• Sonuç bulunamadı

CEMİL MERİÇ KİTABI Bu Ülkeyi Yeniden Düşünmek

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "CEMİL MERİÇ KİTABI Bu Ülkeyi Yeniden Düşünmek"

Copied!
21
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

CEMİL MERİÇ KİTABI

“Bu Ülkeyi Yeniden Düşünmek”

-SEMPOZYUM TEBLİĞLERİ-

(2)

Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları Kitap No: 45

Koordinasyon

Erdem Z. İskenderoğlu Veli Koç

Cemil Meriç Kitabı

“Bu Ülkeyi Yeniden Düşünmek”

Hazırlayan Asım Öz Düzelti Habil Sağlam

ISBN 978-975-2485-12-9 TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 20640

1. Baskı

İstanbul, Şubat 2018

Kitap Tasarım Salih Pulcu Tasarım Uygulama Recep Önder

Baskı-Cilt Seçil Ofset Matbaacılık

Yüzyıl Mh. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İstanbul

Sertifika No: 12068

444 1984

(3)

Bir Cemil Meriç İcat Etmek:

Entelektüel Aura,

Türk Muhafazakârlığı ve Düşünce Dünyası

F I R A T M O L L A E R

Yapısal Entelektüel Tıkanma

Boşuna bağırıyorum…

Bu çemberi kırmak mümkün değil Cemil Meriç

Ahmet Hamdi Tanpınar “sükût suikastı” der, Oğuz Atay “ben buradayım sevgili okuyucu sen neredesin acaba?” diye sorar, iyi bilinir.1 Aslında yazar suikasta rağmen oradadır. Pekâlâ, neden böyle der? Entelektüel gelenek, usûl ve kurumların layıkıyla işlediğinden kuşku duyulan bir memlekette bunun nedenleri sorgulanır, kara kara ya da mesafeli bir gözlemci tutumuyla.2 Bu sorgulama bir aydın jimnastiği ve/ya romantizmi biçimini alabileceği gibi Türkiye’de yapısal entelektüel tıkanmaya dikkat çeken bir analizle de gerçekleştirilebilir.

1 Bu makale Çağdaş Üç Tarz-ı Siyaset Üzerine Eleştiri Yazıları: Tek- no-Muhafazakârlık, Kemalizm ve Liberal Sol’un Eleştirisi (Dergâh Yayınları, 2012) kitabındaki “Cemil Meriç’i Anlamak” bölümünün gözden geçirilip yeniden yazılmasıyla oluşturulmuştur.

2 Bazen de sert bir üslûpla. Ali Birinci bu sorunları ele aldığı Tarihin Kara Kitabı’nda (2014) şöyle yazar: “Okuyanların ve yazanların dünyası mafia dünyası kadar bile kaideleşmemiş ve bir kurum kül- türüne kavuşmamıştır.”

(4)

Fiziksel koşullarla ilgili nedenler üzerinde düşünebiliriz. Yazar ve (diğer yazarların da aralarında bulunduğu) okur topluluğu arasındaki akışı ya- vaşlatan veya engelleyen kültürel-toplumsal sorunlar nedeniyle eser adre- se ulaşmamıştır. Benedict Anderson’ın milliyetçiliğin yayılmasının koşulu olarak gördüğü kapitalist yayın pazarı ulus sathını bütünüyle kuşatama- mıştır veya Karl Deutsch’un vurguladığı iletişim, haberleşme ve toplum- sal bütünleşme henüz yeterli ölçüde sağlanamamıştır. Tanpınar’ın “sükût suikastı” ile ilişkilendirilebilecek olan bir başka kaygısı; Türkiye’de farklı kuşakların okudukları ortak kitapların (“mecelle”)3 sayısının çok az olma- sının nedenleri de bu fiziksel bağlamda değerlendirilebilir. Bu durumda sorun ulusal kültürün hegemonyacı kapsamının sınırlılıklarıyla ilgili genel bir sorunun parçası olarak karşımıza çıkar.

Epistemik toplulukların belli bir tarihsel konumlanması nedeniyle ken- diliğinden ürettiği bir görme kaybı da etkili olabilir. Tanpınar’ın Huzur’da

“Debussy’yi Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak” derken işaret etmeye çalıştığı, Shayegan’ın terimleriyle söylenirse, “farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaş(ayan), birbirilerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasında çatlağa düş(me)nin, iki farklı epistemik dünyanın radikal biçimde bölünmesinin ortaya çıkar- dığı sorun.

Aslında epistemik diyoruz ama bu cemaatler hiçbir zaman salt epistemik değildirler, siyasal cemaatlerdir de. Epistemolojinin siyasallığını tasavvur edebiliriz bu noktada. Yöntemin hakikate götüren nötr, teknik, tarafsız bir araçlar toplamı değil de hakikatin belli bir yorumunu baştan içermesi gibi, epistemik cemaatler de siyasal olanı içerirler.

Bahsedilen sorun Türkiye’de kültürün özgül koşullarında çeşitli biçim- lerde uç verir: Ahmet Haşim’in organik yerli zaman anlayışı ve “mekanik

3 Orhan Koçak “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları” makalesinde Tanpınar’ın sözünü ettiği sorunu “bir edebi mecellenin oluşamaması sorunu” biçiminde ele alırken “mecelle”nin “kanon” anlamında ilk kez Yahya Kemal tarafından dile ge- tirildiğini yazar. Koçak’a göre, Yahya Kemal’in bir yazısında “genel atmosferini verdiği” Hasan Âli Yücel dönemi kültür politikaları tam da bu sorun hakkında düşünülen çözümlerden biri olarak karşımıza çıkar: “Bayatlı da Gökalp’in katı ikiliğinin yarattığı tatminsizliklere değindiği pasajında şöyle demekteydi: ‘Bir medeniyeti taklîd etmek merhalesinden çıkmak onu iyi hazmettikten sonra mümkün oluyor. Bu rüşde ermek için ise onun fen ve tekniği kâfi gelmiyor; bil- hassa zevk, düşünüş, ahlak gibi yeni hayatı yaratan unsurlarını benimsemek îcâb ediyor.’… Yücel(in) eski ‘Doğu-Batı’ sorununu dönüştüren bu manevra(sı), en azından bir süre için, Türkiye’nin ‘yaralı bilinçlerine’ (terim, İranlı yazar Daryush Shayegan’ındır) bir merhem gibi gelmiş olmalıdır. Sürekli kültürel teyakkuz ve tıkanma hali geride kalıyor, evrensellikle yerellik arasında bir uyum sağlanıyor- du.” (Koçak, 2001)

(5)

yabancı saatlerin hayatımıza girişi”ni karşılaştırdığı “Müslüman Saati”nde (1921) ima edilen, ardından Yahya Kemal’in Üsküdar ve Beyoğlu’nu iki farklı dünya olarak işlediği ”Ezansız Semtler”de (1922) geçen bir ikilik ya da Nurdan Gürbilek’in Sessizin Payı’ında Fatih-Harbiye’de (1931) görüldü- ğünü ileri sürdüğü “kültürel yarık.”4

Modern Türkiye’nin düşünce tarihinde bir epistemik topluluğa ait görü- len yazarın diğer epistemik topluluklar tarafından tanınmamasına yöne- lik çok sayıda öykü vardır, bu kendi tarzında (örneğin “münzevi aydın”

olarak) bir aydın romantizmine bile yol açmıştır. Bir yandan yazarın ken- dilik algısıyla ilgili romantizm, öte yandan yazarın muhatapları ve takip- çilerinin ona atfettiklerinin toplamı ya da bu atfetmenin bizatihi kendisi olarak romantizm. Hegelci terimlerle kendinde romantizm ve kendi-için romantizm, kendisi ve başkaları tarafından atfedilen romantizm. Hem Tanpınar ve Oğuz Atay’ın günlüklerinde hem de Cemil Meriç’in kitapla- rında ilk romantizm türü kolaylıkla ayırt edilebilir. Hatta Cemil Meriç ya- kıcı üslûbu ve zaman zaman takıntılı tutumuyla epistemik toplulukların tarihsel konumlanmalarının neden olduğu iç romantizm halet-i ruhiyesi- nin en baskın örneklerinden biri haline gelmiştir: “Bu anlaşmasına imkân olmayan iki düşman arasında münzevi aydın hareketini nasıl ayarlayacak.

