• Sonuç bulunamadı

Ekolojik kriz insanl

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ekolojik kriz insanl"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Ekolojik kriz insanlığın geleceğini tehdit ediyor. çevrece hareketler bu tehdit karşısında her geçen gün sistem karşıtı bir pozisyona sürüklenirken, sosyalistler çevreci hareketlerle aralarındaki mesafeyi korumaya devam ediyor.

Sosyalistler, çevreci taban hareketlerinin, entel çevrecilerden değil, aynı zamanda aş ve iş derdi olan köylülerden oluştuğunu görürse; hem sınıf hareketine hem de kendi krizine yanıt üretecek önemli bir kapının aralandığını görebilirler

Çevreci hareketlerin tüm dünyada lokal ve tematik alanlara sıkışarak işin özünü kavrayamayıp bütünlüklü bir sistem eleştirisi üzerinden kendi aralarında bile bir araya gelememeleri, bu hareketleri ehlileşerek kapitalizmin

sürdürülebilirlik iddialarına meşruiyet yaratan bir yörüngeye sürükledi. Dünya çapında çevreci hareketlerin git gide sitem içi alternatif hareketler haline gelmesinde, sistem tarafından yapılmış bilinçli müdahalelerin de önemli bir katkısının olduğu açık.

Türkiye'deki çevreci hareketler de benzer bir tıkanıklıkla malüller. Bu tıkanıklığın nedenlerinde biri de sosyalist hareket ile çevre hareketi arasındaki mesafe. Türkiye'de seksenli yılların sonunda termik santrallere ve nükleere karşı kampanyalarla başlayan çevreci hareket, sosyalist hareketin yenilgi döneminin ideolojik savrulma ve dağınıklığının etkisinde olmasının da iteklemesiyle, geleneksel sol-sosyalist örgütlerle aralarına dünyadaki diğer örneklerine göre daha fazla mesafe koydular. Sosyalistlerin de bu mesafeyi daraltmak yerine kanıksaması problemin önemli

yanlarından biridir. Türkiye'deki çoğu sosyalistin zihninde çevre sorunlarıyla ilgilenmek, diğer muhalefet alanlarına göre teknik ve hukuksal uzmanlık bilgisini gerektiren ekstrem bir uğraştır. Hatta lükstür.

Sosyalistler, yerleşik yanlış kanıdan kurtulur, Bergama'da, Uşak'ta, Artvin'de, Balıkesir'de, Sinop'ta, Tunceli'de, Gümüşhane'de, Maraş'ta açığa çıkmış çevreci taban hareketlerinin, "entel çevrecilerden" değil, aynı zamanda aş ve iş derdi olan köylülerden oluştuğunu görürse; hem sınıf hareketinin krizine hem de kendi krizine yanıt üretecek önemli bir kapının aralandığını görebilirler.

Görünebilir olanı toplumsal muhalefetin bütünlüğü içinde daha görünür kılmak, çevreci hareketlerin sınıf hareketiyle buluşamamasının bu hareketlerde yol açtığı zaafları belirtmek için, Türkiye'deki çevreci hareketlerin pratiklerine bakmak yeterlidir.

Bergama'nın öğrettikleri

Bergama Köylüleri, belki karşı çıktıkları siyanürlü altın madenini kapatmayı başaramadılar ama başlattıkları mücadeleyi, mantıksal sonuçlarına eriştirecek pratiği sergilemeyi başardılar. Üzerinde şekillendiği siyasal ve

toplumsal koşulların elverdiği ölçüde, yarattığı deneyim zenginliği ile Bergama'daki çevreci taban hareketi, toplumsal mücadeleler tarihimizde, her zaman bir kazanım olarak yer alacak.

Bergama anlaşılmadan, Türkiye'de siyasallaşmış bir çevreci halk hareketi oluşturulması mümkün değildir.

