• Sonuç bulunamadı

Tanıklık da yıkıcı bir deneyim

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Tanıklık da yıkıcı bir deneyim"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Downloaded from: justpaste.it/7hhmn

Tanıklık da yıkıcı bir deneyim

12/03/2019

Hiçbir hikaye kişisel değildir. Zaten hikayelerden çok, insan olmanın hallerini, insanlık

durumunu anlatmaya çalışıyorum. “Ben”in kuruluşu ve yıkımı, ben ve sen arasındaki koridorda o gidiş, gelişler… “Ben”in muğlaklaştığı sınırlarda çizilen çemberler. Hepimizin içinde var olan travma, hiç kapanmayan, suskun yara…

Ben onun sesini sözcüklere dökmeye çalışıyorum, o kadar…

ZÜLKÜF KURT FRANKFURT

“Kurbanın hikayesi anlatılmalıdır. Kendi anlatamıyorsa hikayesini, onun sesini edebiyat üstlenmelidir.”

Aslı Erdoğan metinleri 30, kitapları 19 dile çevrilmiş bir yazar. Kitaplarının henüz Kürtçe’ye çevrilmediğini belirten Erdoğan kendisine, “Kürtlerle dayanışma içinde olduğun için

yargılanıyorsun ama kitapların henüz Kürtçe’ye bile çevirilmemiş” denildiğini dile getiriyor. Dün Taş Bina ve Diğerleri Almanca baskısıyla okuyucuyla buluştu. Bu baskı için kaleme aldığı

“Osiris’in Maskeleri” de kitapta yerini almış. Erdoğan’la Osiris’in Maskeleri ve edebiyatı üzerine

(2)

konuşmaya devam ediyoruz. Taş Bina ve Diğerlerinin Almanca baskısından gelen tüm gelirleri Türkiye’deki siyasi mahpuslara bağışladığını belirten Aslı Erdoğan ile tanıklık ve kurban olma hallerinden, travmanın diline, anlatılmaz olanın anlatısına doğru söyleşimize devam ediyoruz.

Özgür Gündem yazılarınızın olduğu “Artık Sessizlik Bile Senin Değil” kitabınız Almanca ve Türkçe şeklinde yayınlandı. “Taş Bina Diğerleri” adlı kitabınız Almanca’da okuyucu ile ne zaman buluşacak?

Önceki gün yayınlandı. Daha önce “Kırmızı Pelerinli Kent” ve “Mucizevi Mandarin” de Almanca’ya çevirilmişti. Bu benim Almanca yayınlanacak dördüncü kitabım.

Almanca baskısı için özel olarak yazdığınız Osiris’in Maskelerini okuma şansım oldu.

Oradan alıntı yaparak sormak istiyorum. Her şeyi kurgu “Taş Bina”yı gerçek kılan neydi?

Taş Bina’nın yazılış öyküsüne girmem gerekiyor. Taş Bina aslında benim 1999’da yazdığım bir Radikal yazısıyla doğdu. O zamanlar 2-3 sayfalık bir kısa öyküydü, sonraki on yılda bir

romana dönüştü. Taş Bina ilk kuruluşunda 4 katlıydı ve birebir Sansaryan Han’ı anlatıyordu.

Romana dönüştüğünde ise 5 kata çıkmış, soyutlaşmıştı. Romanı tam baskıya girmek üzereyken geriye çekip üçüncü kez yazdığımda Taş Bina daha da derinleşti, karardı, labirentleşti.

Henüz cezaevine girmemiştim. Gözaltı deneyimlerim olmuştu. Türkiye standartlarında işkence sayılmayacak deneyimler… Bu kitap aslında işkence üzerine bir roman değildir. Parçalanma üzerinedir, benliğin parçalanması… Ne yazık ki, “cezaevine girmiş” bir yazar olarak

istemediğim bir üne kavuştum. Doğal olarak cezaevine girdikten sonra kendi kitabımı nasıl gördüğüm merak ediliyor. Ve bu nedenle de Osiris’in Maskelerini yazdım. Şöyle diyeyim: Taş Bina beni yazdı. Kitap yurtdışında çok olumlu eleştiriler aldı ama Türkiye’de, belki işkenceyi iyi tanıyan bir toplum olduğumuz için, “Sen bir edebiyat gösterisi yapıyorsun, işkence böyle şiirsel anlatılmaz” eleştirileri aldım. Artık tam tersini düşünüyorum. Benim travmalarım hiç de hikaye anlatmıyorlar! İşkence gibi bir travma hiçbir zaman birebir anlatılamaz. Haberleştirilebilir belki.