İşte bütün mesele... Ne ben kendim kalarak bunlara katılabilirim, ne onlar beni içlerine alırlar... Boşuna bağırıyorum… Bu çemberi kırmak mümkün değil.” (Meriç, 1998)5

Çemberin kırılamayacağı inancı güçlendikçe yazarın kendilik algısıyla il- gili romantizm hararetlenir, iç romantizmin yükselişi muhatapları ve ta- kipçilerinin ona atfettikleri değere ilişkin bir başka romantizmi ortaya çı- karır. İkincisi genellikle ilkini takip eder; “Minerva’nın baykuşu” uçtuktan sonra, yazarın üretimini tamamlamasının ardından gerçekleşir. Tanpınar, Oğuz Atay ve Cemil Meriç’te olduğu gibi.

Söz konusu fiziksel ve tarihsel nedenler nesnel koşullar olarak tortulaşır- lar. Son tahlilde her iki neden kategorisi de nesneldir. (Fiziksel koşulların okuyucunun vurdumduymazlığı gibi öznel-psikolojik boyutlarını bir an

4 Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi’nin (2016) önsözünde, Sessizin Payı’ında (2014) sözü edilen “kültürel yarık”ı tartışıyor ve bunun Fatih-Harbiye’den geriye, “Müs- lüman Saati” ve “Ezansız Semtler”e götürülebileceğini ileri sürüyorum.

5 Liberal Muhafazakârlık Karşısında Nurettin Topçu’da (2016) bu pasajı Nurettin Topçu’nun epistemik cemaatlar arası “çatlağa düşme”si ve tanınmamasına işa- ret etmek üzere epigraf olarak kullanmıştım. Nurettin Topçu’nun ölümünden yaklaşık bir sene önce, 28 Temmuz 1974’te “Sağ, Sol, Münzevi Aydın” başlığının altında kaleme alınan bu satırlar Jurnal, cilt 2’de yer almaktadır.

(6)

ihmal ederek söylersek. Fakat bu dahi düşünüldüğü kadar saf psikolojik bir olgu olmayabilir). Yazarlar ne kadar heroik görünürlerse görünsünler

“kendi zamanlarının çocukları”dırlar. Tarihsel nedenler bir yazarın tek ba- şına aşamayacağı ölçüde yerleşiklik kazanmışsa, Hegel’in bir kâhin üslû- buyla belirttiği gibi, yazar “kendi zamanının ruhuna basıp geçemez.” Nes- nellikleri ilelebet değiştirilemez oldukları anlamına gelmez elbette. Bunu dert edinmiş yazar kendi müktesebatı ölçüsünde yerleşik duruma müda- hale eder. Koşullar çetinleştiği ölçüde yazarın üslûbu da kendine has bir nitelik kazanarak keskinleşir. Cemil Meriç’in eserlerinden pasajların da bulunduğu on farklı paragraf önünüze getirilse hangisinin ona ait olduğu- nu tahmin etmeniz fazla uzun sürmez. Burada Cemil Meriç’in entelektüel birikimi, mizacı ve psiko-biyografisiyle izah edilebilecek boyutlar kuşku- suz vardır. Hilmi Ziya Ülken’in Şeytanla Konuşmalar’ı hakkında kaleme aldığı erken tarihli (1943) bir eleştiri yazısı, Cemil Meriç’in özgün üslûbu- nun daha yirmilerinin ortalarında şekillenmeye başladığını gösterir. Do- layısıyla efsaneyi kuşatan, sonradan gelen körlük ve bununla içgörünün kendiliğinden açılması türünden yarı mistik bir açıklama Cemil Meriç’in üslûp celadetini izah etmek için yeterli değil galiba. Keza salt biyografiyle anlaşılması oldukça güç bir durum da kendisini gösteriyor. Cemil Meriç’in hikâyesini yapan asıl unsur, tarihsel nedenler, epistemik cemaatler arasın- daki kültürel yarıklar ve bu koşullarda vuku bulan bir tanınma arayışıdır.

Cemil Meriç çağının nesnel koşullarına müdahale etmiş, onları kısmen değiştirmiş ve nesnelliğin değiştirilebilir olduğunu en azından hemdert okuyucularına göstermiştir. Bununla birlikte, nesnel koşullar her çağda yenilenirler, gerçeklik oluştururlar ve bir kategori olarak –hem de bazen tahkim edilmiş biçimde– orada durmaya devam ederler. Olmuş bitmiş bir durum yoktur, mücadele hep yeniden başlar, o müdahil geleneği yorumcu yeniden kurar.

Entelektüel İdeologun Tehdidi Altında

Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çeliş- kilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılık- lı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasında çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu iki yanlılık bizi zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve duyarlılık yelpazesini genişletebi- lir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı iki yanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamak- ta ve tıpkı kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gerçekliğini

(7)

ve tinsel imgeleri belirsizleştirmektedir… Yeryüzü sakin- leri arasında bir diyalog olanağı, gelecekte bu iki dünyanın eleştirel olarak yüzleşmelerine bağlı olacaktır.

Daryush Shayegan

Cemil Meriç’i icat etmekle söz konusu geleneği yeniden kurma cehdini kastediyorum. Bu yeniden düşünüp yorumlama süreci enerjisini “zihin açıklığıyla ve hınç duymadan” üstlenilen iki yanlılıktan alır. İki farklı blo- ğu da içermek (içererek aşmak?) yakından bakıldığında daimi çatışmanın neden olduğu sürekli bir içsel huzursuzluğu ifade eder. Zıt kutupların çarpışırken çıkardığı gürültü insanda huzur namına hiçbir şey bırakmaz.

Öyle ki, bu huzursuzluk kutuplardan hiçbirine tam olarak yerleşememe- nin ya da bir tür evsizliğin yol açtığı endişeyi kışkırtır kimi zaman. Gel- gelelim Cemil Meriç’in düşünce mirasını bugünden kurarken duyarlılık yelpazesindeki bir genişlemeyi de keşfederiz. Cemil Meriç’te bölünmenin huzursuzluğuna kopmaz biçimde bağlı entelektüel açılmanın varlığı her- halde hiçbir okurunun gözünden kaçmamıştır. Sanki “ya o ya bu” yaklaşı- mındaki katı karar anının entelektüel bir kısırlık ve zaafiyete neden olaca- ğı sezgisiyle karşıtların birlik halinde yaşatılmasına dayanan yarı Hegelci bir ilke yönünde tercih yapılmıştır.6

“Ya/ya da”nın kararcılığı taraflardan birine demir atıp sabitlenmenin kon- forunu sağlıyor gibi görünür. Öte yandan tarihsel formları itibarıyla “ne burada, ne orada; birinden kovulmuş, ötekine varamamış” entelektüelin vaziyetinde yankılanır. Taraflar (rakipler) birbirini sabitleyici bir hınçla iterken karşılıklı olarak biçimsizleştirir. İkili bir çıkmaz vardır: Bir yandan tarihsel gecikmişlik ve taassuptan yakınırken kendini halk kitlesinin üze- rinde hisseden, diğer yandan Batı’nın ürünlerine hayran, “modernliğin römorkunda” olmanın güvenliğinde ama kendini onun aşağısında hisse- den entelektüel; “‘ilerisinde’ olduğu bir kültür ile içine giremediği ve sahne

6 Zeynep Sayın’ın Cemil Meriç hakkındaki konferans konuşmasından makalenin güncellenmiş bu versiyonunu hazırlarken haberdar olup okudum. Sayın, konuş- masında “Cemil Meriç’in çok katmanlı, çoğul ve melez bir kimlik olduğunu” ileri sürüyor. Bkz. (Meriç-Çavdar, 1998). Bunun post-Hegelyen bir melezlik mi, kısmî sapmaya karşın Hegel felsefesinin vaatlerine bağlılığı sürdüren yarı Hegelci bir hamle mi yoksa Hegelci “içererek aşma” mı (aufhebung) olduğuna kafa yormak son derece üretken bir tartışma açabilir. Bu tartışmanın faydalarından biri Ce- mil Meriç düşüncesi üzerine kasvetle çöken “yerli ve milli aydın” gündeminin hegemonyacı aşırı-politizasyonunu özgürleşmeci bir müdahaleyle dağıtabilme ihtimalidir. Tartışma bir yana dursun, burada en aşikâr görünen olgu, katı ka- rarcılığın entelektüel genişlemeyle ters orantısıdır. Yarı Hegelci hamle derken aklımda Jameson’ın Hegel felsefesiyle girdiği diyalog geçiyor. Daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. (Jameson, 2009).

