kalmadı.

Yukarıdaki alıntı, görüşmecilerden Sevil’in Cüneyt Arcayürek’in yazısına ilişkin yorumlarının bir kısmıdır. Sevil’in de Engin gibi köşe yazılarının eylemden ve eylemciden bahsediyor olmasına rağmen ayrımcı dili yeniden ürettiğini düşündüğü söylenebilir. Sınırlı temsil ya da yok sayma ötekinin medyada karşılaştığı ayrımcılık biçimlerinden biriyken ayrımcılığın bir diğer biçimi stereotipleştirmedir. Dolayısıyla bir toplumsal grup ya da olay hakkında çok fazla içerik üretilmesi bunun doğru temsil olduğu anlamında gelmez. Anne ve babaların düşündükleri gibi, medya bazen de özellikle kriminalize etmek, nefreti çoğaltmak için bazı toplumsal gruplar hakkında çok sayıda yazar.

Görüşmecilerin köşe yazarlığı ve iktidar arasındaki ilişkiye dair fikirlerinin de benzer olduğu görülmektedir. Görüşmeciler, özellikle Hürriyet gazetesi ile siyasal iktidar arasında doğrudan bir ilişki olduğunu, iktidar değişse de Hürriyet gazetesinin konumunun baki kaldığını belirtmişlerdir:

Tufan Türenç “ya siz bunlara masum devrimci, eylemci diyorsunuz da bakın bunlar haraççı, insanlardan haraç alıyor.” demeye getirmiş. Haraç vermezseniz sizi öldürürüz diyen eli kanlı katillermiş gibi gösteriyor eylemcileri. İnsanları suçlu, canavarmış gibi gösteriyor. Katliamdan önce vicdanlıymış gibi görünen yazılar birden bire insanlar sanki “oh olsun onlara”

desin diye eylemcilerin hepsini sanki canavarmış, kötüymüş gibi göstermeye çalışıyor. (…) Haklı çıkarmaya çalışıyor bir yerde katliamı. Bu yazılanlar belki az satan gazetelerde etkili olmayabilir ama bu Hürriyet gazetesi.

81 Toplumun çoğu okuyor, itibar ediyor orada yazanlara. Hürriyet gazetesi devletin lokomotifi. Apolitik insanların yüzde 90’ı inanıyor [Hürriyet gazetesine], yani sorgulamıyor muhakeme etmiyor.

Medya, bu çalışma örneğinde gazete, toplumsal ilişkileri, politik olayları aktarması bakımından bir içerik üreticisi olduğu kadar reklam pazarı, dağıtım sektörü ile aynı zamanda bir meta üreticisidir. Dolayısıyla gazete her ne kadar tarafsız ve ideolojiden bağımsız olduğu iddiasında olsa da sermayeyle kurduğu ilişki gazeteye ideolojik bir kimlik yükler. Aslında “medyanın bu tarafsızlık iddiası başlı başına medyanın ideolojik yapısını oluşturur” (Yücel, 2015). Bu anlamda bilindik “medya ideolojiktir” sloganı, medyanın sadece ideolojik olanla ilgilendiğini değil; medyanın da ideolojik boyutları olduğunu ve bu boyutların toplumsal, ekonomik, teknolojik ve siyasal koşullardan bağımız olmadığını anlatır. Basına özneyi yaratma gücü de veren bu ideolojik tavırda öznenin nasıl yaratılacağı gazete ve iktidar arasındaki ilişkiye göre şekillenir. Örneğin Hürriyet gazetesi liberal konumlanışı gereği dönemden döneme değişen birbirinden farklı ideolojilere sahip iktidarlar ve onların birbirine zıt pratikleri karşısında güç/iktidar sahiplerinin yarattıkları dil paralelinde anlamı yeniden kurar. Dolayısıyla denebilir ki, Hürriyet gazetesi gibi liberal kimliğe sahip ana akım medyanın konumu, değişen siyasal iktidara göre değişir. Bu değişim, ana akım medyanın ideolojik konumlanışındaki değişikliğe işaret ederken iktidar tarafgirliği ekonomik çıkarlar sebebiyle sürdürülür:

96’da, 2000 ölüm orucunda bütün dernekleri gezdim, sendikaları gezdim.

Ama basın buna değinmiyor. Hiçbir zaman bize eğilmedi yani. Bakmadı, gittik kapılarını kapattı. Show’a gittik, Cumhuriyet’e gittik. Hepsine gittik.