Ama iç gerçekliği anlatmak için başka bir dil kurmak gerek. Toplama kamplarını da anlatabilen çıkmamıştır, işkenceyi de anlatabilen çıkmamıştır. İnsan kendine bile anlatamıyor… Ve ben bu kitapta böyle bir dil arayışındayım. Daireler çizen, asla merkeze giremeyen, kendi yetersizliğini baştan kabullenen, bir anlatı. Ve şimdi kendi cezaevi deneyimim benimle tam da böyle

konuşuyor.

Ben çoğu şeyi hatırlamıyorum. Bir günlük ya da bir hikaye ya da birebir somut bir kitap tabi ki yazabilirim cezaevi üzerine. Ama bu benim iç gerçeklikten bir kaçışım olur. Bu bir kurgu olur.

Benim iç gerçeğim, içteki yara hikaye anlatmıyor. Ya çığlık atıyor, ya susuyor. İşkence

deneyimi yaşamış çok kişiyle konuştum, onların neyi anlatırken aslında neyi anlatmadıklarını dinledim. İşkence kolaylıkla pornografik olabilecek bir şey. İnsanlar bunu merak ediyorlar.

“Sana tam olarak nerenden elektrik verildi?” Bu pornografinin kendisi bile kurbana büyük bir haksızlık. Tek bir işkence sahnesi anlatmadan, sadece korku, parçalanma, delilik, intihar ve ele verme gibi temalar üzerinden işkence deneyimini kurguladım. Sanırım yine bizim siyasi

(3)

deneyimimizden gelen bir şey, işkenceyi anlatan yazarlar hep siyasi mahpuslar üzerinden, genellikle bir direniş hikayesi olarak anlattılar. Latin Amerika edebiyatına baktığımda trajik yönünün daha çok öne çıkarıldığını görüyoruz, örneğin Örümcek Kadın Öpücüğü, Genç Kız ve Ölüm gibi klasiklerde. Ben başka bir yönden ele aldım. Ne yalnızca bir trajedi, ne de bir direniş hikayesi. Bir parçalanma hikayesi olarak anlattım. Ana karakter olarak kimsenin

özdeşleşemeyeceği bir deliyi seçtim. Yani parçaların bir araya asla gelemeyeceği bir yarılma…

Hem kutsal, hem kirli olanın yan yana durduğu bir dil kurmaya çalıştım. Ben okurdan

beklediğim tepkileri aldım: “Ya kitaba dayanamıyorum, içinden çıkamıyorum.” Tam tamına ben bunu anlatmak istedim. Travmayı travma yapan içinden çıkılmazlığıdır, yaranın hiç

kapanmamasıdır. Ben bu cehennemdeyim. Bir Taş Bina ya da toplama kampı ya da gerçek ya da hayali bir işkence deneyimi.

Auschwitz barakalarının Primo Levi’nin belleğine nasıl dönüştüğünü de anlatıyorsunuz.

Levi “süzülmüş gerçek” diyor, yaşadıklarından süzdüklerine. Anlatabildikleri kadar, anlatamadıkları da var. Taş Bina’da bunu nasıl bir dille anlatıyorsunuz?

Taş Bina’nın diğer kitaplarımdan farkı şu ki, “Anlatıcı ben” tek kişi değil. “Anlatıcı ben”,

edebiyatta bir karakterdir. Baştan sonra aynı sesle anlatır. Taş Bina’da “Anlatıcı ben”i maskeli bir koro gibi düşündüm. Bunlar aynı hikayeyi, hatta aynı ezgiyi tekrarlıyorlar, ama birbirlerini işitmiyorlar. Yani “Anlatıcı ben”in bir bütünlüğü yok. Bir deli… Bir ölen, bir sağ kalan… Bir ele veren, bir de ele verilen, bir de melek var hikayede. Ama kim, neyi anlatıyor net olarak belli değil. Bunlar belki aynı kişi. Deli, yazarın bir metaforu belki. Belki hepsi delinin, birer hayali.