(8)

ışıkları gözlerini kamaştıran daha geniş bir dünya arasında kıskaca alınan”

iki açıdan da yabancılaşmış entelektüel (Shayegan: 1992).

Shayegan durumun “geleneksel toplumlar”a özgü olduğunu düşünüyor- du. Buna benzer sorunlar, modern Türkiye’de on dokuzuncu yüzyıl sonu

“dekadan” tartışmasından 1960 sonrası soldaki “azgelişmiş ülke aydını”

ve “komprador aydın” tartışmalarına dek, daima hararetli bir konu ola- rak gündemde yer almıştır. (Günümüzün entelektüel seviyesi düşük, hatta anti-entelektüalist “yerli ve milli aydın” gündemi de tarihte daha önce trajedi olarak zuhur eden olayın farsıdır belki de.) Konunun daha

“evrensel” bir veçhesi ise entelektüelin ideolog tarafından kötürümleş- tirilmesi ve/ya dar politik hedefler güden pragmatik ideologun kurbanı olmasıdır. Entelektüel daralmaya neden olan, bir ilke olarak entelektüelin politik bağlılıklar taşıması değildir. Bilâkis entelektüel, politik olanla, po- lis’in meseleleriyle hemhâl olmuştur; kamusal alanda faaliyet gösterir; bu meselelere kayıtsız kalamaz. Entelektüelin soysuzlaşması pragmatizm ve politik angajmanın katı bir görev bilinci içinde gerçekleşmesinden neşet eder. Entelektüelin yerini artık ideolog almıştır. İdeolog entelektüel ala- nı olduğu gibi politikayı da daraltır. Politika bir kamusal iletişim etkinli- ğinden çok dost-düşman ayrımı ile belirlenir. Cemil Meriç’in politikadan uzak tavrını sözü edilen anlamda politikanın en doğru tarifini Machiavelli ve Schmitt’in yapmış olmasında arayabiliriz. Bu anlamda politika “beyaz eldivenle yapılmaz” (Meriç, 1997). Cemil Meriç şöyle der gibidir: Politika, çemberi daraltan bir karar anını, “ya/ya da” biçiminde kurulmuş bir denk- lemdeki varoluşsal seçimi dile getirdiğinden entelektüelin “hem/hem de”

tarzındaki genişleyici eğilimine sekte vurur.

Entelektüel kötürümleşme, kendini çeşitli biçimlerde gösterebilir. Politik mücadele içinde zarara uğratılmanın, hapishanenin, kahramanlığın ve ölümün ülküleştirilmesi mistifikasyon dozu en yüksek olanlarıdır. Bu du- rumda “şehitler kulübü”ne girmek yeterlidir ya da hapishaneden muzaffer bir şekilde çıkınca müthiş bir şöhret gelmektedir. Bu sosyo-psikolojik du- rumda şöhretler ve şehitler kulübü üyelerinin yazdıkları “en abes aptal- lıklar” bile olsa entelektüel başarının dorukları olarak görülür (Shayegan:

1992). Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda (1988) proletaryanın be- yin takımı ve “meslekten komplocular”, proletarya ve lümpen proletarya, proletaryanın teori emekçileri ve lümpen komplocular arasındaki ayrım üzerine yazdıklarını hatırlayacak olursak, ideolog, meslekten komplocula- rın teorik donanımdan yoksun lümpen eylemciliklerini hatırlatmaktadır.

Meslekten komplocuların üzerinde düşünülmemiş yıkıcılıkları proletar-

(9)

yanın uzun vadeli çıkarlarına nasıl zarar veriyorsa ideolog da entelektüel faaliyete öyle zarar verir.

Cemil Meriç’in nazarında ideolog, entelektüeldeki “münzevi fikir işçili- ği”nden uzak, çoğu zaman teorik açıdan eksik bir hazırlığı olan, pratiği kutsamış kişidir. Öbür kutuptaysa entelektüalizm vardır. Samimiyetsiz bir nesnellik kaygısıyla (entelektüelin) tarihin dışında yaşama gayreti.

Ateş hattının dışında kalmaya çalışan bu kişinin anahtar cümlesi “döne- mimde ve benden sonra tufan”dır. Bir önceki kutbu lümpen ideoloğun entelektüeli yozlaştırması olarak değerlendirdiysek bunu entelektüelin pozitivist-objektivist bilimci tarafından etkisiz kılınması olarak düşüne- biliriz. “Bilim için bilim”ci eninde sonunda “aklın kurnazlığı”na yakalanır.

Nesnel olduğunu düşündüğünde, polis’in meseleleri karşısında tarafsız ve ilgisiz kaldığında, örtük bir biçimde tarih onu kendi amaçlarına alet eder. Cemil Meriç’in terimleriyle, korkak, anti-diyalektik ve apolitik Kar- tezyen şüphedir bu. Oysa “düşünmek”, diyalektik bir hamle, “bir itizal’dır:

“Descartes’ın şüpheciliği, siyasî’nin, içtimaî’nin eşiğinde durur. Korkak bir şüphe. Marx’ın diyalektiği daha hamleci, daha cesur… Tefekkürün tarifi- dir diyalektik… düşüncenin bütün fâtihleri diyalektikçidirler… Düşünce bir ‘itizal’dır. Kiliselerde dua edilir, düşünülmez. Düşünmek, caddelerden keçi yollarına; çiğnenmemiş, sarp, dikenli keçi yollarına sapmaktır. Ama, zirvelere şehrahlardan gidilmez, zirvelere ve uçurumlara.” (Meriç: 1998a, 1998b)

Muhafazakâr Yönelişler

Bu sağa ancak merhamet duyulur, muhabbet değil. Kor- kak, pısırık, sembollere ve sloganlara mahpus. Kendinden kat’iyyen emin değil. Soldan yüz bulamadığı için sağ...

Sağda rahat değilim... Attila solda kalmalıydın diyor. Han- gi solda? İlerici düşünceye istikamet veren son derece mürteci üç organ var: Cumhuriyet, Varlık, Türk Dili, kurul- duğu günden beri tefekkürü felce uğratmaya memur. Ku- rulu düzenin gerçek koruyucusu... Ne ben kendim kalarak bunlara katılabilirim, ne onlar beni içlerine alırlar... Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince: bu yolu ben seç- medim. Solun kadirnâşinas davranışı beni ister istemez

‘gerici’lerin kucağına değil, yanına itti. Bu yakınlığın fikri iffetim için bir tehlike teşkil etmediğini kitaplarımı oku- yunca görürsün.

Cemil Meriç

(10)

Bu mektup Cemil Meriç’in muhafazakârlığını kayıtsız bir biçimde iddia etmenin zorluklarına işaret ediyor lâkin onun düşüncesini politize eden- lerin muhafazakârlar olduğu da bir vakıadır. Cemil Meriç’in sağ-sol ku- tuplaşmasının yüzeyselliğini sorgulaması muhafazakârların ilgisini çe- ken eksenlerden birini teşkil etmiştir. “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı” (Meriç, 1998a). Büyük ihtimalle en fazla dikkat çekmiş pasajlarındandır bu. Mu- hafazakârların ideolojiler üstülük söylemi gereğince (Öğün, 1997) an- ti-komünizmin ideoloji olarak düşünülmediği –ya da ideoloji denildiğinde sadece sosyalizmin anlaşıldığı– bir dönemde bu duruş ilgi çekici bulun- muş olmalı. Oysa Cemil Meriç ekler: “Emperyalizmin taaruzlarına karşı genç zekâları uyarmak için ‘ideolojiler idraklerimize giydirilen deli göm- lekleridir’ düsturu ideolojiler aleyhine ideolojik bir ikazdı. Batı düşüncesi- nin –hatta düşüncenin– reddi için bir fetva sanıldı” (Meriç, 1981). Cemil Meriç ideolojilere değil obskürantizme karşıdır.

