• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Basını ve Kanun-ı Esasi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Osmanlı Basını ve Kanun-ı Esasi"

Copied!
36
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

Türkiye

(2)

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

Türkiye

Ansiklopedisi

İletişim Yayıncılık A.Ş.

adına Sahibi Vedat Çakmak

Genel Yönetmen Murat Belge

Yayın Yönetmeni Fahri Aral

Yayın ve Danışma Kurulu Murat Belge, Seyfettin Gürsel,

Alpay Kabacalı, Şerif Mardin, ilber Ortaylı, Taha Parla,

Zafer Toprak, Tarık Zafer Tunaya

Sorumlu Yazı işleri Müdürü Ahmet Ziya Bayman

Yayına Hazırlama/ Fotoğraf-Resimleme

Mustafa Şahin

Emre Ünsev, Yiğit Ekmekçi

Teknik Yönetmen Edip Alşar

Kapak Ayla işler

Düzelti Lütfi Kuzu, Abdullah Onay,

Nuran Görgünay

Grafik/Pikaj Saadettin Oktay

Renk Ayrımı Üçel Ofset

Dizgi Serpil Şahin, Hüsnü Abbas

Siyah Beyaz Filmler Mustafa Özsoy

Ofset Hazırlık Perka A.Ş. Tesisleri

Montaj H.Mİray Yüzgeç

Baskı Ayhan Matbaacılık

Cilt Örnek Mücellithanesi

Genel Dağıtım GAMEDA

KAPAK: Bir grup OsmanlI aydını.

Resimdekiler: Soldan itibaren ayaktakinin Şinasi, oturanların Namık Kemal ve Ziya Paşa, arkadakinin Ebüzzlya Tevfik, en sağdaklnin

Recaizade Ekrem ve arkadakinin Abdülhak Hamid olduğu sanılmaktadır. Beyaz üniformalı İse teşhis edilememiştir.

TA HA TOROS ARŞİVİ

İletişim Yayınları

Klodfarer Caddesi, İletişim Han, Cağaloğlu-İSTANBUL Tel: 520 14 53 - 54 - 55

Ankara Bürosu: Konur Sokak No: 24/4 Yenişenir-Ankara Telefon: 25 36 00 - 25 20 71 İzmir Bürosu: 857. Sok. İzmiroğlu işhanı No, 306 Konak Telefon: 14 90 42

© Tanzimat'tan Cum huriyete Türkiye Ansiklopedisi nin tüm yayın hakları iletişim Yayıncılık A Ş. ye aittir

(3)

AYDINLAR

Tanzimat m Getirdiği “A y d ın ”

65

MUSTAFA FAZIL PAŞA (1829-1875): Abdülaziz'in Mısır valiliğinde veraset usulünü değiştirmesi ve hıdivtik unvanı verilmesi yolundaki isteklerini kabul etmemesine kızarak Avrupa’ya kaçtı. Orada Genç OsmanlIlara para yardımında bulundu. Affedilince İstanbul’a döndü. Bu davranışlarıyla, “Devlet nebulası içinde” hareket eden tipik Tanzimat aydınlarından biridir.

İslâmcılar toplumun tutarlı bir yöntem ve sağlam ilkelerle yeni bir biçim alma­ sı, gücünü artırması düşüncesine karşı çıkmıyorlar, ancak bu yenileşmenin Ba­ tılı hümanist önyargılarla değil, güçlü sistemi olduğu medrese dışındaki eği­ tim kumullarında uygulanan öğrenim içinde daha da açıklık kazanan İslâm mantık ve fıkhı çerçevesinde gerçekleş­ mesini istiyorlardı;

Batılı kurumlan doğrudan benimse­ mekle toplumu güçlendirecek yeni ku­ mulların İslâm esaslarından çıkarılması arasındaki çatışmadan doğan ilk buna­ lım hukuk alanındadır. Fransız Mede­ nî Kanunu’nu tercüme edip uygulama düşüncesinde olan Âli Paşa, Midhat Paşa ve Feyzi Paşa’ya karşı Cevdet Pa- şa’nın Mecelle’nin kabulünü sağlamış olması bütün Batılılaşma tarihi boyun­ ca ülke değerlerinin ve bu değerlerin arasında ilk sırayı tutan İslâm’ın top­ lum hayatının düzenlenmesinde esas alınması gerektiğini savunan aydın ke­ simin ilk ve son zaferi oldu. Bundan böyle aktarmacılık yaratıcılıktan her dönemde daha üstün bir yer tutacak, mutlak Batıcılıkla soyut şeriatçılık ara­ sında gerçeklerden kopuk bir çatışma gün geçtikçe kızışacaktır. 31 Mart Va- kası’nın kışkırtıcılarından olduğu söy­ lenen Volkan gazetesinin yayıncısı Der­ viş Vahdetî’nin İngiliz parlamentariz- mini savunduğu gözönüne alınırsa, sa­ vaşlar ve siyasî çalkantılar karşısında

çareler arayan ve belki sırf bu yüzden çaresiz kalan bir düşünce hayatı devlet tarafından oluşturulabilir bir niteliğe kolaylıkla bürünmüştür diyebiliriz.

Tanzimat’ın getirdiği aydın ihtiyaca dayalı tartışmaların yarattığı bir oku­ muş tipidir. Bütün mesele devletin ih­ tiyacının ne olduğu ekseninde döner. Bu yüzden Şinasi akıl ve kanun övgü­ süyle yenilik peşindedir; bu yüzden Na­ mık Kemal siyasî anlamda merkeziyet­ çi, İktisadî anlamda liberaldir; bu yüz­ den fıkıh eğitimi görmüş Ali Suavi la­ iklik ve faizciliği savunabilir; bu yüz­ den Said Halim Paşa lslâmcı olduğu kadar İttihatçıdır; bu yüzden iktidarda olanlar müstebit, muhalefet edenler bozguncudur.

İki Kampın İdeolojileri

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e varan dönem boyunca aydınların devlet yö­ netiminde merkeziyetçi veya adem-i merkeziyetçi olmakla; İttihatçı ve İti- lafçı olmakla nitelenebileceğini söyle­ mek alışılagelmiş ise de, yakın bir ba­ kış böylesi farkların ciddiyetinden şüp­ heye düşmeye yeter. İki kampın birin­ den diğerine zaman zaman geçen kişi­ ler olduğu gibi her iki kampta da gö­ rüşleri bakımından uyuşmazlık içinde bulunan kişiler hep vardı. Prens Saba­ hattin’in belirttiği gibi, her iki takım da aynı yolda yürümedilerse bile aynı teh­

likeye karşı, aynı savunma noktasından yürümeye başlamışlardı. Bu yürüyüş “ Sahaflar Çarşısı” nın beslediği İslâm- cılık, “ Beyoğlu kitapçıları” nm besledi­ ği Avrupacılık ve “ Bâbıâli kitapçıları” nın beslediği Osmanlıcılık ideolojileri çerçevesi içinde yapıldı ama, bu aydın­ lar arasında bilgiye saygı, bilginin ge­ çerli dokunulmazlığı seçkin bir yer tut­ madı. Böylece devlet adamı kendi dı­ şında sözüne güveneceği, sözüne kulak vermesi gerektiğine inandığı aydınlar olduğunu kabul edemedi. Sonradan Türkçülük haline girecek olan Osman­ lıcılık, çok sonraları sosyalizm kılığını benimseyecek olan Avrupacılık ve Is- lâmcılık Batılılaşmacı akımlardı, ama Batılı düşünce istikrarlı bir alanda maya tutmuş değildi. Sözgelimi bilim ko­ nusundaki görüşleri günümüzde de öne­ mini koruyan ve tartışılan Henri Po- incare’nin bütün önemli kitaplarını Sa­ lih Zeki’nin çevirmiş olması Türkiye’ de bilim konusunu tartışan bir çevre meydana getirmeye yetmemiştir. Tıpkı iyi bir çobanın, usta bir orakçının farklı bir zümreye girme imkânını kullanama- yışında olduğu gibi, aydın kesim için­ de de farklı bir güç odağı doğmamış­ tır. Aydın olmanın geçerlilik sahibi

ol-SAİD HALİM PAŞA (1863-1921): Yazarın “ihtiyaca dayalı tartışmaların yarattığı bir okumuş tipi” olarak nitelediği aydınlardandır. İslamcı olduğu kadar İttihatçıdır ve “Buhranlarımız” adlı kitabında Kanun-ı Esasî’nin Osmanlı toplumunun karakteri ile

(4)

66 AYDINLAR

Tanzimatm Getirdiği “A yd ın ”

duğu tek alan memuriyet ve devlete sa­ dakatle hizmet alanıydı. Temas edebil­ dikleri kadarıyla Batı’dan, içinde “ meşru” bilgiler bulunan bir hazine gi­ bi yararlanıyorlar, bunu alacakları res­ mî kararların mazeretleri olarak kulla­ nıyorlardı. Gerçekte İslâm terbiyesini Batıcı yaklaşımları içinde yaşatıyorlar, her biri kendine terkettiğinin yerine ge­ çebilecek yeni bir “ kitap” seçiyor, ye­ ni bir “ sünnet” e tâbi oluyor ve kendi yolundan inhirafı “ küfr” sayıyordu.

Bu tutumlarıyla ister Avrupacı, ister Osmanlıcı, ister Islâmcı olsun, aydın­ lar toplum içinde hayatiyet sahibi olan dinden farklı bir din içinde oldukları­ nın sezgisi içinde halkın taassubunu uyandırmak korkusunu sürekli olarak taşımışlardır. Halkın taassubu olarak adlandırılan “ kamuoyu” , Tanzimat’ tan Cumhuriyet’e varan dönem boyun­ ca aydınların başvurdukları, güç aldık­ ları bir kaynak değil, daha çok etkisiz kılınması gerekli bir tehlikedir. Halkın eğilimleri mektepliler için olduğu kadar medreseliler ve alaylılar için de hesaba katılıp değerlendirilmesi gereken görüş­ ler olmaktan çok uzaktır. Fakat aydın­ ların ilericif?) ve gericif?) her adımı hal­ ka onun taassubunu okşayan bir gerek­ çeyle sunulmuştur. Yapılan işler ve ta­

şınan niyetler arasındaki bu mesafe bel­ ki Türkiye’de bilginin gayrıresmî daya­ naklar bulmasını zorlaştırmış, devlet ta­ rafından oluşturulanın dışında bir dü­ şünce hayatının doğmasını imkânsız kılmıştır.