Bergama'daki hareket, istisnasız öne çıkmış tüm isimleri tarafından politik tutumunu, ‘sivil itaatsizlik hareketi' olarak tanımlamıştır. İçerik olarak verili hukuk sisteminin sınırında bir eylem anlayışını belirten bu çizgi, baştan sona harekete temel karakterini vermiştir. Bergama'daki hareket sosyal hukuk devletinin kazanımlarını korumaya dönük bir hukuk hareketidir. İhtiyaç duyulan hukuksal ve bilimsel-teknik bilgi ile köylülerin mücadelesi, 1990'ların Türkiye'sinde olabilecek en ileri düzeyde buluşmuştu. Yıllar içerisinde adeta yöre köyleri bir açık hava üniversitesi haline geldi. Bergama, giderek Türkiye'deki tüm çevreciler için bir okul haline geldi. Türkiye'de iyi kötü çevreci olup da, madene yakın köylerden çamköy'ün kahvesinde, köylülerle çay içmeyen çevreci yok gibidir.

Bergamalılar için hukukun sınırında verilen mücadele, tek bir hedefe yoğunlaşmıştı: çED ile ilgili açılan iptal davasını kazanıp madeni kapattırmak. Sonunda Hükümetin verdiği yanlış kararı, devletin yargısı düzeltmişti. Hukuk ve bilim, kazandı...

Ancak beklenen olmadı. Mahkeme kararları uygulanmadı. Açılan davaları kazanmaya odaklanmış hareket, yargı kararlarının uygulanmamasıyla da son buldu. Bergama Halk Hareketi nihai hedefine ulaşamasa da tarihsel misyonunu tamamladı. Kızgınlığın yerini hayal kırıklığı aldı. Sosyal hukuk devleti, geri gelmemek üzere köylüleri terk etmişti.

(2)

Mücadelenin ikinci aşaması

Bergama'da bundan sonra ikinci bir tarih yaşanmaya başlandı. Yargı kararları uygulanmadığı gibi dönemin hükümeti, el altından TÜBİTAK'a rapor hazırlattı ve madenin yeniden açılmasına hukuksal kılıf yarattı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aleyhine, yargı kararlarını uygulamadığı gerekçesiyle

tazminata hükmedilmesine rağmen, siyanürlü altın madeni faaliyetine devam etti.

İkinci perde açılırken, hareket siyasallaşma sinyalleri vermesine rağmen, ufkunu verili hukuksal meşruiyet zemini ile sınırlandırdığından, yeni ve daha geniş bir siyasal meşruiyet zemininde kendini yeniden kuramadı. Anti-kapitalist diğer toplumsal dinamikler ve sınıf hareketiyle eklemlenme şansını kullanamadı. Harekete siyaset bulaştırmama kaygısı ağır bastı. Kendileriyle aynı kaderi paylaşan Balıkesir-Havran, Eskişehir-Kaymaz, Artvin-Cerattepe'deki halkla buluşma girişimleri, sembolik düzeyde ve hareketi temsil eden isimlerin deneyimlerini paylaşmalarıyla sınırlı kaldı. Siyasallaşma girişimini destekleyeceği umut edilen ÖDP de programında "ekolojik bir sosyalizm" tanımını ifade etmesine rağmen, bazı partililerin kişisel katkısı ve Bergama'da öne çıkmış köylülerden birini en son sıralardan milletvekili adayı göstermek v.b. işler dışında ön açıcı olamadı.

Böylece Bergama, Türkiye'de ufkunu verili hukuksal zeminlerle sınırlamış, ulusalcı söylemle bir toplumsal muhalefet hareketinin kazanma olanağının tükendiğini eksiksiz bir deneyimle kanıtladı. Hukuka olan angajman yüzünden yeni bir hareket kurulamasa da, Bergama hareketinin son sözü: ‘Bundan sonra siyasal mücadeleye başlıyoruz!' oldu. Bunu, hareketin geldiği aşamada, öz deneyimi üzerinden bir özeleştiri olarak da anlamamız gerek.