İdeolojiler öcü değil “toplum haritası” (Mardin: 1992)7 ve pusula olarak kabul edilmelidir: “İdeolojiler tehlikelidir, amenna... gelişmemiş beyinler için. Uzak denizlere açılanlar pusuladan vazgeçebilirler mi? Kaosu kozmos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş... Yasakladığımız için hışımlarına uğradık... İdeolojiler sisle karışık, fakat dumanlı diye ışığı reddedecek miyiz?” (Meriç, 1981). Dolayısıyla Cemil Meriç’i İkinci Dünya Savaşı sonlarında köhne pozitivizmin bilim=episteme (doğru bilgi), ide- oloji=doksa (sanı, yanlış bilgi) dikotomisini kullanan, refah toplumunun ideolojilerin sonu “ütopya”sına yol açacağını dillendiren “ideolojilerin sonu” teziyle birlikte düşünmek yorumcuyu yanılgıya düşürür. 1990’la- rın başında “tarihin sonu”yla katmerlenen bu tezin motifi ideolojilerin ölümüdür. Cenazeyi kaldırma uğraşı bilimci bir söylemden kaynağını alır.

Buna karşılık Cemil Meriç insan bilimlerinin ideolojik muhtevasına dikkat çeken çağdaş düşünürlerden ilham almış, bilim(ciliğ)in büyüsünü bozan ideoloji, bilgi ve bilim sosyolojisi gibi alanlarda dolaşmıştır: “İdeoloji ile ilmin sınırlarını çizmek son derece güç. Yirminci asırda tarih, çok defa ve açıktan açığa, siyasi bir ideolojidir. İktisat da, sosyoloji de öyle” (Meriç, 1981). Daha ayrıntılı bir okuma, refah toplumunda teknolojinin getirdiği kolaylıklarla birlikte insanın sadece malların yönetimi meselesiyle uğraşa- cağı ve ideolojinin ortadan kalkacağı iddialarının başlı başına ideolojik ol- duklarına yönelik bir öngörüyü de gösterebilir. Bu toplumda ideoloji üre-

7 Cemil Meriç aynı makalesinde Türkçe literatürde “ideoloji” üzerine Şerif Mar- din’in iki incelemesini de (İdeoloji ile Din ve İdeoloji) zikrettiğinden, kullandığı

“pusula” imgesinin “toplum haritası”na referans yaptığını düşünmek mümkün.

(11)

tim işleminin yapısında olduğu için ileri endüstriyel kültür aslında daha ideolojiktir: “Ürünler, kişileri endoktrine eder ve yönetiriler... bir yapay bilinç yaratırlar... getirdikleri endoktrinasyon bir propaganda olmaktan çıkar, bir yaşam biçimi durumuna girer” (Marcuse: 1968); Meriç’in sözle- riyle “ideolojilerin yerine yeni putlar geçer: sinema, spor veya siyaset yıl- dızları. ‘Yabani tahtadan ve taştan putlara tapar; medeni insan, etten ve kandan putlara’ demiş Bernard Shaw.” (Meriç, 1981)

Muhafazakâr ilginin temel nedenlerinden biri entelektüel aura olma- lıdır. Entelektüel aura muhafazakâra modern çağda meşruluğu olan bir duruşun anahtarını verir: Batı’yı tanıyarak eleştirmenin, aydınlanmış bir muhafazakârlığın cazibesi. Cemil Meriç, kendi deyişiyle diyalektiğe say- gılı biri olarak reçeteler yazmayı sevmez (Meriç, 1998a) ama yazdıkları (en azından yazdıklarının bir bölümü) aydınlanmış muhafazakârın reçe- tesi gibi görülmüş ya da bu algıyı bizzat kendisi yönlendirmiştir. Mese- la “Gerici Kim?”in Türkiye’deki aydınlanmacı retoriğin savlarına yönelik eleştirisinde, bu etiketi yapıştırmak bu kadar kolaysa, Dante, Balzac ve Dostoyevski’nin de gerici olduğu iddia edilir. Cemil Meriç Aydınlanmacıla- rı canevinden yaralarken muhafazakârların Tanzimat’tan beri kırıldığını düşündüğü gönlünü alır: “Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac eserini iki ezeli hakikatin ışığında yazar: kilise ve krallık. Dostoyevski maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici, Dostoyevski gerici. Gerici, ilerici... Dü- şünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar.”

(Meriç, 1998a)

Aydınlanmış muhafazakâr üslûp bundan önce erken Cumhuriyet muhafa- zakârlarında tebarüz etmiştir. Peyami Safa, pozitivizm-materyalizm eleş- tirisini yirminci yüzyılın başlarından itibaren bilim felsefesinde gerçek- leşmiş “paradigma” dönüşümlerine gönderme yaparak geliştirir. Newton fiziğinin, belirsizlik ilkesi, görelilik ilkesi, kuantum fiziği gibi yeni bilimsel gelişmeler sonucu yara aldığı bu yüzyılda saf akla şüphe besleyen muha- fazakârın kullanabileceği birçok geçerli argüman vardır. Mustafa Şekip Tunç, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar on dokuzuncu yüz- yılda pozitivizme karşı tepkiyle beliren ruhçu ve romantik felsefelere atıf- la bir “alt dalga” biçiminde gelişen “muhafazakâr modernlik” yaklaşımı- na bağlanırlar. Muhafazakârlığın erken döneminde felsefî bir dili vardır.

Ancak soğuk savaş döneminde bu klasik dilin etkisi zayıflayacaktır (İrem, 1997). İşte tam bu noktada, Cemil Meriç’in anti-komünist ideoloji tara- fından entelektüel izleği gitgide zedelenen Türk muhafazakârlığı için taze kan olarak algılandığı söylenebilir.

(12)

Yerlici tavrı, İslâmiyet’e ve Osmanlı’ya sempatisi, Kemalist elitin önde ge- len kişilerine karşı eleştirisi, muhafazakâr, milliyetçi ve İslâmcı gruplar tarafından neden ateşli biçimde sahiplenildiğini anlatabilir. Bir başka açı- dansa bunu zorlaştıracak birtakım unsurlar orada beklemektedir: Muha- fazakârlığın kültürel üslubu içinde değerden düşürülmüş olan ekonomik çözümleme, emperyalizm ve ideoloji eleştirisi konularına verdiği önem, klasik muhafazakârlığın yumuşak ve pragmatik dilinde pek yer bulama- yan radikal-eleştirel üslûbu, Ziya Gökalp’in Türk muhafazakârlığına ar- mağanı olan hars-medeniyet çizgisinden ayrılan yönleri, sosyalizme em- patik bakışı, düşünce özgürlüğünü savunması ve diğerleri.

Cemil Meriç, yerlici çağrışımları güçlü aforizmalarıyla muhafazakârlar için çekim merkezi olurken, bu konuda selefi olarak gördüğü Ahmet Midhat Efendi gibi muallimliğe başlar. Descartes’ı Spinoza’yı tanıtır; Batılıların dahi lanetlediği Machiavel’e“zavallı Machiaville” der; Marx’a kapitalizmin amansız eleştirmeni olarak saygıyla yaklaşır. Aslında bütün bunları yapar- ken düşünsel hoşgörünün erdemini ifade etmekle kalmaz; Batı’nın sadece teknolojisiyle muteber olduğunu içselleştirmiş bir politik kültürün argü- manlarını da zayıflatır. Bu husus gerçekten önemlidir. Zira, milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılığın ortak bir doğrultusu, kültür ve uygarlık konusundaki yaklaşımlarıdır. Bu üçlünün düşünürü Ziya Gökalp’tir. Bi- lindiği gibi, Gökalp’e göre, muhtevasını bilim, teknoloji ve sanayileşmenin oluşturduğu medeniyet “elbise gibidir”, değiştirilebilir; oysa hars millîdir.