Bocalayan Aydınlar

Türk aydınlarının özgün bir düşün­ ce atmosferi kuramadıktan başka Batı düşünce dünyasının bir kesimine nüfuz edemeyişlerinin sebebi araştırılırken on­ ların Batı’dan yeterince yararlanama­ dıkları, Batı’yı önünde yılgınlığa kapıl­ dıkları güce eriştiren temelleri tanıya­ madıkları, Batı’nm 19. yy’da çok farklı yönlerde geliştirdiği düşüncelerden en isabetli olanlarım seçip kendilerine uy­ gulayamadıkları ileri sürülebilir, ama bu yerinde bir eleştiri olmayacaktır. Çünkü Batı’nın da kendi geliştirdiği dü­ şüncelerden yeterince yararlandığı ve kendini oluşturan temeller hakkında şaşmaz bir bilince sahip olduğu söyle­ nemez. Batı yaşadığı iki dünya savaşı sonucunda kendi geçerliliğinden kuşku duyduktan sonra kendi kültürel temel­ leri hakkında, geliştirdiği bilgi yolunun niteliği üzerine kapsamlı düşüncelere varabilmiştir. Tanzimat’tan

Cumhuri-SÖZ GEÇİREMEDİLER: Tanzimat döneminde devlet adamları, sözüne güveneceği, sözüne kulak

vermesi gerektiğine inandığı aydınlar olduğunu kabul edemediği gibi, aydın kesim için de bir güç odağı doğmadı. Sözgelimi, Paris’te ünlü Jön Türk ¡erden Fahri Bey (Ağababa) He gençlik yıllarında görülen Salih Zeki Bey (sağda), Poincare’nin bütün önemli kitaplarını çevirmiş olmasına rağmen bu, Türkiye’de bilim konusunu tartışan bir çevre meydana getirmeye yetmedi.

yet’e uzanan dönemde aydınları verim­ sizliğe, dermeçatmalığa mahkûm eden gerçek etken, eğitim ve kültür kumul­ larındaki istikrarsızlıktır. 1851 ’de ku­ rulan Encümen-i Dâniş’in ömrü on yıl­ dır. Onun yerine geçen Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye ancak dört yıl yaşar. Kültür hayatı teşebbüslerle doludur; ne var ki doğruyu korumak bir yana, bir tek yanlışta bile ısrar edilememiştir.

Kültür hayatının ve düşünce üreten kişileri yetiştirmenin tek güvencesi sü­ reklilik sahibi kurumlardır, değişme ku­ rumlar bünyesinde gerçekleşebilir, ama her beş ya da on yılda yeni tohumların atılmaya kalkışıldığı çalkantılı bir ya­ pıda düşünce dünyasının mesele koyu­ cu ve tanıdığı meselelere yeni yaklaşım­ larla bakmayı bilen bir aydın türünü doğurması beklenemez. Önce yapılanı bozan, sonra bozuk olanı da bozan bir sistemle ilerleyen eğitim kurumlarımn, temel bilgileri almadığından ötürü res­ mî aydın tipi önünde boynu hep kıldan ince kalan bir okumuşlar yığını ortaya çıkarmakla; gerçek ve sahte değerleri ayıracak bir ölçüden yoksun “ asrî” bir toplumsal kesim oluşturmakla görevle­ rini yeterince yerine getirdiğini söyleye­ biliriz.

Tanzimat sonunda gayrimüslim Os­ manlI tebaası yasal haklarla kazancı gü­ vence altına alınmış, sosyal statüsü ya­ salarla korunan bir yüksek tabaka ha­ line gelince Müslüman Türk ahalinin çiftçilik ve memurluk dışında yaşama alanı kalmamıştı. Memurlar araların­ dan yönetici-aydınları hasıl etti; çiftçi­ lerin yükselmek için tek açık yolları me­ murlar arasına karışmaktı. Böylesi bir işleyiş her kuşakta yeni bir bileşim ara­ ma tutumunu kolaylaştırdı. Kısa ara­ lıklarla her şeye yeniden başlayan Av­ rupacılar, her yeni bilgilenme sayesin­ de dini yeniden keşfeden Islâmcıları karşılarında buldular. Bu yüzden bir devlet politikası olarak doğmuş olan düşünce hayatı her aşamada verilecek aslî kararın arefesinde bocalayan aydın­ ların hayatı olarak süregeldi.□

(5)

BASIN

"C e rk J e c lle r arasında c irld o y u n u ": II. M e ş ru tiy e tin b a şlıca g a z e te le ri ve b a şya za rla rı.

Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi

Dr. Orhan Koloğlu

Türkçe-Dışı Basın

Dr. Orhan Koloğlu

Yerel Basının Öncüsü: Vilâyet Gazeteleri

Bülent Varlık

Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde İzmir Basını

Doç. Dr. Zeki Arı kan

Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri

Bülent Varlık

II. Meşrutiyetle Fikir Dergileri

Doç. Dr. Zafer Toprak

ÇERÇEVE YAZILAR

□ Osmanlı Basını ve Kanun-ı Esasî

Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya

□ II. Abdülhamid’in Basın Karşısındaki Açmazı

Dr. Orhan Koloğlu

□ İzmir’de İlk Bulgar Gazetesi

Doç. Dr. İlber Ortaylı

□ İlk Türk Dergisi: Mecmua-i Fünun

Dündar Akünal

Bu konuda ayrıca Batılılaşma, Dil, Düşünce Akımları, Edebiyat, H ukuk

Düzeni (Sansür), Jön Türkler, Meşrutiyet, “Milletler” ve Azınlıklar,

Milliyetçilik Akımları, Mizah, Mütareke ve Milli Mücadele, Siyasal Akımlar, Tanzimat, Yayıncılık, Yeni OsmanlIlar maddelerine bakınız.

(6)

Osmanlı Basını:

İçeriği ve Rejimi

Orhan Koloğlu

Basının Yapısal Dinamizmi

Francis Bacon, ‘‘Modern çağlan

açan üç öge basımevi, barut ve pusuladır” der.

Ne kadar ilginçtir ki, bu üç öge de Doğulu toplumlar tarafından icat edil­ miştir. Gelgelelim üçünden de gerçek yararı sağlayan Batı Avrupa olmuştur. Doğuluların (Türk, Arap, Çinli) barut ve pusuladan Avrupa kadar yararlan­ mayı başarmalarına karşılık, basma sa­ natı konusundaki başarısızlıkları özel­ likle şaşırtıcıdır; çünkü Doğu’nun bu­ günkü geriliğinde en önemli rolü, ba- sımevinin Avrupa’dan üç dört yüzyıl sonra kullanmış olması oynamaktadır.

Özellikle İslâm dünyası için, dinsel önyargıların bu gecikmede rol oynadı­ ğı ileri sürülmüştür. Bu savın pek güç­ lü olmadığı 16. ve 17. yy Osmanlı ve Iran yönetimlerinin topraklarında, di­ ğer dillerde (Latince, Rumca, Yahudi- ce, Ermenice) baskılara karşı çıkmama­ larından anlaşılır. H atta dışarda basıl­ mış Türkçe, Arapça ve Farsça kitapla­ rın ithaline de karşı çıkılmamıştır. Sa­ dece dinsel ve kutsal kitap (İslâmî ya­ yınlar) engellenmiştir. Hatta 1730’larda, Osmanlı resmî matbaasında Latin harf­ leriyle kitap basılmasından da geri ka­ lınmamıştır.

Sosyal yapının engelleyici bir niteli­ ği olmadığına göre, bu gelişememede ekonomik sebeplere daha çok ağırlık vermek gereği ortaya çıkmaktadır. Özellikle kâğıdı, hareket edebilir harf­ ler ya da kalıplarla baskıyı Doğu çok daha önce keşfettiğine ve hatta gazete bile çıkarmış olduğuna göre, nasıl olu­ yor da bu yapı Avrupa’nın geliştirdiği düzeye eriştirilememiştir? Çinlilerin, Korelilerin ve Uygur Türklerinin hare­ ket edebilir harfler ve kalıplarla baskı­ lar yaptıkları, Avrupa’dan çok önce ki­ tap bastıkları bilinmektedir. Ayrıca Çinliler, kâğıdı icat ettikleri ve Kore’­ de milyonlarca basıldığı anlaşılan bül­ tenler, kitaplar bulunduğu halde, neden bunu Avrupa’daki gibi ticarileştireme- mişlerdir?

Basımevinin Avrupa’da kapitalist ekonomiye geçiş döneminin başlangı­ cında birdenbire yaygmlaşıvermesi, kuşkusuz bir rastlantı değildir. Basıme­ vi, toplumsal yapının gereksinmeleri

arasındaki yerini almış ve onun temel kurumlarından biri olmuştur.

Osmanlı dönemi basınını ele alma­ dan önce bu girişi yapmamız, Tanzi­ m at’ta Batı’dan alınan sayısız kurum- lardan biri olan basının bu temel yapı­ sı bilinmedikçe yapılacak değerlendir­ melerin yanlış sonuç verecek olmasın­ dandır. Çin’de devlet resmî bir haber gazetesi bile yayımlamıştır. Ancak bu, yalnızca merkez ve bölge yöneticileri­ ne (bürokrasiye) bilgi vermeyi amaçla­ yan bir yayındı; bu yüzden gelişme gös­ terememiştir. Oysa Avrupa’daki, yöne­ time ortaklığını ilan eden bir sınıfın, burjuvaların aracı olarak ortaya çık­ mıştır. Ancak tabandan gelen ve geniş­ leme olanağına sahip bir eylem, bası- mevinin yaygınlaşmasını sağlayabilir ve ondan gazete diye yeni bir kurul çıka­ rabilirdi. Bu oluşum ise ne Çin’de ne de diğer Doğu toplumiarında vardı.

1450’lerde beliren basımevi, 1500’ lerde Avrupa’nın her yanına yayıl­ mış ve bol kitap kavramını yerleştir­ miş, 1600’den itibaren süreli (haftahk- aylık) yayınlar belirmiş, 1700’lerde gün­ lük gazete deneyimi gelişmiş ve 1800’lerde, kapitalizmin doruğuna eri­ şilmekte olduğu sırada, yeni teknik bu­ luşlarla yüksek tirajlara ulaşılmıştı. Bu dört yüz yıllık evrimle yapısı pekişen ba­ sın, kapitalizmin toplumsal yapıya ge­ tirdiği değişmeye kendi dinamizmini de eklemiştir. 19. yy başından itibaren Osmanlı toplumunun birdenbire karşı karşıya geldiği basın kurumunun içer­ diği bu dinamizmleri şöyle sıralayabi­ liriz:

• Konuşulanla yazılanı birbirine yak­

laştırma: Halka açılış, yaygınlaşma; di­ le dayalı milliyetçiliği geliştirme.