Sola da musallat olan ‘hukukçuluk'

Sonuç ve çıkartılan ders tam aksi yöndeyken, Bergama'daki halk hareketinin başarısı yasalara dört elle sarılmasında aranıyor ve bir hukuk mücadelesine indirgeniyor. Türkiye'de solun ve toplumsal muhalefetin, son yıllarda çevrecilerle sınırlı olmaksızın bütününe sirayet eden hukukçuluk hastalığını, Bergama'da yaşananlar ortada iken anlamak mümkün değil. Eğitim-Sen'in kapatılma davası, Kürt sorununda İmralı süreci ve Şemdinli Davası'nın aldığı boyut, türbanla ilgili mahkeme kararları, ifade özgürlüğü aleyhine açılan davalar, özelleştirmelerle ilgili Danıştay'a açılan davalar v.b. toplumsal muhalefetin bütünü gözünü mahkeme kapılarına dikmiş durumda. Her an bir aklı evvel çıkıp avukatlardan müteşekkil bir ‘öncü örgüt' kurabilir! Lehe sonuçlanan Erdemir, Tüpraş, Karadeniz Sahil Yolu Projesi, Fırtına Deresi davalarında sonuç Bergama'daki gibi oldu. Mahkeme kararları uygulanmadı. Aleyhe sonuçlanan Eğitim-Sen davasında mesele mahkeme sürecine indirgendikçe teknik bir hal aldı. Sendika, tüzüğünde gerekli teknik düzeltmeyi yaparak konuyu kapattı. İfade özgürlüğü aleyhine açılan davalar Orhan Pamuk'u kahraman, _emdinli davası da Büyükanıt'ı Genelkurmay Başkanı yaptı. Bu durum, sol siyasetin Türkiye'deki sıkışmışlığının yeni bir veçhesidir. Bu haldeki bir solun, Bergamalılar'a ‘yeni davalar açın' demekten başka sunabileceği bir politikası olduğunu düşünmek fazla iyimser olur.

Elbette mücadelenin hukuksal bir boyutu vardır ve burjuva hukuk anlayışı içinde kalınarak dahi (olan ve olması gereken hukuk anlamında) hak mücadelesi verilebilir. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Ancak bunun başarıya

ulaşabilmesi için de muhalefet, kendisini mevzuatın bir adım önünde mevzilendirmelidir. Yetmiş li yıllarda DİSK, bu sayede ‘DGM'Yİ EZDİK, SIRA MESS'TE' diyebilmiştir. Solun şimdi yaptığı gibi, toplumsal muhalefetin ufkunu verili hukuk sistemi ile kadük hale getirerek değil.

İstihdam vaadi ve çevre hareketi ile buluşmak

çevreye zararlı yatırımların yereldeki halklar üzerindeki en büyük propagandası, ‘istihdam yaratma' vaadidir. Sırf bu yüzden maden şirketleri, ihtiyaç duyduğu kapasitenin üç dört katı işçi çalıştırarak yerel direnişleri kırmaya çalışıyor. çevreye zararlı yatırımların dünyanın yoksul ülkelerinde artan sayıda ortaya çıkmaya başlamasında, bu ülkelerdeki ucuz işgücünün ve yetersiz sosyal güvenlik sisteminin yatırım maliyetlerini düşürmesinin rolü büyüktür. çevreci hareketlerin bu yatırımlara karşı çıkarken salt çevresel boyuta hapsolmadan, köylüler ve işçilerle kapsamlı mücadele zeminlerini inşa etmeleri zorunludur. Yaşam hakkıyla doğrudan ilgili olmaları, faaliyet alanlarının tüm insanlığı ilgilendirmesi, sermayenin politik tercihlerinden sorumluluğunu sarih olarak gösterebilmeleri ve krizin biyosferik niteliğinin enternasyonal dayanışmayı zorunlu kılması açısından çevreci hareketler, diğer tüm toplumsal muhalefet

(3)

dinamikleri ile çok daha kolay buluşabilecek bir zemine sahip. Aynı şekilde sol, enerji politikasını, tarım politikasını v.s. yeniden gözden geçirdiğinde, ekolojik mücadele alanının yabancısı olmadığını görecektir. Sinop'ta gerçekleştirilen Nükleer Karşıtı Mitingi, Türkiye tarihinin en büyük ve başarılı çevreci eylemi yapan; Türkiye'nin dört bir yanından çevrecinin, KESK başta olmak üzere sendikaların, TMMOB'a bağlı odaların, çiftçi sendikaları ve üniversiteli gençlerin alanda Sinop halkıyla bir araya gelmesidir.