Cemil Meriç yorumcuları açısından gözden kaçırılmaması gereken nokta ise, Batı’nın tekniğinin alınmasına ve medeniyetin “büyüsü”ne şüpheyle yaklaşmasıdır. Cemil Meriç, teknik-medeniyet-kapitalizm-sanayileşme sarmalının zihinsel arka planında saklı olgunun akılcılık değil eşyalaşma olduğunu düşünür. Keza araçsal rasyonaliteyi soyutlanmış ve aşkınlaştı- rılmış bir akılcılıkla değil de eşyalaşma ve yabancılaşmayla izah ederken Frankfurt filozoflarına yaklaşır. (Meriç, 1998c)

Çok partili dönemde muhafazakârlık klasik üslûptaki felsefî dil biçimin- den uzaklaşmıştı (İrem, 2004). Tek Parti döneminin radikal laikleştirme hamlesinin gölgesinde yetişen yeni kuşak muhafazakârlar rejimin tep- kisine cevap verircesine teknik bilimlere ilgi göstermişlerdir. Muhafa- zakârlar bunu yaparken söylemsel olarak zorlanmadılar çünkü uzun bir tarihi birikime dayanan İslâm’la modernliği telif etme çabalarının mira- sını, Doğu-Batı sentezlerini ve hars-medeniyet ayrımını devralıyorlardı.

“Mümin-mühendis” tipinin belirmesini kolaylaştıran bir politik kültür mirası vardı. Demokrat Parti’den Adalet Partisi’ne ve Anavatan Partisi’ne

(13)

mühendis dünya görüşü muhafazakâra modern dünyaya intibak etme ka- biliyeti vermiştir ama aynı zamanda bu zihniyetin pozitivist özü sosyal bilimleri teknik bilimlerin, felsefeyi bilimin ağırlığı altında ezmiştir. Bu kültürel-politik bağlamda, Cemil Meriç’in entelektüel aurası, ideal tipi en- telektüelden ziyade teknokrat olan mühendis dünya görüşünden ciddi bir farklılaşma olarak parlamıştır.

Cemil Meriç’in popülist entelektüel paparazziliği de –yeni kuşak muhafa- zakârlar olarak– “Anadolu’nun bağrı yanık çocukları”nın dikkatini çekmiş olabilir. İstanbul elitini karşısına alarak bir taşralının hıncıyla yüklenir:

“Kaynaşamadık Salâh’larla. Onlar İstanbul çocuğu idiler. Ben taşradan ge- liyordum” (Meriç, 1998b). “Salâhlar”, Salâh Birsel, Behçet Necatigil, Ok- tay Akbal, Orhan Veli, Sait Faik ve diğerleri, Cumhuriyet elitinin önde ge- len şair ve yazarlarıdır. Cemil Meriç’in bu grubun çeşitli üyeleri hakkında kullandığı kelimeler dikkat çekicidir: “Küstah, yalancı, kendini beğenmiş bir business man... yumuşak, hazımkâr, renksiz, kokusuz bir şair taslağı...

Halk Partisi’ne yamanmağa çalışıyordu... Bu cavalacoz alayının nasıl ün kazandığına şaşıp duruyorum... İstanbul çocuğu…” (Meriç, 1998b). Bu- nunla birlikte Meriç’in sert bir dille hücum ettiği elite muhafazakârların da dâhil olduğunu teşhis etmek ilginç olabilir: Peyami Safa “hakim sını- fın kalemidir. Kurulu düzenin adamıdır. Hiçbir zaman ciddi olarak tenkid etmemiştir düzeni” (Açıkgöz: 1993); Tanpınar, “maddi sıkıntı çekmedi.

Babası kadıydı. Halk Partisi’ne yalvardı, mebus seçilmek için. Ahmed Ku- dsi’ye çok yalvardı, ihsan için. Zaafları olan insandır Tanpınar... küçük tat- minlerin adamıdır. Küçük hesaplar için avuç açan... bir şahsiyettir” (Açık- göz: 1993).

Bunların Jurnal ve Sohbetler’de yer aldığını belirtelim. Bu edebi formlarda Cemil Meriç’in bir başka “coştuğu”nu okurları hatırlayacaktır. Yine de ge- nel olarak bakıldığında, Cemil Meriç’te erken dönem Türk muhafazakâr- lığına ruhunu veren Yahya Kemal ve Tanpınar’ın “huzur üslubu”nun (Çiğ- dem, 2001) yerini isyankâr ve saldırgan bir mizaca bıraktığını söylemek mümkün görünüyor. İstanbul “beyefendiliği” ortadan kalkmış; “Aziz İs- tanbul”cunun İstanbul’u “duyan” tavrı onu görüp amansızca eleştiren bir noktaya varmıştır. Cemil Meriç’in İstanbul’u çoğu zaman, muhafazakârın tarihi sürekliliği duyduğu aziz bir şehir değil, içinde yaşayanlarının kibri, yüzeyselliği ve taşra korkusu ile olsa olsa bir “Kahpe Bizans”tır.8

8 Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi’nde (2016) buna benzer bir olguyu İstanbûlin muhafazakârlıktan Necip Fazıl’ın muhafazakârlığına doğru dönüşüm açısından ele almıştım.

(14)

Başlangıç Şartları Meselesi:

Neden Bir Descartes ya da Spinoza…

Her birey bulunduğu gelişim basamağına göre kendi halkı- nın çocuğudur. Kimse halkının tinine basıp geçemez, yer- yüzüne basıp geçemeyeceği gibi.

Hegel

Ben de Oppenheimer gibi her alanda dal budak salmak is- terdim. Biliyorsun başlangıç şartları meselesi. Gene de ben inançlıyım... Evet, başlangıç şartları önemlidir. İşte Op- penheimer 1904’te New York’ta doğmuş, Adana’da değil.

Babası da çok zenginmiş. Annesi de ince ruhlu sanatçı bir kadınmış. Oppenheimer’ın herşey olması bekleniyormuş:

mimar, ressam, şair, müzisyen...

Mustafa İnan

Mustafa İnan, Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı’nda “başlangıç şartları meselesi”nı çarpıcı bir biçimde gündeme getirir. Dolayısıyla Cemil Meriç’in hayati sorularından biri olan, neden bir Batılı filozof (örneğin Descartes) gibi olamadığı sorusunu –bilimden felsefe ve edebiyata– daha geniş bir zeminde ele almak gerekir. Modern Türkiye’de düşünce hayatı- nın spekülatif felsefî muhteva açısından zayıflığına sıklıkla değinilmiştir.

Hilmi Ziya Ülken bu konudaki ilk yazılardan birinde “bizdeki fikir cere- yanları”nın toplumsal sorunlara çâre ararken bulunmuş bir şey olduğunu öne sürer: “Kafaların savaşlara ve devrimlerin sonuçlarına kuşku ile çev- rildiği yıllarda, Kant ve Hegel’deki sistemleri derinleştiren akademik çalış- malar beklenemezdi” (Ülken, 1994). İvedilikle halledilmesi gereken top- lumsal sorunlar düşünce alanında büyük çalışmalara engel olmuştur. Bu atmosferde düşüncenin kendisinden çok doğrudan eylem gücüne yönelik bir keşif söz konusudur. Düşünceler “ihtiraslı, günlük siyasi eyleme bağlı ve derin olmaktan uzak”tır. Bu açıdan bakılınca Meşrutiyet gibi Cumhu- riyet’in fikir hayatının da sathî olduğu düşünülür (Ülken, 1994; Kayalı, 2000). Hilmi Ziya’ya göre, Türk düşünürlerinin düşünceyi içtimaî eyleme bağlı bir şekilde ele almaları bir açıdan olumludur. Onlar “toplumun buna- lımları karşısında sorumluluklarını bilen insanlardır. Fildişi kulelerine çe- kilmemişlerdir. Ellerindeki bütün imkânları kullanarak eğitimin yayıldığı yerlere kadar yeni fikirleri tanıtmaya, yeni içtimai hareketlere önderlik et- meye çalışmışlardır. Siyasi değişmelerin çok gerisinde kalan boğuk sesler olmamışlar, zaman zaman kendilerini dinletmesini bilmişlerdir.” Bununla birlikte, “içtimai eyleme aşırı bağlılık bu devir Türk düşüncesinin kusuru