• Sınıfsal oluşumu hızlandırma: Bi­ reyi toplumun üstüne çıkarıp (kilise aracılığıyla Allah ’la birleşme yerine) bi­ reyi A lla h ’ın karşısında serbest bırak­ ma; laikliğin oluşması.

• Dinde, kilisenin sözlü geleneğine dayalı, tartışılmaz kavramlarıyla sava­ şabilecek yeni kavramlar pekiştirme.

• Bilgiyi sağlıkla korumak, yaymak ve hızla aktarmak.

• Kamuoyu oluşturmada yeni bir başvuru kurumu oluşturmak; bu kuru­ ma yeni bir ticaret alanı olarak ekono­ mik güç kazandırmak ve uzman (yazar) kadrolar oluşturmak.

(7)

BASIN

Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi

69

nı kampanya ile de, Bâbıâli’yi uğraştır­ maya başladı. Bu sırada (1821) İzmir’ de Fransız asıllı tüccarlar tarafından çı­ karılan Fransızca gazeteler, Osmanlı Devleti için beklenmedik bir destek sağ­ ladı.

Ege Denizi’nde korsanlık yapan, Av­ rupalI tüccarların gemilerini soyan Yu­ nanlılara Rusya’nın destek vermesinden dolayı, bu gazeteler, hem Yunanlılara hem de Ruslara şiddetle saldırıyorlar­ dı. Bu yaklaşım Bâbıâli’nin politikası­ na uyduğu için destek gördü. Bunlar, Yunan kaynaklarından yayılan savaş bültenlerinin tek yanlı etkisi karşısında güçsüz kalmış olan Bâbıâli’nin görüşü­ nü Avrupa’ya duyurdukları için, büyük hizmet vermiş sayılıyorlardı.

Henüz bu dönemde bir basın rejimi düşüncesi yoktu. Rus Elçisinin yakın­ malarına karşı, Bâbıâli, işin kapitülas­ yonlar çerçevesinde Fransız Elçiliğince çözümlenebileceğini belirtiyor; böylece kendini sıyırmak ve Ruslarla Fransız- ları karşı karşıya getirmek oyunuyla bu desteği kaybetmemeye çalışıyordu. Ger­ çekte bu, tehlikeli bir oyundu; basın üzerinde de kapitülasyon dokunulmaz­ lığı geleneği kurulursa bir daha hiçbir yabancı durdurulamazdı.

1828’de Mısır Valisi Kavalalı Meh- med Ali Paşa ilk Türkçe-Arapça gaze­ teyi çıkardı: Vakâyi-i Mısriyye. Bu, da­ ha çok resmî bildirileri, yasal uygula­ maları ve Mehmed Ali Paşa’nın kendi çalışmalarını yansıtmak amacına yöne­ lik bir yayındı. Avrupa basınını sürek­ li izleyen Vali, artık doruğuna ulaşmak­ ta olan ihtirasının gerçekleşmesi için böyle bir yayın organına gerek duymuş olmalıydı. Bizzat gazetenin içeriğiyle il­ gileniyordu. Fransa’da eğitim görmüş kişileri gazetenin yönetimine getirdi. Ancak, içinde bulunduğu çok hassas denge (bir yandan lngiliz-Fransız-Rus çekişmeleri, diğer yandan Bâbıâli’nin kuşkuları ve nihayet Mısır’daki levan­ ten tüccarların verdikleri bilgilerle aley­ hinde durmaksızın yazan Avrupa bası­ nı) dolayısıyla, gazetesi bir kamuoyu oluşturma aracı olmaktan çok bir sa­ vunma aracı oldu.

Navarin faciasından sonra (1827 so­ nu) Batı devletleriyle ipleri koparan Bâ- bıâli ise, Rusya karşısındaki yenilgisi­ nin ardından, Avrupa’da büsbütün yal­ nız kalmıştı. İzmir’in Fransızca gazete­ leri de savaşlar dolayısıyla ticari ilişki­ lerin kesilmesi üzerine, zaten pek dü­ şük olan baskılarını büsbütün zor ya­ par hale gelmişlerdi. Bu ortamda II.

BASIMEVİ: Avrupa’da basımevi kapitalist ekonomiye geçiş döneminin başlangıcında önemli bir rol oynadı. Bu arada sanayileşme ve teknik buluşlar da süreci hızlandırıcı etkenler oldu. Bu evrimle gelişen basın, değişen toplumsa! yapıya kendi dinamizmini de getirdi.

rupalıları birbirine düşüren bir eylem olarak kabul ettiğinden, İngilizlerin ve AvusturyalIların uyarılarına rağmen, Fransız elçiliğinin devrim haberlerinden oluşan haber bültenlerini İstanbul’da yayımlamasını hoşgörüyle karşılamış­ tır. Ancak Fransa’nın -özellikle Rumları ayaklandırmak için- Türkçe ve Rumca bildirileri, bültenleri Osmanlı toprakla­ rında yaydığı farkedilince derhal yasak konmuştur. Arkasından Napolyon’un Mısır’ı işgal edip (1798-99) burada da Arapça ve Türkçe bültenler ve Fransız­ ca gazeteler çıkartması tepkiyle karşı­ lanmıştır.

III. Selim’in devrilip öldürülmesi ve II. Mahmud’un tahta geçmesiyle baş­ layan iç kargaşa dönemi, özellikle Rus­ larla süren savaşlar ülkede reformcu gi­ rişimlere olanak bırakmamıştı. 1821’de başlayan Yunan bağımsızlık savaşı, sa­ dece askerî bir harekât olarak değil, sa­ vaş dolayısıyla Avrupa basınında yer alan çok yoğun Osmanlı-Türk düşma­ • A çık topluma geçmenin savaşımı­

nı yapmak: Devletin, hizmetinde oldu­ ğu toplumdan gizli şeyleri olabileceği anlayışını yıkmak.

• Kendi yapısal çelişkileriyle, dina­ mizmin kısır döngüye dönüşmesi ve çı­ karılması savaşımı: Çıkarcı, güdümlü ve şantaja basının belirmesi; siyasal sapmalar ve kötüye kullanmaya karşı sansür; sansüre karşı özgürlük savaşı...

Tanzimat dönemi basın tarihi, bu di­ namizmlerle, basını Osmanlı Devleti’- nin sosyoekonomik yapısına uydurma çabaları arasındaki çekişmelerin sente­ zidir.

Mutlakiyetçi Aydın Rejimin

Gazeteleri

Osmanlı yönetiminin, bu dinamizm­ lerle doruğa varmış ve deneyimlerle zenginleşmiş Avrupa basınıyla ilk kar­ şı karşıya gelişi, Fransız Devrimi dola­ yısıyla olmuştur. Bâbıâli, devrimi Av­

(8)

70 BASIN

Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi

■ L l-<9 ^ ^ İ İ L ^ O J ^Jc J . * JJjJ-t

«_)l>Uj^lll j ¿S’) V j.:r )\ VI—1'ijl f>

'•V 'jjl-** k-»jy*«»ç a*. Ij Ja««,» W 'J'j İV \$3l

<_r” -i»* »a»-Ij’JL. ¿A v _ , ı —II

i^*** * ^ l>*v |*fc •_/ ja t Xm'iJ —ilj^C *jJ »—AU-jj^Jj^V li

¿ L -ill V ^ I qI«J1

c -i— J W A.a.S^ji.)2j^ j , 11

iJ-sU. -W—' tjy S l- j*.* *3 *—iIj U ^ ^ Jİ* ,AA ^

i_L uLllU I »i J U.j (s^ ¿V a 1a uVj I * 4s 11 ^

• X J-A»J J <_,«, Ll> • J 4 U j V j*«) J ¿1 jJljl J» '_>■* J J i* *

,*J_y ^ 4»j ti" 4jJ <J-1—yUAjjy -J Uihs- G” -> *—“

cî-'V“' _>-*j jll.li- ljk J

j-- j-- La' ij ji^ji jL ı^iıiAiî- \jjj

iS^~ t—>jıSj

ıjVjl» j J *

j

\e I ^a

1_/1

j; U. ıS Jİ

4

»}

«-İ

1

*j •*■* ¿^-“3,*j <_iV~j_ ¿s )

Ij J.İ

j

t-i>’ <*

4

» j

*—0

W

VAKÂYİ-İ MISRİYE: İlk Türkçe gazetedir. 20 Kasım 1828'de Kahire’de Mısır Valisi Kavalah Mehmed Ali Paşa tarafından çıkartılmıştır. Sol sütunu Arapça, sağ sütunu Türkçe olan gazete, valiliğin kararlarını yönetici kadrolara ulaştırmak amacıyla yayımlanmaktaydı. Haftalık olan Vakâyi-i Mısriye, Hıdiv İsmail Paşa dönemine (1863-1879) kadar iki dilli yapışım korumuş, bundan sonra yalnız Arapça olarak çıkmıştır.

Mahmud, uzun süredir tasarlanan, fa­ kat tepki korkusuyla ertelenen projesini uygulamaya koydu: Osmanlı devleti’- nin resmî sözcüsü olarak Takvim-i Va­

kayı yayımlandı (1831).

II. Mahmud’un projesinin, Mehmed Ali Paşa’nın çok daha kapsamlı oldu­ ğu kısa sürede Takvim-i Vakâyi’mn Arapça, Farsça, Fransızca, Rumca, Er­ menice, Bulgarca nüshalarının çıkarıl­ masından anlaşılmaktadır. Padişah devlet politikasının ana çizgilerinin bü­ tün yöneticilerce bilinmesini istiyordu.

Takvim-i Vakâyi içerik açısından da Vakâyi-i Mtsriyye’ye göre çok daha ge­

niş ufuklu bir yapıya sahipti, ikisini karşılaştıran bir kimsenin devletin baş­ kentinin İstanbul olduğunu anlaması kolaydır. Mehmed Ali Paşa’nm Mısır’­ la bir türlü yetinemeyip illâ İstanbul’a egemen olma hırsının sebebi de bundan anlaşılır.

Bulak’ta kurduğu basımevinin ken­ di döneminde Arapçadan çok Türkçe yayın yaptığı (1822-1842 arasında 125 Türkçe, 12 Arapça), bunların İstanbul’­ da da satılan ve aranan yapıtlar olması

Mehmed Ali Paşa’nm Osmanlı Devle­ ti’ne egemen dil ve grup konusunda ka­ rarsız olmadığım kanıtlar.