çevre sorunları Kürtlerle ortak mücadele alanlarından da biridir. çevrecilik, beyaz Türkler'in tekelinden çıkıp emekçi karakteri kazandıkça, İzmir'deki sorunu Van'dakiyle buluşturacak ve Atatürkçü Düşünce Derneği'nin ya da çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin kolonyalist komplekslerini yaşamak zorunda kalmayacak ortak mücadele zeminleri kurulabilir.

Piyasa çevreciliği

çevreci tepkiler ile sınıf mücadelesi arasında şimdiye kadar var olagelen mesafe, sistem içi bir çevreciliğin kendisine geniş bir alan bulmasını kolaylaştırdı. Özellikle AB destekli fonlarla Türkiye'de çevreci sivil toplumculuk sektörü denilebilecek bir sektör oluştu. TEMA ve Greenpeace gibi örgütler kapitalizmin çirkin yüzünü çevrecilik makyajıyla örtmeye çalışırken, pek çok eski solcunun başını çektiği yapılar, muhalif gibi görünerek ekolojik krize yanıt üretmek bir yana, bizzat krizin kalıcılaşmasına ve derinleşmesine hizmet etmektedir.

Gittikçe büyüyen bu sektörün ideolojik tutumlarının en karakteristik örneğini doğal kaynakları kullanan şirketlere tükettikleri doğal kaynakların karşılığında bedel ödettirilmesi talebinde bulabiliriz. Kamusal bir vergilendirme talebi gibi görünse de; sorunu, piyasa mantığı içinde ele alan bu talep, bir reform talebi olmanın çok uzağında, kapitalistler arası rekabeti düzenlemeyi hedeflemekten öteye bir işlev göremeyecektir.

Uşak-Kışladağ'da maden sahası açılırken tıraşlanan binlerce dönüm ormanlık arazide, kesilen her bir ağaç için üç ytl değil de üçyüz ytl değer biçilmesi veya köylülerin arazilerinin daha yüksek fiyatlarla satın alınması ekolojik kriz açısından neyi değiştirir? Temmuz Ayı'ndan itibaren üretime başlayan Kışladağ Altın Madeni'nin faaliyetleri sonucunda, yağan ilk yağmurla birlikte binden fazla insan siyanürden zehirlendi, köylerin çoğunda tarladaki ürünler bozulmaya, ağaçlar kurumaya başladı. Bilim insanları, her yağan yağmurla bundan sonra da benzer felaketlerin artarak yaşanacağını belirtiyor. On binlerce köylü, topraklarından koparılmak isteniyor. Yaşadıkları toprak,

milyonlarca yılda meydana gelen jeolojik ve iklimsel değişikliklerle birlikte üzerinde yaşayan insanları biçimlendirmiş ve aynı insanlar tarafından biçimlendirilmiştir. Sermayenin talanı, kaçınılmaz olarak sadece doğal kaynakları değil, o topraklardaki verili toplumsal yaşamı da yok etmektedir. Kışladağ Altın Madeni için kesilen her ağaçla, vurulan her su kuyusuyla, sadece Yörük Kültürü yok olmamakta, kuşaktan kuşağa devredilerek biriken geleneksel hayvancılık ve tarım bilgisi de yok edilmekte, insanlar üretim sürecinin dışına itilmektedir. Doğanın ve insan hayatının

fiyatlandırılması mümkün değildir. Ekolojik krizi açıklamaya, ‘piyasanın aklı'nın yetmediği gerçeğini çevreci hareketler kabul etmeli, piyasa mantığına cepheden karşı çıkmalıdır.

