• Sonuç bulunamadı

Yayın ve No. Mizanpaj Mahmut Öztürk

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Yayın ve No. Mizanpaj Mahmut Öztürk"

Copied!
43
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Ortak Dilimiz

EZAN

(2)

Yayın

Nida Yayıncılık Dağıtım Pazarlama İç ve Dış Ticaret Ltd. Şti.

Sertifika No: 27580

Balaban Ağa Mah. Büyük Reşit Paşa Cad. Yümni İş Merkezi No:

16/11 Fatih/İstanbul Tel: 0212 527 93 86 Faks: 0212 635 03 58 nida@nidayayincilik.com.tr

Baskı

Step Ajans Matbaa Ltd. Şti.

Sertifika No: 12266

Göztepe Mah. Bosna Cad. No: 11 Bağcılar/ İstanbul

Tel: 0212 446 88 46

nidayayincilik.com.tr Yayın Yönetmeni

Mehmet Kurşunlu Editör

Doç. Dr. Mahmut Öztürk

Mizanpaj Mahmut Öztürk Kapak Sadık Enes Erkut Ortak Dilimiz Ezan

Basım

1. Baskı / Aralık 2018

978-605-7565-35-8 Yayın ve No Nida Akademi: 7

© 2018 Nida Yayıncılık

Her hakkı mahfuzdur. Tanıtım dışında kaynak göstermek suretiyle kısa alıntılar hariç, yayıncının yazılı izni olmaksızın yayınlanamaz; görsel, işitsel ve elektronik ortamlarda kopyalanamaz ve çoğaltılamaz. Kitapta yer alan bölümlerin hukuki sorumluluğu ve bütün telif hakları yazarlarına aittir.

(3)

Hafızada Yol Açtığı Travmalar Üzerine

*

Rıfat Atay**

Giriş

Herhangi bir dinin zahiri varlığının en bariz işaretlerin- den biri onun ibadet vakitlerinin kamuya en açık, yaygın ve erişilebilir olarak duyurulmasıdır. İslâm tarihinde ezanın öyküsü de bunun önemini teyit eder. Ezanın bu işlevinin farkında olan M. Âkif, bir millet için hayati önem taşıyan İstiklal Marşı gibi çok önemli eserinde şehadetleriyle birlikte ezanı ve mabedi zikretmekten kendini alamamıştır.49 Ezan başlamadan önce ateş, duman boru üfleme gibi değerlen- dirilen tercihler hem diğer dinlere aidiyeti hem de yeterince estetik ve etkin olmamaları nedeniyle itibar görmemiştir. Di- ğer ihtimaller karşısında ezanın sesle yapılan bir davet aracı olarak öne çıkması şaşırtıcı olduğu kadar ilginçtir. Bir defa ilahi kaynaklı olması önemini vurgulamada çoğu tartışma- ya karşı onu öne geçirmektedir. Buna ilaveten doğrudan insan kaynaklı estetik bir araç olması en önemli özelliğidir.

Diğer dinlerde kullanılan araçlarla mukayese edildiğinde

* Yazının daha kısa bir versiyonu Mukaddime Dergisi 9/2 (Kasım 2018) sayısında yayınlan- mıştır. Burada yer alan aynı çalışmanın kaynak ve içerik açısından geliştirilmiş şeklidir.

** Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.

49 Geniş bilgi için bakınız. M. Cüneyt Gökçe, “İstiklal Marşı’nda Şeâir-i İslâmiyye”, Anado- lu’ya Vurulan Mühür İstiklal Marşı, Ed. Mahmut Öztürk, (İstanbul: Kastaş Yayınevi, 2017)

(4)

doğrudan insan kaynaklı olması ve estetik değeri ezanı açık bariz bir şekilde öne çıkarmaktadır. Hristiyanların çanı, Me- cusilerin ateşi, Yahudilerin borusu da insan eli ile ortaya çıkan şeylerdir. Ama ezandaki estetik yoğunluğun doğura- bildiği bazı sonuçlar ezanın özgül etkisini teyit etmektedir.

Nitekim, bundan dolayı, İslâm’la müşerref olan çoğu müh- tedinin dinle tanışması ve önce cami, sonra da kültüre gir- mesindeki ilk etkenlerden biri ve belki de en yaygını “ezan”

tecrübesidir.50

Diğer bir ifadeyle ezan sözün büyüsüne musikinin ma- haretini ekleyerek çok etkin iki vasıtalı bir ilan aracına dö- nüşmüştür. Bundan dolayı da etkinliği tartışılmazdır. Ezan- daki bu söz ve musiki büyüsünden birine dokunulduğunda ise tarihsel anlamıyla birlikte etkisini de yitireceğini tahmin etmek güç değildir. Nitekim Cumhuriyet tarihinde ezanın Türkçeleştirilmesi girişimi olumsuz sonuçlar doğurmuştur.

Belki Türkçe ezanın estetik ve musiki boyutu düzeltilebilirdi ama sözün yerini alabilecek hiçbir tercüme yoktur. Bu ne- denle Türkçe ezan denemesi başarısız olmuştur.

Hem öğrenilmesi ve icrası hem de anlamı açısından dikkate alındığında, ilk bakışta ezanın Arapça olması bir dezavantaj gibi görünmekle beraber, özellikle tecrübi biri- kim ve estetik yaygınlık açısından hayati bir işlevsellik sağ- lamaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında 18 yıl gibi uzunca bir süre ısrarla denenen Türkçe ezan uygulamasının tutma- masının belki de en bariz sebeplerinden birisi Türkçe eza- nın Müslüman toplumsal hafızadaki tecrübe birikimleriyle uyuşmazlığıdır.

50 Mesela, bkz.: Ramazan Kamiloğlu, “Türk Kültüründe Ezan ve Makamları,” Hikmet Yurdu 3/5 (Ocak-Haziran 2010): 221-237; Orhan Gürsu, Günümüzde Tasavvuf Yoluy- la İslâm’a Yönelişin Sosyo-Psikolojik Analizi, (Basılmamış Y. Lisans Tezi, Uludağ Ünv.

Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1999): 178.

(5)

Söz ve musikinin etkinliği konusunda1 biri yerli diğeri yabancı iki tespit sunarak toplumsal travmanın izlerini mi- saller üzerinden tahkik etmeye geçebiliriz. İslâm ve estetik konusunda yazan ve kendisi de bir şair olan çağdaş felsefe- ci Turan Koç, “kutsal sanat” telakki ettiği ezan konusunda şu tespitlerde bulunmaktadır:

“Bilindiği gibi tevhid ilanı ve namaza çağrı gibi dini iş- levleri olan ezanın geleneksel okunuşu başlı başına este- tik bir olaydır. Tekrar eden cümlelerin ilki, belli bir nağme ile genellikle kısa tutulurken; ikincisi, seçilen makama göre uzatılarak okunur. Bazı durumlarda iki müezzin bunu kar- şılıklı ya da münavebeli bir şekilde icra ederler. Sultan Ah- med Camii’nde olduğu gibi, böyle durumlarda ezan çok daha büyüleyici bir etkiye sahip olur. Burada ihsan, ezanın fonksiyonel yanına estetik bir boyut eklenmek suretiyle te- zahür ettirilmiş, böylece çağrı daha bir güzelleştirilmiştir.”2

Koç’un içeriden bakışını neredeyse birebir teyit eden Oliver Leaman da İslâm’da estetik düşünce üzerine yazdığı eserinde benzer şeyleri söyledikten sonra Şam harab ol- madan önce yaptığı ziyaretindeki gözlem ve düşüncelerini şöylece dile getirir:

“Şam’daki Emevi Camii’ni son ziyaretim esnasında, her bir minarede ayrı bir müezzin vardı ve her biri ezanı çok

1 Söz ve musikiye geçmeden önce, sözleri oluşturan harfler ve onların birbirleri ile iliş- kisi gibi konularda da Müslüman bilginler önemli çalışmalar yapmışlardır. Söz gelimi, Arap Dili ve Belagatinin yanında Tecvit gibi ayrı bir ilim dalı gelişmiştir. Ezan deneyinin tutmamasının nedenlerinin bazılarını da bu tür alanlardaki köklü çalışmaların oluştur- duğu gelenekte aramak gerek. Bu konuda birkaç örnek için bkz.: Nazife Nihal İnce, “Arap Dili Fonetiğinde Bazı Kavramların Yansıttığı ‘Ses Üretiminde Süre’ Olgusu Üzerine Bir Deneme,” Cumhuriyet İlahiyat Dergisi 20/1 (Haziran 2016): 117-146; Nazife Nihal İnce,

“Geçmişten Günümüze Żâd Sesi̇ Tartışmaları,” Selçuk Üniversitesi ̇ İlahiyat Fakültesi ̇ Der- gisi 30/2 (Güz 2010): 165-180; Nazife Nihal İnce, “İẓlak Bir Artikülasyon Konusu Mudur?”

Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 19/2 (15 Aralık 2015): 71-205.

2 Turan Koç, İslâm Estetiği, (İstanbul: İSAM Yayınları, 2008), 174.

(6)

ince bir farkla değişik tarzlarda okuyorlardı. Bu gerçekten olağanüstü bir etki yaratır. Ezanın amacının yalnızca insan- ları namaza çağırmak olduğu, bunu aşırı abartmanın bu denli sade ve basit bir şeyi estetik bir hadiseye dönüştürebi- leceği de ileri sürülebilir. Hatta daha da ileri gidilerek, ezan okumak için inşa edilen minarelerin, mikrofonların kullanıl- maya başlanmasıyla birlikte gereksizleştiği de savunulabilir.

Ancak minarelerin hala muhafaza edilmesi güzelliğinden ve bu güzelliğin, tıpkı ezanın müzikalitesinin güzelliği gibi kişiyi camiye gitmeye teşvik etmesinden kaynaklanır.”3

Leaman’ın dikkat çektiği son nokta olan ezanın insanı camiye gitmeye teşvik etmesi meselesi Türkçe ezan dene- mesindeki önemli veçhelerden biridir. Çoğu kişinin hatıra- sında Türkçe ezan teşvik şöyle dursun, itici hatta ağlatıcı bir işlev üstlenmiştir.

1. Ezanın Sembolik Anlamı

İslâm mezheplerinin çoğunluğuna göre bir yerde ezan okunması oranın Müslüman olduğunun temel belirtisidir.

Çünkü ezan, Arapça haliyle İslâm’ın bir şiarıdır ve ancak bu şekilde duyanlara bir anlam ifade etmektedir. Şiirinde kullandığı imgeler arasında ezan ve mabede önemli bir yer ve ren M. Âkif’e göre de “Bir yerde ezan okunmuyorsa, orada camiler ibadethane olmaktan çıkmış demektir. Camii olmayan bir yer ise Müslüman yurdu sayılamaz.”4

Wittgenstein’in ifadesiyle söylersek, anlam, kelimelerle işaretlenen şeylerden çok daha fazlasıdır.5 Bu meyanda, bir

3 Oliver Leaman, İslâm Estetiğine Giriş, 3. Baskı, çev. Nuh Yılmaz, (İstanbul: Küre Yayın- ları, 2012), 159.

4 Mahmut Öztürk, “İstiklal Marşını Kur’an-ı Kerim Işığında Okumak”, Anadoluya Vuru- lan Mühür İstiklal Marşı, Ed. Mahmut Öztürk, (İstanbul: Kastaş Yayınevi, 2017), 96.

5 Örneğin, sözcüklerin işlevi bağlamında Wittgenstein, “Bir sözcüğün nasıl iş gördü- ğünü tahmin edemeyiz, kullanılışına bakmamız ve buradan öğrenmemiz gerekir,”

der. (Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, çev. H. Barışcan, (İstanbul: Metis

(7)

Müslüman’ın kendi anlam dünyasında ezandan umduğu, asla onu kendi dili ile anlamak değildir. Zira ezan, bir Müs- lüman için kendi lisanında ne manaya geldiğini hatırlat- mayacak derecede karşılığı olduğu kelimelerden ve dilden bağımsız, anlamın ta kendisidir. Marshall McLuhan’ın, ‘The Medium is the Message’ yani ‘araç, mesajın ta kendisidir’

ifadeleriyle dile getirmeye çalıştığı tam da budur.6 Türkçe ezan uygulamasının anlamsızlığını ortaya koyduğu bir ya- zısında Ömer Rıza Doğrul da Türk hacıların gözlemini doğ- rularcasına bu durumu şöyle betimlemektedir:

“Biz ezan’ın Türkçe okunması aleyhinde değiliz. Fakat bunun lüzumsuz bir külfet, faydasız bir teşebbüs olduğuna inanıyoruz. Çünkü Türk’ün bildiği ve benimsediği Ezan-ı Muhammedî Arapça değil, fakat İslâmcadır ve İslâmca olduğu için hem Arapça’dır, hem Türkçe’dir, hem Acem- ce’dir, hatta hem Hindce’dir, hem Çince’dir. O, bir müşte- rek dildir ki bu camiaya bağlı olanların hepsi anlarlar, keli- melerini belki akılları kavrayamaz, fakat ruhları kelimelerin içyüzünü kavrar. Allahu Ekber Arapça değil, İslâmcadır ve İslâmca olduğu için Türkçedir.”7

Yayınları, 2007), 127) Yine benzer şekilde onun dil anlam ilişkisi vurguladığı, “Bir dil tasavvur etmek, bir yaşam biçimi tasavvur etmektir,” tespitini de hatırlamak yararlı olacaktır. (Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, 29).

6 Marshall McLuhan and Qentin Fiore, The Medium is the Message, (New York: Ran- dom House, 1967).

7 Dücane Cündioğlu, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Din ve Siyaset, (İstanbul: Kaknüs Yay., 2005), 139. Ömer Rıza Doğrul hakkında dikkat çekici bir husus Tanrı Buyruğu ismini verdiği meal-tefsiriyle alakalıdır. Doğrul, eserinde Allah isminin Türkçe Tanrı ismiyle tercüme olunamayacağını, Tanrı isminin mabud, ilah anlamına karşılık gelen bir cins isim olduğunu söylemesine ve hatta Süleyman Çelebi’den delil getirmesi- ne rağmen, eserine Tanrı Buyruğu ismini vermiştir. Teyit edemediğimiz bir duyum, eserin ilk baskılarının isminin farklı olduğunu, sonradan belli çevrelerin baskılarıyla mevcut isimlendirmenin ortaya çıktığını ileri sürmektedir. (Bk.: Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul, Ahmet Halit Kitapevi, 1955, s.10, (2) no’lu dipnot.).

(8)

Dil konusundaki hassasiyetini, “kamusa uzanan el na- musa uzanmıştır, ”8 sözleriyle kurşun gibi zihinlere kazıyan Cemil Meriç kutsal metinlerin tercümesinde de son derece duyarlıdır. Zira ona göre tercüme edilen metinler bir avuç toz olmuş kelebek gibidir.9 Ezan yasağını zor kullanarak devam ettirenlere ise Meriç’in cevabı anlamadıkları halde Hıristiyan- ların Latinceyi din dili olarak kullanmalarından gelmektedir:

“Bir devlet ki, bütün bir köyün sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar şuursuz ve eblehtir. Bütün Hıristiyan dünyanın, tek kelime- sinin anlamadan, Latince dua ettiğini bilmez.”10

Ezanı salt bir namaza çağrı aracı olarak düşünmek onun hem dil hem de dini cephesinin göz ardı edilmesi demektir.