II. Mahmud ile Mehmed Ali Paşa arasındaki askerî ve siyasal çatışma, iki­ sinin resmî gazetelerinin sütunlarına da yansıtıldı. Türk, Osmanlı ve Islâm ta­ rihlerinde ilk kez, Türklerle öbür Müs- lümanlar arası bir basın polemiği yapı­ lıyordu. Kamuoyunun desteği “ süreli yayınlarla yazılı inandırma yoluyla” sağlanmak isteniyordu. Bu polemik, Avrupa’yı tanıyan pek az sayıdaki ay­ dın dışında yöneticilere de basının öne­ mini kanıtlamıştır. Askerî alanda çok büyük ve kolay başarılar sağlayan M. Ali, basın savaşını tümüyle kaybetmiş­ tir.

Takvim-i Vakâyi daha başarılı bir

polemik sürdürmüş, Vali’nin Anadolu halkını yanına çekme çabaları boşa çık­ mıştır. Ayrıca, Takvim-i Vakâyi’nin Fransızca nüshası Moniteur Ottoman’- da Avrupa kamuoyunu Bâbıâli açısın­ dan oluşturmakta başarılı olmuştur. İz­ mir’de yayımlanan Fransızca gazetele­ rin de aleyhindeki kampanyasıyla Meh­

med Ali Paşa tamamıyla yenilmiş ve ça­ re olarak kendi görüşünü yansıtacak

Moniteur Egyptien’i (Vakâyi-i Mısriy-

ye’nin Fransızcası) yayımlatmaya baş­ lamıştır (1833).

Takvim-i Vakâyi’i Islâm dünyasında,

kamuoyu önünde açıktan özleştiri ya­ pıp yenilgileri tartışan ilk gazete olarak selâmlamak gerekir. Yönetimlerin ya­ nılmazlığı ve haklılığı dogmasını dinle­ meye ve bunları tartışmamaya alıştırıl­ mış Doğu toplumları için bu, kuşkusuz çok büyük bir atılımdı. Genel olarak bu polemikteki tutumu, özel olarak da din konusunu ele alış tarzı ise, daha son­ raki oluşumların ve Avrupa’ya diren­ cin tohumlarını pekiştirmiştir. Bu ko­ nuda, basının yaygınlaşmasıyla, Avru­ pa’daki dinamizmin aksine, şöyle bir oluşum görülür: Rum, Ermeni gibi Hı­

ristiyan toplulukların iç yapısında laik­ leşme dolayısıyla sınıflaşma eğilimini güçlendirirken, yönetici Müslüman hâ­ kim millete karşı, dini temel alan bir da­ yanışma blokunu oluşturmak. Müslü- manlarda ise, laikleşme eğilimini savu­ nan yönetimin kendi kalemiyle dine ve

(9)

BASIN 71

Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi

v) ji-aJAİjİ } yz. ^ —* * 7 ^ d £ ^ jA ~ \_fj d. ¿ j *-CC )J^ İ,-- (JU J —*> J(fj C İ - t t S ^ j 0^_jJ jfTT*} / £î*> ia“3''-“3- ^ V>~ - ^ . » * ^ K_Jİ> -J^A- ^İJİ LÎ'^"''" ■'l.—"'v’t' |«~"J » t - j j J j A1 l_^x'_y_ ¿ U j J u » 0 - :U İ ~ '’“A İc '» A t i ; A. ONj *AZA^ <L*'. A • A ¿1,

ı / ^ l ç A ^ o !

¿i ¿-j) ¿Xj j l jl-A ^ y OV)' »Ai^jl Jlf-1 «jJ ‘ y\c- *-^—¿3 j \

•j j j \ ^ ^ A — 1r ,-7 " b ^ ^ ^ ö y 9

t j j ' f f - ° ‘-W "a» j4r- - j'-îr V —- ‘•-Apl—*j

¿ ı j>A'~‘'t9 '~~J^' o o_^^>“ v'j o i j

A_i \_Jlc —-J dİAj ~il>- i*'— <J> '’'A Jİ— »»

yjy~*î>-^ j L . t'. 1 a^ — J lc ^ U û j » . I— *A <>- ^ • j j j ' d A k '

^aİIOay y_)*y jIa—*»j_/ ıll-j 4-_j jb

j L_ü*1 ,. ,J.ljA~t üa>. ooÎîî ıl L.:i 'j> rf

o J _y_LA C - y f' aa—:«ı a1_j 1

db—** Tl Jİjbj^Aİ ¿J^L Jy~ J^A~ÖJ ^ y » A vJİAA—*xVb  S4j^ j j M

( j j 4İ.j j~_ O ' j J 1.} ¿ i j A — - A İb*L_A '* A _ p l _ > 15'V- '-İy>-Vlj- J j-j-A

¿Ç'jjj'j“*

Jl^-öA J l - ^ » r A ,-a> 7,jU'

TAKVlM-İ VAKÂYt: Osmanlı Devleti’nin resmî gazetesi olarak 1 Kasım 1831’de yayımlanmaya başlamıştır. Bazı aralıklarla !922’ye kadar yaşamış, Osmanlı Devleti ile birlikte tarihe karışmıştır, ilk dönemde gazetenin yayın kadrosu hemen tümüyle Bâbıâli Tercüme Odası’nın elemanlarından oluşuyordu. Haftalık olmasına karşın bazen yılda 8 sayı çıkacak kadar düzensiz yayımlanmıştır. İlk otuz yılda 1560 sayı çıkması gerekirken ancak 590 sayı yayımlanmıştır.

Hilâfet kurumana bağlılığı güçlendir­ mek.

Süreli yayınların tepki görmeden ba­ şarıyla yayımlanabilmesinin İran’ı etki­ lemekte gecikmediği anlaşılıyor. Tak-

vim-i Vakâyi'nin ilk nâzın (bugünkü

anlamda, genel yayın müdürü) olan Mehmed Esad Efendi, bu görev üstün­ de iken, yeni Şahın tahta çıkışını kut­ lamak üzere 1835-36 yıllarında elçi ola­ rak Tahran’a gönderilmişti. 1837 yılı başında, İran’ın ilk gazetesi, resmi ni­ telikli Ahbâr-ı Vakâiyye yayımlandı.

Takvim-i Vakâyi çok daha dinamik

yapısı, nitelikli kadroları ve dünyaya açıklığıyla, gününe göre radikal, hatta ihtilâlci nitelikli düşünceleri savunmuş ve bunlar 1839 Tanzimat Fermanı için kamuoyunu hazırlamıştır:

Dünyadaki değişmeye, yenileşmeye uymanın gerekliliği; sınırlı da olsa bir danışma (meşveret) sistemine geçme is­ teği; insan haklarının (can, mal, ırz gü­ venliği) ve eşitlikle adaletin ayrımsız uy­ gulanması; İslâmın devlet yönetiminde­ ki üstünlüğünü reddetmeden, Hıristi- yan-Müslüman eşitliğini kabul; A

vru-pa devletlerini düşman değil, dost dev­ letler (düvel-i mütehabbe) diye anmak (hatta o sırada Cezayir’i Osmanlı Dev­ leti’nden koparan Fransa’yı bile); A v ­ rupa ’nin emperyalist yanına hiçbir eleş­ tiri yöneltmeyerek, aynen kabulü anla­ yışını yerleştirmek.

Geleneksel yapıya göre çok liberal bir düzene geçişin savunuculuğunda, Tak-

vim-i Vakâyi’e 1840’tan sonra Ceride-' i Havadis de katılmıştır. Bu iki gazete,

Tanzimat dönemi yönetici ve düşünür kadrolarının oluşmasında okul görevi yapmıştır. Özel konulan da işleyebil­ mek hakkına sahip olan bu ikinci ga­ zete, bilgi aktarma konusunda özellik­ le daha da önemli olmuştur. Takvim-i

Vakâyi giderek daha resmileşirken, o

daha da zenginleşmiştir. İlk sayısında­ ki sunuş yazısında eğitimin önemi vur­ gulanmakta; Avrupa örnek alınarak AvrupalIlara yetişilebileceği hatırlatıl­ maktadır. Ayrıca kişilerin eğitimle “ söylentilerin doğruluğunu kendi baş­ larına değerlendirecek” düzeye varabi­ lecekleri ifade edilmektedir.

Ceride-i Havadis daha çok politik,

ekonomik haberlere ağırlık vermiştir. Ayrıca, Takvim-i Vakâyi’nin sadece devlet basımevinde basılan kitapları ta­ nıtma çabalarına karşılık, özel ilanla­ ra sütunlarında yer veren ilk gazete ol­ muştur.

Türkçe-dışı Basın

1860’a kadar Türkçe basın bu üç ga­ zetenin tekelinde ve “ reformcu, fakat yönetime eleştirisiz” bir çizgi izlerler­ ken, Bâbıâli genel liberalleşme ve hoş­ görü politikasına uygun olarak diğer dillerdeki basının gelişmesine yardım­ cı bir tutum içine girdi. Takvim-i Va­

kâyi’nin yerel bir dilde çıkmasının ya­

nı sıra özel gazete yayımlanmasına da izin verildi. Fransızca basın gibi bun­ lar da, önce İzm ir’de belirdiler. 1840’larda İzmir’de Rumca, Ermenice, Ladino (İspanyol Yahudicesi) ve Bul­ garca gazetelerin çıkmasına tanık olun­ du. Ancak birkaç yıl içinde bunlar İs­ tanbul’a taşındılar ve İstanbul tam an­ lamıyla devletin tek kültür ve basın merkezi olmaya yöneldi.

