• Sonuç bulunamadı

TOLSTOY HAYAT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "TOLSTOY HAYAT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER"

Copied!
193
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TOLSTOY

HAYAT ÜZERİNE

DÜŞÜNCELER

(2)
(3)

HAYATA D A İR

D Ü Ş Ü N C E L E R

(4)
(5)

TOLSTOY

HAYATA D A İR D Ü Ş Ü N C E L E R

Çeviren Volkan Ünal

(6)

Kapak ve İç Tasarım Kenan Bıyıklı 0530 051 29 20

Baskı İstanbul 2017

Orient Basım Yayın San.Tic.A.Ş.

EZR YAYINCILIK 0850 340 44 24

Sertifika No: 31346

www.profkitap.com

(7)

5

GİRİŞ

Bir adam düşünün ki, geçimini değirmencilikle sağlıyor.

Değirmeni çalıştırabilmek için işletme bilgilerinin tamamını dededen, babadan öğrendiği yöntemlerle çalıştırıyor olsun.

Mekanik eğitimden uzak bu kişi, tahılın iyi öğütülmesi için değirmenin ötesini berisini kendi yöntemiyle düzeltip ayar­

larken, değirmenin esas kuruluşunu öğrenmeye merak sarar.

Un dökülen oluğundan değirmenin taşlarına, değirmen taşla­

rından mihverine, oradan da çarklara geçerek, çarkı döndü­

ren suya ulaşır ve bu değirmenin hareket ettiren en önemli unsurun akan su olduğunu anlar.

Bu keşfiyle sevinen değirmenci, değirmen taşlarını duru­

ma göre kaldırıp indirmeyi, çarkı döndüren kayışları duruma göre sıkıp gevşetmeyi bırakarak, değirmenin içindeki bütün hareketlerin ilk kaynağı olan suyu araştırmaya başlar. Kade­

rine terkedilen değirmen ise bakımsızlıktan git gide paslan­

maya ve bozulmaya yüz tutar. Çevresindekiler değirmenciyi yanlışından dolayı uyarırlar. Değirmenci ise uyarıları umur­

samayarak, en önemli gördüğü ve bütün değirmenin ondan

(8)

6

ibaret olduğuna inandığı suyu bütün gücüyle ve dikkatle araştırmaya koyulur. Başkalarının kesin itirazlarına karşı de­

ğirmencinin verdiği cevap şudur:

"Su olmazsa değirmen hareket etmez. Değirmeni işletmek için suyun nasıl getirileceğini ve bu suyun hareket gücünü ve bu gücün sonucunu bilmek gerekir. Netice olarak, değirme­

ni bilmek için suyu bilmek gerekir."

Düşüncesinden sapmayan değirmenci, mantığında karar­

lıdır. Onu yanlış düşündüğüne ikna etmek için, "bir şeyi in­

celerken, İncelenenin kendisi kadar muhakeme edilen konu­

nun da önem taşıdığının ve muhakemenin yararlı olması için incelemenin önce hangi alanda yapılması gerektiğinin kendi­

sine izah edilmesi gereklidir.

Mantığa uygun araştırmayla ile akla yatkın olmayan bir araştırma arasındaki fark şudur: Akla uygun yapılan araştır­

malarda, araştırma konuları önemine göre sıralanır ve düze­

ne kavuşturulur. Akla uygun olmayan muhakemelerde ise bu sıralama ve düzen yoktur. Bu sıra ve düzenleme de keyfi ve rast gele bir şey değildir ve özüyle ilgisi olmayan bir muha­

keme, son derece mantıklı bile olsa doğru sayılamaz.

Öğütme işleminin geliştirilmesini sağlamaya çalışan değir­

mencinin ulaşacağı sonuç şöyle olacaktır: "Değirmenin par­

çalarını bir sıraya koyarak ve düzene kurulması." Değirmen­

cinin incelemesi asıl amaca uygun düşmezse, son derece mantıklı olsa bile, yine de gerçeğe uygun sayılamaz. Böyle bir mantık, Kifi Mevkiyeviç'in: "Şayet filler de kuşlar gibi yu­

murtadan çıksalardı, fil yumurtasının kabuğunun kalınlığı ne kadar olurdu!" tarzındaki muhakemesine benzer.

HAYATA D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

(9)

T O L S T O Y 7

Bana göre, modern bilimin hayat hakkmdaki görüşleri ay­

nen bunun gibidir.

Hayat, insan tarafından yönetilen değirmen gibidir. Değir­

mene ilişkin her türlü işlemin aslî amacı, "öğütme"nin geliş­

tirilmesidir. Hayata ilişkin her bir teşebbüste de esas amaç

"hayatın geliştirilmesi" olmalıdır. Ve bu asıl amaca zarar ver­

meden bir saniye bile gözden kaçırmak mümkün değildir.

Hayata dair muhakemeler ve görüşlerde bu amaç göz önü­

ne alınmazsa, asıl muhakeme de yerini kaybeder. Muhake­

memiz, aynen, "Fil yumurtasının kabuğunu kırmak için har­

canacak barutun kuvveti ve miktarı ne kadar olmalıdır?" şek­

lindeki soruya benzer.

Hayatı inceleme ve derinlemesine araştırmanın maksadı, onun düzene sokulmasıdır. Bilim alanında insanlığa öncülük eden büyükler de hayata bu açıdan yaklaşmışlardır. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, günümüzde de bu asıl amacı terk ederek "Hayatın kaynağı nedir? Değirmen neden dönü­

yor? " konusuyla uğraşanların sayısı az değildir. Bunların bir bölümü değirmenin su ile çalıştığında diretiyor; bir diğer kıs­

mı ise değirmendeki bu hareketin onun akşamından kaynak­

landığını iddia ediyor. Neticede, gerçek konu giderek değişi­

yor ve başka şeyler konuşulur hale geliyor. Bir Yahudi ile bir Hıristiyan arasında geçen ünlü bir hikâye vardır: Hıristiyanın biri bir Yahudi ile tartışırken, rakibinin ipe sapa gelmez söz­

lerine cevap olarak Yahudi'nin kel kafasına "şak!" diye şama­

rı indirir ve sonra sorar: "Sesi çıkmasını sağlayan şey, senin kafan mıdır, yoksa benim elim midir?"

Günümüzde, din konusu da böyle havada kalmış bir sorun yumağına büründü. "Hayat, maddi olmayan bir esir mi, yoksa

(10)

8 HAYATA D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

maddenin özel bir biçimdeki titreşiminden mi kaynaklanı­

yor?" sorusu, eski çağlardan günümüze tartışılıp duruyor.

Tartışmaların sürüp gitmesinin nedeni, muhakemede asıl maksadın göz ardı edilmesidir. Hatta, "hayat" kelimesi duyu­

lunca, bundan herkesçe bilinen hayat anlaşılmayıp, hemen hayatın kaynağı ve kaynaklanma şekli nedir?" soruları bana gelmektedir.

Yalnızca ilmi kitaplarda değil, özel sohbetlerde bile, herkes hayatın isteklerinden, üzüntülerinden, nefretlerinden, sevinçlerinden vs. bahsetmeyip, hayatın tesadüfün yön verdi­

ği "doğal kanunlar"la nasıl meydana geldiğini tartışıyor. Gü­

nümüzde "hayat" kelimesi kavrayış, ilim, kudret, sevinç, hayret, eğilim gibi hayatın en önemli temel öğelerin dışına çı­

kılıp tartışılıyor.

"Hayat öyle bir hareketler bütünüdür ki, ona karşı diren­

mek, hayatın zıddı olan ölümü doğurur. Hayat öyle bir olay­

lar bütünüdür ki, bu olayların birbirini izlemesi ve devamı,

"organik varlıklardaki zaman sınırlıdır" fikrini doğurur. Ha­

yat, umumi ve daimi olan çözülme ve birleşmelerin tek nede­

ni olan çok yönlü bir alettir. Hayat, derece derece tamamla­

nan çeşitli cinste dönüşümlerin bir araya gelmesidir. Hayat, hareketteki organikliktir. Hayat, organizmanın kendine özgü faaliyetidir. Hayat, dıştaki ilişkilerin içteki ilişkilerle uyum halinde olması demektir."

Hayatı tanımlamak için söylenen bu sözler incelenirse, gö­

rülecektir ki hepsinin ifade ettiği anlam bir diğerinin aynısıdır.

Ve bu sözlerle tanımlanan şey ise, herkesin bildiği ve kastetti­

ği hayat olmayıp, belki hayatı ve diğer olayları doğuran çeşitli

(11)

T O L S T O Y 9

etken ve etkilerdir. Hayatı açıklama amacı taşıyan sözlerin en önemlisi, "kristaller"dir (moleküller ve molekül toplulukları).

Çürüme ve mayalanma gibi olaylar, bunun temeli sayılmakta­

dır. Vücudumuzu oluşturan milyonlarca hücrenin hayatı da bu gibi kimyevi olayların etkisi altında meydana gelir; ancak bu hücreler, canlıların başlıca duyusunu teşkil eden iyilik ve kö­

tülük duyusundan tamamen yoksundur, işte modern bilim, böylece, kristallerin, protoplazmanın, bitkilerin ve bedenim­

deki hücrelerin bir takım özel duyularına -bende "idrak ve hayrı amaçlamak" duyularıyla birbirinden ayırt edilemeyecek bir şekilde birleşmiştir- "hayat" adını vermektedir. Hayatın oluşumundaki bazı şartlar ile hayatın bizzat kendisi üzerine düşünme arasındaki fark, değirmen ile suya dair düşünmenin arasındaki farkın aynısıdır. Modem bilimlerin hayatın teşek­

kül şekline ilişkin görüşleri, belki bazı konularda insanlara ya­

rarlı olabilir. Fakat, bu gibi şeylerle bizzat hayatı açıklamaya kalkışmak doğru olmadığı gibi, bunlara dayanarak hayata dair verilecek hükümler de hiçbir doğruluk taşımaz.