Ankara’yı tüm gezdik. Ama peşimizden basın da ayrılmadı. Onu da ayrı diyeyim. Basın nereye gidersek bizimle beraberdi. Mesela hangi sendikaya gittik, hangi milletvekiliyle görüştük diyelim, başbakanlığa gittik CHP’ye gittik. Hepsinde baktık ki omuzlarına vurmuşlar kamerayı geziyorlar. ‘Neden peşimizde geziyorsunuz?’ diye soruyordum ben özellikle basına diyorlardı

“biz takip etmek zorundayız”. ‘E neden vermiyorsunuz?’ Ona da

‘veremiyoruz, patronlarımız var, izin vermiyorlar.’ diyorlardı. Gazeteciler öyle diyordu.

Gazetelerdeki temsil problemiyle başa çıkış yöntemleri sorulduğunda görüşmecilerden Zehra, gazetecilerle ve televizyon kanallarıyla görüşme yaptıklarını anlatmıştır. Zehra’ya

82 göre, temsil sorunun yaptıkları görüşmelere rağmen süregelmesinin sebebi medyanın ekonomik çıkar ilişkilerinden bağımsız değildir.

Görüşmecilerin okudukları köşe yazılarından kendilerini en iyi temsil ettiğini düşündükleri gazete Yeni Şafak olmuştur. Bu olumlu temsili yine gazetenin ideolojik konumlanışıyla açıklasalar da Yeni Şafak gazetesinden okudukları köşe yazarlarının gazetecilik pratiğini olumlu değerlendirmişlerdir:

Şimdi yazıyı okuduğum zaman, bu yazı kısmen de olsa benim hislerime tercüman oluyor. Bunu okuyan biri benim, eylemcinin ne düşündüğünü, ne istediğini öğrenir yani. İşte, mesela o silah bulundu filan sözlerinin iddia olduğunu söylüyor. Daha önceki yazılar için demiştik ya ‘aklı, mantığı olan inanmaz’ diye; işte, bu inanmamış hemen sormuş en azıdan. Bu yazı gayet olumlu. Yani bir köşe yazısı nasıl olması gerekiyorsa öyle. Diğer yazılardan sonra en son bunu okumak iyi oldu. Diğerleri mesela yazılarında ‘haraççı, eylemciler arkadan kurşun sıktı.’ diye yalan açıklama yaparken bu insanların nasıl yakıldığını anlatıyor. TAYAD’ın açıklamalarını yazmış sonra.

Okuduklarımız içinde bir bunda var. Hükümete karşıt sözlerin de yer vermiş.

Gayet makul, mantıklı bir yazı. Bunu okuyan apolitik bir insan da süreci daha doğru yargılar. Bunun gibi yazılar eğer ki katliamdan önce olsaydı, ‘ne istemişler, neden yapmışlar?’ diye soran, belki de hapishanelerdeki evlatlarımız ölmezdi. Bizim derdimiz illa bizim tarafımızdan yazsın, sadece bizi yazsın değil. Ortada ne varsa onu yazsın. Tek bir yerden yazmasın yani.

Bu mesela olan neyse onu yazmış. Devletin de açıklamasını yazmış, Doğu Perinçek’in de yazmış, TAYAD’ın da açıklamasını yazmış. Her görüşe yer vermiş yani. Dâhil olan kim varsa hepsini yazmış. En başından öyle yapılsaydı bir çözüm bulunurdu. [vurgu bana ait]

Engin’in Kürşat Bumin’in köşe yazısı ve diğer köşe yazıları arasında yaptığı karşılaştırmada bir yazıyı “makul” olarak değerlendirmesindeki önkoşulun olayın tüm muhataplarının sözlerine yer verilmesi olduğu görülebilir. Öte yandan bu alıntının bir diğer önemli kısmı vurgulanan kısımlardır. Görüşülen ailelerin büyük çoğunluğu köşe yazarlarının sürecin gidişatında etkin bir rolü olduğunu düşünürler. Engin gibi Fatma da sadece ölüm orucu konusunda değil; güncel siyasete dair pek çok konuda köşe yazarının kanaat oluşturup süreci belirlediği gibi pay sahibi olduğunu belirtiyor:

[Köşe yazarları] Hiçbir zaman direnmedi. Yazamadılar da. Asla çocuklarımızın, fakir halkın dilinden bir şey yazmadılar. Hadi bizim çocuklarımızı yazmadılar, fakir halkı da yazmadılar. Bugün [2018 yılı] asgari ücret 1600 liraysa bu çokbilmişler yüzünden. Bıraksalardı o oturdukları koltukları, ben taş ile yazsaydım, kalemim yoktu. Okumam yoktu ben

83 söylesem sen yazsaydın bu hale gelmezdi ne bu ülke ne bu dünya. Bugünkü açlık, susuzluk her şey onların yüzünden. Bugünkü bu durum bunun gibi yazan köşe yazarlarının eseri.