(10)

72 BASIN

Osmanlı Basım: İçeriği ve Rejimi

Bu gazeteler, Müslümanları pek se­ vindirmeye, ama diğer reayayı yüzyıl­ la rd a n y o n ra eşitliğe yükselten Tanzimat-ı Hayriye’den yararlanarak, ilk dönemlerde -tıpkı Ceride-i Havadis gibi- yorumdan çok bilgi aktarımı üze­ rinde yoğunlaştı. Elde edilen avantaj­ ları kaybetmemek kuşkusuyla, sultan ve vezirlere yönelik aşın bağlılık ve say­ gı ifadesi, yazılarında ana çizgiyi oluş­ turuyordu. Bunun dışında, gittikçe da­ ha belirgin şekil alan “ millet” sistemi­ nin kendi iç tartışmalarını yürütüyor, ruhanî yönetim üzerinde görüşlerini be­ lirtiyorlardı. Devletin yayın organları­ nın meşveret konusunu sürekli olarak toplumun gündemine sokmuş olması, onları, kendi iç yapıları üzerinde resmî yayınlardan daha ayrıntılı olarak tar­ tışmaya yöneltiyordu. Avrupa edebiyatı yanında ulusal edebiyatlar da sık sık iş­ lenen konular arasındaydı. Çok rastla­ nan bir diğer eğilim ise, her yayın or­ ganının tuttuğu dini (Katolik, Protes­ tan, Ortodoks, Musevi) öncekinden da­ ha aşırı bir oranda savunmasıydı. Ba­ sın, laikleşme ve dini yermenin rakip mezheplere avantaj sağlayacağı inan­ cıyla, Avrupa’da olduğu gibi, dini aşa­ rak ulusçuluğa varmak yerine, dine da­ ha çok sarılarak ulusçuluğu arama eği­ limini yarattı.

Kırım Savaşı’na kadarki (1855) dö­ nemde, eğitici-bilgi nakledici tarafı ağır basan bir Osmanlı basınıyla karşı kar- şıyayız. Amacı, halka, kendi toplumun- dan üstün toplumların varlığını ve on­ lardan alacağı şeyler bulunduğunu ka­ bul ettirmektir. İslâm’ın yapısı düşünü­ lürse, Tanzimatçıların bu alanda bası­ nı çok cesur bir şekilde kullanmış ol­ dukları görülür. Bu tehlikeli girişimin daha büyük karmaşıklıklar yaratmadan sürdürülebilmesi için, Tanzimatçılar, basın üzerinde tam bir kontrol kurmuş­ lardı. Tüm yayınlar izne ve bir ön de­ netime tâbi idi. Bâbıâli 1841’de yayım­ ladığı bir irade ile bunu yerli ve yaban­ cı herkese bir kez daha anımsatıyordu. Ancak, uygulamada, önceden hesap­ lanması güç bir ikili yapı beliriyordu.

Tükçe basın sadece resmî nitelikli ol­ duğundan, istenilenin ötesinde bir ka­ muoyu oluşturma girişiminde bulun­ ması beklenemezdi. Buna karşılık tü­ müyle özel nitelikli olan Türkçe-dışı ba­ sın ise, bu istenilenin ötesindeki tüm konulara dokunabiliyor ve çok daha di­ namik bir kamuoyu oluşturabiliyordu. Ayrıca, kapitülasyonları bu yeni alana yayarak çıkar sağlamayı tasarlayanla­

rın girişimleri de Türkçe-dışı basının le­ hinde işliyordu. 1849’da elçiliklere gön­ derilen bir bildiri ile Bâbıâli, Suriye’de bazı yabancıların izin almadan gazete çıkardıklarını, basımevi açtıklarını be­ lirtip izin gereğini hatırlatmıştı. Bu dö­ nemde izinler belli sürelerle sınırlıydı ve süre sonunda yenilenmeleri gerekiyor­ du. Ayrıca her türlü yayında dinlere ve devlete dokunur konuların işlenemeye- ceğine de dikkat çekiliyordu.

Bâbıâli, Tükçe-dışı basın üzerinde de ekonomik öğelere dayanan bir sansür aracılığıyla kontrol kurmak emelindey- di. Takvim-i Vakâyi dışında bütün ya­

yınlar sadece birkaç yüz basılıyor ve ya­ şayabilmek için devletin maddi deste­ ğine gereksiniyorlardı. Gazetelerin ça­ lışmasını düzenleyen belirgin yasal ko­ şullar yoktu; sadece basımevlerinin ça­ lışmasıyla ilgili birtakım düzenlemeler yapılmıştı. Para yardımıyla, bir ölçü­ ye kadar bu kontrol sağlanıyordu.

Başlangıçta bahsettiğimiz dinamizm­ lerden biri olan dil alanında basının et­ kisi, yazıları konuşulana yaklaştırma eğilimiyle hemen hissedilmiştir. II. Mahmud, Takvim-i Vakâyi nâzırını, halkın anlayacağı dil kullanmadığı için terslemiştir. Ceride-i Havadis’in daha

Osmanlı Basını ve Kanun-ı Esasi

TARIK ZAFER TUNAYA

18707i yılların ortalarında Osmanlı basını siyasal gelişmeleri çok yakın­ dan izlemiş, Osmanlı kamuoyunun oluşmasında önemli bir işlev görmüş­ tür. Padişah değişikliklerinin ve dış tehlikelerin sarsıntıları içinde Kanun- ı Esasi halkın beklediği ve benimse­ diği temel sorun niteliğini korumuştur. V. Murad'ın pek kısa saltanat döne­ minde açılan çoğulculuk (plüralizm), II. Abdülhamid in tahta çıkmasıyla za­ yıflamamış, tersine daha da canlan­ mıştır.

Bu dönemde gazeteler artık resmen başlamış olan Kanun-ı Esasi hazırlığı­ na geniş yer verirler. Haberlerin yanı sıra çeşitli yazılar, dizi makaleler her gün gazetelerde yer alır. Osmanlı si­ yasal hayatının tekçiliği (monizm), ye­ rini tereddütlü, fakat hiç de korkak ol­ mayan bir çoğulculuğa bırakır.

1875'ten beri, artan bir tempo ile fi­ kirler, yüreklilikle belirtilmiştir. Bu ara­ da, Kanun-ı Esasi yi hararetle bekle­ yen ve savunanlar karşısında bir mu­ halifler grubu belirmiştir.

Gazetelerin Kanun-ı Esasi hazırlık­ larını sunuş biçimleri farklı ve ilginç­ tir. Genel olarak “ meşrutiyet” terimi kullanılmamaktadır. Kanun-ı Esasi ye­ rine ' konstitüsyon' ‘ ‘Şartname-i Esasi", "Şeriat-ı Esasiye" gibi söz­ cüklerin kullanıldığı görülür

"Meclis-i Mebusan" terimi, bazı resmî yazışmalarda ve salon inşası dolayısıyla gazetelerde kullanılmıştır. Hazırlayıcı heyet için “ komisyon" de­ nilmektedir. Kanun-ı Esasi muhalifle­ rinin eylemci grubuyla ilgili haberler de açıklıkla verilmektedir.

Kanun-ı Esasî'nin tam metni Türk­ çe, Fransızca ve İngilizce

gazeteler-de verilmiştir, ilan merasimi, semt semt yapılan donanmalar, gösteriler­ le beraber anlatılmıştır.

Bu arada Kanun-ı Esasî'nin ilanı şe­ refine bir İtalyanın bestelediği marş da yayımlanmıştır (.Inno Nazionaie in oc- casione della Constituzione procláma­ la il di, 23 Decembre 1876).

Gazeteler, II. Abdülhamid'in cûlûsu- nu “ Meclis” sorunuyla beraber ele al­ mışlardır. Belki de V. Murad'ın üç aylık saltanat döneminde olgunlaşan istek­ leri bir süreklilik tablosu içinde göster­ mek istedikleri için ve ikinci hal’in ya­ rattığı şaşkınlığı dağıtmak için daha cülûs hattının ilanı ile beraber yorum­ lara başlamışlardır. Yabancı basının yeni cülûsla ilgili yorumları da önem­ le verilmiştir.

Aynı zamanda, Kanun-ı Esasi ile ku­ rulacak meclisin yalnız Müslümanlar- dan oluşmasını isteyen grup "muteriz- le r" (itirazcılar) olarak kamuoyuna ta­ nıtılmıştır.

Teodor Kasap’ın Yorumu Basında üzerinde durulan sorunlar­ dan biri de Meclis üyelerinin nasıl se­ çileceği olmuştur. Bu konuda Teodor Kasap Efendi, ilginç bir yorum yap­ mıştır. O sırada mebusların bürokrat- larca seçilmesi sorunu ortaya atılmış­ tır. Teodor Kasap, bu usulün şiddet­ le aleyhindedir: Halk mebuslarını se­ çecek ehliyete sahip değil midir? Mil­ let hâlâ uykuda mıdır? Şöyle seslenir Teodora Kasap:

"... Milletimiz uykuda midi d? Yoksa zulüm altında ses çıkaramıyor mu? Meclis-i Umumi küşad olunduğunda anlaşılabilir. Bizde niçin büyük

(11)

adam-BASIN 73

Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi

beşinci sayısında (1840) şöyle bir uyarı vardır:

“A vru p a ’da okum ak yazm ak pek kolay bir şeydir, çünkü yazılan sözün geldiği gibidir, öyle Türkçe gibi yazı dili başka, konuşma dili başka değildir. Ki­ bar ile hamalın sözleri birdir. ”

Yayınlar arttıkça dil üzerine araştı- malar da gazetelerin ve gazetecilerin ro­ lü de artar ve Encümen-i Dâniş’in ku­ rulması (1851) sonucuna kadar varır. Arapçada ve diğer bütün dillerde de dil­ bilgisi araştırmaları, sade dile yönelme eğilimi bu dönemde başlar.

Basımn önemli bir işlevi de Avrupa’­

dan alınan kavram ve sözcükleri yerli dillere yerleştirmek yönündedir. Os­ manlI toplumunu oluşturan etnik grup­ ların tümü birden, en çok basın kana­ lıyla bunları dillerine mal ediyorlardı. Birçoğunda, özellikle Arapçada, baş­ langıçta Batı kavram ve sözcüklerinin, resmî dil olan Türkçe aracılığıyla yer­ leştiği saptanmıştır. Vapur (buhar), ce-

neral, gazete, kolera, fabrika, kambi­ yo, familya, sigorta vb. sayısız sözcük, Takvim-i Vakâyi tarafından Osmanlı

toplumuna kabul ettirilmiştir. Oluşumun çapraşık tarafı, Osmanlı ülkesinde yaşayan halkın büyük kısmı­

nın dinlerine karşılık anadillerinin Türkçe olmasından kaynaklanıyordu. Yani birleştirici öge dildi. Rumlar, Er- meniler ve Bulgarlar için bu, özellikle geçerliydi. Bazı yerlerde (Arap bölge­ lerinde) Türkçenin yoğun etkisinde kal­ mış lehçeler vardı. Basma, çoğu kez dü­ şen görev, halka anlamadığı din dilini anlaşılır hale getirip öğretmek, anladı­ ğı dili de (Türkçeyi) unutturmaktı. Bu koşullarda gazeteciliğin güçlüğü ve kit­ lelere yayılmaktaki engellerin büyüklü­ ğü daha kolay anlaşılır. Çelişkileri da­ ha da keskinleştiren, içiçe karmakarı­ şık yaşayan etnik grupların bu dil ayrı­

lar yetiştirilmedi denilmesin, bizde de bûyCık adamlar zuhur etti, lâkin tutu­ lup hapsedildi: Her türlü tazyik altın­ da ezildi."