Çünkü ezan Allah’ın büyüklüğünü topluma haykırarak gök kubbeyi dolduran ilahi bir ses, bir nefestir. Ezan, aynı za- manda ötelerden sunduğu manevi rahatlama ile huzur ge- tiren bir sedadır. Karşılandığı zannedilen kelimelerle değil, genelde insanoğlunun özelde Müslümanları ruhunda uyan- dırdığı duygularla onları felaha çağırır. Bu meyanda Nihat Sami Banarlı, Yahya Kemal’in şu yerinde değerlendirmesi- ni aktarır: “Kur’an ilim kitabı değil, bir iman kitabıdır. Müs- lüman Türk halkı onu söz olarak değil, ses olarak okur, an- layamadığı yerlerini de sesin tesiriyle hissetmeye alışmıştır.”11 Aynı şekilde Yahya Kemal, tıpkı Kur’an gibi ezanın da bizim- le manasıyla değil sesiyle iletişim kurduğunu şu cümlelerle dile getirmiştir: “Ezan bir ses’tir. Minarelerden yükselerek Müslümanların gönlüne dalan bir musikidir. Ayasofya’da ilk defa hangi kelimelerle okunmuşsa onu öyle muhafaza

8 Cemil Meriç, Bu Ülke, (İstanbul: İletişim, 1985), 77.

9 Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, (İstanbul: İletişim Yay., 2010),79.

10 Cemil Meriç, Jurnal 1, (İstanbul: İletişim Yay.,1995), 380.

11 Nihat Sami Banarlı, İman ve Yaşama Üslubu, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 1986), 97-98.

(9)

etmek lazımdır. Ezana bu sesi, bu musikiyi biz verdiğimiz için bu ses millidir.”12

Ezan, Müslüman bir birey açısından, dini pratiği bir tarafa, onun İslâm toplumuna aidiyeti ve ruhsal sağlığı açısından önemli bir toplumsal hafıza göstergesidir. Çün- kü o Müslüman kimlik inşasının en temel yapı taşlarından biridir. Onsuz insan kendisini garip, yalnız, terkedilmiş ve kendi toplumunun dışına atılmış hisseder. İsmet Özel’in

“Amentü” şiirinde ifade ettiği gibi, Türkçe ezan Müslüman hafızasında “binlerce yılın yabancısı bir ses” mesabesin- dedir. Özel’in, babasının polis olmasından da yola çıkarak tevriyeli bir şekilde betimlediği durum, Türkçe ezan uygu- lamasının en trajik resimlerinden biridir:

“Ezan sesi duyulmuyor Haç dikilmiş minbere Kâfir Yunan bayrak asmış Camilere, her yere

Öyle ise gel kardeşim Hep verelim elele Patlatalım bombaları Çanlar sussun her yerde Çanlar sustu ve fakat

Binlerce yılın yabancısı bir ses Değdi minarelere:

Tanrı uludur, Tanrı uludur, Polistir babam

Cumhuriyetin bir kuludur.”13

12 Nihat Sami Banarlı, Nihat Sami Banarlı’nın Kaleminden Yahya Kemal Bir Dağdan Bir Dağa, (İstanbul, Kubbealtı Neşriyat, 1984), 27.

13 İsmet Özel, Erbain, (İstanbul: Şule Yay., 2005), 90-91.

(10)

Türkçede günlük dilde Allah da yaygın olarak kullanılıp anlaşılmasına rağmen, “Allah büyüktür” yerine Atatürk’ün beğenisi, tercihi ve emri ile “Tanrı uludur, ” terkibinde ka- rar kılınmıştır. Bu tercih de belki Türkçe ezanın tutmama- sının en temel sebeplerinden biridir. Zira bu iki kavramın çok hassas bir dönemde karşı karşıya getirilmesi anlamını taşımakta ve Allah’a karşılık Tanrı’nın zorla dayatılması ma- nasına gelmekte idi.14 Daha net ifade etmek gerekirse:

“Bu süreçte Allah kavramına karşı koşulsuz alternatif olarak sunulan ve ezanın yerine ikame edilmeye çalışı- lan ‘Tanrı uludur’ nidasıyla zihinlere kazınan Tanrı kavra- mı Müslüman halkın nazarında Allah kavramından farklı, onunla asla aynı anlama gelmeyecek bir kavrama dönüş- müştür. Allah demenin suç sayılıp yerine Tanrı kavramının dayatılması neticesinde Tanrı, kavramı hem anlamını yitir- miş hem de ezanı ve Kur’an’ı Türkçeye çeviren zihniyetin temsilcisi olarak görülmüştür.”15

Özetle ezanı Türkçeleştirme girişimi, ezanın Müslüman zihin dünyasındaki sembolik anlamını zedelemiştir. Dahası işin içinde zorlamanın olması, insanlardaki direnci ve red- di bir yere kadar tetiklemiş ve artırmıştır. Şimdi anadilde ibadet tartışmaları ve Türkçe ezan uygulamasının ortaya çıktığı şartlara kısaca değinebiliriz.

14 Hüseyin Aydın, “İslâm’da İbadetin Kur’an Nazmı ile Kayıtlılığı Meselesi,” İslami Araştır- malar Dergisi 15/4 (2002): 466. Türkçe ezan uygulaması konusunda yapılmış tek film olan İsmail Güneş’in yönettiği “Çizme” de isminden itibaren bu dayatmayı ortaya koy- ması açısından hayli güzel bir çalışmadır. Maalesef sanat edebiyat alanına hep yabancı duran Müslüman halk ve aydınlar tarafından unutulmaya terkedilmiş onlarca malzeme hala değerlendirilmeyi bekliyor. Umarız Güneş’in örnek çalışmasının devamı gelir.

15 Rıfat Atay, Esra Çiftçi, “Din Dili Çerçevesinde Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde Tanrı Kavramının Serüveni,” M. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 44/1 (2013): 316.

(11)

2. Anadilde İbadet Tartışmaları ve Türkçe Ezan Bu aşamada Türkçe ezan uygulamasının kısa bir kro- nolojisini vermek yerinde olacaktır. Öncelikle Atatürk’e inkılapların çoğunda olduğu gibi bu konuda da ilham oluşturduğu bilinen Ziya Gökalp’ın 1918’de Yeni Hayat dergisinde yayınladığı meşhur şiiri “Vatan”ın ilgili mısrala- rına göz atalım:

“Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar manasını namazdaki duanın...

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın...

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”16

Şiirdeki en dikkat çekici noktanın ibadet dilinin Türkçe- leştirilmesini savunmasına rağmen, belki şiirin zorunluluğu sonucu belki de kaderin tecellisi olarak Allah karşılığında ezanda olduğu gibi Tanrı’yı kullanmak yerine Farsça bir kelime olan Huda’nın tercih edilmiş olmasıdır. Gökalp’ın şairliğinin boyutunu ve derinliğini tartışmanın yeri burası olmamakla beraber, onun kadar Türkçeyi önemseyen ve şampiyonluğunu yapan bir düşünürün bunu nasıl niçin görememiş olduğu hayli ilginç bir durumdur. Meseleyi ka- fiyenin gereği ile izah etmek yetersizdir, zira şiire yeterince emek ve zaman verse aynı anlamı Tanrı ile de ifade etme- nin bir yolunu muhtemelen bulabilirdi. Ayrıca şiirde geçen cami, ezan, dua, mana, mektep gibi yine Arapça kelimele- rin varlığı da gözden kaçmamaktadır. Ancak, onlara kıyasla Tanrı’nın ayrı bir yer ve öneme haiz olduğu, eğer bir tercih yapılacaksa bu konuda daha Türkçe olan, mesela Çalap gibi, bir kelimenin tercih edilebileceği akla gelmektedir.