"Hayat" kelimesi çok kısa ve gayet net bir kelime olup, an­

lamı herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, bu kelimeyi herke­

sin kullandığı anlamda kullanmalıyız. Bu kelimenin böyle açık ve net olması, diğer kelimeler ile açık ve net bir şekilde tanımlanabilmesinden değil, belki diğer farkların kendisin­

den kaynaklandığı bir farka temel oluşturmasından kaynak­

lanmaktadır. işte bu nedenledir ki, hayat farkından başka bir takım farkları çıkarabilmemiz için hayat kelimesinin herke­

sin kabul ettiği merkezi anlamını dikkate almalıyız.

Şayet hayat kelimesinin herkesçe bilinen esas anlamı kabul edilmeyip, bilimsel tartışmaların sonucunda uygun görülen

(12)

10

manayı benimsersek, konu giderek amaçtan uzaklaşıp, hakiki anlamını kaybederek gerçeğe tamamen aykırı bir şekil alır.

Modern bilim, "hücrede, protoplazma veya daha küçük bir inorganik maddede hayat var mıdır?" tartışmasıyla uğra­

şıyor. Biz daha evvel, "hücreye hayat sıfatını vermek bizim için mümkün müdür?" sorununu açıklığa kavuşturmalıyız.

Hücrede özel bir takım hareketler görerek onun canlı oldu­

ğunu kabul ediyoruz. Halbuki, esas anlamıyla kabul edilen hayat itibariyle, insan ile hücrede görülen hayat büsbütün ay­

rı iki şeydir ki, bunları birbiriyle örtüştürmek kesinlikle im­

kansızdır.

Vücudumuzun baştan aşağı hücrelerden oluştuğu keşfe­

diliyor ve şöyle deniyor: Senin vücudunun bir parçası olan bu hücreler, senin nitelendiğin sıfatlar ile nitelenmiştir ve senin gibi canlıdır. Oysa, benim kendimi mevcut bir hayat olarak hissetmem kendi kendimi bilmemden kaynaklanıyor ki, bu bilme içinde "kendimi bir takım hücrelerin bileşimin­

den oluşan parçalanmaz bir şahsiyet şeklinde bilmek" te bu­

lunmaktadır.

İnsan bedeninin bir takım hücrelerden oluştuğu söyleni­

yor; peki o halde bu hayat sıfatı kime isnat ediliyor? Kendi­

mize mi, yoksa hücrelere mi?

Hücrelerin hayat sahibi oldukları kabul edilirse, esas anla­

mıyla kabul edilen hayat sözcüğünün ifade ettiği şeyin en önemli unsuru, yani hayat sahibinin en zaruri duygusu olan

"kendisini bilmek", dışlanmış olur. Halbuki, bunun tersini, yani hayat sahibi bir şeyin kendi kendini bilme gerçeğini, di­

le getirmeye ihtiyaç duymadan akıl yoluyla biliyoruz. Eğer

(13)

T O L S T O Y 11

kendimizi bir takım hayat sahibi zerrelerden oluşan ve şahsi­

yeti çeşitli parçalara bölünen bir bütün olarak kabul ediyor­

sak, bizim bedenimizi teşkil eden ve " idrak "leri hakkında bil­

gi sahibi olmadığımız bu hücrelere hayat isnad etmek bizim yetkimiz dışındadır.

Ya organizmamızı oluşturan kısımların hayattan mahrum olup hayatın bizim parçalanmaz şahsiyetimizde bulunduğu kabul edilmeli, veya bizdeki hayat fikrinin sadece bir 11 düşün­

ced en ken ibaret olduğu.

Gözden kaçırılmamalıdır ki, hücrelerde gözlemlenen bir takım oluşumlara "maddenin titreşimi" demek yerine, doğ­

rudan doğruya "hayat" adı veriliyor.

Bizdeki Hayat sözcüğünün anlamı, herkes tarafından ka­

bul edilen ve herkesin kendi içinde hayat bulan bir anlamdır ki, bu da kişinin kendini kendi bedeniyle bütünleşmiş bir şe­

kilde birleşmiş ve şahsiyetini bölmesi olanaksız olarak bilme­

sidir. Eğer hücrelerin hayat sahibi oldukları kabul edilirse, hayat sahibi olmaları itibariyle onların da aynı değerlendir­

mede bulunmaları gerekir ki, bunun da mantıken kesinlikle söz konusu olamayacağı apaçıktır.

Kişi araştırmasını hangi alanda gerçekleştirirse gerçekleş­

tirsin, araştırmasının sonucunu kamu oyuna sunmak için, kendine has olan kelimeleri değil, kamu oyunca belirli bir anlam taşıdığını kabul ettiği sözcükleri kullanmaya mecbur olup kelimelerin herkesin kabul ettiği gerçek anlamlarından en ufak bir sapma göstermemesi gerekir.

Şayet hayat sözcüğü aynı zamanda hem bütüne ait bir sı­

fatı, hem de o bütünün çeşitli parçalarının bir sıfatını ifade

(14)

eden bir terim olarak kabul edilirse, "Hem fikir, bir takım ke­

limelerden, her söz bir takım sözcüklerden, her kelime bir ta­

kım harflerden, harfler de çizgilerden oluşur. Dolayısıyla, çiz­

gi demek fikir demektir" şeklindeki demogajinin doğrulu­

ğundan şüphe duymamamız gerekir.

Bilim sahasındaki en büyük çaba, mekanik kuvvetlerin et­

kisi neticesinde, hayatın nasıl oluşumu konularında görülür.

Bilim alanındaki büyük ekseriyeti, bu fikri, daha doğrusu bu kâhin karı masallarını tercih etmektedir.

Hayatın mekanik kuvvetlerin tesiri altında meydana geldi­

ği kabul ediliyor. Gerçekte ise, "mekanik kuvvet" terimi bi­

lim tarafından "hayat" kelimesinin zıddını belirtmek için kullanılır.

"Hayat" kelimesi gerçek anlamının dışında kullanıldığın­

dan, meselenin odaktan giderek uzaklaşıp gerçeğe tamamen aykırı bir şekil olacağı kesindir; böyle bir durumu kabul et­

mek, tıpkı çevresinin dışında kalan bir küre veya dairenin varlığını kabul etmeye benzer.

Kanımca, günümüzde bilimin tek yaptığı, "kötülüğün iyi­

liğe doğru sürekli bir hareketi" demek olan hayata öyle bir anlam yüklemektedir ki, benim için böyle bir konumda her­

hangi bir iyilik ya da kötülük görmem kesinlikle mümkün değildir. Aslî anlamı terkedilerek bilimsel anlamıyla kabul edilen hayata dair bilimsel açıklama içinde bildiğimiz kav­

ramlara ya da hiç olmazsa bunlarla bir bütün olarak ilgili di­

ğer kavramlara rastlanmayıp, bilimlere ait birtakım teknik te­

rimlere rastlanır. Ki, bu gibi terimlerin de bizce apaçık olan asıl kavramlarla hiçbir ilgisi yoktur.

12 HAYATA D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

(15)

T O L S T O Y 13

işte bu şekilde, esastan büsbütün sapan "hayat" kelime­

sinden çıkarılan ikincil hükümlerin de aynı şekilde esastan uzak kalması normaldir.

Bilim çevresinde araştırma alanı genişledikçe beşeri dil de giderek sıkışmaktadır. Nesneleri ve fikirleri anlatmak için

"sözcük" yerine bilimsel "volapük"ler (genel dil) yer alıyor.

Bilimsel "volapük" ile bilinen "volapük" arasındaki fark şu­

dur: Gerçek "volapük" nesne ve fikirleri toplumun kullandı­

ğı kelimelerle ifade eder. Bilimsel, "volapük" ise bilinmeyen fikirleri bilinmeyen kelimelerle tasavvur ediyor.

Düşünce ve görüşleri anlatmak için insanların yegâne ara­

cı sözdür. Söz ile düşünce ve görüşleri anlaşılır kılmak için, kullanılan sözlerin genel tarafından belirli anlamlar ile kabul edilmesi gerekir. Eğer rast gele lafız kabul edilip bununla me­

ram anlatmaya çalışılırsa, artık söz yerine bir takım işaretleri kabul etmek daha yerinde olur.

Inceleme-araştırma ve tecrübe olmaksızın yalnız akli kıyas ile hakikate ulaşmanın mümkün olmadığına ben de eminim.

Böyle bir yol insanı hataya götürür. Ancak, kâinatın bütün sırlarını tecrübe ile çözmeye çalışmak ve bu tecrübelerde apa­

çık ve esasa ilişkin şeyleri terk ederek sınırlı ve uydurma şey­

lere dayanmak ve inceleme sonucunu da birden fazla anlam ifade edebilen belirsiz kelimelerle ifadeye yeltenmek daha da hatalı bir yol değil midir? Bir eczanede ecza kavanozlarının üzerindeki etiketler o kavanozun içindekilerini ifade etmeyip rasgele yapıştırılmış olursa eczacı ne kadar becerikli olursa olsun, çok büyük hatalara yol açmak kaçınılmazdır.