Bu satırları Teodor Kasap Efendi, II. Abdülhamld’in cülusundan on yedi gün sonra yazar. Sanki Midhat Paşa ­ nın alınyazısını keşfederek...

Yazar, yorumuna şöyle devam eder:

"... Müsaade buyurulan usul-imeş­ verette, meşveret, hükümet ile yani padişahın mülkün idaresine tâyin bu­ yurduğu memurin ile padişah beynin­ de (arasında) bir meşveret değildir... Kırk milyon ahalinin içinde hâl-i hâzı­ rımızın ıslâhına dair birkaç söz söyle­ yip, bir-iki yol gösterip, birkaç şey be­ yan edecek dört yüz kişi de mi bulu­ namaz? İktidar ve malûmat ve kâffe-i ulûm ve fünûnda maharet-i tamme yal­ nız memurin efendilerimize mi kalmış? Haydi öyle diyelim, ya memurin haze- râtı bu kadar âlim ve mütefennin ve sâ­ dık imişler de bizi niçin şu hale getir­ mişler?' '

Bu fikirlerin, yasama çatışmaların­ dan yoksun bir devlet içinde ileri sü­ rüldüğü unutulmamalıdır. Suiistimal­ lerle lekelenmiş Osmanlı bürokrasisi­ ne karşı ilk çıkış sayılacak bu satırlar­ da bir çelişkinin saklı olduğu da orta­ dadır: Önce kurulacak meşrutiyet re­ jim i “ müsaade buyurulan usul-i meşveret" olarak, bir padişah hediye­ si olarak görülür. Fakat, sonra hücum edilen bürokrasi de "padişah tarafın­ dan tayin buyrulan birtakım hizmetkâr­ lar" olarak tanımlanır. Böylece, padi­ şah, yetersiz ve yozlaşmış bir bürok­ rasinin kurucusu olarak ağır bir suç­ lama altında bırakılır, Padişah bir yan­ dan övülürken, öte yandan yerilir.

Teodor Kasap Efendi, bu arada Le- vant Herald gazetesinin bir önerisini de eleştirir. Gazete, hükümetle me­ murların ıslâhı için birtakım İngiliz

me-Teodor Kasap

murları getirtilerek, Osmanlı bürokra­ sisi içine katılmasını öğütler. Teodor Kasap, bu önerinin, yazarın hayali ol­ duğunu belirterek, “ böyle bir şey hiç­ bir idare tarafından kabul edilmez" yargısına varır.

Ahmed Midhat Efendi ve Bürokrasi

Ahmed Midhat Efendi, basında bü­ rokrasiye karşı yöneltilen eleştirilere katılmaz. "Memurîn-i d e vle f'e güve- nilmemesi için bir neden yoktur. Son devrim (inkılâbat-ı âhire = II. Abdülha- mid’in tahta çıkışı) genel bir halk ve ih­ tilal hareketinin sonucu değildir. “ Bel­ ki, Kasap Efendi nin emniyet edeme­ mek istediği memurin-i saltanatın itti­ fak ve delâletiyle resmi gibi bir suret­ te vuku buldu" diyecektir.

Ahmed Midhat Efendi, bürokrasiyi savunma uğruna, halkı sorumlu tutar:

“ ...Mâsebaktan (eski durumdan) dolayı bir kimseyi mesul tutmaya hak­

kımız yoktur zannederim. Var olduğu dâva edilecek olursa, o halde umum milletin mes 'ul olması lâzım gelir. Z i­ ra fenalıktan milletin haberi var idi. Se- kiz-on seneden beri doğru söyleyen diller ve düşündüğünü yazan kalem­ ler fenalığı haber veriyorlardı. Niçin ıs­ lahı çaresine bakılmadı? En sonra dahi çare-i ıslâha teşebbüs eden, sözün doğrusu askerle beraber yine heyet-i devlet old u .''

Türkiye tarihinde anayasa kavra­ mı oluşturulurken, her hastalığa koşan bir kasaba hekimi gibi, her şeyden sö- zeden Ahmed Midhat Efendi nin “ mil­ let' ’i mes ul sayma görüşü önemli bir yer tutar. Çünkü halk, Abdülâziz'i bir ihtilâlle devirmemiş, daha doğrusu bu ihtilâle katılmamıştır. Bu nedenle so­ rumludur. Durum bu olunca, Meclis i kurma yetkisini halka vermek de doğ­ ru olamaz:

"... Lâkin bu işi tamamıyla millet eli- pe verecek olur isek, şu noktaya ka­ dar Fransa büyük inkılâbına asla mü­ şabehet (benzerlik) ve münasebeti ol­ mayan işimizin bundan sonrasını biz kendi elimizle o meseleye benzetmiş oluruz diye korkuyorum. "

Ahmed Midhat Efendi, açıklamala­ rıyla şu sonuca varır: Bir "meclis-i umumî'nin kuruluşunda mutlaka dev­ letin ( - bürokrasinin) yeri ve payı ol­ malıdır. Teodor Kasap Efendi gerçi haklıdır, ama Osmanlı Devleti tecrübe tahtası olamaz ve Ahmed Midhat Efen­ di, soruna pratik bir çözüm getirir: "B izd e " zâdegânlık (aristokrasi) ol­ madığına göre ‘ ‘devlet ile millet pek de birbirinden başka bir şey d e ğ ird ir. Büyük devlet erkânı, basit vatandaş­ lardan seçilmiştir. ‘ Bu halde hükümet dahi millet elinde demek değil midir?"

Bürokrâsiyi temize çıkarma çabala­ rına karşın Ahmed Midhat Efendi, meclisli bir rejimin, giderek Kanun-ı Esasi’nin hararetli bir taraftarıdır.

(12)

74 BASIN

Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi

mı sürecinde Türkçeyi elimine ederken yerini kapma kavgasının belirmesidir. Balkanlarda Slavca, Rumca, Latince harfler arasındaki çekişme, ulusçuluk kavgalarının en kanlılarının oluşmasın­ da büyük ölçüde etken olmuştur.

Yerli Aracıların Sözcüsü

Kamuoyu oluşturma alanında ise, di­ namik değil, sadece alıcı (receptif) bir kamuoyunun oluşturulması yeğleniyor­ du. Gerçekte arzulanan, her şeyin tar­ tışıldığı açık bir toplum değil, çok şeyi yukardan kendi iyiniyetiyle veren bir

yönetime güven duyulmasını sağlamak­ tı. Dolayısıyla basının bir sınıfın çıka­ rına yönelik çabası da görülmez. 1838’den başlayarak imzalanan ticaret anlaşmalarıyla ticaret gittikçe daha çok AvrupalI tüccarın ve onlara hizmet eden yerli aracıların kontrolüne girdi­ ğinden, özellikle Fransızca basın, libe­ ral ticareti savunurken yerli bir burju­ va sınıfını kurmak değil, Avrupa ser­ mayesinin yardımcılarını yaratmak yo­ lunu tutmuştur.

Bu yol izlenmeye başlanınca, basının çıkarcı ve şantajcı yönünün ön plana çıkması engellenemezdi. Kâr peşinde

bağlı oldukları ticari kuramların abart­ malı reklamını yapmak, rakibi kötüle­ mek, suçlamak bu oyunun kuralıdır. Karar vermek mevkiinde olan Osman­

lI yöneticilerinin durumları ise büsbü­

tün güçleşiyordu. Haklı haksız, bilerek bilmeyerek, isteyerek istemeyerek, enin­ de sonunda vermek zorunda olduğu bir karar yüzünden, taraflardan birini memnun etse, birçoğunu kendisine düş­ man ediyordu. Devletinin çıkarlarını ön planda tutan yöneticiyi dahi “ satılmış, rüşvetçi” ilân eden çıkıyordu. Böylece sonraki dönemlerde pek yaygınlaşacak olan “ İngilizci, Fransızcı, Rusçu,

Çünkü bir milletin yenilenmesi ve iler­ lemesi (teceddüt ve terakkisi) yasak­ lanamaz. Ahmed Midhat Efendi, Ka- nun-ı Esasi nin ilanını şu satırlarla kar­ şılar:

"... Bugünkü günde ise biz gerçek­ ten bir millet-i mütemeddîne ve mun- tazama (uygar ve düzenli bir ulus) ol­ duk. Evet, 7 Zilhicce tarihine gelince­ ye kadar biz bir devtet-i muntazama değildik."

Görüldüğü gibi, Ahmed Midhat Efendi de devlet ve millet kavramları özdeştir ve birbiri yerine kullanılır.

Gazetelerde çıkan yazıların, halkın

Ahmed Midhat Efendi

gözü önünde tartışmaları sergileme­ leri, fikir çarpışmalarının neler kazan­ dırabileceğini açıkça ortaya koyar. Ele alınan konulardan biri de "halkın sevi­ yesi” ya da "seviyesizliği” dir. Bu tez, Türkiye'de anayasa kavramının oluşu­ mu içinde önemli bir yer alır. Çünkü, bizzat II. Abdülhamid, 1878’de Mec- lis-i Mebusan'ı bu nedenle kapatmış­ tır. 1908’deyse aynı nedene başvura­ rak açılmasını kabul etmiştir.

Kanun-ı Esasî'yi hazırlayan komis­ yonda Rüştü, Namık ve Cevdet paşa­ ların ‘ "seviyesizlik” tezini savunduk­ ları görülür. Teodor Kasap, bu konu­ yu açık açık tartışır:

“ ...Millet hazırlanmamış lâfzı (deyi­ mi) ne demektir, anlayamıyoruz. Bu muterizler tecemmü edecek (toplana­ cak) Mebusan ne ile meşgul olacak zannediyodar? Fenn-i rasata (astrono­ miye), fenn-i tıbba (tıp bilimine), riya­ ziyeye, felsefeye, cerr-i eşkal gibi se­ nelerle tahsile ihtiyacı olan birtakım ulûm ve fünûn üzerine mi mübahase edecek zannediyorlar? Daha geçen­ lerde tabi yetimizden çıkmış olan Yu­ nanlılar usul-i meşveretle idare olunu­ yorlar. Ve tarik-i terakkide biz iki yüz sene geri kaldığımız halde onlar yirmi senede iki yüz senelik ileri gittiler.''