16 Ziya Gökalp, Yeni Hayat Yeni Yol, Haz. M. Cunbur, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1976), 11.

(12)

Şiirde geçen Türkçe ezan, dua ve Türkçe Kur’an ko- nularının İkinci Meşrutiyet’ten itibaren sıklıkla gündeme geldiği bilinmektedir.17 Bu bağlamda Mehmed Ubeydul- lah Efendi’nin Türkçe namaz kıldırmak için Talat Paşa’dan izin istediği, onun ise şartların uygun olmadığı gerekçesi ile buna izin vermediği bilinmektedir. Şartları olgunlaştırma babında Kur’an tercümelerinin önce dergilerde tefrika edil- diği sonrasında da ayrıca basıldığı bilinmektedir. Genelde din, özelde de ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmaları- nın Cumhuriyet’in ilanı ve inkılaplarla beraber Gökalp’ın hayalleri ve idealleri doğrultusunda hız kazandığını söyle- mek yanlış olmayacaktır.18

Bu meyanda Türkçe ezan konusundaki gelişmelere dö- nersek, serencamı kısaca şöyle özetlemek mümkündür. Ara- lık 1931’de Atatürk’ün emriyle dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı’nda ezanın ve hutbenin Türkçeye çevirisi için sefer- ber edildi. 30 Ocak 1932’de ilk Türkçe ezan Fatih Camii’n- de okundu ve 3 Şubat 1932’de bu kez Ayasofya’da Türkçe tekbir okundu. 18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Reisliği müftülüklere ezanın Türkçe okunması emrini gönderdi. 4 Şubat 1933 tarihinde ise bu kez Başkanlık’tan gelen bildiri Türkçe ezan okumayanların “şiddetle cezalandırılacağını”

bildirildi. Bu aşamaya kadar Türkçe ezan uygulamasına dair yasal bir düzenleme yapmak yerine “telkin, emir ve tamimlerle” konunun takibi sağlandı. Arapça ezan ve ka- met okuyanlar “kamu düzenini sağlamaya yönelik emir- lere aykırılık” suçundan yargılanmakta ve değişik cezalar almaktaydı. Ancak, yasağa uymayanlar konusundaki yasal

17 Şeref Göküş, II. Meşrutiyet Dönemi Türkçülük Akımında Eğitim, Din Eğitim ve Öğre- timi, (Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013):

218-226, 230-235.

18 Ali Dikici, “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan Denemesi̇ ve Buna Gösterilen Tepkiler”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları 5/10 (2006): 77-78.

(13)

boşluklar nedeniyle ortaya çıkan karmaşa sonucu konunun yasa ile çözülmesi gündeme geldi. Meclis’te yaşanan gergin tartışmaların ardından 2 Haziran 1941’de çıkarılan kanun değişikliği ile Türkçe ezan uygulamasına muhalefet eden- lerin durumu netleşti. Yeni kanun, “Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis, on liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılırlar” hükmünü ge- tirmişti, ki buna görev dışında herhangi bir yerde okumak da dahildi.19 Uygulamadaki son perdeyi Demokrat Parti’yi iktidara taşıyan 14 Mayıs 1950 ve yaklaşık bir ay sonra yapılan kanuni düzenleme ile ezanın Arapça okunmasına imkân tanıyan 16 Haziran 1950 tarihleri oluşturmaktadır.

Nihayet, Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin imzası ile daha önce gönderilenin aksine yeni bir tamim gönderen Başkanlık ezanın asli dili olan Arapça okunabi- leceğini yurt genelindeki bütün müftülüklere duyurmuştur.20

3. Ezan Nasıl Okunma(ma)lı?

İşin içinde zorlamanın olması insanlardaki burukluğu, yabancılaşmayı, direnci ve reddi bir yere kadar tetiklemiş ve artırmıştır. Aradan yarım asırdan fazla zaman geçmesi- ne rağmen, halkın hafızasında yer alan çoğu hikâyede bu dayatmanın ortaya çıkardığı travmaların izleri hala dünkü gibi canlıdır.21 Memleketin her köşesinde benzer hikâyelere rastlamak mümkündür; ister güney ister kuzey ister doğu ister batıya gidelim, taşra ya da merkez farkı olmaksızın, bu tür hikâyelerin vatanın her karışında mevcut olduğu

19 Dikici, “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan Denemesi̇ ve Buna Gösterilen Tepkiler”, 90-91; Ahmet Çağlayan, Asr-ı Saadet’ten Günümüze Ezan, (İs- tanbul, Kayıhan Yay., 2008), 129-130.

20 Çağlayan, Asr-ı Saadet’ten Günümüze Ezan, 129-130.

21 Bu tür hatıraların bir derlemesi için bkz.: Mustafa Armağan, Türkçe Ezan ve Menderes, (İstanbul: Ketebe Yay., 2018); krş.; Çağlayan, Asr-ı Saadet’ten Günümüze Ezan, 153-277.

(14)

görülecektir.22 Doğum yerim, İç Anadolu’nun bağrında yer alan Karaman’ın Başkışla Köyü’nde Abdurrahim Yaşar am- cadan dinlediğim hikâye bunlardan biridir.

Bugün yetmişli yaşların ortasında olan Abdurrahim amca henüz çocuk yaşlardadır. Camiye komşu olan evle- rinin damından, yaşlı imam Mehmet Efendi’nin cami kö- mürlüğünün damında titrek elinde bir kağıtla zorla Türkçe ezan okuyup ağladığını görünce, gülmüş ve babasına ya- kalanmıştır. Babası hemen orada oğlunu terbiye sadedinde

“Görmüyor musun adamın ne güçlükle okuduğunu, bir de gülüyorsun!” diyerek paylar ve iyi bir tokat atar. Bu hadi- se, küçük Abdurrahim’in halim selim bir insan olan baba- sından dayak yediği ender iki andan biridir.23 Abdurrahim amcanın 1942 doğumlu olduğu göz önüne alınırsa, olayın 1948-49 civarında olmuş olması mümkündür.

Bu, sıradan gibi görünen olayın neredeyse birebir ay- nısı aynı yıllarda güneyin incisi Antalya’nın Demre ilçesi- nin bir köyünde yaşanmıştır. 2012 yılında bir konuşma için gittiğim Demre’de Molla Amca diye seksen yaşlarında bir yaşlının çevresindekilerin desteği ile konuşmaya geldiğini gördüm. Program sonunda yer alan çay kahve faslında

“Sizin mollalığınız nereden geliyor?” diye sordum. “Benim mollalığım falan yok. Babam köyümüzün imamı idi. Beni okutmak istedi; biraz bir şeylere başladık ama ben kaçtım.

Oradan yaladığımız mürekkebin kalıntısı ile adımız mollalı- ğa çıktı.” diye cevap verdi. “Babanız hoca ise sizde Türkçe

22 Aslında yazıya başlarken, sosyal tarih açısından çok önemli olduğunu düşündüğüm bu tür hatıraların bir derlemesini yapmaya niyetlenmiştim. Ancak zaman darlığı farklı bir yazı ortaya çıkardı. Hepsi olmasa da ulaşabildiğim birkaç hatırayı yazıya ekleyerek asli plana kısmen sadık kalmış olacağım.

23 Hikâyeyi, merhum babamın uzaktan teyzesi oğlu olan, uzun süredir tanıdığım Abdur- rahim Amca’dan 2018 yazında geç dinlemiş olmam da benim adıma hayıflanacak bir durumdur. Diğer dayak olayı da Kore Harbi esnasında “Gel Amerika, gel” diye yine aynı damda bağırmasıdır.

(15)

ezana dair hatıralar olabilir, ” diyerek sohbeti sürdürdüm.

Biraz hüzünlendi ve anlatmaya başladı: “Türkçe ezan uy- gulaması başlayınca, babam ben bunu yapamam diye isti- fa edip kendi işi ile meşgul olmuş. Köyde dini bilgisi en az olan biri bu işe memur edilmiş. Ama o kadar kötü ki, Cuma hutbesinde duaları yanlış okuyunca babam oturduğu yer- den düzeltirmiş. En hazini ise ikindi namazından çıkan cemaatin cami avlusunda toplanıp babam dışarı çıkınca,

‘Haydi, hocayı dağa götürelim, okutup okutup ağlayalım,

’ demeleri idi.”

Demre gibi Noel Baba Kilisesi ve diğer Hıristiyan izle- rinin hala yaşadığı, Noel kutlamalarına öncülük eden bir ilçeden de bir başka gözyaşı ve Arapça ezan hasretinin du- yulması Müslüman halkın vicdanındaki yaranın derinliğini göstermesi açısından hayli ilginçtir.