Şayet birisi çıkıp da, "Bilimin araştırma alanı hayatın test edilebilen kısımlarını içine alır. Ruhun -irade ve iyiliğe yö­

(16)

nelik gibi- kendisine has hallerini açıklamak bilimin söz sa­

hibi olduğu alanın dışındadır" derse, bu itiraf son derece ye­

rinde, adaletli ve insaflı olurdu. Halbuki, hepimizin bildiği gibi, fiiliyatta bunun tersi söz konusudur. Eğer modern bi­

lim, hayatı merkezi anlamıyla kabul edip hayatın kendi ko­

nularıyla uygunluk arz eden diğer hallerini de bu dairede araştırma ve açıklamaya çalışsaydı, şüphesiz modern bilim­

lerin ve verdikleri sonuçların konumu şimdikinden büsbü­

tün farklı bir saha teşkil ederdi. Tekrar belirtelim ki, günü­

müzde yeni deneye tabi bilimlerin ateşli taraftarları, "haya­

tın" sadece kendi bilim dallarıyla ilişkili olan durumlarını değil, bir bütün olarak "hayat bilmecesi" denen şeyi açıkla­

yabileceklerini iddia ediyorlar.

Fizik, kimya, mekanik, astronomi ve diğer bilim dalları­

nın tamamı kendi alanlarındaki yaşamsal olayları araştırır ve araşmıyorlarsa da, bu incelemelerin hiçbirisinde bu kesin so­

nuç elde edilememektedir. İlimler henüz pozitif olmayan baş­

langıç dönemlerinde iken, bunların bazı dalları hayatın bü­

tün olağanüstü hallerini kuşatma azmiyle pek çok zamanlar faaliyet göstermiş ve sonuçta birtakım yeni kavram ve keli­

melerin ihdasından başka hiçbir şey çıkmamıştır. Çağımızın gelişmiş tecrübi bilimleri, geçmişte olduğu gibi, hayatın bir veya birkaç yönünü inceleyerek onun bütün hallerini izah ve tespit edebileceğini ısrarla ileri sürüyor. Bilimlerin yerini yanlış değerlendiren bu kişiler, gözlem ve tecrübe ile görüle­

bilen hayat olaylarının, esas hayatın bir kısmını teşkil ettiği­

ni ve pratik tecrübe ile hayatın bütün hallerini incelemenin mümkün olmadığını bilmek istemiyorlar. Bunlara kalırsa,

14 HAYATA D A I R D Ü Ş Ü N C E L E R

(17)

T O L S T O Y 15

psikoloji dendi mi, artık her şey, hatta hayatın en muğlak me­

seleleri dahi çözümlenmiş ve izah edilmiştir. Bunların haya­

tın bir veya birkaç yönünü incelemenin hayatın bütün sırla­

rını çözeceği şeklindeki iddiaları, bir cismin yalnızca bir yö­

nüne dikkatle bakılırsa, o cismin diğer yönlerinin de görüle­

bileceği iddiası kadar boştur.

Ancak fikri taassup ile savunulabilen bu türden fikirler, taassuba dayanan bütün başka şeyler gibi, insanlığı daima yalancı ve hatalarla dolu yollara sürüklemekle kendi felaket girdaplarını hazırlamaktadır. Bilim alanındaki bu safdiller insanları dikenli bir çöle sürüklemekle insanların en değer­

li hayat sermayeleri olan hislerini boşu boşuna öldürmekte ve geleceğin sahipleri olan yeni nesli, zahiren insaniyete hizmet gibi görünen, fakat aslında Kifi Mevkiyeviç'in fiille­

rinden farksız olan pek beyhude ve faydasız bir faaliyet sa­

hasına sürüklemekle geleceğin mutluluk ümidini de mah­

vetmektedir. Birkaç hayat olayını incelemekle hayatın bü­

tün sırlarını açıklayabileceklerini iddia edecek kadar cesaret gösteren bu cüretkarlar bilmelidir ki, kürenin sayıca sınırsız yarıçapları kadar çok sayıda yönü bulunan bir şeye aynı an­

da her yönden nasıl gidilemezse, bir şeyin aynı zamanda her yönden değerlendirilmesi de aynı şekilde mümkün değildir.

Bu sebepten ötürü, muhtelif yönlerden en önemli ve gerek­

li olanlarını ayırt edip onları öncelikle tercih etmek gerekir.

Farklı farklı yönlerin bu şekilde sıralanması, asli amaç açı­

sından zaruridir ve en önemli olan yön, tercih ve sıralama şeklindedir. Sıralamayı güzel yapabilmek için, hayatın haki­

ki anlamını bilmek gereklidir.

(18)

Bilimlerin takdir edilip değerlendirilebilmesi için, hayatın hakiki anlamının bilinmesi gerekir. Her bilim dalının değeri, onun hayatla münasebeti ile orantılıdır. Hayat merkezi anla­

mıyla bilinmezse, bilimlere dayandırılan nisbi değer koca bir hatadan ibaret kalır. Bilim, hayatı izah eden bir şey değildir;

bilakis onlara kuvvet, açıklık ve netlik kazandıran, hayatın açıklığı ve netliğidir. Dolayısıyla, bir şeye "bilim" adını vere­

bilmek için önce ne gibi şeylerin "bilim" terimi altına girebi­

leceğini ve hangilerinin giremeyeceğini belirlemek gerekir. Ki bu da hayatın hakiki anlamını bilmeye bağlıdır.

Fikrimizi açıkça söyleyelim: Bu gibi fikir ekollerinin ka­

idelerini hepimiz biliriz. Onların iddiasına bakılırsa, kâinatın esası olarak, madde ve kuvvet mevcuttur. Mekanik kuvvet,

"molekül"lere dönüşerek ısı, ışık, elektrik ve sinirsel veya zi­

hinsel faaliyetler şeklinde tezahür ediyor ve hayata ilişkin bü­

tün olaylar, istisnasız, bu kuvvetin çeşitli şekillerdeki teza­

hürleri olarak kabul ediliyor. Her şey o kadar açık ve aşikâr ki, eğer hayat hakikaten bu kadar sade ve sıradan ise, başımı­

zı iki elimizin arasına alıp biraz düşünmemiz gerekir.

Ben çekinmeden şunu iddia ediyorum: Tec-rübi bilimin ileri gelenlerinin bütün çaba ve gayretleri, bir defa tasavvur ettikleri varsayımı ne pahasına olursa olsun umuma kabul et­

tirmek için söz konusu varsayıma takviye ve destek verecek işaret ve emareleri araştırmaya yöneliyor. Bunların arzulan ve gayeleri araştırılacak olursa, bütün bu çaba ve gayretlerinin altında, hayatı inceleme ve izah etme arzusundan ziyade ken­

di esas akidelerini ispat etmek arzusu görülür. Onların mak­

sadı, organizmanın kaynağını inorganiklerin teşkil ettiği, ru­

16 HAYATA D A t R D Ü Ş Ü N C E L E R

(19)

T O L S T O Y 17

hi faaliyetin de organizmanın bir özelliğinden ibaret olduğu­

nu -her ne şekilde olursa olsun- ispat edebilmektir.

Çekirdeksiz tek bir hücre keşfediliyor. Bu keşif inorganik­

lerden organiklerin meydana geleceğine bizi ikna için yeterli bir delil teşkil ediyor ve derhal sayısız asırların bizim için ça­

lıştığına ve her şeyin bizim bildiğimiz biçimde varolmak zo­

runda olduğuna kanaat getiriyoruz. Ruhi faaliyetin, organik faaliyetin bir diğer şekli olduğu hususunda bizi ikna eden de­

lil de bundan fazla bir kuvvet taşımıyor. Ancak, buna inan­

mak için kendimizi zorluyoruz. Ve bütün akli kuvvetlerimizi her ne şekilde olursa olsun bunun ispatına hasrediyoruz.

Hayatı en iyi "animizm" teorisi mi izah eder? Yoksa "vita- lizm" mi daha doğrudur? Bunlar gibi hayatın esasına hiç do­

kunmayan bir takım meseleler, insanlara önemli "hayat konu­

suyla uğraşmaya vakit bile bırakmıyor. Modern bilim insanlığı öyle bir hale getirdi ki, insanlar buluş sahasındaki bu hızla bir­

likte, asıl amacın ne olduğundan tamamen habersizdir.

Acaba, ben, modern bilimin akılları hayrete düşüren bun­

ca muazzam sonuçlarını görmemek, bunlara karşı gözlerimi ilgisizce kapamak mı istîyorum? Hayır. Ben şunu iddia ediyo­

rum: Meydana gelen bu sonuçlar ne kadar muazzam olursa olsun beşeriyeti dalmış olduğu yanlış yoldan hiçbir şekilde kurtaramaz.

Diyelim ki, modern bilimin -buna kendisi de inanmıyor ya- ispatına çalıştığı şeylerin hepsi doğru ve hakikatin ta ken­

disi olsun; organiklerin inorganiklerden meydana geldiği gün gibi aşikâr ispat edilmiş olsun. Hakim kuvvetlerin de his, ira­

de, fikir vs.ye dönüştüğü matematiksel bir kesinlikle tespit

(20)

18

edilsin. Hatta ne gibi kuvvetlerin etkisiyle ne gibi his ve fikir­

lerin meydana geleceği de herkesçe biliniyor olsun... Acaba bunların bilinmesiyle belirli kuvvetler vasıtasıyla bir insan üzerinde belirli fikirler ve hisler doğurmak mümkün olur mu? Diyelim ki, bu da mümkün olsun. Fakat, diğer tarafta he­

nüz çözülmemiş önemli bir sorun daha var: Sözde belirle kuv­

vetlerle bir insan üzerinde belirli fikirler ve hisler doğurmak mümkün olduğu takdirde kendimizde ve başkalarında ne gi­

bi hisler ve fikirleri doğurmalı ve hangilerini uzaklaştırmalı?

Modern bilim adamaları bu sorunun önemini takdir etme zahmetine bile katlanmıyorlar. Bu soru, konuyu anlamayan herkeste olduğu gibi, onların gözlerinde de önem taşımıyor.