Teodor Kasap’a göre, bu işin "ilm i” ve "m ektebi” yoktu:

“ . . .Bu milletler kendi kendilerini ida­ reyi nereden öğrenmişler? Bunlar kendi faidelerini bilmeyi hangi mektep­ te tahsil etmişler?

Hiçbir adama sen câhilsin, sen ken­ di menfaatini bilmezsin denilir mi? Mu­ terizler nasıl düşünmüyorlar ki ufak bir havadis üzerine konsolit inip çıkıyor. Bunu indirip çıkaran millet değil mi­ dir?’ ’

Halkla bürokrasi arasındaki siyasal "tercih” sorunu, Kanun-ı Esasi hazır­ layıcısı ” meclis-i mahsus 'ta beliren fikir ayrılıklarının kamuoyuna yansıtıl­

ması sonucu ortaya çıkmıştır. Geriye kalan önemli konulardan biri, belki de en ağır basanı, kurulacak meclisin yal­ nız Müslümanlardan mı, yoksa gayri­ müslimlerle beraber karma bir yapı­ dan mı oluşacağı sorunudur. Haber­ ler meclisin karma niteliği yönünde ge­ liştikçe, ‘ "muterizler” halkı eylemlere çağırıcı bir "muhalefet” oluştururlar.

Namık Kemal’e Göre

Kanun-ı Esasi muhaliflerine en ağır eleştirileri,Şûra-yı Devlet azası, Meclis- i Mahsus’ta Kanun-ı Esasi tasarısını hazırlamakla görevlendirilmiş alt ko­ misyon raportörü Namık Kemal Bey yöneltir.

Namık Kemal, ittihat gazetesinde muhaliflerin adlarını kamuoyuna bildi­ rir ve cezalandırılmalarını ister.

Namık Kemal, islâmcı bir rasyona­ lizmin sınırları İçinde radikal değişim­ den yanadır: Bu değişim parça parça değil, " kaide-i idareyi bütün bütün de­ ğiştirmek''\e, uygar milletlerin mutlu­ luk nedeni olan meşruiyet rejimini is- tibdad ın yerine geçirmekle gerçekle­ şir. Namık Kemal'e göre, Meclis-i Umumi aleyhinde bulunan her kim ise “ h a in ’dir.

Osmanlı Devleti nde, Abdülâziz dö­ neminin yıllarındaki açılış belirli ve sı­ nırlı bir kamuoyunun varlığını ve oluş­ masını ortaya koyar. 1875 istanbulu'- nun Paris olmadığını unutmamak şar­ tıyla, bu yıllarda Kanun-ı Esasi kavra­ mının geliştiğini ve büyük bir kitlenin bu olayı beklediğini hatırlamak ve ka­ bul etmek gerekir. Bu da Kanun-ı Esa- sî'nin yalnızca bir dış baskı sonucu ol­ madığını kanıtlayıcı bir olgudur. □

(13)

BASIN

OSfrranlı Basını: İçeriği ve Rejimi

75 S r* * - ‘J o / * J / L C JJmLt O y Uy **?3 Uİ* 4 -J ^ J ^ y i yfJL* ^ J y l /*.!•* 4 w—ÎUk4 » ^ ¿1 «J»UJy > Î j’jİjA ^ •■‘ 4 * V j V j y l r ^ ’U .U j^ u » * * * ./A J/UyLiÎ ^«M»l u C i ^ y o b I ^ - O y T \ y f y JVy<yU U » ¿ L *^ *-t J® *V r-*V iV ^ - » i y v 5 ^ J'a * i J»*-> vJ--» ¿1> 1 yy' 4 ÿp JÜy» £»L d*J*pt -jÛU- Jl—. ıJLjyjl J J»>» Aj~*^jfj*3JJİÎ>

* w * * " 4 * r v * j 1 t W .1 j* - * ^ * j - —f ”< U J ^ j y —- ■ tu1? - » y i r^y.jy'J *—«JLU« k>J—l»j jJj I ^ y U »jY O 'j l—*•' / U y Jbÿ^'» '»« < ► • j f W ê m m » x X ^ * j U-*J*-y wJÛ-- * > u * ** j » J •**•/ 4-* t £ la y £/*» o ¿ J / j J/ *► J fy * j î j . j » ^ ¿ ı y j f ' j . ı y ' i - '»■■> . j «_ji . j UWy»yy O l j'y>-^U*_ÿ j X ii- J y '^ W j ^ J\y*- ¿li> ÿU y'y Ulcy>y

V J F j j * /

f 4 ^ “U t «»y-ıi(J*l y y J «*y' ¿1 * ^ U * y ,J —r>7 y) •,/3£*' ,ÿ»i. sST>S*^0 * 'j* J f wt *— Ui *y *4® *I»iy3 Clj y «—^jalyi

«ly' j - u U «I* jU «U-4*- ; U « ¿ J j j t - <u“? jdy»

¿£*i- C-U-j jJj; f *LJU V /j) ÿyl y^-Xiy jU

U -i*y (jta- j V y ij\TJJ *-*-U- A*j Y i^ 'y » i/»i»>ty aJ -^uUU Ü ç->y £ * \j *U.ly» o j <dy'jlici m j j j <dy-A»- ¿1* 4'ÿ » le A ^ ’y U ' (y^jrte U * * 3 VJ'j' j-J da «-İP «iJ y J U>y* a—* 4 ’/ i ”" ^le J Y /'

ç A & ^, 'Je" y r ^ J'-** a. U J—. 4 —4*r y y 4-iy< • J ' - j , / ¿ J l/j OjUo'JJ jyi^U éJ y s j-AJ-^y' ¿ / i U A -U y liy O l* j'y»- ^y»*** J Y y -fly iy O 4'ulcy»jÿ^ tT yy^ i»

U 'j\» 'y U ' j U ^ ' / ' j 4 /U tfy U * y v> j U ^ y / ^ / U ' ^ ^ A_**L J j t j U u y l j A»*» J / *A jT v » j' 4 y ' «j y^" d A»j^

■ - *» J >*£-*• «Il J y j* y - * * A->y*

^ y ^ r y y i * ^ > j r f ^ ^ L ' ^ y ^ j i J / r ' ^ ^ / _

4İ-A/J .jU>*' y ITjy «.Uy jLJy ^JjUiP J U>j O^jy

4'^» • j f t - ' - s ^ y ^ . ■

^iU . J j / -^*^>*3 ô l y J* *tyo*»X

e u v A » a.^. « jiu u ( 3 * , / * •-, at<*- *^y^y

>J W jv otA-fc' *>*rV\4W v

.>y**y ujjU 4U *j jj' jA2’. X*' /}■*.’ *

»’o r-•ijr *—* J—•- ^

4-İ-.1 U»,»y^U-. fc

ûU-J' • ^ileyf »^yyufcA—*A Ui' Vxf» a* j y «ÜU Vyî^y J4*

* ÿ*jlU 4'^-»^^—fc IjJ^y »tJ»’J <ù»-jXJclâi»wU

ufi«* I» LJÀiy ui»y *lJ y jy^Lx' J/* y.- y *Ür ^ /. /

J r V * . -?y' VAj'j '-L -/J %

-y - J^**ty */*j vjijU»J— Jlx. Jjo» Clt

cijU»*y Jy« «iyi/. J^-ijJy'/U. jyr*Jyr-y 4**^^

¿r—y/tjyÇ««*3 '4^ f ^1» y./^ Jrjjjyj*

¿lyTjlWjj U/L_3y'jU c» Jj UjCJ'y»-' OU «ly' J»y^ 4U- U»f>

J yr«A» J -« I 4. Uj j j A_» 4 ' tC»y

vlU «j.' J— ‘4 U' ¿»j *4»^*y ••aÏUj* ¿IL-»'*-ic Ajfufi

¿Ua.JA O/^y jl»yw»-y Uİ-y ¿JyJy ¿Ü*.' J* •■* *- >*

«/ U ¿Jl U* «).' wi* J 'y»-y O le y*y ô—4^y ^d»-y ¿Ür ¿¿i^Jy' l» y jy' jJİjU U k U yi*> /l£* Jj »J.' *Jfy»y aJ ,'y^-^

JjU^y ryiP .0,/tXL* U* ^U*y y A- UJÜ'l

«¿U«^*dBM jy»y A^jiro^yUA-CL-T/y^Jley: ^>*y

¿iu <ù^- <u>u v# y^y ¿si-*—y y v \S~

à J U*» y >> J.-* 4uAy j'-u:-,y JİP w-t j'V'j

/y^*.jl- j ÔJ •/'" J^* ,x*y* U* y J &*of’ ••JUcCA'-U V

Jû. /HU J-jU'y ^lk» y J-iy Oyj Uy ^U> ^Ja-Ü.

,x' Ujjjy • U>_—^'4— 4:0 ¿T'j'vcy Jy*- '

,r & + Jjfc w ü jtû jtj. •**»»&•

4, * j \j> ^u^s- ov/* U l *

¿»¿i ^ r :

-d y . ^ c W i M > ^ «î •* }* $ * & )* & & » s+jf- xSifj}jjjte'J>:‘r^M 'yfà-,‘-i3'~g:. >— u flUil JO-T t Ul ^ 4^.1 i* jy c -j o j^'W * - i / - r ,i-i'*e'i: *'-jtu J iU-TtUS" v>7 yi JTjIî . ••J-.V Jf1} e*s* * * - * ^ -j i o l -j l u C i * f -j-j^»ü,J> JJ 1.1 l i - J « * r ^ *■» j A t J ^ . - J < » '

mW ¡a *Ji> -■'*> -j-’J-J ¡•»'»u'U '-'J1* '

CERİDE-Î HA y A DİS: Kendisine siyasal nedenlerle gazete çıkarma izni verilmiş İngiliz asıllı William Churchill tarafından çıkarılan Ceride-i Havadis’in ilk sayısı 1 Ağustos 1840 tarihini taşır. Devletten maddi destek de gören gazete, bu bakımdan yarı resmî bir nitelik taşır. Daha sonraki Osmanlı basınının ası! kadrolarını oluşturacak pek çok yazarın yetiştiği Ceride-i Havadis, 26 Eylül I864’te yayımlanan 1212. sayısıyla kapanmıştır.

Almancı” gibi nitelemeler sadrazamla­ ra kadar yakıştırılır ve maalesef kamu­ oyunca da kabul edilir hale geldi. 1850’den sonra Osmanlı Devleti Avru­ pa bankalarından borç almaya başla­ yınca ve bazı büyük ihaleler (demiryol­ ları, gemi ve silah alımları vb.) açılın­ ca, basın da, bu yönde adeta bir ölüm kalım savaşına girişti.