(15)

olarak da görülebilir. Derinleştirilmiş fikir eserlerinin, bu bağlılıktan kur- tulabildiği ölçüde vermesi beklenmelidir.” (Ülken, 1994)

Modern Türkiye’de edebiyat da bu çetrefil sorunun parçasıdır: “Toplum- sal hareket uyandırmak, reform yapmak, öğretmek, bilgiyi halka yaymak gibi maksatlar yüzünden asıl fikir, uzmanca düşünce bir türlü yerleşemi- yordu... bilgiyi halka yaymak düşüncesi o kadar egemendi ki, Ahmet Mi- dhat’tan günümüze kadar her bilgi ağır görülerek halkın seviyesine göre daha hafifleri istenmiş, bu yüzden hakiki fikir çığırları kurulamamıştır”

(Ülken, 1994). Edebiyat, toplumsal hareketliliğin model alınan medeni- yete göre düşük görüldüğü toplumsal koşullarda ideolojinin işlevlerini devralmıştır. Mesela Şinasi derin hülyalara kapılmaktan çok Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşid Paşa’ya “bildirir haddini sultana senin fermanın”

der. “Gecikmiş modernleşme” algısı edebiyata toplumsal seferberlik yolunda önemli görevler yüklemektedir: Toplumsal kalkınmanın sağla- nabileceği bir kamusal alanla rasyonalitesini üretmek, terkedilmesi ve kazanılması gereken davranış biçimlerini “yurttaşlar”a öğretmek, moder- nleşmeden sapmalara ve (Bihruz Bey gibi) aşırılıklara karşı bir toplumsal denetim mekanizması kurmak, Benedict Anderson’ın terimleriyle (2004)

“hayal edilmiş” yeni bir siyasî örgütlenme biçimi olarak ulus’un oluşma- sına katkıda bulunmak, bu yolda millî bir edebiyat ve kültürün üretimini sağlamak (Jusdanis: 1998) Bu bakımdan, roman (toplumsal değişme so- runlarını irdeleyen “tezli roman”) Türk modernleşmesini incelemek için stratejik bir kaynaktır (Mardin: 2000, 21-79; Moran, 1999; Parla, 2002).

Yeniden ifade edecek olursak, edebiyat içtimaî eyleme aşırı bağlıdır, ona yol gösterecek misyoner bir mahiyette tasarlanmıştır. Bunun anlamı fel- sefî düşünce açısından geçerli sorunların edebiyatta da patlak vermesi- dir. Ziya Gökalp, düşüncesini “Bu Ülke”nin sorunlarına çevirir; Ahmet Midhat Efendi ve Namık Kemal, kahramanlarını romana müdahil olarak model doğrultusunda biçimlendirir. Zamanın ruhuna uyum sağlamak ve yeni zamanların ruhunu oluşturmak doğrultusundaki bu müdahaleler romanı teknik ve muhteva açısından zayıflatır. Örneğin, Namık Kemal, İntibah’ındaki, aşırı Batılılaşmayı temsil eden “kötü” kadın Mehpeyker’e ölçüsüzce yüklenir. Tanpınar’ın ifadesiyle, “üslubunun parlak hayaller- de donmuş hadleri canlı hayatın yolunu daima keser. Ahlâkçı, şahıslara bir türlü kendileri olmak fırsatını vermez.. Kitabın en canlı tipi şüphe- siz Mehpeyker’dir. Fakat onu muharririn bize gösterdiği ışıkla değil de kendisi olarak almalıdır. Pek aza kitapta muhayyilenin yaratığı şahıs o muhayyilenin kendisine bu küçük hikâyede olduğu kadar itiraz eder...

(eser) boyunca muharririn sesinden fazla biz behemhal olduğunun dışına

(16)

çıkarılmak istenen biçare kadının itirazlarını duyarız. Sanki durmadan:

‘Fakat bu ben değilim... Ben hiçbir zaman düşündüğün insan olmadım!…

Bırakın da ben kendimi anlatayım’ der gibidir” (Tanpınar, 1997). Yazar onu bırakmaz çünkü Mehpeyker’de toplumsal değişmenin denetlenmesi gereken negatif bir boyutunu görmüştür; “yurttaş”larını vaziyet karşı- sında uyarmaktadır. Tanpınar, Ahmet Midhat Efendi’den bahsederken

“O’nun sanatı yoktur; daima halka yönelen iyi niyetleri vardır. Dil bu muharrirde sanki yazmaktan ziyade yârenlik etmek içindir... Onun (hal- kın) disiplini ile onun faydası için, onun ruh hıfzısıhhasını düşünerek ve onu yetiştirmek arzusuyla yazar… Hakikatte Ahmed Midhat Efendi’nin bütün eseri bir halk okuma odasıdır” derken de aynı olguyu dile getir- miştir (Tanpınar, 1997). Türk edebiyatçısı sorumluluğunu bilmektedir belki ama tam da bu bilinç iyi edebiyatı engellemektedir: “Ama Dostoyev- ski böyle yapmıyordu... romanında insan ızdırapları namına orospunun ayağını öpen bir kahramanı vardı” (Tanpınar, 1997). Hakikaten, Suç ve Ceza’nın Sonya’sıyla İntibah’ın Mehpeyker’i (“kötü” kadınları) arasında derin farklar vardır.

Modernliğin kuşatıcı etkisi tüm toplumlara sirayet ederken son dönem Osmanlı aydınlarının ortak sorunu Prens Sabahaddin’in risalesinin baş- lığında somutlaşan “Türkiye nasıl kurtarılabilir?”in çözümünü bulmaktır.

Çöken bir devletin aydınları spekülatif düşünce geliştirmek yerine pratik çözümlere yönelmiş, çoğu zaman, “sorumluluğu”nun bulunduğunu düşü- nerek fildişi kulesini terk etmiştir. Felsefi düşüncenin önündeki engeller Cumhuriyet döneminde de sürüp gider. Bu ülkenin nasıl kurtarılacağı sorusuna “yeni rejim nasıl meşrulaştırılabilir?” sorusu eklenirken düşün- ce açısından bir engel daha yerleşir: Farklı düşüncelerin azal(tıl)ması ve reddi miras. Gerçekten, tarihsel kopuşlar entelektüel geleneklerin oluşu- muna ve farklılaşmasına ket vurmuştur. Batı düşünce geleneğinde Aris- toteles Platon’a, Aziz Thomas Platon ve Aristoteles’e, Rousseau Hobbes’a, Hegel Kant’a, Marx Hegel’e cevap verir vs. Cemil Meriç bütün düşünce adamlarının bir terkip olduğunu yazarken bunu anlatır: “Marx’tan He- gel’i, Saint Simon’u Goethe’yi çıkarın ne kalır geriye.” Bu seziş talihsiz

“başlangıç şartları”nın farkına varan bir aydının umutsuz sözleri olarak okunabilir. Yine de, en azından kopuş kadar önemli olan problem pratik değeri olmadığı düşünülen soruların sorulmamasıdır. Bilginin sadece bir türü egemendir: Uygulamaya dönük bilgi. Pozitivizmin temel tezlerinin içselleştirildiği söylenebilir. Zira pozitivizmin meşru gördüğü tek bilgi uy- gulamaya dönük bilgidir. Diğer bilgi türleri metafiziktir, metafizik ise –Po- zitif Felsefe Kursları’nda belirtildiği üzere– “boş uğraş.”