Belki bu vakıaya şu kişisel gözlemi de eklemek yerinde olacaktır. 2013 Mart’ında bir muayene için Akdeniz Üni- versitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne gitmiştim. Biraz erken gitmiş olduğum için vakti değerlendirmek adına zemin kata indim. Baktım ki fuaye olarak tasarlanan geniş alanda birisi kitap tezgâhı açmış. Hastane koridorlarında ne tür kitap- lar satılıyor diye sergiye göz atmaya başladım. Bu arada tezgâha yaklaşan elli-elli beş yaşlarındaki bir hanımefendi Kur’an-ı Kerim olup olmadığını sordu. Satıcı sadece Elma- lılı Hamdi Yazır’ın Türkçe Mealini içeren bir baskıyı kadına uzattı. Kadın teklifi reddederek durumu açıkladı: “Benim okuma yazmam yok, sadece Arapçasını okuyabilirim. Eğer ikisi bir arada olsa alır, Arapçasını kendim okur, Türkçesini de eşime okuturdum. Ama bu bir işime yaramaz.”

Müslüman Anadolu insanının dine ve dile bakışını en iyi özetleyen anekdotlardan birisi bu olsa gerek. Kendini

(16)

okur-yazar olarak görmezken, Kur’an’ı okuyabilmekte, anadilinde okumadan yoksun olmakla beraber Kur’an’ı ve dilini kendi dili imiş gibi okuyup öğrenmekte ve peşine düş- mektedir. Kendi dilinde basılan materyale, Kur’an tercüme- si de olsa, ilgi göstermezken Kur’an’ı almaya çalışmaktadır.

Türkçe ezan uygulamasının gözden kaçırdığı mühim nokta ezanın ve Arapçanın bu toprağın insanına yabancı olma- dığıdır. Özellikle de ezan, evrensel bir namaza davet aracı olarak fevkalade güzel bir işlev icra etmekte ve anlaşılmak ya da anlaşılamamak gibi bir problem doğurmamaktadır. Diğer bir ifadeyle, namaza gitmeyen ya da gidemeyen insanların temel sorunu davet aracını anlamamış olmalarından değil, tembelliklerindendir. Yaşanmış olması muhtemel biraz da mizah süsü verilen şu anekdot da konuya ışık tutacak içe- riktedir. Anlatıldığına göre Hacca giden vatandaşlarımızdan birisi izlenimlerini şu ifadelerle dile getiriri: “Mekke ve Me- dine’de de Müslümanlar ezan ve kameti Türkçe yapıyorlar ama namaza gelince şaşırıyorlar.” Türkiye’den giden Müs- lümanların kulakları ezan ve kametin Arapça yapılmasına o kadar alışkın ki onu artık yabancı gibi görmüyorlar.

Güneyden kuzeye geçerek, Türkçe ezan uygulamasının Karadeniz’deki insanların vicdanında açtığı yaralara dair bir anekdota göz atmak yerinde olacaktır. İsmail Kara, fahri ve resmi imamlık yaparak emekli olan babası Kutuz Hoca’nın hatıralarını derlediği kitabında şöyle bir anısını nakleder.

Türkçe ezan uygulamasının başladığı yıl henüz çocuk olan hoca Rize’dedir. Ona bu yaşta eğlenceli de gelen uygula- mayı makamı ile beraber hemen ezberler. Ama işin vaha- metinin farkında olan şehirdeki yaşlı hocaların olaydan son derece rahatsız olarak “bir kısmının Türkçe ezan okunur- ken yere baktıklarına, haya ettiklerine, ağladıklarına şahit”

olmuştur. Köye döndüğü zaman ise ezanların okunmadığını

(17)

fark etmiştir, çünkü kimse Türkçe ezan okumayı bilmediği gibi “öğrenmek de istemiyor.” Büyük Cami’nin imamı Oflu Serdar Hoca, muhtemelen kısmen daha güvenli olduğu için,

“yalnız sabah ezanını Arapça olarak minareden” okumakta, diğer vakitleri ise “sükutla” savuşturmaktadır. Bu durum da halk arasında dedikodulara sebep olunca vazife Türkçe eza- nı bilen genç Kutuz hocaya tevdi edilmiştir.24

Kutuz Hoca anlatmaya devam ederek olayın ikinci per- desindeki rolünü de izah sadedinde şunları paylaşmaktadır.

Kaderin cilvesi sonucu “ezan asli haline döndüğü zaman”

kendisi bu kez Büyük Cami’nin resmi imamıdır. Değişiklik- ten haberdar olmadığı için ezanı Türkçe okumaya başla- mıştır. Aşağıdan değişiklik haberini duyan cemaat hocayı bağırarak uyarırlar. Hoca önce ne olduğunu anlamaz, an- layınca da şaka olduğunu zanneder. Gerçek olduğundan emin olunca da ezanı Arapça okumaya başlar. Minareden halkın tepkisini ve olup biteni gayet iyi gözetleyebilen hoca sözlerini şöyle noktalamaktadır: “Kadın erkek herkes cami- ye doğru koşarak gelmeye başladı, uzak evlerde ise insan- lar avluya çıktılar. Bir bayram havası, bir basü bade’l-mevt yaşandı o gün.”25 Ezanın asli haline dönmesi ile yaşananla- ra ifadede dönemin ruhunu özetleyen sihirli terkibin “bay- ram havası” olduğunu vurgulamış olalım.

Bu bağlamda dikkate alınması gereken bir başka nok- ta da Türkçe ezanla insanların yaşadığı kopuş, ezansızlığın doğurduğu boşluğun başka bir şeyle doldurulamamasıdır.

Yurt dışında ezansız semtlerde yaşamak zorunda kalan insanların en çok şikâyet ettiği noktalardan birisi budur:

Ezansız bir atmosferde soluklanmanın güçlüğü, ki çoğuna

24 İsmail Kara, Kutuz Hoca’nın Hatıraları-Cumhuriyet Devrinde Bir Köy Hocası, 3. Baskı (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2000), 92.

25 Kara, Kutuz Hoca’nın Hatıraları, 92-93.

(18)

göre bu bir tür çile doldurmaktır. Çoğu insan için ezanın beş vakit duyulmadığı bir ortamda yaşamak hayatının an- lamının kaybolması demektir. Bazıları deli muamelesi gör- me ihtimalini göze alıp gecenin bir vaktinde dağda kendi başına ezan okumuş bazıları da buna dayanamayacağı için hiç yerinden ayrılmamayı yeğlemiştir.

Yurt dışında uzun yıllar yaşamaya mahkûm olan Kon- yalı bir Türk işçisi özellikle Ramazan aylarında ve perşembe geceleri iyice giyinir, ortalık sakinleştikten sonra gecenin bir vaktinde yaşadığı şehrin kenarındaki bir dağa gidermiş. Ev halkının hayır ola, bu saatte orada ne yapacaksın gibi imalı soru ve yorumlarına ise “Ezan sesini özledim, doya doya sa- baha kadar ezan okuyacağım, meleklerle sohbet edeceğim,

” şeklinde bir cevap verirmiş. Uzun yıllar da bu âdetinden vaz geçmemiştir. Ezan ve yurt hasreti yoğunlaşan ve taham- mül sınırını aşan Konyalı bir baba, bir Ramazan akşamı Türk televizyon kanalında iftar programında okunan ezanı dinler- ken aniden karar verip yarından itibaren Türkiye’ye döne- ceklerini ev halkına ilan eder. Kendi emekliliğine kalan kısa süre, çocukların okul dönemi, mali düzenlemeler gibi birçok mâni onu kararından döndüremez. Her şeyi reddederek ai- leyi bayrama ülkesine getirir ve çifte bayram yaparlar.26

Belki Konyalı işçinin yaptığı bu ani dönüş, denizdeki balığın sudan habersiz olduğu gibi doğduğu yerden hiç ayrılmadığı için vatanı ve atmosferini özlemekten bihaber kimselere abartılı gibi görünebilir. Fakat 1990’lı yıllarda evime misafir olan çocukluk arkadaşım Hüseyin’in kızının hatırası atmosferin önemini vurgulamak için yeterince ipu- cu sunmaktadır. Almanya’dan ailecek arabasıyla izne gelen arkadaşım hem hasret gidermek hem de yol yorgunluğunu

26 Ailenin kızından dinlenmiştir.

(19)

hafifletmek için o zaman ikamet ettiğimiz İstanbul-Üm- raniye’de bizi ziyaret etmişti. Yorgunluktan bitkin düşen iki-üç yaşlarındaki kızı akşamla yatsı arası uyuyakalmıştı.