Yöneticilerin ilkeleri ve düşünceleri açısından değil de kişisel özellikleri, söylentiler ya da sempati veya antipa- tiler üzerinden değerlendirilmesine da­ yanan bu yaklaşım, giderek Türkçe ba­ sma da bulaşmıştır. 1860’lardan günü­ müze kadar süregelen kısır tartışmala­ rın hâlâ kuramsal temellere oturmamış olması, bu kişisel suçlama geleneğinden kaynaklanmaktadır. Bunun en ilginç ve belki de ilk örneği, Londra basınının bir kampanyasıyla Reisülküttab (Dışişleri Bakanı) Âkif Paşa’nın “ Ruslardan rüş­ vet aldı” suçlamasıyla devrilmesi ola­ yıdır (1836). İstanbul’da sayıları onu bulmayan İngiliz tüccarların Londra basınına yağdırdıkları mektuplar ve el­ çinin tehditleri sonucu, son derece dü­ rüst ve vatansever olan Âkif Paşa, İngiliz-Rus çıkar çekişmesinin kurbanı olmuştur. İngiliz tüccarı ve Londra ga­ zetelerinin muhabiri olan William Churchill’in Ceride-i Havadis gazetesi­ nin imtiyazını elde etmesiyle sonuçla­ nan olayın içyüzü budur.

Basın Yasasına Gereksinim

1850’lerde, yirmi yılı aşan bir dene­ yimden sonra Osmanlı basını daha yer­ leşmiş bir havaya girmiş ve etkili olma­ ya başlamıştı. 1850 yılında İstanbul ve İzmir’de iki Türkçe gazeteye karşılık 16 Türkçe-olmayan (Fransızca, İtalyanca, Rumca, Ermenice, Bulgarca, İbranice) yayın vardı. Avrupa’daki 1848-49 dev- rimleri ve ayaklanmaları sırasında, Bâ- bıâli’nin Macar ve PolonyalI milliyet­ çileri Avusturya ve Rusya’ya karşı sa­ vunmasıyla, dışarda Osmanlı lehinde bir kamuoyu oluşmuştu. Buna karşılık içerde, gerek yabancı etkenler ve gerek­ se yerli basın aracılığıyla ilk kıvılcım­ ları atılmış olan ulusçu akımlar, 1848-49 olaylarıyla daha da pekişmeye başlamışlardı. Şeklen de olsa Osmanlı Devleti’ne bağlı sayılan Sırbistan’da, Memleketeyn’de (Eflâk, Boğdan) özerk yönetimin sağladığı kıpırdanmalar var­ dı. 1844’ten beri de Yunanistan’da İs­ tanbul’u alıp Bizans İm paratorluğunu canlandırmak amacını güden Mégalo

İdea, politik akım olarak belirginleşme­ ye başlamıştı.

Rus Çarının “ Hasta Adam” ın mira­ sını ölmesinden önce, -gerekiyorsa öldürüp- paylaşma önerisi Avrupa ta­ rafından reddedilince Kırım Savaşı pat­

ladı (1854). Bu olay Osmanlı toprakla­ rının o ana kadar olmadığı oranda Av­ rupalI gözlemcilere açılması sonucunu doğurdu. Yirmi beş yıldır üstünlüğü, ileriliği anlatılmış olan Avrupa, ordu­ larıyla, teknisyenleriyle, yazar ve

(14)

gaze-76 BASIN

Osman/ı Basını: İçeriği ve Rejimi

1A A * ı. u t \ r w J U r ı ' J I -ö jj l j L '■> j y * ^ V — ‘î y c «• ••!«■ ■ J İ S « * Â j , * * * ^ #*’ J : " ■' j h .d L ( t - ) ü >*■' * - 'y *> ^ -}y . v k -¿ İ ^ 'j

.- ’t j ' A W

i ' - A ' i f c t /

-

A')1jM(i"j( 'c>)

û V \ ^ t ; , - C r ^ j j ö/ j o - î î j

W

İ.J J . t A.-L.Î ¿Aj\^3 A 9 ^ İ l A - i —** j-^1 1)*^~ &\ Aj4İ— ¿ i ¿ A > ¿ ) V j ^ y u * j \ m K * ö ^ 4 İ—?7 ¿ U j ¿u âK^U 0 ^ ,L--<Aıj"^^37 üX > V ^*j _/»—<►•

TERCÜMAN-I AHVAL: Özel girişimle yayınlanan bu ilk Türkçe gazete, Agâh Efendi He Şinasi’nin ortak çabalarının ürünüdür, tik sayısı 21 Ekim 1860’ta yayımlanmış, haftada iki gün olarak başlayan yayın, gördüğü ilgi üzerine haftada beş güne çıkmıştır. Ancak siyasal koşullardaki ağırlaşma ve basında giderek artan rekabet karşısında 11 Mart 1866’da çıkan 792. sayısıyla yayınına son vermiştir.

fecileriyle Osmanlı ülkesine akın etti ve açık kollarla karşılandı. Sadece savaşı değil, Osmanlı Devleti’nin, toplumu- nun ne olup olmadığını da derinleme­ sine araştırmaya yöneldiler. Silahlarıy­ la, on binlerce ölü ve yaralı vererek var­ lığını korudukları Osmanlı D evleti­ nden bu özverilere karşılık ne çıkar sağ­ layabileceklerini tasarlıyorlar, açık açık yazıyorlardı. Savaş dolayısıyla birden­ bire sayısı artan İstanbul gazeteleri ise -Avrupa basınında yayımlanmış yazıla­ rın nakledilmesinin suç sayılmaması gi­ bi gelenekselleşmiş bir uygulamadan yararlanarak- bunları aynen kamuoyu­ na yansıtıyorlardı.

Bir yandan telgrafın Türkiye’de de haber için kullanılır hale gelmesi, bu­ harlı vapur seferlerinin çok yaygınlaş­ ması, Avrupa’dan borç alınmasına baş­ lanmış olması, Hindistan’la Anadolu- îran ya da Kızıldeniz üzerinden telgraf bağlantısının kurulması projeleri, Sü­ veyş’te kanal açılması girişimleri gibi konular gündemdeydi; diğer yandan 1856 İslahat Fermanı ile gayrimüslim

cemaatlerin toplumsal yapılarına deği­ şiklik getirilmiş ve bu olay yeni tartış­ malar açmıştı. Laikler daha da güçle haklarını savunurken, kilise (özellikle Rum Patrikliği) tüm Doğu Hıristiyan­ lığı üzerindeki kontrolünü kaybetmekte olduğu kuşkusuyla Osmanlı yönetimi­ ne karşı açıkça tavır almaya ve bunu hem yerel basın hem de Avrupa basını aracılığıyla açıklamaya başlamıştı.

AvrupalI misyonerlerin Beyrut ve Lübnan’da dil araştırmaları şeklinde başlattıkları Arapça akımı da yine bu dönemde İstanbul’da, ilk özel Arapça gazetelerin yayınlanmasıyla (M iratü’l-

Ahvâl, 1855; el-Saltanat, 1857) edebi­

yat ötesi konulara açılmaya başladı. Onları Beyrut’ta çok uzun bir yaşamı olacak Hadikatü’l-Ahbâr izledi (1858). Aynı yıl İstanbul’da sert polemikleri ve saldırılarıyla Bâbıâli’yi bir hayli uğraş­ tıran İngilizce Levan! Herald, İngiliz sermaye ve çıkarlarının savunucusu ola­ rak yayımlanmaya başladı.

Kırım Savaşı dolayısıyla beliren so­ rumsuzluk havası içinde litografya (taş)

baskıların yaygınlaştığını ve isteyenin izin almadan istediğini basar hale gel­ diğini 1854 ve 1856’da yayımlanan “ irade” lerden anlıyoruz. 1856 tarihli irade ile basımevlerinin yayınlarını kontrol etmek ve yerli yabancı bütün kitap ve broşürlerin yayımlanmasında “ şer’an ve mülken” bir sakınca olup ol­ madığını saptamakla bir memur görev­ lendirilmiştir. Ayrıca hem içeriye, hem de elçiliklere Bâbıâli’den izin alınmadan baskı yapmanın yasak olduğu hatırla­ tılmıştır. Bu da yetmemiş, 1273 (1857)’te çıkarılan “Matbaa Nizamnamesi” ile bu ön kontrol ve izin koşulu bir yasal düzenlemeye bağlanmıştır. Aynı nizam­ namede gazete çıkarmak isteyen yaban­ cı uyrukluların da Hariciye N ezâreti­ nden izin almadıkça basımevi açama- yacakları belirtilmiştir.

Türkçe Basın

Tercüman-ı A hvâl’in yayına başla­

masıyla Türk ve Osmanlı basın tarih­ lerinde yeni bir dönemin başladığı yad­ sınamaz.

Referanslar

Benzer Belgeler

Şimdiki zaman ifadesinde kullanılan geniş zaman ekleri -r, -Ar, -Ir ve ayrıca -(I)yor ve mAktA/mAdA eklerinin fiil çekim eki olması çalışmayı fiil üzerinde

1856 yılında Sultan Abdülmecid tarafından yayınlanan Islahat Fermanı’nın bir devamı olarak kurulan Osmanlı Bankası ile ilişkiler inişli çıkışlı devam

Hasan Koyuncu 2 , Ece Akar 3 , Nejat Akar 3 , Erol Ömer Atalay 1 1 Pamukkale University Medical Faculty Department of. Biophysics,

Complete hydatidiform mole with a coexisting fetus (CMCF) is a rare entity, with an incidence of 1 in 22,000-100,000 pregnancies.. It is associated with many complications,

O dönemlerde geçerli bulunan para birimleri ve ticaret ya~am~nda yeri bulunan mallar hakk~ndaki bilgiler, tüccar s~n~f~~ hakk~ndaki bilgilerimizi de

Görüldüğü gibi Konsey, 17 Haziran muhtırasında dile getirilen Osmanlı taleplerini ağır bir dille reddetmişti. Hatta, Türk milletinin yönetme kabiliyetinden yoksun bir

Osmanlı pazarının ihtiyaçları, Çerkes kabilelerinin Osmanlı Devleti ile kurduğu ilişkiler, Kırım Hanlığı’nın rutin yağma ve köle akınları gibi

Osmanlı’da Ekonomik Sistem ve Siyasal Yapı Arasındaki