Belki hepsi aynı kişinin değişik sesleri. Hepimizin içinde bir ölen var, bir sağ kalan var. Hepimiz hayatta bir kez ihanet ettik, hepimiz ihanete uğradık. Ama bu kişiler birbirini duymuyorlar.

Katille kurban birbirini duymuyor. Ele veren, ele verileni duymuyor. Bu travma, darbe ne kadar keskinse, bu parçalanma da büyüyor. Artık bir noktadan sonra deli figüründe olduğunu

gördüğünüz gibi hiçbir şekilde parçalar bir araya gelmiyor. A’nın bir hikayesi bile yok. Zaten

(4)

der, “ne güzel bir şey insanın hikayesinin olması. Yoksa nedir ki insan, yersiz bir kahkahadan başka.”

Taş Bina özellikle hikayesiz olmayı seçmiş bir kitaptır. Hikayesi yok, ana karakteri yok.

Özdeşleşeceğin biri yok, çerçevelenmiş tablolar yok, katarsis fırsatı yok… Sadece bir çığlık var, bir kahkaha var, yüzü derin bir yara iziyle eşit olmayan iki parçaya ayrılmış bir deli ve bir de melek var ve de korkunç bir Taş Bina. O bina bellek mi? Çocukluk mu? Edebiyatın ta kendisi mi? Elbette. Hepsi. Ve kitabın en sonunda da zaten Taş Bina, son kez belirdiğinde tavanı, çatısı bile yoktur. Birkaç tane duvardır. O korkunç Taş Bina hepi topu birkaç duvara indirgenir. Ve yazar kendi hikayesinden kovulmuştur.

Jorge Semprun’un ‘Büyük Yolculuk’ kitabında “Rampayı henüz görmediniz” der.

Osiris’in maskelerinde de değinmişsiniz. Peki Aslı Erdoğan rampayı gördü mü?

“Rampayı henüz görmediniz?”i şu anlamda kullandım. Kendi gözaltı ve cezaevi deneyimini anlatıyorum Osiris’in maskelerinde ama daha en korkuncunu henüz anlatmadım. Semprun da öyle kullanıyor. Rampa benim birebir yaşadığım bir şey değil, o hikayeyi bana Semprun

anlatıyor ki, Semprun’un kendisi de yalnızca kurban değil. Orada tanıklığın da korkunçluğu var. Semprun, bir toplama kampında çocukların çaresizce öldürülmelerini izleyen bir mahpus.

O nedenle yazarın onunla kurduğu özdeşlik öyle de okunabilir. Ben cezaevindeki tek kurban değildim. Cezaevinin en ağır yönlerinden biri başka pek çok insanın trajedisini izlemekti. Belki onların yazgılarını trajik olarak nitelendiren bendim. Bu çok ağır. “Faşizmin güncesi”nde, bir kurbandan çok bir tanığın pozisyonundan bakmaya çalışıyorum ve bunun da ne kadar yıkıcı olabileceğini söylüyorum. Taş Bina da sadece bir işkence çığlığı işitilir. İşte korkunç olan da budur. Bütün acıları yaşamış kişi ben değilim, hele cezaevlerini görünce insanlara yapılan zulmün haddi hesabı, sınırı yok, yaşamışım gibi yazmam da sahte olur.

Ama tanıklık da yıkıcı bir deneyim. Cizre’yi görmedim, tanıklıklar sayesinde öğrendim.

Afrikalılarla yaşadığım dönemde onlara uygulanan şiddetin elbette ben zaman zaman kurbanı oluyordum ama asıl birebir hedef ben değildim. Kürt meselesinde de öyle. Tanıklık

konumundan dolayı cezaevindeydim. Toplama kamplarını izleyen insanların ruh dünyası nasıl değişti? Bir de kurbanın gerçek hikayesi ne kadar anlatılabilir ki? İster istemez edebiyat tanık konumundadır, çünkü gerçek kurban ölmüştür. Onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini

yazmaya çalışabilirsin ama burada zaten kurgu başlar. Nihai kurban zaten aramızda yok, onu kurban yapan da bu. Onun sesi ebediyyen kayboldu. Kurbanın hikayesi ebediyyen bitti.