Onu daha rahat uyuyabileceği yan odaya alıp, biz sohbete dalmak üzereyken birden küçük kızın çığlıkları ile irkildik ve korku ile yan odaya gittik. Kızcağız, “Baba! Adamlar bağırıyor. Baba! Adamlar bağırıyor.” diye figan ediyordu.

Anladık ki, yavrucak henüz tam uykuya dalamadan üç-beş koldan başlayan ezan sesleri uykusunu bölmüş. Ezansız bir ortamda büyüdüğü için duyduğu seslerin ne anlama geldiğini bilmeyen zavallı yavrucak gürültü ile uyanmış ve mezkûr tepkiyi vermişti: “Adamlar bağırıyor.” Arkadaşım boynunu bükerek, “işte bunun için yurt dışında yaşamak istemiyorum ama şimdilik çare yok, ” demişti.27

Merhum Cemil Meriç’in kızı Ümit Meriç annesini an- latıyor. Annesi Fevziye Hanım, hacı olan bir Osmanlı ka- dısının kızı olmasına rağmen 1916’da lise öğrenciliği yılla- rında başında olan örtüsü önce şapkaya dönüşmüş sonra da tamamen ortadan kalkmıştır. Ancak aynı anne, Ümit Hanım ve ağabeyi Mahmut Ali Meriç’in araba ile Paris’e giderken Coğrafya öğretmeni olarak çok sevdiği ve hiç git- mediği halde metro istasyonlarını, parklarını ve müzelerini ezbere bildiği bu şehre onu da beraberlerinde götürme tek- liflerini hiç düşünmeden reddetmiştir. Onlar çok fazla ısrar edince anneleri, “Gelemem yavrum, ben günde beş vakit ezan sesi işitmeye alışmışım. Bir ay için de olsa, ezan sesi- ni işitmeyeceğim bir yerde yaşayamam,” cevabını vermiş- tir.28 Ümit Hanım devamında, bu sözü söyleyen annesinin

27 Maalesef hala kesin dönüş yapamayan arkadaşım ve artık yetişkin olan çocuklarının yurt dışı nöbeti devam ediyor. Artık Avrupa’nın yerlileri olan üçüncü-dördüncü kuşak vatandaşlarımızın orada yaşadığı bu ezansız gurbet akşamları ve diğer duygusal yok- sunluklar daha derinden araştırılmayı ve incelenmeyi bekliyor.

28 Ümit Meriç, İçimdeki Cennete Yolculuk, (İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2007), 37.

(20)

“Pozitivist”29 olduğunu, başka bir yerde ise beş vakit namaz kılan bir insan olmadığını da ifade etmektedir.

Yakın zamanda Avrupa’nın değişik ülkelerinde yaşa- nan “ezan ve minare” tartışmaları, aslında konunun derin boyutlarını ve anekdotlarda aktarılanların aşırı duygusal tepkiler olmadığını göstermek için yeterlidir. Çünkü söze geldiğinde evrensel insan hakları, din ve vicdan özgürlü- ğü, eşitlik, hürriyet, çoğulculuk, demokrasi, katılım, enteg- rasyon, çok kültürlülük ve benzeri birçok ideali bir çırpıda sayan Avrupalı sıradan halk ve yöneticiler konu “dini gös- tergeler” olunca nedense birden ya dilsiz oluyor ya da katı muhafazakâr. Bazılarının ne minare ne de ezana taham- mülü varken, bazıları minareyi görmeye katlanıyor ama sokaklarda çınlayacak ezana asla müsamahaya yanaşmı- yor. Yabancıların, yerel kültürün parçası olan çan sesine katlanmasını bekleyen ev sahibi Avrupalının, misafirlerin entegrasyon ve çok kültürlülük çerçevesinde getirecekleri ezan sesine katlanmaya asla niyeti yok gibidir. Bu bağlam- da, Avrupa’daki yerel siyasi dengeler Müslümanlar için de geçerli olması beklenen “evrensel insan hakları, din ve vic- dan özgürlüğü, eşitlik ve hürriyet” gibi kavramların henüz birebir uygulanmasına hazır gibi görünmemektedir. Tuhaf bir ilişki sanılsa da çoğu Avrupalının bu İslâm karşıtı tavrı, bir yandan 15.inci yüzyılda Müslümanlardan geri alınan İs- panya ve Viyana ve Roma kapılarından geri püskürtülen Türkler üzerinden Avrupa’ya İslâm’ın geri dönmesi korku- sunu, diğer yandan Mekkeli müşriklerin aman kulaklarınızı kapatın yoksa Kur’an’ı duyarsanız dininizi kaybeder Müslü- man olursunuz endişesini hatırlatmaktadır.

Nitekim, ezanın çoğu kişi üzerindeki etkisi göz önüne alınırsa belli açılardan haksız da sayılmazlar. Örneğin, Ümit

29 Meriç, İçimdeki Cennete Yolculuk, 37.

(21)

Meriç’i Ümit Meriç yapan ve bu dünya ile bağlantısını sağ- layan temel vakalardan birisi de yine ezandır. “Pek musda- ribim, ey gül-i ter, zahm-ı dilimden / Ah, şebnem yerine kan dökülür didelerimden” dizeleriyle ifade ettiği derin bir depres- yon sürecini yaşadığında 197830 yılının bahar aylarıdır. Yoğun titreme nöbetlerinden geçmekte olduğu bir gecede, babasının kucağına sığınarak biraz teselli almıştır. Ama hastalık o kadar yoğundur ki baba kucağı bile onu tedavi edememiş ve inti- harın eşiğine gelmiştir. Babası da yattıktan sonra kendi zinda- nında baş başa kalan Meriç, kendini dünya denilen koca bir mezarda gibi hissetmektedir. Kendisine kulak verelim:

“İntihar edeceğim. Balkona çıktım. İçim-dışım zifiri bir karanlık içinde. Hiçbir şeye anlam veremiyorum. Koptum yani. Böyle ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Birden bir ses duydum. Yarın mahşer günü İsrafil’in suru çaldığında mezarımda ne kadar hayretle uyanacaksam, ondan daha büyük bir hayretle irkildim. ‘Bu ne böyle?’ dedim. Sela- miçeşme Camii’nden sabah ezanı okunuyor. Otuz yaşın- dayım. Annemin rahmine düştüğüm günden beri ezanı işitiyorum. Amma meğer hiç duymamışım. Ezanı ben otuz yaşında, ilk defa o sabah duydum… ‘Can kulağıma’ varan ezanı ilk defa duydum. Anlamadan, ‘bir cenin gibi şaşarak’

ezanı dinledim. ‘Bu ne Ya Hu! dedim. Beni secdesine davet eden Cenab-ı Hakk’ın ‘Gel!’ çağrısı idi. O sabahtan sonra, ruhumun ve kulağımın duymadığı hiçbir ezan olmadı.”31

Elbette, Meriç’i intiharın eşiğinden döndüren ezan şekli, ezanın asli halindeki okunuşudur. Acaba Özel’in nitelemesiyle

“binlerce yılın yabancısı olan ses” şeklinde, “Tanrı uludur, Tan- rı uludur” diye okunsa da aynı etkiyi yapar mıydı bilemiyoruz.

30 Her ne kadar metinde bu tarih verilse de Ümit Meriç’in 1946 doğumlu olduğu ve bu dönemde otuz yaşında olduğu dikkate alınırsa, olayın tarihinin 1976 olması daha muhtemeldir.