Evet, "Hayat bizim iktidarımızın altındayken onu hangi esas­

lara dayandırmalı?" sorusu onlara göre önemsizdir. Onlar bu soruya şöyle cevap verirler:

"Hayat öyle esaslar üzerine kurulmalı ki, insanlar o saye­

de bütün istek ve ihtiyaçlarını karşılasınlar. Bilim öncelikle bu istek ve ihtiyaçların sınırlarını belirlemek, sonra da ihti­

yaçların karşılanmasını kolaylaştırmak için çalışıyor."

Eğer onlara, "İstek ve ihtiyaç ne demektir?" diye sorulsa, şöyle cevap veriyorlar: "Bilimin asıl görevi bunu belirlemek­

tir. Bilim tabiata, estetiğe ve hatta ahlaka dayanarak çalışıyor ve sonunda bunlar için bir sınır çizmeyi başaracaktır."

Burada kendilerine bir soru daha yöneltilir. Bu sınırı çiz­

me hususunda neler rehber ve ölçü alınmalıdır? Ve bu sınır nasıl belirlenmelidir?

Onlar buna da şöyle cevap veriyorlar: İhtiyaçları ve arzu­

ları inceleyerek ve tetkik ederek. Herkes bilir ki, bir şeyin ih­

(21)

T O L S T O Y 19

tiyaçları, o şeyin varolmak için ihtiyaç duyduğu gerekli şart­

lar demektir. Bu ise sınırsız sayıda olduğundan ihtiyaçların incelenmesi ve araştırılması da mümkün değildir. Arzulara gelince, bunlar da her insanın zihninde varolup, ancak o in­

san tarafından hissedilebilen ve idrak edilebilen enfusi (içsel) hallerden ibaret olduğu için, bunlar da harici bir varlığın in­

celeme ve araştırması altına giremez.

Kendilerini hatasız zanneden bu güruhun böyle önemli konuların çözümüne çalışması, Hz. Isa'ya düşen mukaddes bir göreve layık olmadıkları halde müdahale etmek değil de nedir?

Bilimlerin bir şeyi çözebilmesi ve izah edebilmesi için, ön­

ce onların esas akidesi olan " dogma "larını hiçbir kontrole ta­

bi tutmadan olduğu gibi kabul etmek lazımdır. Bu, tıpkı Ya- hudilerin Hz. İsa'ya olan itikatlarına benzer. Şu farkla ki, Hz.

Isa'nın peygamber olarak gönderildiğini kabul eden bir Yahu­

di için kendi ihtiyar ve iradesiyle yaptığı bu işin daha yüce ol­

duğuna inanmak mümkün olduğu halde, ihtiyaçları ve arzu­

ları dıştan incelemekle önemli hayat olaylarını izah edebile­

ceğine modern bilimin inanabilmesi aklen imkansızdır.

(22)

20

İNSAN HAYATINDAKİ TEZATLAR

Her insan kendi çıkarı ve iyiliği için yaşar. Kendisi için çıkar ve menfaatini düşünmeyen insan yaşıyor sayılmaz. İn­

san "kendi yararına olan birşeyi arzu etme" hissinden uzak­

laşmış hayatı düşünemez. Yaşamak demek, kendi çıkarını düşünmek demektir, insanın hissettiği hayat, yalnızca ken­

di şahsi hayatıdır. Bundan dolayıdır ki, arzuladığı iyilik ve yarar ona ilk bakışta yalnız kendi şahsıyla sınırlıymış gibi görünür. Gerçek hayat sahibi olarak sadece kendisini görür.

Çevresindeki diğer canlıları ise sözde hayat (sahibi) şeklin­

de tasavvur eder.

İnsan, diğer varlıkların hayatını, inceleme sonucunda öğ­

renir. Onların hayatını ancak bilmek ve düşünmek istediği zaman bilir. Ne var ki, kendi hayatını bilmesi böyle değildir.

Kendisinin bir hayat (sahibi) olduğunu -bir an için bile- unutması imkan dışıdır. Bu nedenledir ki, onun gözünde ha­

kiki hayat sadece kendi hayatıdır. Çevresindeki diğer varlık­

ların hayatı ona kendi hayatının bir uzantısı gibi görünür. Di­

ğer varlıklar için bir kötülük arzu etmemesi, onların elem ve

(23)

T O L S T O Y 21

ıstıraplarım görerek muzdarip olmamak içindir. Başkaları için bir iyilik istemesi de yine onların şahısları için olmayıp başkalarının mutluluğundan kendisine fayda payı çıkarabil­

mek içindir. İnsandaki menfaat arzusu incelenip tahlil edildi­

ğinde, bu arzunun yalnız dolaysız olarak algıladığı kendi şah­

si hayatına münhasır olduğu görülür.

İnsan bu arzuların peşinde koşarken, bunları tatmin için çevresindeki diğer varlıklarla da bağ ve ilişki kurması gerek­

tiğini anlar ve diğer canlılarla kurduğu bu bağ ona her canlı varlığın tıpkı kendisi gibi düşündüğünü, onların gözünde de gerçek hayatın kendi şahsi hayatlanndan ibaret olduğunu ve arzuladıkları iyilik ve menfaatin de yalnız kendi şahsi hayat­

larıyla sınırlı kaldığını anlar ve tam anlamıyla kanaat getirir.

Ve sonuçta anlar ki, bu canlıların her biri kendi küçücük menfaatleri için -düşünebilenler de dahil olmak üzere- umu­

mun zarara girmesine, hatta onların hayatlarına son vermeye hazırdır. Onun her şahsi menfaatin karşı bütün dünyadan oluşan kudret sahibi dirençli bir kitle vardır. Ve bunların her bir ferdi her an onun -gözünde yegâne gerçek hayat olan- kendi şahsi hayatına son vermeye hazırdır. Bu gerçeği fark eden fikir sahibi kişi şu hükme varır: Daha önce gerçekleşti­

rilmelerinin hayatı oluşturduğuna kanaat getirdiği bu gibi şahsi emeller, yalnızca katlanılması imkansız olmakla kalma­

yıp, aynı zamanda şahsi hayatı için yıkım nedenidir.

İnsan ne kadar çok yaşarsa bu gerçeği tasdik edecek o ka­

dar çok tecrübe geçirir ve bu gibi tecrübeler ona kendi şahsi­

yetinin dışındaki kâinatın hayatının onun şahsi hayatına amansız bir düşman olduğu yolunda bir fikir verir.

(24)

22 H A Y A T A D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

Bunun yanında, insan bütün şahsi emellerini tatmin etme­

ye uygun bir çevrede bulunarak her türlü arzusuna nail olsa bile, sonuçta yine tecrübe ve muhakeme ona şunu gösterir:

Şahsi zevkleri oluşturan her bir parça, onun kederlerini bü­

yüten birer kötülükten başka bir şey değildir ve hayat mey­

danında ne kadar aşama kat edilirse zevkler ile kederlerin birbirleriyle doğru orantılı şekilde artması da o kadar açık ve kesin biçimde hissedilir.

Aynı zamanda diğer canlıların elem ve kederlerini ve so­

nuçta ölüme kadar giden ızdıraplarım gören insan, yıkıcı bin­

lerce tesadüf arasında titreyen şahsi varoluşu da tıpkı diğer varlıklar gibi, ölüm vadisinde ilerlemekte ve şahsi hayatıyla birlikte kendisindeki "menfaat arzusu" da tamamen yok ol­

maktadır. İnsan kendi hayatını incelediğinde şu iki şeyi he­

men görür: 1) Yenilmesi imkansız kuvvetli bir rakip ile, yani bütün dünya ile mücadele etmek; 2) Bu mücadelede de ke­

derle hep elele veren zevkleri doğuran şahsi emelleri esas maksat yapmak. Bu acı gerçeği fark edince, insan kendi haya­

tına son vermeyi ister.

Ne var ki, bunu yapmak mümkün değildir. Nitekim, araştırmanın sonucunda şu ortaya çıkar: Daha önce gerçek hayat diye gördüğü kendi şahsi, gerçek bir iyiliğe ve hayata sahip olmayıp, bunlara gerçekten sahip olan; onun dışında ve onun -dolaysız biçimde- asla hissedemediği diğer hayat sahipleridir.

Anlar ki gerçek hayat sahibi sandığı kendi varlığı kısa bir süre sonra yokluğa karışacak ve bedenindeki her bir organ çürüyecek olsa bile, kendisinin dışındaki hayat sahibi kitle,

(25)

T O L S T O Y 23

onun yokluğundan hiç etkilenmeyerek o mücadele dolu kar­

maşasında varolmaya devam edecektir. İnsan düşündükçe, gerçek zannettiği şahsi hayatının yalancı bir rüya olduğunu;

hayat ışığını kendi dışındaki hayattar kitlenin ihtiva ettiğini ve üzerinde taşımak istediği bütün niteliklere kendi şahsı dı­

şındaki o hayattar kitlenin tamamen sahip olduğunu anlar.

Bu düşünce insan için hüzün ve karamsarlık noktasında eskiden beri süre gelen bir düşüncedir. Öylesine berrak ve kesin bir gerçektir ki, insanın aklına bir düşmeye görsün, onu beyninden söküp atmak kesinlikle imkansızdır. İnsanın düşüncesinde onun yerini alabilecek başka bir düşünce de yoktur.

(26)

24

FARÎSİYENLERVE

BİLİM ADAMLARININ İDDİALARI

Bu girdap insan hayatındaki eski çağlardan beri, insanoğ­

luna yol göstericilik yapmış olan bilim adamları tarafından anlaşılmış ve bu çelişkiyi çözmek için farklı yollar gösteril­

miştir. Ancak, "Farisiyenler” (İŞrailiyattan günümüze gelen dinî törenlerde aşırılığa kaçan grup) ve bilim adamları bu gerçekleri toplumdan her zaman gizlemişlerdir.