Taş Bina ile ilgili en sevdiğim eleştiri yazısı Norveç’te yayınlandı. “Sonsuza dek Taş Bina’da kalmaya yazgılı sesleri dışarı çıkarıyor” denildi. Bu da zaten benim bütün edebiyatımın hedefi.

Sonsuza dek kaybolmuş sesleri, Cizre olsun, bir toplama kampı olsun, Sansaryan Han olsun, bazı sesleri işitilir kılmak. Bu da gerçekten edebiyata ağır bir misyon yüklüyor. Yazar için de, okur için de ağır bir metin. Okura da kaçış alanı tanımıyor, kahramanlık duygusu bile

tattırmıyor. Siyasi çevrelerden tepki geleceğini zaten biliyordum. Ama şu da var, ister işkence deneyimi olsun, ya da toplama kampı deneyimi, bunun paramparça ettiği insan sayısı o kadar fazla ki. İşkence görenlerin büyük çoğunluğunun konuştuğu ve birini ele vermek zorunda

(5)

kaldığı, bizim bir türlü itiraf edemediğimiz kirli gerçeklerden biri. Bunun da korkunç bir trajedi olduğunu düşünüyorum, insanın birini ele vermek zorunda kalmasını. O kişi sevdiği kişi de olabiliyor. Bu korkunç bir trajedidir. İlla ki direnmek, kazanmak, savaşmak, güzel sözcükler ama paramparça insanlarla dolu savaş alanları, savaştan çıkanlar, cezaevinden çıkanlar, toplama kamplarından çıkanlar, bir daha onarılmayacak şekilde yaralılar. Buna işaret etmek istedim.

Şöyle bir örnek vereyim hafızaya ilişkin. Toplama kamplarını gezerken, uzun bir gezi turuna katıldım. Rehberimiz şöyle bir şey anlattı: “Bir gün İngilizce bilen turistler arasına yaşlı bir adam da katıldı. Amerikalıya benziyordu. Ama biz rehberler eski mahkumları hemen

hissederiz. O kadar emindim ki, onun eski bir mahkum olduğundan… Ama neden İngilizce turunda? Yaz sıcağında yaşlı adam gömleğinin kolunu sıvayınca, mahkum dövmesini gördüm.

“Affedersiniz siz Auschwitz’de mahkum muydunuz?” diye sordum. “Evet”, dedi. “Ama ilk kez görüyorsunuz gibi bakıyorsunuz?” “Evet ilk kez görüyorum”, dedi. “Peki nasıl oluyor?” diye sordum. “Ben buraya 15 yaşında geldim. Sauna’da üzerimdeki giysileri çıkardılar, beni dövdüler, sonrasında hiçbir şey hatırlamıyorum” dedi. Belleği her şeyi silmiş. “Ben artık 90 yaşındayım. Ölüme çok yakınım ve Auschwitz’i görmek istedim.” Yıllar sonra ilk kez

geliyormuş. Bellek böyle bir şey. Bu hikaye beni çok etkilemiştir. Hakikaten benzerini de hiç işitmedim. Cezaevinden çıkan çok insanla konuştum hiç hatırlamayan birini görmedim. Ama nasıl bir travmaysa adam dilini bile unutmuş. İşte buralar benim ilgimi çekiyor bir edebiyatçı olarak. Bu hikayeyi yazabilmeyi çok isterdim. Bu tam da benim anlattığım şey, benliğin bölünmesi.

Önümüzdeki dönemde yeni bir kitap yazmayı planlıyor musunuz?

İşte cezaevine tam buradan girmeyi düşünüyorum, Osiris’in maskelerine girdiğim yerden. Bir hücre kitabı. Ama bildiğimiz anlamda günce ya da olgusal bir anlatım değil. Taş Bina 2 yani.