31 Meriç, İçimdeki Cennete Yolculuk, 20-21.

(22)

Ancak halkın nazarında bu kadar yabancı kalan Türkçe ezan muhtemelen Meriç’in kulaklarına da yabancı kalacak ve aynı etkiyi yapamayacaktı. Bu gerçek, defalarca değişik kaynaklarda zikredilmekle birlikte, dönemin İslâmi basının- dan Sebilürreşad’ın sahibi ve başmuharriri Eşref Edib en iyi vurgulayanlardan biridir:

“Bin üç yüz küsur senden beri bütün dünyadaki Müs- lümanlar, bunu Peygamberimiz zamanında okunduğu veç- hile Kur’an diliyle okurlar. Bu İslâm vahdetinin en büyük sembolüdür. Her millet, bunu kendi lisanına tercüme etme- ğe kalkışırsa bu vahdet parçalanır. Her Müslüman ‘La ilahe illallah Muhammedün Resûlullâh” derken bütün ruhiyle iman zevkini duyar. Bunun yerine ‘Tanrıdan başka yok- tur tapacak. Tanrının elçisidir Muhammed’ demekle hangi Müslüman var ki o zevki duyabilsin? Bu, Müslümanların iman ve itikatlarıyla alay etmekten başka bir şey değildir.”32

Sebilürreşad’ın satırlarına yansıyan bir başka gerçek, Türkçe ezan uygulamasına muhalefetten dolayı ceza alan vatandaşların yaşadıklarıdır, ki bunların gerekçelerinde Arapça ezanın etkisine dair yorumlar da bulunmaktadır.

Bu yorumlara geçmeden önce Sebilürreşad’ın yeniden ya- yınlanmaya başladığı 1948’li yıllarda nispeten rahatlama- ya başlayan ortama rağmen derginin satırlarına yansıyan bir cezalandırmaya burada işaret etmek yerinde olacaktır.

“İbadetlere kanun müdahale edebilir mi? Demokrasiye, Laikliğe, Vicdan Hürriyetine ve Anayasaya Aykırı Bir Ka- nun” başlığı ile verilen haberin metni şöyledir:

Kütahya Sulh Ceza Mahkemesi’nin 6/4/1948 tarih ve 43 esas ve 258 numaralı kararına göre Mehmet Ali Ço- rum ve Osman Yaz, 19/12/1947 Cuma günü Takvacılar

32 Eşref Edib, “Hükumetin Programı ve Ezan Meselesi”, Sebilürreşad 3/80 (Haziran 1950): 78.

(23)

ve Yeşil Camilerde iç ezanı Arapça okumaktan sanık ola- rak yargılanmışlardır. 22/12/1947 tarihinden 26/2/1948 tarihine kadar tutuklu kalan sanıklar, yargılama sonunda Türk Ceza Kanunu’nun 526’ncı maddesinin ikinci fıkrası gereğince üçer ay hapse mahkûm edilmişlerdir. İki aydan fazla süren tutukluluk süreleri cezalarından düşülen sanık- ların temyize götürdükleri kararın gerekçelerinden biri hayli ilginçtir. Mahkeme, muhtemelen kararın inandırıcılığını is- pat sadedince estetik duyguya hitap etmeyi gerekli görerek sanıkların eylemini “Dini ve ilahî sıcaklığını ve heyecanını ruhların ve vicdanların duymasına imkân olmayan Arapça diliyle ezan okumaları” nitelemesiyle kayıtlara geçirmiştir.33 Dergi ise iktidardaki CHP ve muhalefetteki Demokrat Parti milletvekilleri ve bağımsızların demokrasi, laiklik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bu tür kanunları değiştirmek için hiçbir gayrette bulunmadıklarından şikâyetle haberi nokta- lamaktadır. Sebilürreşad Haziran 1948’deki 5 ve 6 nolu sa- yılarında da bu cezai kararla ilgili manşetler atarak konuyu gündeme taşımaya devam etmiştir.

Dönemin basınına yansıyan ve hala değişik açılardan tartışılan Türkçe ezan uygulamasına karşı en şiddetli muha- lefetlerden birisi Bursa’da vuku bulmuştur. 1 Şubat 1933’te Ulu Cami’de meydana gelen olay Cuma namazı esnasında Arapça ezan ve kamet okunması ile patlak vermiş ve kısa zamanda toplumsal bir infiale dönüşmüştür. Önce Evkaf Müdürlüğü, ardından Vilayet önünde gösteri yapan halk- tan çok kişi tutuklanarak kalabalık polis tarafından dağıtıl- dı. Gözaltına alınanlar ertesi gün serbest bırakılınca kararı veren hâkim Hasan Bey, savcı Sakıp Bey ve Bursa Müf- tüsü Nurettin Efendi görevden uzaklaştırıldıkları gibi ser- best bırakılanlar da tekrar tutuklandı. Ulu Cami hatibi de

33 Sebilürreşad 1/4 (Haziran 1948): 60.

(24)

İstanbul’da yakalanarak Bursa’ya tutuklu olarak gönderil- di. Mülki ve idari erkân olayın büyütülmeden kapatılmasını arzu etmişlerse de dönemin belediye başkanı Ali Muhiddin Dinçsoy’un yıldırım telgrafıyla meseleyi “Bursa’da irticai ayaklanma oldu” diye Atatürk’e ulaştırması her şeyi altüst etti. İzmir’de bulunan Atatürk, hemen yola çıktı, Afyon-Bile- cik üzerinden devam ederek 5 Şubat sabahı Bursa’ya geldi.

Kendisine daha önce dâhil olan İnönü’ye ilaveten İçişleri ve Adalet Bakanları da Bursa’ya gelip yerinde incelemeler- de bulundular. Olayın abartıldığı kadar büyük olmadığını ama ilgililerin mutlaka cezalandırılacağını ve inkılaplar ko- nusunda geri adım atılmayacağını belirten Atatürk ortalığı yatıştırarak Bursa’dan ayrıldı.34

Soruşturmalar sonunda Bursa olayı ile ilgili olarak ara- larında müftü, caminin hatibi ve bir de fabrikatörün olduğu 24 sanık 15 Şubat 1933 tarihinde Bursa Ağır ceza mahke- mesine sevk edildi. Sanıkların Çorum’a nakledilmesinden sonra Çorum Ceza Mahkemesi’nin karara bağladığı dava- da 1 Mayıs’ta verilen kararla aralarında müftü ve kâtibinin de bulunduğu “dört kişi beraat ederken, beş kişi ikişer yıl ağır hapis, yedi kişi birer yıl ağır hapis, yedi kişi de beş ay ağır hapis cezasına çarptırıldı.”35

Bursa olayı gibi yüzlerce vakıayı dönemin basınının sayfalarında bulmak mümkündür, 36 en azından yansıtıldığı ve yazıldığı kadar.37 Mesela, Ankara’nın Çubuk ilçesi Guru- veren Köyü’nden Yusuf Özcan, Arapça ezan okuduğu için

34 Dikici, “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan Denemesi ve Buna Gösterilen Tepkiler”, 84-87.

35 Dikici, “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan Denemesi ve Buna Gösterilen Tepkiler”, 84-87.

36 Sabri Zengin, “Zile’de Türkçe Ezana Tepki Olayı,” Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi 9/1 (2014): 167-180.

37 Dikici, “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan Denemesi̇ ve Buna Gösterilen Tepkiler”, 88-93.

(25)

80-100 kez nezarette kalmış, sekiz kez hapiste yatmış ve beş ayrı kez toplamda 17 ay akıl hastanesinde yatırılmıştır.38 Yine Çubuk Karadana Köyü’nden Sadık Çakırtepe, ilk kez 1933 Bursa Olayı’nda olmak üzere 1946, 1947 ve 1948 yıllarında yargılanmış ve “on kez hapis” ve “on kez de Ba- kırköy Akıl Hastanesi’ne” yatırılmıştır.39

Ali Ulvi Kurucu merhumun hatıratında naklettiği Zekai Efendi Hoca da Türkçe ezan uygulamasının ilginç mağdur- larından biridir. 1930’lu yıllarda Konya’da Aziziye Camii’n- de güzel sesi ile müezzinlik yapan mevlithan Zekai Efendi, ezanın Türkçe okutulacağını duyunca hepsi aynı zamanda hocaları olan Ali Ulvi’nin dedesi, babası ve amcasına şöyle dert yanmıştır:

“Efendim belki işitmişsinizdir; benim kulağıma geldi.