(17)

“Gecikmiş modernlik” veya “geç kalmışlık” İngiltere ve Fransa dışında he- men hemen tüm toplumlarda derece derece hissedilen, eski’den kurtulup geleceği kurmaya yönelik yoğun bir iyimserlik ve daha da önemlisi derin bir tedirginlikle geliştirilen psikolojik ve düşünsel mekanizmalarda ken- dini gösteren bir duygudur (Koçak: 2001). Ekseriyetle bir kalkınma pa- radigmasında somutlaşır. Aydınlanma’dan seçici bir okumayla devralınan ilerleme ideolojisi teknolojik rasyonaliteyi koşullar. Buradaki bilgi araçsal- laşmış bir bilgidir; geç kalmışlığı alt etmenin yolu olarak görülen hum- malı kalkınmada kullanılacaktır. Bu “kutsal” hedef doğrultusunda hareket eden bürokrasi ve teknokrasinin “evrensel sınıf” (Hegel: 1996) olduğuna inanılmıştır; daha doğrusu bir nötralizasyon mârifetiyle bu sınıfların sı- nıfsızlığı (evrenselliği) vurgulanır, (tikelliği) sınıf oldukları kabullenilmez.

Entelektüelin konumu, iki açıdan zedelenmektedir bu durumda. İlki, tek- nokrasinin egemenliği perçinlenmektedir. Teknokratik büyüme kendi- ne özgü bir rasyonalite tarzını tahkim etmekte, teknokratın bürokratik rasyonalite içinde kişiliksizleşirilmesinin toplumsal açıdan genişlemesi entelektüelin ayırıcı vasfı olan eleştirinin altını oymaktadır. Teknokrat, öncelikle, üretimin etik erekliliğine kayıtsızdır. Shayegan’ın belirttiği gibi, üretimini denetlediği fabrikanın silah veya bebek maması üretmesi çoğu zaman fark etmez. “Çarkının dişlilerinden biri olduğu kuruluş ya da dev- letin ideolojik amaçları karşısındaki kayıtsızlığı da buradan gelmektedir.

Depolitize olduğu anlamına gelmez bu; işlevindeki özgüllüğün, onu her tür ideolojik konumlanmadan uzak tuttuğu anlamına gelir sadece. Şu veya bu siyasal sistem tarafından aynı rahatlıkla kullanılabilir. Zira yapısal olarak işgörür, yararlı, verimli olmalıdır ve hepsi budur.” (Shayegan, 1991) Akıl, teknolojik rasyonalite içinde üretimin hizmetine sokularak araçsal- laştırılmış akla dönüşür. Bütünüyle toplumsal sürece boyun eğmiş, özerk- liği zedelenmiştir. Doğa ve insan üzerinde egemenlik kurmasında oynadı- ğı rol tek ölçüt konumundadır. Düşünmenin kendisi de sınaî süreçlerden biri durumuna düşürülmüştür, üretimin bir parçasıdır. Düşünce olgusal verilerin teknik özetlenmesi işlevine indirgenmiştir; bunu aşan kulla- nımlar “hurafenin son kalıntılarından biri olarak” elenmektedirler. Kav- ramlar, kullanışlı, rasyonelleştirilmiş hâle getirilmişlerdir (Horkheimer, 2002). Burada kavram karşılığındaki uygulamayla eşanlamlıdır. Herhangi bir kavramdan söz edildiğinde sadece birtakım uygulamalardan söz edili- yor demektir (Marcuse, 1968). Asıl önemlisi bu sürecin salt sınaî bir nite- lik taşımamasıdır; tümüyle toplumsaldır; söz konusu olan sınaî işletmele- rin sınırları içinde cereyan eden bir mantık silsilesi değil toplumun fabrika haline gelmesine neden olan sistematik bir rasyonelliktir. İleri endüstri

(18)

araçsal aklı ve monolitik düşünceyi tüm topluma empoze etmektedir: “Bir düşünce ya da sözcüğün alet haline gelmesiyle birlikte, onu gerçekten ‘dü- şünme’ gereği de, yani onu sözlü olarak ifade ederken gerçekleştirilmesi gereken mantıksal edimlere duyulan ihtiyaç da ortadan kalkar... Böyle bir mekanizasyon, sanayinin gelişmesi için gerçekten zorunludur; ama bu, zi- hinlerin de başlıca özelliği haline geldiğinde, aklın kendisi de araçsallaşır, bir tür maddeselliğe bürünür ve körleşir, bir fetiş olur, düşünsel olarak yaşamak yerine öylece kabullenilen bir büyülü varlık haline gelir” (Hork- heimer, 2002; Marcuse, 1968).

Araçsal bilgi anlayışı, Oğuz Atay’ın bir eserinde vukufla tespit ettiği, dü- şünceyi dahi ölçmeye kalkan makine mühendisinin tutumunun genelleş- miş hâlidir. Teknokratik bilincin entelektüle galebe çalması durumunda, köprü yapmak, apartman dikmek veya tesis kurmak teori üretmekten daha stratejik görülür. Mühendislere ihtiyaç vardır filozoflara değil. Acili- yet hissi felsefeyi öldürür. Shayegan’ın terimleriyle “yamalanan” modern episteme’de bilgi, Bacon’ın bilgisidir: İktidardır, güçtür. Doğa, Doğu ve toplum üzerinde hâkimiyet kurabilmenin bilgisi.

Olgucu bilinç, yalnızca muhafazakârlığın ideal tipi olan “mümin-mühen- dis” tipi için geçerli değildir. Cumhuriyetçi rejim “önyargıların kırılması”

durağında buluştuğu Aydınlanmacı retoriğinin arkasında felsefi sorgula- mayı bitirici bilimci-mühendislikçi bir ideoloji barındırmaktadır. O sıra- larda felsefe tahsil etmekte olan Mehmet İzzet’le Yusuf Akçura arasında geçen diyalog oldukça temsilîdir. İzzet, Akçura’nın “ne tahsil ediyorsun?”

sorusuna verdiği “felsefe tahsil ediyorum” cevabından sonra şunları işit- miştir: “Bize filozof değil demirci lazım!” (Kara: 2003).

Cemil Meriç böyle bir dünyada yol almak durumundaydı: “Hint meçhule açılan kapıydı, meçhule yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında dolaştım, sağ dediler… Saint Simon’la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler” (Meriç, 1998a). Onun Saint Simon’la uğraşırken solcu, Hint’e yönelirken sağcı olarak etiketlenmesi sağ-sol ölçeğinin Aydınlanmacı bir indirgemecilikle ele alınmasından öte, felsefî düşüncenin imkânlarını ze- deleyen bir geleneğin ortasında bulunmasındandır: “Bir tarih hocasının Hint’le uğraştığım için beni nasıl ayıpladığını çok güç unutabileceğim”

(Meriç: 2004). “Hind’i yazarken tek amacım vardı: Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, yani, bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek. Saint Simon’u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlülerin rahatını kaçırdı, ne solun hoşuna gittiler ne de sağın. Anladım ki bu iki ke- lime, aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehâletin ifadesidir” (Meriç,

(19)

1998a; Meriç, 1996). Asıl vehim, Türk düşüncesinin sağında da solunda da pratiğe aşırı bağımlı lümpen bir zihniyetin hâkimiyetini sürdürmesidir.

Bu durumda “doğruluk arayışı toplumsal denetim adına kısıtlanmaktadır.

Düşünceyle eylem arasındaki farklılık yok sayılmaktadır. Her düşünce bir eylem olarak görülmektedir; her düşünüş bir tezdir; her tez de bir paro- la. Herkes, söylediği ya da söylemediği şeyler için azarlanmaktadır. Her şey ve herkes sınıflandırılmakta, etiketlenmektedir. Bireyin bir grupla özdeşleştirilmesini önleyen insan olma niteliği ‘metafizik’tir ve deneyci epistemolojide yeri yoktur. Bir insanın tıkıştırıldığı küçük çekmece, onun kaderini belirlemektedir” (Horkheimer, 2002). İşte bu nedenle “Türk mü- nevveri, eğer doktor ve mühendis değilse, kitleye bazı pratik hizmetler götürmüyorsa... korkulan bir adamdır ve kendi köşesinde bırakılmalıdır”

(İlber Ortaylı’dan: Meriç-Çavdar: 1998). Öyleyse günümüzde bir fenomen haline gelen Cemil Meriç hayranlığını nasıl açıklamalı? Kitaplarını geniş kitlelere hitap eden bir yayınevinin basmasıyla mı, 1980’lerin politik kül- türüne uygun düşmesiyle mi? Yoksa trajedisinin etkisi mi dokundu bize?