Engin ve Fatma’nın düşünceleri, köşe yazarının ayrımcılığı “aracılık ederek” yeniden ürettiği fikrini doğrular. Esas olarak temsil üzerinden kurulan biz ve öteki arasındaki bu ayrımcılık sınırlı olmasına rağmen yaşamın diğer alanlarına etki etme potansiyeline sahiptir. Çünkü köşe yazısı, bir kişi veya toplumsal bir grubun üyelerini doğrudan aç bırakmaz ya da öldürmez ancak ayrımcılığı simgesel olarak yeniden üretir (Çelenk, 2010:222). Bu simgesel yeniden üretim çoğu kez kelime seçimleriyle yapılır. Bu duruma ilişkin Ayşe İnal, “provokasyon”, “ dış mihraklar”, “dış güçler” gibi kelimelerin düz anlamlarına ilişkin bir uzlaşının olmadığı, farklı vurgular taşıyan kelimler olduğunu söyler. Bu kelimelerin kullanımıyla ilgili verdiği örnekte kelimelerin kemi ya da neyi kastettiğinin anlaşılmasının ancak bu kelimelerin mevcut siyasal söylemle birlikte düşünülmesiyle mümkün olduğunu belirtir. Bu durumda provokatör kimi zaman kontrgerilla olabilecekken kimi zaman PKK üyeleri kimileri içinse polisin içine sızmış unsurlar olur (1995: 115). Bu çalışma içinse ayrımcılığın simgesel olarak yeniden üretimine ilişkin örneği Engin veriyor:

“Devlet, devlet olmanın gereğini yerine getirdi” diyor. Ne demek bu gerek?

Bu yazıda benim anladığım devlet olmanın gereği sana karşı olanın tepesini ezeceksin demekmiş. Devletin bekasına aykırı bir laf söyleyen insanlara

“bunlar teröristtir”, “bunların yaşama hakkı yoktur”, “bunlar mutlaka ezilmelidir” diyor. Önce bunu söyleyebiliriz. Valla bu yazının dili, yılandili gibi. Buna medya dili denmez, devlet dili bile denmez. Yılandili bu. Bunu aklı mantığı vicdanı olan… Ne devleti temsil edebilir bu yazı ne insanları temsil edebilir. İnsanları toptan terörist ilan etmiş. (…) Bu yazıyı sokaktan geçen biri okusa ilk düşündüğü şey “kardeşim koskoca devletle baş edemezsin, bırakın bu işleri” olur. O kanaati yaratıyor çünkü yazı. Bir de yıllardan beri gazetecilik yapmış, kamuoyunda belli bir yere gelmiş biri yazınca bunu daha inandırıcı olur. Dersin “bunun bir bildiği var ki yazıyor demek ki bunlar teröristtir, bunların başını ezeceksin ne hakkı kardeşim ya” dersin.

Engin’in Cüneyt Arcayürek’in köşe yazısı için yaptığı yukarıdaki yorumdan ayrımcılığın simgesel yeniden üretiminde kullanılan dilin ve seçilen kelimelerin etkili olduğu sonucu çıkarılabilir. Köşe yazısı için bir alt metin okuması yapan Engin, köşe yazarının seçilen

84 kelimelerle birlikte yaratılan anlamla nefret dilinin toplumda yeniden üretilmesine neden olduğunu düşünüyor.

Medyada anlamların oluşumu medya-mülkiyet ilişkilerinden ve devlet ile ekonomik sermaye sahipleri tarafından şekillenen egemen ideolojiden bağımsız değildir.

Bir önceki bölümde köşe yazılarından örneklerle göstermeye çalıştığım üzere, köşe yazılarının içeriği, toplumdaki iktidar ilişkilerinin iz düşümünü gösterdiği gibi iktidara ideolojik düzeyde meşruiyet kazandırır. Böylece, egemen ideoloji yeniden üretildiği gibi toplumda gücü ve sermayeyi elinde bulunduranların çıkarlarının korunmasını sağlar.