Bir düşünür ve her kesimden da onu aynı şekilde algıla­

mışlardır. Çok uzun zamandan beri insan kendi kendine "Bu yaşadığımız özel hayat, sürekli çatışma, yıkılış ve bozuluştan ibaret bir keşmekeştir. Gerçek hayat böyle kötülüklerden uzak olmalıdır" demiş ve hayattaki çelişkinin bu şekildeki ifadesi Hint, Çin, Mısır, Yunan ve Yahudi alimlerince aynı şe­

kilde tekrarlanmıştır. İşte, antik çağlarda insanların nazarı ve düşüncesi, ölüm ve çarpışma ile sarsılmayan hakiki iyilik ve faydaya yönelikti. Ki böyle hakiki bir iyilik ve menfaatin an- Iaşılmasıyladır, ki beşeriyet gerçek bir ilerleme alanında ger­

çek medeniyete doğru adım atmış olacaktır. Antik asırlardan beri insanlığa rehber olan büyükler, hayattaki çelişkiyi çöz­

(27)

T O L S T O Y 25

mek için çok büyük fikirler ortaya atmış ve insanın yaratılı­

şına uygun hakiki iyilik ve menfaati ve hakiki hayatı insanla­

ra öğretmiş ve telkin etmişlerdir.

İnsanların her birinin kâinat içindeki konumu diğerleriy­

le aynı olduğundan, şahsi iyilik ve menfaatin imkansızlığı ve hayattaki çelişki her ırka mensup insanlar tarafından aynı şe­

kilde hissedilip algılanmış, farklı ırklara mensup dünya ça­

pındaki dehalar tarafından da insanlığa aynı şekilde hakiki menfaat ve hakiki hayat esasları öğretilip telkin edilmiştir:

“Hayat, beşeriyetin iyiliği ve mutluluğu için onlara gökyü­

zünden indirilen ilahi ışığın ayılması ve açılmasıdır.”

Konfüçyüs

“Hayat, gerçek iyiliğe ve mutluluğa ulaştıran ruhun ken­

dini bulmasıdır.”

Brahma

“Hayat, "nirvana" gerçek mutluluğuna ulaşmak için nefis­

in arzularından tamamiyle uzaklaşmaktır.”

Buda

“Hayat, ilahi emri gerçekleştirerek mutluluğa ulaşmaları için insanlara üfürülen bir esintidir.”

Yahudi bilginleri

“Hayat, iyiliğe ve mutluluğa götüren akla tabi olmaktır.”

Stoacılar

Hz. İsa da bütün bunları birleştirip özetleyerek;

"Hayat, insanı iyilik ve mutluluğa götüren samimiyetle başkalarını sevmektir," demiştir.

Asırlarca önce, günümüzün yalan yanlış telkinleri yerine hayatın çelişkisini çözmek için insanlara öğretilen gerçek un­

(28)

surları bunlar teşkil eder. Belki bazıları bunun aynısını dü­

şünmezler. Yine de bunların kabul edilmesinin, hayattaki iki­

lemi çözeceğini ve ulaşılması imkansız şahsi iyilik ve menfa­

at yerine hakiki iyilik ve menfaati ifade edeceğini inkar da mümkün değildir. Bu ilkeler her ne kadar oldukça teorik gö­

rünseler de, doğrulukları hayatta karşılaşılan tecrübelerle sa­

bittir. Ve bunların gerçekleşebileceğini, bu ilkelere uygun ha­

reket eden milyonlarca insanın varlığı ispat etmektedir. İn­

sanlığın bu büyük isimlerinin öğretilerine uygun hareket edenlerin dışında her dönemde süregelen bir topluluk daha vardır. Ki bunlar hayvan gibi bir yaşam sürerek hayattaki çe­

lişkinin varlığından bi haber bu dünyadan gelip geçerler.

Bu topluluktan olanların birçoğu günümüzde de mevcut­

tur. Bunlar ulaştıkları özel yerler itibariyle kendilerine hep insanlığı doğru yola çıkaranlar görüntüsünü vererek hiç de anlamadıkları hayatın anlamına dair insanlara vaazlarda bu­

lunmakta ve hayatın yalnız bireysel yaşamdan ibaret olduğu­

nu telkin etmektedirler.

Bu kesim iki gruba ayrılır. Birinci grup, öğrettikleri ve tel­

kin ettikleri şeyleri insanlığın gerçek kurtarıcıları tarafından sunulan mukaddes kitaplara -sözde- dayandırırlar. Amma ve- lakin, bu kitapların içeriğini kavrayabilecek mertebede olma­

dıklarından doğumdan önceki ve ölümden sonraki hayata dair hususları tamamen tabiatüstü bir şekle sokarak insanlar­

dan yalnızca dini âdet ve törenleri isterler. Onlara için haya­

tın kötülüklerini iyiliğe çevirebilmek için ayinler ve farzların yerine getirilmesi yeteriidir. Bahsettiğimiz grup gıdasını, "Fa- risiyen"lerin öğretilerinden alır.

26 HAYATA D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

(29)

T O L S T O Y 27

İkinci grup ise, bunlar insani ahlak ve mukaddesatını ta­

mamen reddederek, insan hayatının doğum ve ölüm arasın­

daki kısımdan ibaret olduğunu, hayvani hayattan hiçbir far­

kının bulunmadığını iddia ederler. Bu grubun, varsayımları­

nı dayandırdıkları yer ise pozitif bilimcilerin öğretileridir.

Her iki grubun da bu yanlış öğretisi, hayattaki çelişkiyi anlayamama üzerine kurulmuştur ve aralarında daima sür­

tüşme yaşanır. Bu sürtüşme insanlardan pek çoğunu kendile­

rine ortak yapıp binlerce sene önce insanlığa sunulmuş olan gerçek ilkelerinin bugün yaşayanlar için sır olarak kalmasına yardım edebiliyorlar.

Farisiyenler insanlığın diğer gerçek kurtarıcıları tarafın­

dan dile getirilen hakikati gözlerden gözlemek için dayandık­

ları mukaddes kitapların gerçek anlamını anlamayarak, bu anlamları esasından tahrif ederek kurdukları yanlış meslekle­

rini devamlı biçimde kendilerini izleyenlerin önüne sürmek­

tedirler. Ancak, büyük insanların sözlerindeki aynılık ve bir­

lik, onların yanlış telkinlerinin en esaslı köklerine şiddetli darbeler indirmektedir. Pozitif bilim taraftarları ise "Farisi- yen"lerin dayandıkları hakiki esaslara da itibar etmeyerek, doğum ile ölüm arasında sıkışmış hayat fasılasının dışındaki her türlü hayat ihtimalini inkâr ederek, gelecek hayata ait öğ­

retilerin hiçbir esasının olamayacağını ve hayvani hayatın sı­

nırlarının dışında bir hayat düşünmenin cehilce alışkanlık­

lardan miras kalma hatalı bir düşünce olduğunu pervasızca iddia etmektedirler.

(30)

28

POZİTİF BİLİM TARAFTARLARININ İDDİALARI

insanlığın gerçek kurtarıcılarının yüce öğretileri içlerin­

deki hakikatin büyüklüğü sayesinde insanların büyük kısmı üzerinde bu kadar şaşırtıcı etkiler gösterirken, modern bi­

lim adamları onların öğretilerine bir tabiat üstülük atfediyor ve etkilerini de mitolojideki yarı-ilâhlar konumunda göste­

rerek güya böylece onların eskiliklerini ve bayatlıklarını öne sürerek bunların artık bir işe yarayamayacaklarmı ispata ça­

lışıyorlar.

Aristo'nun, Bacon'ın, Kant'ın ve benzerlerinin öğretileri;

okuyucuları arasında çoğunluğu oluşturacak bir taraftar bu­

lamadıkları ve onların hakikatten ne kadar pay sahibi olduk­

larını vakıa ortaya koymuş olduğu halde, pozitif bilim taraf­

tarları bu vakıadan çıkan mantıki sonucun tamamen tersi bir hüküm çıkarmaya çalışıyorlar. Onlara bakılırsa, Aristo'ya, Ba- con'a, Kant'a vs. taraftar olanların küçük bir sınıf teşkil etme­

si, onların fikirlerinin doğruluğunu; Brahmada, Buda, Zer­

düşt, Lao-Tze, Konfüçyüs ve Hz. İsa'nın izleyicileri milyonla­

ra ulaştığından, onlara tabi olanların çokluğu onların öğreti­

sinin yanlış olduğunu göstermektedir.

(31)

T O L S T O Y 29

Dünyanın kuruluşundan bu yana milyarlarca insan deği­

şik batıl yollara sapmış halde gelip geçmişlerdir. Ancak onla­

rın yolundan gittikleri inançlar -bozulmuş da olsa dahi- on­

ları gerçek iyiliğe ve hayata ulaştıracak fikirler vermiştir. Bu fikirler asırlar boyu devam ederek toplumun ileri gelenleri ta­

rafından bir inanç zemini olarak yer bulmuşlardır. Günümü­

zün pozitif bilimcileri öne sürdükleri teorilerin ise hiçbirisi on senelik bir hayata mahzar olmamakta ve daima sonra ge­

len kendinden önce gelenleri çürütmektedir.