Duyarlılığımızın yüceliğine dair şu söyleve katılalım mı? “Biz Steinbeck’in pamuk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz, Hamlet’in mese- lesine katılırız. Platon bizi derinden sarsar. Batılı değerlendirir. Biz seve- riz” (Atay, 1992). Yoksa düşünürün mühendis kadar muteber görüldüğü bir memleket mi oluyoruz! Her hâlükârda denize atılan şişeler alınmış ve baş tacı edilmiştir; havarilerini yaratabilmiş bir İsa’dır artık o ve yeri tımarhane değil tarihtir. Onun San Cassino’da çile dolduran Machiavel- li gibi, akşamları kütüphanesine girerken kirli libaslarından sıyrılan; bir tacidarın huzuruna çıkar gibi îtina ile giyinen, ışığa, sonsuza, hayata dost okuyucuları var.9

Kaynakça

Anderson, Benedict (2004), Hayali Cemaatler, Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev.

İskender Savaşır, İstanbul: Metis.

Atay, Oğuz (1992), Günlük, İstanbul: İletişim.

9 “Denize atılan her şişe bir kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar… Hâvarilerini yaratama- yan İsa’nın yeri tımarhanedir, tarih değil. Muhammed’in ilk mucizesi Hatice-t-ül Kübra… San Cassino’da çile dolduran Machiaville, akşamları kütüphanesine girerken kirli libaslarından sıyrılır; bir tacidarın huzuruna çıkar gibi itina ile giyi- nirmiş. Sonunda kendi de kitap olmuş. Kitap, yani ışık… Mâbetler her çağda zi- yaretçisiz kalmış. Tefekkür Sina’sı metruk bir manastır. Kimin için yaratacaksın?

İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşman. Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.” (Meriç, 1998a).

(20)

Atay, Oğuz (2003), Bir Bilim Adamının Romanı, İstanbul: İletişim.

Beyatlı, Yahya Kemal (1992), Aziz İstanbul, İstanbul: MEB.

Birinci, Ali (2014), Tarihin Kara Kitabı: Tarihçiliğimizde Usûl ve Ahlâk Meseleleri, Ankara:

Hitabevi.

Çiğdem, Ahmet (2001), “Muhafazakârlık ve Türk Muhafazakârlığı”, Taşra Epiği, İstan- bul: Birikim.

Gürbilek, Nurdan (2014), Sessizin Payı, İstanbul: Metis.

Hegel (1996), Hukuk Felsefesinin Prensipleri, çev. Cenap Karakaya, İstanbul: Sosyal.

Hegel (1992), Tarihte Akıl, çev. Önay Sözer, İstanbul: Ara.

Horkheimer, Max (2002), Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak, İstanbul: Metis.

Jusdanıs, Gregory (1998), Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür: Milli Edebiyatın İcad Edi- lişi, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis.

İrem, Nazım (1997), “Kemalist Modernizm ve Türk Gelenekçi-Muhafazakârlığının Kö- kenleri”, Toplum ve Bilim, 74.

İrem, Nazım (2004), “Türk Muhafazakârlığı Üzerine Bazı Gözlemler”, Karizma, 17.

Jameson, Fredric (2009), “Sentez, İroni, Tarafsızlaştırma ve Hakikat Ânı”, Ütopya De- nen Arzu, çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Metis.

Kara, İsmail (2003), Din ile Modernleşme Arasında, Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, İstanbul: Dergâh.

Kayalı, Kurtuluş (2000), Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı-Görüntüdeki Dinamizmin Gölgelediği Tıkanıklık, İstanbul: İletişim.

Koçak, Orhan (2002), “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Cilt 2- Kemalizm, İstanbul: İletişim.

Marcuse, Herbert (1968), Tek Boyutlu İnsan-İleri Endüstriyel Toplumun İdeolojisi Üzerin- de Bir İnceleme, çev. Seçkin Çağan, İstanbul: May.

Mardin, Şerif (1992), İdeoloji, İstanbul: İletişim.

Mardin, Şerif (2000), “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma”, Türk Modernleşmesi, İs- tanbul: İletişim.

Marx, Karl (1988), Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, çev. Sevim Belli, Ankara: Sol.

Meriç, Cemil (1981), “Bir Kitabın Düşündürdükleri”, İlimler ve İdeolojiler, Ankara:

Umran.

Meriç, Cemil (1996), Saint Simon-İlk Sosyolog İlk Sosyalist, İstanbul: İletişim.

Meriç, Cemil (1997), Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İstanbul: İletişim.

Meriç, Cemil (1998a), Bu Ülke, İstanbul: İletişim.

Meriç, Cemil (1998b), Jurnal-Cilt 2, İstanbul: İletişim.

Meriç, Cemil (1998c), Umrandan Uygarlığa, İstanbul: İletişim.

Meriç, Cemil (2002), Jurnal-Cilt 1, İstanbul: İletişim.

Meriç, Cemil (2003), “ ‘Şeytan’la Konuşmalar’ Üzerine”, Şeytan’la Konuşmalar, İstan- bul: Ülken.

Meriç, Ümit (2004), Babam Cemil Meriç, İstanbul: İletişim.

Meriç, Ergün&Çavdar, Ayşe (ed.) (1998), Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları, İstanbul:

İz.

Mollaer, Fırat (2016), Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi, İstanbul: İletişim.

(21)

Mollaer, Fırat (2016), Liberal Muhafazakârlık Karşısında Nurettin Topçu, İstanbul: Der- gâh.

Moran, Berna (1987), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-1, İstanbul: İletişim.

Öğün, Süleyman Seyfi (1997), “Türk Muhafazakârlığının Kültür Kökleri ve Peyami Sa- fa’nın Muhafazakâr Yanılgısı”, Politik Kültür Yazıları, Bursa: Asa.

Parla, Jale (2002), Babalar ve Oğullar-Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, İs- tanbul: İletişim.

Shayegan, Daryush (1991), Yaralı Bilinç, Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, çev.

Haldun Bayrı, İstanbul: Metis.

Tanpınar, Ahmet Hamdi (1997), On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağ- layan.

Tanpınar, Ahmet Hamdi (2003), Huzur, İstanbul: Yapı ve Kredi.

Ülken, Hilmi Ziya (1994), Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Ülken.

Referanslar

Benzer Belgeler

Oysa Heidegger’de kozmik zaman yoktur; sıradan zamandır ve Ricoeur bunu eleştirmektedir.. Ona göre, kozmik zaman ve yaşantısal

Harun Tepe-Betül Çotuksöken (Hazırlayanlar) Sinoplu Diogenes, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2015. Herakleitos, Fragmanlar, (Çev: Cengiz Çakmak), Kabalcı

Osmanh topraklanna katildi. 1832-1840 arasmda Kavakh Mehmet Ali Pasa'rnn birlikleri tarafindan isgal edilip, Turk birliklerinin Birinci Dunya Savasr'nda Nablus Meydan

18 Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İstanbul: İletişim Yayınları, 1993.... Cemil Meriç, kendini “Yazar

Müdahale Sonrası KKD lerin uygun şekilde çıkarılması Eğitim Kurumlarıda Hijyen Şartlarının Geliştirilmesi, Enfeksiyon Önleme Ve Kontrol Kılavuzu. Belirti gösteren

Çalışmanı el yazısı ile veya bilgisayar ortamında yapabilirsin..

Sanşo kaldırımın kenarı ile iki adamın dört bacağı arasında çişi gelmiş gibi mekik dokumaya başladı.. Hülya’nm babasının görüş alanı içinde bir

Kuantum bilgisayarların günümüz bilgisa- yarlarının yerini alıp almayacağı tartışmalı bir konu olsa da insanlık için önemli problemlerin çözümüne katkı