GDO karşıtı hareket

Ekolojik krize verilen yanıtların sınıfsal bir karakter taşıdığını, GDO (Genetiği Dönüştürülmüş Organizmalar) karşıtı harekete bakarak da söyleyebiliriz. Köylü hareketiyle ve diğer antikapitalist dinamiklerle bağını yeterince kuramadığı için, GDO karşıtı hareket, GDO'ların ekosistem üzerinde yaratacağı yıkıma ve doğaya genetik müdahalelere karşı çıkarken, organik tarım şirketlerine, kendi canını herkesinkinden üstün gören orta sınıflardan müteşekkil geniş bir pazar yaratmaktan muzdarip. Tamamen doğal koşullarda ve doğal tohum ve gübre kullanılarak üretilen organik ürünler, daha ucuza mal olması gerekirken, organik olmayan ürünlerin 4-5 katı fiyata süpermarket raflarındaki yerini alıyor. Görünen o ki; ‘ekolojik maliyet' in maliyeti, umduğumuzdan daha pahalı!

Monsanto ve Cargil gibi dünya çapında dev tarım tekellerinin Türkiye'de yüz binlerce dönümlük arazilerde GDO'lu tarıma başladıkları biliniyor. Bu tarım tekellerinin faaliyetlerinin önüne geçilmezse çok değil birkaç yıl sonra geri dönülmez şekilde Türkiye'de tarım alanları GDO'lu tohumlara bağımlı hale gelecek ve bu yöntem kullanılmaya

başlandıktan üç beş sene sonra ekim yapılan topraklar çoraklaşmaya başlayacak. Sözleşmeli tarım yöntemiyle faaliyet yürütecek olan bu tarım tekelleri, kaçınılmaz biçimde Türkiye tarihinin en büyük kırda yoksullaşma ve proleterleşme sürecine neden olacak. Ortaya çıkacak işsizlik sorunu ile ilgili yapılan araştırmalar, kentlere sayısı on milyonu aşan

(4)

yeni bir göç dalgası öngörüyor.

Chavez'in geçtiğimiz günlerde Venezüella'da GDO'lu tarımı yasaklaması boşuna değil. Şimdiye kadar Türkiye'de yürütülen en geniş katılımlı ve kapsamlı kampanyalardan birini Canavar Domates Turu ile GDO'ya Hayır Platformu gerçekleştirdi. Platform İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde yaşayan, daha ziyade orta sınıf tüketiciler arasında örgütlediği GDO karşıtı tepkiyi, yoksul köylülerin tepkisi ile buluşturabilirse bu gidişatın önüne Türkiye'de de önemli bir set çekilebilir.

Yeni bir sektör: Atıklar

Piyasacı çevreciliğinin ve yeşil sermayenin beslendiği en büyük sektörlerden biri de atık sektörüdür. Atık yönetim sistemleri, 1990'lardan itibaren Türkiye'de tartışılmaya başlandı. Büyük yatırımlar gerektirmesi ve proje altyapılarının oluşturulması zaman aldığından ancak son yıllarda somut olarak gündeme gelebilmiştir. Belediyeleri ilgilendiren ve AB fonlarıyla yürütülen kentsel, tıbbi ve sanayi atık projeleri, ihale ve yer seçimleri sırasında ortaya çıkan

skandallarla yeni bir mücadele alanı olarak şekillenmeye başladı. Atık sorunu, atıkların doğal geri kazanım ve soğurma süreleri ile teknolojik geri kazanım ve işleme süreleri arasındaki farktan dolayı, ekolojik krizi

kalıcılaştırmaya yol açan sistemlerle çözülemeyecek kadar yeni bir uygarlık anlayışı ile çözüm bulunması gereken bir sorundur. Belediyelerin iyiden iyiye birer rant kapısına dönüştüğü Türkiye'de, aynı zamanda bir yerel yönetim

sorunudur.