İşte çağdaş toplumun sürekli peşinden koştuğu ve zama­

nımızda insanlığın gerçek kurtarıcılarına yakışan yeri haksız yere işgal eden pozitif bilim adamlarının batıl mahiyetini bundan iyi ispat edecek bir delil yoktur. Merak edilip millet­

lerin istatistikleri karıştırılacak olursa, yeryüzünde yaşayan insanların tâbi olduğu dinlerin toplam sayısının bine ulaştığı göze çarpar. Ancak bu dinlerin ilk bakışta bahse değer olan­

ları, Budizm, Brahmanizm, Konfüçyanizm, İslam ve Hıristi­

yanlık dinleridir. Geriye kalanlar ise birbirlerini red ve yalan­

lamayla uğraşan küçük küçük dini cemaatlerdir. Zamanımız­

da bunların üzerinde durulmasının bir faydası yoktur. Spen- cer'in en son teorilerini bilmemek zamanımızda ayıp sayılı­

yor. Buda, Brahma, Konfüçyüs, Lao Tze, Epiktetos vesaireye dair edinilen malumat olsa olsa isimlerin bilinmesiyle sınırlı kalır. Zamanımızda kendisine tâbi olunan dinlerin Hint, Çin, Hıristiyanlık ve İslamiyet olmak üzere yalnız dört büyük şu­

be teşkil ettiği hiç kimsenin aklına gelmiyor gibi. Bunların az çok incelenmesi için başvurulacak kitapları beş rubleye satın almak mümkün olduğu gibi, iki hafta içinde başından sonu­

(32)

30 HAYATA D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

na kadar okumak mümkündür. Ancak fikir meslekleriyle hiçbir ilgisi olmayan insanlar bununla meşgul olmayacağı gi­

bi, felsefeciler de bununla uğraşmayı mesleklerinin dışında görmektedir. Öyle ya! Hayatın çelişkisini akıl ile çözen bu adamlar bunlara neden ihtiyaç duysun? Pozitif bilim taraftar­

larına gelince, onlar hayatta böyle bir şey göremediklerinden, onu bütünüyle inkar ve insani hayat ile hayvani hayat arasın­

da hiçbir fark bulunmadığında ısrar ediyorlar.

Gözü olan bir kişi, her gördüğü şeyi tanır ve belirler. Kö­

rün bilebildiği ise çarptığı yerden ibarettir.

(33)

31

POZİTİF BİLİMCİLERİN YANILGISI

Pozitif bilimciler hayatın gözlenebilen olaylarını hayatın tamamı olarak kabul edip, hayata dair hükümlerini de hep bu esastan çıkarırlar.

Pozitif bilime sorarsanız, hayat, doğum ile ölüm arasında geçen bir zaman aralığıdır. Bir insan da, bir beygir de ve bir köpek de aynı şekilde doğar ve her birinin kendilerine ait be­

denleri vardır. Bir gün gelir, organizmalarında hayattan eser kalmaz. Beden çözülerek diğer varlıklara karışır. Ve önceki varlıktan hiçbir iz kalmaz. Kalbin çarpması, soluk alıp-ver- menin devamı, cesedin dağılmaması, hayatın varolması de­

mektir. Bunların yokluğu da hayatın yokluğu olur. İşte buna dayanarak, pozitif bilim, insan hayatının da tıpkı diğer hay­

vanların hayatı gibi doğum ile ölüm arasındaki zaman aralı­

ğında insan cesedi üzerinde ortaya çıkan hususi bir durum olduğunu iddia ediyor. Peki bu sözler bizim gözümüzde ha­

yatın hangi yönünü açıklamış oluyor?

Beşeriyetin, neredeyse hayvanlık derecesine yakın bir dü­

zeyde olduğu cehalet döneminde, hayata dair beslediği fikir­

ler, yukarda sunulduğu şekildeydi. Zamanımızda bilim taraf­

(34)

32

tan olanların "bilimsel" tabiri altında sundukları fikirler de beşeriyetin ilk dönemlerinde besledikleri hakikatsiz fikirlerin tamamen aynısıdır.

Bunlar, tecrübi bilimlerden yardım alarak beşeriyeti bin­

lerce seneden beri bin bir zorlukla içinden çıkabildiği karan­

lık ve cehalet dönemine tekrar döndürmek için çalışmakta­

dırlar.

Onların iddiasına bakılırsa, insanın kendi vicdanı üzerin­

de yürüttüğü inceleme ile hayatı açıklamak mümkün değil­

dir. Bizim iyiliğe dair düşüncelerimiz zihnimizde iyilik ve menfaat arzusunu aynı hayat şeklinde gözlemlememiz aldatı­

cı bir hayalden başka bir şey değildir. Ve hayatın hakiki anla­

mını zihnimizde araştırmakla kesinlikle bulamayız. Hayatı anlamak için onun bütün olaylarım, hareket halindeki bir nesneyi inceler gibi teferruatlıca inceleyip tetkik etmeliyiz.

İşte ancak bu tecrübelerden çıkarılacak kanunlar ile, insani hayatı tam anlamıyla açıklayabiliriz. Modern bilim, insanın hayvani hayatına ilişkin bazı olayları hafızamızda canlandır­

dığımız hayat tarzında ele alarak bu hayatı önce insana, son­

ra diğer hayvanlara ve daha sonra da sırasıyla bitkilere ve cansızlara kadar yayabiliriz.

Modern bilimin bu incelemeleri o kadar karmaşık, o kadar çok yönlü ki incelemeyle zaman geçtikçe insan başlangıçtaki hatayı yavaş yavaş unutmaya ve en sonunda hayatın şekille­

rini ve görünüşteki olaylarını incelemenin, hayatın kendisini incelemek demek olduğuna kanaat getirmeye başlar.

Hayalimize bazı şekilleri ve suretleri gösteren kişiler, se­

yircilerdeki duyu aldanmasını (yanılsamayı) devam ettirmek

(35)

T O L S T O Y 33

için sürekli biçimde, "Hayalin yansıdığı yerden başka hiçbir yere bakmayın" dışarıda başka bir nesne mevcut değildir. Asıl mevcut olan o nesnenin yansıyan hayalidir" derler.

Zamanımızdaki pozitif bilimler kendi görüşlerine karşı aynen bunun gibi hareket eder. Hayatın bütüncül bir tanımı­

nı yapıp onun insan zihninde gelişen gerçek şeklini göz önü­

ne almak yerine hayatın harici bazı görünüşlerini önemser.

İşte bu yanlış hayat tanımından "iyilik ve çıkar arzusu"yla uzaktan yakından ilişkisi olmayan bazı sonuçlara vararak, bu sonuçlardan hayvanların hayatta izledikleri hedef ve amaca dair hükümler çıkanr. Sonra da bu hükümleri insanlara ge­

neller.

Pozitif bilimlerin hayatta hedef ve amaç olarak kabul etti­

ği şeyler şunlardır: 1) Kişiliğini muhafaza etmek; 2) Cinsiye­

tini korumak; 3) Hayat için daha yararlı şartları oluşturmak;

4) Yaşam mücadelesi. Pozitifizme göre, insani hayatın hedef ve amacı da sadece bunlardan ibarettir.

İnsani hayatı hayvani hayattan ayıran yegâne yönden he­

nüz habersiz oldukları zamanlarda, beşeriyetin beslemiş ol­

duğu yanlış fikirleri çıkış noktası kabul eden modern bilim, kendi incelemelerinden ikinci sonuç olarak, şahsi iyilik ve menfaatin sağlanabileceğini ve insan için kendi hayvani şah­

siyetine ilişkin menfaatlerin göz önüne alınması gerektiğini çıkarıyor.

Modern bilimin son sınırını bu sonuç da çizmez. O daha ileri gidip, insandaki "akli vicdan"ı da inkâr eder ve insani hayatı da tıpkı hayvanlarda olduğu gibi şahsi ve cinsi korun­

ma için yürütülen kesintisiz bir mücadele olarak kabul eder.

(36)

34

BU ÖĞRETİLER NEDEN REHBER VE ÖLÇÜ OLAMAZ?

Farisiyenlerenin ve pozitifistlerin öğretileri hayatı açıkla­

yamadığı gibi, insan fiil ve hareketleri için de rehber ve ölçü olamaz. Hayatta hareket rehberi, yeterli hiçbir anlamı olma­

yan âdetlerdir.

Pozitif bilimlerin yalancı öğretilerine kapılanlar şöyle di­

yor: "Hayatı açıklamaya gerek yok. Onu herkes biliyor. Dola­

yısıyla, her şeyden önce yaşamaya bakmalı." Onları "Hayatı ve hayatın iyiliğini bilmediğim halde yaşıyorum" inancında olmaları, hareketlerinde sabit hiçbir yönü olmayıp, med-ce- zir ile öteye beriye atılan bir kişinin "yüzüyorum" demesine benzer.

Dünyaya yeni gelmiş bir çocuk, ya ihtiyaç ve zaruret içinde veya debdebe ve mal-mülk içinde bulunur. Aldığı ter­

biye ise ya Farisiyenlerin öğretisine veyahut ikinci kısmın öne sürdüklerine uygun düşer. Çocuk veya genç, hayatın çelişkisinden habersiz olduğundan, gerek birincilerin ve ge­

rekse İkincilerin öğretileri ona hareketlerinde rehber olmaz.

Ona hareketlerinde rehber olan şey, kendi çevresinde geçer­

(37)

T O L S T O Y 35

li "âdetlerdir. Bunun da en başında şahsi iyilik ve menfaat bulunur.

İhtiyaç ve zaruret içinde doğan bir çocuk anne-babasın­

dan, hayatın amacının hayvani şahsiyetini sağlamak, ihtiyaç­

ları için "mümkün olduğu kadar az çalışarak çok para kazan­

mak" olduğunu anlar. Eğer debdebe ve zenginlik içinde dün­

yaya gelmişse, hayatın amacının "hoşça vakit geçirmek için zengin ve itibar sahibi olmak "tan ibaret olduğunu öğrenir.

Fakirin edindiği bütün bilgi, şahsi hayat şartlarını daha el­

verişli hale sokmaya yöneliktir. Zenginin edindiği bilgi, bu kelimelerin büyüklüğüne rağmen, yine can sıkıntılarını kov­

mak ve hoşça vakit geçirmeye yöneliktir. Onlar hayat saha­

sında ne kadar ilerlerse, dünya perest insanların bakış açısı da onların kişiliğinde o derece yerleşir. Evlenip aile kurduk­

tan sonra hayvani hayata ilişkin menfaat için beslenen hırs bir kat daha artar. Mücadele büyük ve şahsi iyilik ve menfa­

at, hayatın değişmez hedefi haline gelir.