Görüşmecilerin de köşe yazarlarının politik olaylar ve süreçler karşısındaki tavırlarının egemenle ilişkilerine göre değiştiğini düşündükleri görülüyor:

Acaba ölüm orucu şimdi olsa Ömer Çelik bu yazıyı böyle yazabilir miydi?

İnsanlar, o içerideki terörist dediği gibi insanlar bunlar gibi omurgasız değil;

onurlu olmak istiyor. Ama gazetenin bu yazısı devletin ceberut yüzünün muhafazakâr kesime de çok zarar verdiğini o yüzden ne pahasına olursa olsun ölüm oruçlarının çözümünde muhafazakâr kesimin de yardımcı olması gerektiğini söylüyor. Tabiri caizse taban çalışması yapıyor. Yani iyi niyetle baktığımda bu yazı en azından diğerleri gibi zehrini akıtmamış. Yeni Şafak gazetesi yazarından beklenemeyecek bir tevazu göstermiş. Ama tabii onun da sebebi var. Bunlar da o 28 Şubat sürecinde kendilerince baskı, zulüm gördüler.

Sonuçta başta istemedikleri, çok da tarafında olmadıkları bir hükümet var. O yüzden öyle yazıyorlar o dönem. En azından bir dinleyelim minvalinde yazılar yazıyorlar. Bir taban yaratıyor yani hükümeti eleştirecek. Ama baktığımızda bu yine biraz daha tarafsız her iki tarafa da hak veren bir yazı. Kendi aymaz muhafazakâr kitlesine de biraz ses verin bu insanlara diyen bir yazı. O dönem için düşününce Hürriyet ve Cumhuriyet’in hiç farkı yok yani ama Yeni Şafak o dönem için bakınca bir muhalif kimliği var.

Engin gibi Aysel de Yeni Şafak gazetesi köşe yazarlarının ölüm orucu eylemine ilişkin

“olumlu” tavır sergilemesinin sebebinin gazetenin dönemin siyasi erkine karşı ideolojik konumlanışıyla ilgili olduğunu düşünüyor:

Aslında Ömer Çelik de hem devlete bir şey demeye çalışmış hem örgüte demeye çalışmış. Eylemcilerin bir tane talebini demiyor. Hem o tarafa hem bu tarafa ‘ölüsevici’ diyor. İkisine birden. İkisi birden ölüme alkış tutmuş gibi.

(…) Fırsat bulmuşken hükümeti eleştireyim demiş ama eylemciden de taraf olmayayım demiş.”

85 Engin ve Aysel örnekleri özelinde görüşmecilerin tamamı için denebilir ki; aileler 2000 yılı ölüm orucu eylemi sürecinde çalışma kapsamında okudukları köşe yazıları içinde kendi temsillerine yer veren tek gazetenin Yeni Şafak olduğunu düşünüyorlar. Ancak bu olumlu temsilin sebebinin gazetenin dönemin siyasal erki ile içinde bulunduğu çatışma olduğunu da belirtiyorlar. Onlara göre muhafazakâr-sağ ideolojinin temsilcisi olan Yeni Şafak gazetesinin tavrı, benzer bir olayın bugün, AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) iktidarı döneminde, yaşanması halinde farklılık gösterecektir. Yeni Şafak gazetesi köşe yazarlarına dair yapılan yorumların üzerine görüşmecilere olayların bugün yaşanması halinde Hürriyet ve Cumhuriyet gazetesinin tavrının nasıl olacağını düşündükleri soruldu.

Bu soruya görüşmecilerden Sevgi net bir şekilde “Her dönemin kalemşörleri vardır.

Hürriyet de bu kalemşörlerin gazetesidir” yanıtını veriyor. Salih ise Cumhuriyet gazetesi için şu yorumu yapıyor:

Ya Cumhuriyet gazetesi devletin kurucu ideolojisini temsil ettiği için devletin kendi duruşunun dışına çıkmıyor.