çevreci hareketlerin Türkiye'deki sınırlı pratiklerinden seçilen yukarıdaki örnekler toplumsallığı içinde kavranabildiği oranda; kapitalizmin krizi ele alınmadan, ekolojik krize çözüm üretilemeyeceği açıklık kazanır. Ekolojik krizin toplumsal-sınıfsal bağla ele alınması, çevreci hareketlerin diğer toplumsal mücadele dinamikleri ile sınıf mücadelesi içinde buluşmasına yardımcı olacaktır. çevre sorunları incelendikçe, sosyalistlerin çevre sorunları konusunda görev ve sorumluluklarının azımsanmayacak kadar çok olduğu görülecektir. çevreci hareketlerin sosyalizasyonu, bu hareketlerin yaşadıkları tıkanıklığı aşmalarında da ön açıcı olabilir. Karşı karşıya olduğumuz ekolojik kriz, ancak kapitalizm eleştirisine uygarlık eleştirisini eklenerek aşılabilir. Üretici güçleri sömürücü biçimde geliştirmesi ve sürekli büyüme eğilimi ile üretimin doğal sınırlarını küresel, biyosferik düzeye genişletmiş olan kapitalizm, gezegen düzeyinde bir felakete yol açabilecek kapasiteye gelmiştir.

Kapitalizmden insanlığa yönelen tehlike, sermayenin tercihleriyle insanlığın kurtuluşu tercihi arasında bir seçim yapmayı zorunlu hale getiriyor. İnsanlığın karşı karşıya olduğu tehlikenin tarihsel boyutuna bakmak, sosyalistlerin kendi tarihleriyle yüzleşmelerinin olanaklarını da arttıracaktır. Ya da Benjamin'in dediği gibi: ‘Tarihi güncelleştirmek için, bugünü tarihselleştirmek'.Görev budur.

Böylece Bergama, Türkiye'de ufkunu verili hukuksal zeminlerle sınırlamış, ulusalcı söylemle bir toplumsal muhalefet hareketinin kazanma olanağının tükendiğini eksiksiz bir deneyimle kanıtladı. Hukuka olan angajman yüzünden yeni bir hareket kurulamasa da, Bergama hareketinin son sözü: ‘Bundan sonra siyasal mücadeleye başlıyoruz!' oldu. Bunu, hareketin geldiği aşamada, öz deneyimi üzerinden bir özeleştiri olarak ta anlamamız gerek.

Referanslar

Benzer Belgeler

Hitler’in en yak ın çevresindeki adamlarından bazılarının Yahudi olduğunun da öne sürüldüğü yazıda, “Hitler’in Yahudileri fırınladığı, kalabalık kitleler

Hukuksal süreç devam ederken bir oldubittiyle Allianoi’nin sular alt ında bırakılması, yetkililer için büyük bir sorumluluk doğuracaktır.. Bu yanlışa düşmeyeceklerini

İzmir 'de meslek örgütü temsilcileri ve çevreciler, Bergama Ovacık'taki altın madeninde yer alan atık depolama tesisinin kapasite art ışına onay veren ÇED olumlu

Ancak nükleer reaktörlerdeki patlamalar felâket değil, insan eliyle yapılan tehlikeli teknolojik yap ılarda karşılaşılan krizlerdir. Hata; insanların nükleer

Ekofeminizm "neden?" sorusuna verilen en önemli yanıtlardan bir tanesi.Feminizmin ekolojizmi kendi bakış açısına dahil etmesi, aynı anda ekoloji mücadelelerinin

Sistem karşıtı mücadele yerine sistemin ihtiyacı şeyler için “alternatif çözüm” önerileri üretmeyi sol, “düşünmek” olarak algılamaya başlıyor.. (*)Uzun süredir

Araçlarla yapılan bu gezi sırasında bilgi veren madenin eski Kamu İlişkileri Müdürü Hasan Gökvardar, atık havuzunun dolması üzerine havuzun yüksekliğinin

Tarım, Dünya Ticaret Örgütü Doha görüşmelerinden çıkarılmalı. Gelişmekte olan ülkeler tarımlarını özgürce geliştirme hakkına sahip olmalı. Gelişmiş ülkelerin