Eğer bunlardan biri "İnsanlar arasında bu zamana kadar süren ve bundan sonra da sürecek olan bu anlamsız mücade­

le nedir? insanlar hep keder ve üzüntüyle sonuçlanan zevk­

lere neden bu kadar düşkünler?" der ve bu hayatın makul olup olmadığından şüpheye düşerse bu, kesin bir biçimde, bundan birkaç bin sene önce aynı konumda bulunan insan­

lara insanlığın büyük kurtarıcıları tarafından tebliğ edilen ha­

kikat ilkelerinden habersiz olduğunu gösterir. Farisiyenler ile pozitif bilim taraftarlarının kaskatı ve ruhsuz öğretileri, umu­

mun nazarı ile bu hakikat ilkeleri arasında hep bir engel, bir perde teşkil etmiştir.

(38)

"Hayat neden böyle ızdıraplarla, elemlerle doludur?" Bu­

na Farisiyenler şöyle cevap veriyorlar: "Hayat ızdırap verir.

Şimdiye dek böyle olduğu gibi, bundan sonra da böyle ola­

caktır; hayatın iyiliği doğumdan önceki geçmişle ve ölümden sonraki gelecekle sınırlıdır." Gerek Buda, Brahma, Tao, ge­

rekse Hıristiyan ve Yahudi mezheplerinin yolundan giden Fa- risiyenlerin hepsi bu soruya bir ağızdan şöyle cevap vermek­

tedirler: "Şimdiki hayat kötüdür. İnsan ve kâinatın ortaya çı­

kışıyla başlayan geçmişe ait kötülükler, ölüm ile başlayan ge­

lecekte düzeltilecektir. Gelecek hayatta yapılacak hareketle­

rin en iyisi, öğretimize tamamen inanıp dini merasimleri ta­

mamen icra etmektir."

Farisiyenlere başvurmasıyla problemi çözemeyen bu adam, bir kurtuluş ümidiyle bu defa da pozitif bilim taraftar­

larına yönelir. Onlardan alacağı cevap da şudur:

"Hayvani hayattan başka bir hayat şekli düşünmek, batıl inançlar devrinden kalma bir cehalet ürünüdür. Senin, haya­

tın makul olup olmadığına dair şüphelerin, olsa olsa bir ya­

nılsama ve hayaldir. İnsanın, hayvanların, bitkilerin ve can­

sızların kendine özgü hayat kanunları vardır. Bizim uğraş ala­

nımızı işte bu kanunlar teşkil eder. Bunların bilinmesi, galak­

silerin, sistemlerin hayatından başlayarak insanın, hayvanla­

rın, bitkilerin ve cansızların hayatlarına gelinceye dek varo­

lan bütün hayat biçimlerini bizim gözümüzde çözer ve izah eder. Bu kanunların bize çözdüğü ve izah ettiği şeyler yalnız bununla da kalmaz. Bunlardan âlemlerin, sistemlerin, hay­

vanlar, bitkiler ve cansızların gelecek hayatlarına ilişkin hü­

kümler de çıkarılabilir. Bu kanunların bilinmesindeki yarar,

36 HAYATA D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

(39)

37

yalnız hayat biçimlerini açıklamayla sınırlı değildir. Bunların bilinmesi, insanların mutluluğu üzerinde de etkilidir. Sana, 'iyiliğe meyil' duygusuyla aynı anlama gelen hayat hakkında laf etmek bizim yetkimiz dışındadır. Bizim sana söyleyeceği­

miz söz, senin kendi bildiğinden başka bir şey değildir: İyi yaşamaya bak!"

Halihazır hayat tarzının akla uygunluğundan şüphe eden bu adam, başvurduğu bu iki tarafta da hiçbirisinde aradığı şeyi bulamaz. Ona hayatta ve hareketlerinde rehber olacak şey, onlara başvurmadan önce de kendisinde bulunan şahsi kanaatidir.

Bu zor durumda kalanların bazılan, Pascal gibi, kendi kendilerine "Herhalde Farisiyenlerin öğretilerine inanmalı, ileride ne olacağını kim bilebilir? Dedikleri çıkarsa, benim için bir zarar söz konusu olmaz. Çıkmazsa ben yine zararlı çıkmam. Bundaki kâr iki taraflıdır" diyerek Farisiyenlerin öğ­

retisini bütün lüzumsuzluklarıyla birlikte kabul ederler.

Diğer bir kısım ise, pozitif bilim taraftarlarına katılır:

"Adam sen de, sonrası ne olursa olsun. Böyle sapan yalnızca ben değilim ya!" diyerek dinleri ve diğer hayat biçimlerini ta­

mamen reddedip işin içinden çıkar. Oysa birbirinden tama­

men farklı olan bu iki yoldan herhangi biri onlara gerçek ha­

yatta ve yaşamsal fiillerde gerçek rehber olamaz.

Gelgelelim, insan için rehbersiz bir hayat düşünmek mümkün değildir. İnsanın her halükârda bir rehberi olmalı­

dır.

İnsan hayatı, doğumdan ölüme kadarki çeşitli fiil ve hare­

ketler silsilesidir. İnsan her gün önünde duran ve işlenmesi

(40)

mümkün milyonlarca fiil ve hareketin içinden kendisi için bir seçim yapmak zorundadır. Ne Farisiyenlerin semada yal­

nız kul ve zahidlerle sınırlı olan gizli hâzinelerden söz eden öğretileri, ne de pozitif bilim adamlarının sistemleri sayısız muhtemel fiil ve hareket arasındaki seçimde insanlara rehber olmuyor.

Bütün insan toplumlarında varolup, insanların uymak zo­

runda bırakıldıkları bu harici etkinin makul bir açıklaması yoktur. Bu âdetler her toplum için ayrı ayrı özellikler göste­

rir. İnsan tâ çocukluğundan itibaren çevresindekilerin anla­

mını bilmeksizin birtakım âdetlere şiddetle uyduğunu görün­

ce, o da bu umumi akıntıya kapılır. Fakat sadece uymakla kalmaz, bu hareketini akla yatkın bir nedene bağlamayı da is­

ter. Bu tür âdetlere uyanların bu âdetlerin akla uygun neden­

lerini de bildiklerine inanmayı kendi eğilimlerine uygun bu­

lur. Ve kendisinin bilmediği bu akla uygun nedenlerin diğer insanlar tarafından mutlaka bilineceğine kendisini yavaş ya­

vaş ikna eder. Oysa, diğer insanlar âdetlerin akla uygun ne­

denlerini belirleyememekte ve herkes aynı durumda bulun­

maktadır. Onlar da bu nedenlerin bilinmesini başkalarının üzerine bırakır. Ve birbirine bel bağlayarak kendilerine böyle aldatan insanlar yalnızca âdetlerin yürütülmesine değil, aynı zamanda onlara anlaşılmaz, esrarlı birer anlam yüklemeye alışırlar. Bu tür âdetler akla uygun bir neden içermekten ne kadar uzak ve ne kadar şüphe doluysa, insanlar tarafından da onlara o kadar çok önem verilir, o kadar rağbet görür ve uy­

gulanır. Fakir-zengin, genç-ihtiyar bu gibi âdetleri aynı şekil­

de canla başla uygulayarak senelerden beri milyonlarca insan

38 HAYATA D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

(41)

T O L S T O Y 39

tarafından uygulanan ve kutsal bilinen bu gibi şeylerin bü­

yük bir değeri olacağına inanarak kendilerini avuturlar ve in­

san ölüp giderken bile kendisine bilinmez kalan hayatın an­

lamının diğer insanlarca bilindiğine inanmaya devam eder.

Halbuki, diğer insanlar da aynı şekilde düşünmektedir.

Bir taraftan da yeni yeni kişilikler dünyaya gelir. Büyür, ol­

gunlaşır ve genç-ihtiyar bütün insanların katıldığı "hayat"

adı verilen bu varoluş cümbüşünü seyrederek gerçek hayatın olsa olsa bu olacağına kanaat getirir. Bu tıpkı henüz hiçbir toplantıda bulunmamış bir adamın bir toplantıya katılma he­

vesiyle toplantı yerine giderken kapının önünde büyük bir kalabalığa rastlayıp asıl toplantının bu olduğunu zannetmesi­

ne ve içeriye girmeksizin toplantıda bulunduğuna kanaat ge­

tirmiş bir halde evine dönmesine benziyor.

Bilimin ilerlemeleri sayesinde insanlar dağları deliyor, ha­

valarda uçuyor, tabiatın kuvvetlerini kendisine boyun eğdire­

rek kullanıyor. Telefon aracılığıyla y ü z l e r c e kilometrelik me­

safeden ağız ağza konuşuyor. İcat ettiği mikroskop sayesinde maddenin içindeki mikro âlemleri gözlemleyerek orada yeni yeni âlemler keşfediyor. Mikro âlemleri gözlemleyerek orada yeni yeni âlemler keşfediyor. Diğer taraftan üniversiteler, şir­

ketler, savaşlar, parlamentolar, partiler... kısaca bütün bu me­

deniyet gürültü patırtıları hayat mıdır?

Hayır. Bağırtılı-çağırtılı bütün bu medeniyet faaliyetleri, hayat kapısının önündeki gürültü ve şamatadan başka bir şey değildir.