Fatma’nın yanıtı ise yine Cumhuriyet gazetesi özelinde şekilleniyor:

2000 ölüm orucunda Cumhuriyet’te hem bizim yanımızda olan hem de kan kusan, farklı farklı yazılar çıktı. Yani, hem devletin tarafında oldular hem eylemcilerin yanındaymış gibi. Bunun yanında vicdanlı, onurlu, demokrat yazarlar da vardı; Ataol Behramoğlu filan gibi. Ama çok fena yazılar yazanlar da oldu. İşte bunlar terörist, ‘ezmek lazım’ diyen yazılar. Ama şimdi, bugün olsa mesela hepsi farklı yazar bence. Hepsi eylemciden taraf görünüp hükümeti eleştirir. Niye? Çünkü şimdiki hükümet tamamen onların karşı çizgisinde.

Üç gazetedeki dönemsel temsile ilişkin yorumlar göz önüne alındığında ailelere göre, köşe yazarlarının temsil biçimleri yaşanan olaya ilişkin ideolojik konumlanışlarıyla ilişkili değildir. Aileler, köşe yazarlarının yazılarında yer alan olaylara ilişkin tavırlarının siyasal iktidar karşısındaki ideolojik konumlarına göre şekillendiğini düşünüyorlar. Bu durumu farklı siyasal iktidar dönemlerinde yaşanmış benzer olayların aynı köşe yazarlarınca farklı tutumlarla ele alınmasıyla örneklendiriyorlar.

86 Görüşmecilerin 2000 yılında temsil problemiyle mücadelelerinin gündelik yaşamlarının önemli bir bölümünü kapsadığı görülmektedir. Medya, gündelik yaşamın hemen her alanına nüfuz ettiği gibi izleyici/okuyucu da gündelik yaşamda medya ile kurulan ilişkide aktif konumdadır:

Sokakta yürürken sanki kanal gibi yürüdük sanki televizyon gibi yürüdük.

Kendi haber kaynağımız olduk. Biz hem basındık, hem yayındık. Hem yazıyorduk, hem çiziyorduk, hem ağlıyorduk.

Gazete ve televizyon haberlerinde yeterli temsilin bulunmadığını düşünen Aysel kendi haber içeriklerini üretip dolaşıma soktuklarını belirtiyor:

TAYAD’ın kendi bültenleri vardı. Zaten Yürüyüş dergisi de vardı. Hatta şu anda TAYAD’ın köşeleri var. (…) Özgür Radyoya giderdik. Orada konuşurduk. O zaman Dikmen tarafındaydı. O zaman radyolar vardı, internet falan yoktu. Bizim sesimizi o duyururdu. Bazen de basın açıklaması yaparlardı sendikalar mesela KESK, DİSK. O 2000’de mesela biz çok çaresiz kaldık ve onlar bizi çağırdı, basın toplantısı yaptılar. Dediler ki, ‘siz çok yoruldunuz, biz alacağız ele’ dediler. ‘Basın açıklaması yapacağız’ dediler, ‘devlete gideceğiz, çocukların yaşaması için elimizden geleni yapacağız’ dediler. İlkten, baştan demediler ama o zaman dediler. Ama doktorların sendikası vardı (TTB) onlardan çok destek gördük.

Ayrıca ana akım medya ile ilişkilerinde de kendi kendilerini muhatap kıldıkları bir ilişki biçimi geliştirdiklerini aktarıyor:

O dönemde teknoloji bu kadar gelişmiş değildi ama biz gittik gazetelere, TV’lere mesela. Tüm aileler, mesela burada 10-15 kişiysek 3 kişi falanca gazeteye, 3 kişi filanca gazeteye sürekli gidilip olaylar hakkında bilgi verilirdi.

Hürriyet’ine de gidilirdi. Milliyet’ine de gidilirdi. Cumhuriyet’ine de gidilirdi.

Diğer gazetelere de.

Yukarıda aktarılan görüşmeci yorumları, medya tüketimi kadar içerik üretimini de içine alan gündelik yaşam pratiklerinin metnin anlamını yeniden ürettiği gibi bu pratikler tarafından biçim değiştirdiğini gösterir. Aynı zamanda aktivist bir kimliğe de sahip olan ailelerin medyayla gündelik yaşamdaki ilişkileri, metini anlamlandırma biçimlerini etkilediği gibi eylemlerine de yön verir. Görüşmeciler için, gündelik yaşamda gazete ve gazeteciyle kurulan ilişki siyasal iktidarla aralarında bulunan “mesafe”yi aşmanın yolu olur. Böylece gazete, sadece iktidarın sözlerinin okunduğu bir yer olmaktan

Belgede TÜRKİYE CUMHURİYETİ (sayfa 84-115)

Benzer Belgeler