Travmanın bellekte yarattığı boşluk, içteki parçalanma… Gerçek hikayeler de olacak. Çok sesli bir kitap. Mahpusun dili ile yazarın dili içiçe geçecek. Böyle bir kitap düşünüyorum.

Yazılarınızda kullandığınız monolog dili, ağır basan yalnızlık duygusu. Tercih mi ettiniz?

İnsan yazarken bunun ne kadar kendi tercih olduğunu hiçbir zaman bilemez. Elbette yalnızca bilinçdışı değilim ben. Sadece bilinç dışını kusmuyorum kağıda. Elbette ki, bilinçli tercihler de yapıyorum. Neden hep yara, yıkım, parçalanma ve yalnızlığı anlatıyorum. Demekki bunlar benim için en uzun sürmüş deneyimler. Ve de şuna inanmak zorundayım. Bunlar sadece benim kişisel deneyimlerim değil. Bunlar herkese ait, ama bir yazar başkalarının içinde kalamayacağı, kalmak istemediği, kalmayı seçmediği deneyimlerin içinde daha uzun kalmak zorundadır. Taş Bina’da kimse yaşayamaz. Kimse işkence çığlığı duymak istemez, buna mecbur bırakılır. Ama o çığlık da dünyanın bir gerçeği. Anlatılması gerekiyor mu? Evet, kurbanın hikayesi anlatılmalıdır. Kendi anlatamıyorsa hikayesini, onun sesini edebiyat üstlenmelidir. Hakikatinigiderek yitiren bir dünyada, onların da sesi kaybolursa daha da anlamsızlaşır.

(6)

Edebiyatın sadece mutluluk arayışı olduğuna inanmıyorum. Edebiyat yaralardan beslenir. Bu insanın temel gerçeğidir. Baştan bu yana böyle miydi, devletli toplumla mı doğdu,

moderniteyle mi doğdu bilemem. Ama benim gördüğüm insanın temel gerçeği yalnızlık, parçalanma, iç ve dış dünya arasındaki kopukluk, kendi deneyimine yabancılaşma, sürgün, hangi topraklarda yaşarsa yaşasın, yalnızca Aslı Erdoğan’ın hikayesi değil, sizin de hikayeniz.

Edebiyatı edebiyat yapan da budur. Hiçbir hikaye kişisel değildir. Zaten hikayelerden çok, insan olmanın hallerini, insanlık durumunu anlatmaya çalışıyorum. “Ben”in kuruluşu ve yıkımı, ben ve sen arasındaki koridorda o gidiş, gelişler… “Ben”in muğlaklaştığı sınırlarda çizilen çemberler. Hepimizin içinde var olan travma, hiç kapanmayan, suskun yara… Ben onun sesini sözcüklere dökmeye çalışıyorum, o kadar…

Referanslar

Benzer Belgeler

Halen Ankara Özel Kudret Hastanesinde Göğüs Hastalıkları biriminde, özel bir OSGB’de eğitici-danışman olarak sürdürmekle beraber meslek hastalıkları ile ilgili

 Uygulama okullarında gerçekleştirilecek gözlemler hakkında bilgilendirme yapılması,.  Uygulama okullarında dikkat edilmesi gereken durumlar hakkında

 Oluşturduğunuz gruplarda haftalık ders çizelgenizin benzer olmasına dikkat ediniz.. Okul Deneyimi Dersi İkinci

Okul Deneyimi Dersi Üçüncü Hafta Sunumu.. Okullara Gidişte Dikkat Edilecek

• Siz olsaydınız konuya ilişkin olarak hangi öğretim yöntem tekniğini uygulardınız. Dersin yönetimi ve sınıf yönetiminin gözlenmesi

Dersi siz veriyor olsaydınız, nasıl bir ders planı yapacağınızı düşünerek ona göre taslak bir ders planı hazırlayınız. Burada yararlanılabilir bir örneği,

Sınıfta tüü öğrencilerin derse katılımını sağlamak için sorulardan nasıl yararlanılıyor. Övgü ve cesaretlendirme

• Dersi, öğrencilerin kendi deneyimleriyle ilişkilendirmek için • Öğrencilerin neleri hatırlamakta olduklarını anlamak için • Öğrencilerden, öğretimle ilgili