(42)

40

VİCDAN

insan kişiliğinin derinliklerinde, hayatın gerçek iyiliğinin ve mantıklı bir anlamının bulunması gerektiğine dair her za­

man bir arzu vardır. Amacı sadece kabir hayatından ve ulaşıl­

ması imkansız şahsi arzular ibaret bir hayat, hiçbir zaman ha­

kiki güzelliği ve mantığa uygun bir anlamı ifade etmez, kişi kendi kendine sorar: "Sadece kabir hayatını mı kutsal ve amaç kabul etmeli?"

Şayet yaşadığım hayat anlamsız bir şeyse, bu, benim gö­

zümde mevcut maddi hayattan başka gerçek bir hayatın va­

rolma ihtimalini değil, aksine, hayatın temelde manasız oldu­

ğunu ve bu anlamsızlığın onun zaruri bir niteliği olduğun­

dan; bu anlamsız hayattan başka bir hayatın varolmadığını is­

pat eder. Öyleyse, şahsi arzular mı hayatın hedefi olarak ka­

bul etmeli?

Şahsi arzuları hedef olarak seçen kişi için hayat da kötü ve anlamsızdır. O halde, mensubu olduğu aile, vatan, hatta tüm insanlığın yararını hayatın gayesi ve hedefi olarak kabul et­

mek mümkün değil mi?

(43)

T O L S T O Y 41

Eğer benim özel hayatımın bir anlamı yoksa, aileyi, vata­

nı ve tüm insanlığı içine alan diğer fertlerin hayatı da aynı şekilde anlamsızdır. Bir takım anlamsız hayatların topla­

mından akla uygun, anlamlı ve gerçek bir hayat ortaya çıka­

mayacağı gibi, bu toplamın oluşturacağı şeyin iyilik ve ya­

rarına çalışmak da akla yatkın bir hayat için tatmin edici bir hedef olamaz.

Öyleyse, fiillerin ve hareketlerin sebeplerini kavramadan diğerlerinin hareketlerine uyarak yaşamalı.

Bu da imkansız. Çünkü, onların da başkalarını taklit ede­

rek yaşamakta olduklarını biliyorum.

Şundan kesinlikle emin olalım ki, kısa bir zamanda aklî, vicdanın söylediği şeyler insanlar tarafından sahte bilimin maddeciliğinden daha çok işitilecek ve işte o zaman insanlar gerçek hayata kavuşmuş olacaklardır.

Fakat hakiki hayata kavuşmuş olan insanlarla ilişkiye gir­

meyen ve kendi cismani varlığını korumak için tabiatla sü­

rekli mücadele eden bazı kimseler, belki içinde bulundukları hayat şartlarının gereksinimlerinden kaynaklanan bazı an­

lamsız fiilleri işlemeye devam ederler.

Mutluluğun ayak seslerinin işitildiği mutluluk dönemi ge­

lip de insanlar kabir hayatı için yaşadığı hayatı yok sayan ve hayvani varoluşu hakiki hayat olarak kabul edenlerin büyük hatasını anladıktan sonra, hayatta hiçbir çelişki ve anlamsız­

lık hissetmeden daha uzun zaman yaşayacaklardır. İnsanlar ağır da olsa, her geçen gün akli vicdana yaklaşmakta ve giz­

lenmesi için harcanan bütün çabalara rağmen hayatın çelişki­

si bütün dehşetiyle büyük çoğunluğun gözleri önünde gerçe­

ğe dönüşmektedir.

(44)

42 HAYATA D A İ R D Ü Ş Ü N C E L E R

Kendine göre bilime inanan bir kimse, "Benim hayatım kendim için iyilik ve menfaat istemektir" iddiasında bulunur.

Bendeki akıl ve muhakeme ise bana kendim için iyiliğin haki­

ki iyilik olamayacağını ve şahsi çıkar göz önüne alınarak ne ya­

pılırsa yapılsın sonucun her zaman ölüm ve eziyet olacağını söyler. Gerçek iyilik ve gerçek hayat ve beşeri fiillerde akla uy­

gun bir anlam görmek amacıyla çevresine bakınca, etrafımda kötülük, ölüm ve anlamsızlıktan başka hiçbir şey göremem.

Öyleyse ne yapmalı? Nasıl hareket etmeli? Nasıl yaşama­

lı? İşte bu soruların cevabını bulamıyor.

Kişi bu sorulara cevap bulmak için etrafım araştırırken, çevresindelerin ne yaptıklarını kendileri de bilmeyip fiil ve hareketlerinde birbirlerini önder kabul eden bir sürü insan ile kendi sorularını cevapsız bırakan bir sürü yanlış öğretiden başka bir şey göremez.

Etrafındaki insanların kendi felaketli hareketlerinden ve fi­

illerindeki anlamsızlıktan habersiz bir halde yaşadıklarını gö­

ren uyanmış kişi, kendi kendine "Ya onlar akılsız, ya ben. Gel­

geldim, bu kadar milyonlarca insanın akılsız olması ihtimal­

den uzak. O halde akılsız olan benim "der, fakat ardından he­

men "Hayır, hayır; beni bu gibi fikirlere sevk eden akli vicda­

nın yalancı olması imkansız. Bütün dünyaya ters düşsem bile, ona uyacağım" diyerek kendi ferdi görüşüyle dünya üzerinde yapayalnız bir konumda kalır. İşte o zaman insan vicdanının ikileştiğini hisseder. Şahsi benliği ona yaşamayı emreder.

Akli benliği ise yaşamanın imkansız olduğunu söyler. Var­

lığının bu ikileşmesi insana çok büyük ızdıraplar getirir. İn­

san bu ikileşme ve ızdırapların nedenlerini araştırdığı takdir­

(45)

T O L S T O Y 43

de, bunun nedeninin kendi aklı olduğunu hemen anlar.

Evet, akıl, hayatını devam ettirmek için tabiatın zalim kuvvetlerine direnmek, hayat mücadelesinde varlığını koru­

mak için insanın dayandığı yegane destek bu yüksek özellik iken, şimdi onun hayatını zehirlemektedir.

Çevremizdeki canlılar dünyasına baktığımızda, onların ta­

şıdıkları bütün nitelikler ve özellikler hayata ilişkin ihtiyaç­

larına tam tamına karşılık gelir.

Kompleks yapılı hayvanlar, böcekler ve bitkiler kendi özel kanunlarına uyarak gayet rahat ve huzur içinde hayatlarını sürdürürler.

Ancak, insan yaratılışının en yüksek özelliklerinden ve en seçkin niteliklerinden birisi, onu elemler çukuruna düşürür ki zamanımızda akli vicdanın doğurduğu hayatın çelişkisi fikrinin bu gibi dayanılmaz ızdıraplarına tahammül edeme­

yen insanlar, son kurtuluş çaresini intiharın korkulu sinesin­

den ararlar.

(46)

44

VİCDANIN İKİLEŞMESİNİN NEDENİ

Vicdanın ikileşmesi, hayvani hayat ile insani hayatın bir- biriyle karıştırılmasından ileri gelir.

İnsan, kendisinde uyanan akli vicdanın hayatı bu şekilde darmadağın etmesinin hayvani hayatın insani hayatla karıştı­

rılmasından ileri geldiğini hisseder.

Zamanımızın pozitif bilimlerin telkinlerine kapılıp, onun her iddiasının doğruluğuna şüphe duymaksızın kanat getiren­

ler, hayatı doğum ile başlayan şahsi varoluşun sürmesi şeklin­

de kabul ederler. Onların görünüşüne göre, insan bir süre ço­

cuk olarak yaşar. Sonra gençlik ve yaşlılık hallerinde bu yaşa­

ma devam eder. Yani onlara göre hayat doğumla başlayıp ölü­

me kadar süren hayattan başka bir şey değildir. Bu görüşte olan bir adan kendi inandığı üzere hayatın sürekli silsilesini çeşitli hallerde izlerken birden bire değişik bir hale girer. Ve böyle bir insan hemen şunu anlar: Daha önce kesintiye uğra­

maz zannettiği hayat silsilesinin, artık eskisi gibi sürmesi im­

kansızdır. Kendi hayatında bir durgunluk, bir kırıklık hisseder.

Bilimin "Hayat doğum ile ölüm arasındaki zaman aralığı­

dır" şeklindeki telkinlerini tamamen özümsemiş olan bu adam, hayvanların hayatına göz atınca bu hayat ile kendinde­

Referanslar

Benzer Belgeler

Özet: Bu çalışmada Safkan Arap atlarında infertiliteye neden olan önemli bakteriyel ve mikotik etkenlerin, Şanlıurfa bölgesindeki..

Köyde çok kağnı olduğundan civar halkı buraya Kağ nılıca demişler ve sonra da bu isim Kanlıca olmuştur.. Kanlıcanın BizanslIlar zamanın - daki ismi

Stimulation Thresholds and Response Parameters of the Facial Nerve as Prognostic Factors in Facial Nerve

Bronchial epitelial cells are the most important cells that take part in inflammation, these cells act as antigen presenting cells (APC), and they contribute to the airway

Baltalimanı Hastanesi hariç, hastane yanındaki gazinodan Rume­ lihisarı önüne kadar uzanan kıyı ku­ şağındaki tüm yalı ve apartm anlar yıkılma planı

Ataç’ın sırrı oradaymış: Ciddîye alınmış yazdığı dönemde, bu sırrı alıp götürmüş, yazdıkları bugün dünkü kadar etkili olamıyorsa, gerekçeyi içe-

Akut Brusellozlu Hastalarda Akut Faz Reaktanlarının Düzeyi Levels of Acute Phase Reactants in Patients with Acute Brucellosis.. Mehmet Uluğ 1 , Nuray Can-Uluğ 2 , Şehabettin

Viranelerden toplanan ay- landoz dallan, çalı Çırpılar tıkılır, hızı saman alevi gibi çabucak geçer, kızar- masile kararması bir olur, sanki ateş yüzü