Yakınlarda ezan değişecekmiş… Bendeniz ezanı, bir İlahi emir olarak telakki ediyorum… Peygamber-i Zişan, bu emri takrir buyurdular, kabul ettiler, bunu tatbik edelim, dedi- ler… Binaenaleyh bu muhalefete benim gönlüm razı olmu- yor… Terk-i diyar eyleyeceğim, muhacir olacağım. İnşallah ezan aslına dönünceye kadar dönmeyeceğim. Uydurma ezanı okumamaya niyet ettim. Allah’tan bunu diledim…

Efendim vedaya geldim.”40

Kendisine nereye gideceği sorulan Zekai Hoca, “Kıb- rıs’a” gideceğini söyleyerek yola koyulur. Kıbrıs’taki ilk eza- nını Magosa Camii’nde okur ve ezan okurken caminin önü- ne doluşan kalabalığı görerek memnun olur ve Kıbrıslıların

38 Hasan Hüseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, 6. Baskı, 3 (Ankara:

Rehber Yay., 1992), 372-384’den özetlenmiştir.

39 Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, 3, 385-392’den özetlenmiştir. Ayrıca bkz.: Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, 3, 393-400.

40 M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-3, 15. Baskı (İstanbul: MED Yayı- nevi, 2018) 25-28.

(26)

din diyanetle alakasının az olduğuna dair ön yargının ne kadar yanlış olduğunu düşünür. Sevinçle aşağı indiğinde birkaç ihtiyar ve görevliler dışında boş gördüğü caminin halini namazdan sonra ilgililer açıklar. Namazlar ve camiler hep böyle tenhadır, ancak ezan esnasında dışarıda biriken halk onun sesini ve ezanını beğenmiş ve onu dinlemeye gelmiştir. Türkçe ezan açısından hayli ilginç olan bu tec- rübeye Zekai Hoca üç sene zor dayanmıştır. Ezan aslına dönmediği için Türkiye’ye dönemediğinden takriben 1935 yılında Medine’ye hicrete karar verir. Kıtlık ve yokluk için- de kendisine onca yıl katlanan eşi ise memleketi Konya’ya dönmeye karar verir. Zekai Hoca önce Mekke’ye gidip bir süre kaldıktan sonra Medine’ye vasıl olur. Her defasında eşini yanına davet ettiğinde o da onu Konya’ya geri çağırır.

Aradan neredeyse yirmi yıl geçer ve birleşemezler.41 Niha- yet 1950’de ezan aslına dönünce hoca da 1954’te sıla-i rahim için memlekete gelir. Konya’dan komşusu ve ahbabı olan dönemin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğ- lu’nu da bilvesile Ankara’da ziyaret eder. Hayırlıoğlu, bu de- ğerli dostuna, henüz vakit erken iken önceki imamın vefatı ile halen münhal olan Hacı Bayram Camii imamlığını teklif eder.

Gönlü bu teklife akmakla beraber, öte tarafta da Medine-i Münevvere olunca karar veremez. Medine’ye avdet edince, Kadiri Şeyhi Ziyaeddin Efendi’ye görüş sormak üzere ziyarette bulunur. Şeyh efendi kısa bir mülahazadan sonra, gitmesini tavsiye ederek aşağıdaki değerlendirmeyi yapmış:

“Zekai Efendi, sizin gönlünüz oraya akmış. Benim tavsiyem, cisminiz burada ruhunuz Ankara’da olacak ol- duktan sonra, fani cismin Türkiye’de olsun da, baki ruhun burada olsun, daha evladır. Oralarda, Medine-i Münevve- re’yi yad ettikçe ağlarsın. Burada kalırsan, gözlerin kurur,

41 Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-3, 28-29.

(27)

ağlayamazsın. Çünkü gönlün oraya meyletmiş. Kalırsan bu serveti de kaybedersin…”42

Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin tavsiyesini tutarak Anka- ra’ya Hacı Bayram’ın kucağına dönen Zekai Hoca, hakika- ten fani cismi Ankara’da ama “Rabbim şahiddir, gönlüm, ruhum Medine-i Münevvere’dedir, ” ikrarı ile Hz. Peygam- ber’in hasreti ile gözleri yaşlı, ağlaya ağlaya ebedi âleme intikal etmiştir.43

Aslında Zekai Hoca’nın yaşadıkları müezzinlerin piri olan Hz. Bilâl-i Habeşi (ra.)’ın Peygamberimiz (sav.)’in ve- fatından sonra yaşadıklarının yirminci yüzyıl versiyonu gibi- dir. Malum olduğu üzere o da çok sevdiği Hz. Peygamber’in vefatından sonra gördüğü her şeyde O’nu hatırlamasından dolayı Medine’den Şam’a hicret etmiştir. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra hasreti iyice yüreğini kasıp kavurunca Me- dine’ye O’nun kabrini ziyarete gelmiş ve iki sevgili torunu Hz. Hasan ve Hüseyin’in ısrarı üzerine ezan okumaya razı olmuş ama bitirememiştir. Zira Hz. Peygamber’i her köşe- de gören Bilâl, ezanda O’nun adına geldiğinde gözyaşlarını tutamamış ve yarım bırakmıştır. O acı ile de Medine’yi terk etmiş ve bir daha gelmeyerek Şam’da vefatı ile çok sevdiği efendisine kavuşmuştur.44

Zekai Hoca’nınki zorunlu hicreti de çoğu açıdan buna benzer ve Türkçe ezan uygulamasının vicdanlarda mey- dana getirdiği tahribatın derinliğini göstermesi açısından

42 Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-3, 33.

43 Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-3, 37.

44 2000’li yılların ortasında Hz. Bilal’in kabrini Şam’da ziyaretimiz esnasında bir ar- kadaşımız hatırasına hürmeten burada bir ezan okuyalım teklifinde bulunmuştu.

Meselenin uzmanı olan arkadaşımız birden heyecanlanarak ben bu makamda ezan okuyamam diye teklifi kabul etmedi. Ben ise, cahil cesareti ile ikinci olarak bana yapı- lan teklife evet diyerek hazretin hatırasını yad etmeye gayret ettim. Umarım edepte kusur ederek onu incitmemişimdir.

(28)

oldukça mühimdir. O da Hz. Peygamber’e ve hatırasına hürmeten çok sevdiği vatanını, eşini ve ailesini terk ederek çeyrek asır boyu hasretle yanıp tutuşmuştur. Onunkinin iyi tarafı Hz. Peygamber’e komşuluğu ve yaralı kalbine hür- meten elde ettiği derecelerdir. Ama yirmi sene gibi uzun bir süre vatanından, evinden, ailesinden, eşinden ve dos- tundan ayrı kalmıştır. Ne zaman ki ezan aslına dönmüş ve ortalık tamamen yatışmış memleketine dönmüştür.

Türkçe ezan uygulamasının toplumsal hafızada açtığı travmaların aydınlar arasındaki izlerini süren iki anekdotla devam etmek istiyorum. Bunlardan birisi, “Ezan ve Kur’an”,

“Ezansız Semtler, ” “Aziz İstanbul” gibi önemli eserlere imza atmış, harf ve dil devrimi gibi belli inkılaplara mesafeli dur- muş ama yine de Cumhuriyet eliti ve yönetici kadro içinde yer almış Yahya Kemal’in Türkçe ezan uygulamasına karşı tutumudur. Cumhuriyet inkılaplarının fikir babası Gökalp’e ve onun kendini tenkit sadedinde söylediği şeylere cevap teşkil eden 30 Mart 1922 tarihinde yayınladığı “Ezan ve Kur’an” başlıklı yazısında Gökalp için “istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimar” benzetmesini yaptık- tan sonra, “ilk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bani idi; maziye arkasını çevirmiş sabit bir bakışla yalnız istikbale bakardı, ” anlamlı değerlendirmesinde bulunmak- tadır. Kendisinin mazi hasreti karşısında Gökalp’ın meşhur tenkidi, “Harabisin harabati değilsin / Gözün mazidedir ati değilsin” beytini zikrettikten sonra kendi cevabını sıralar:

“Ne harabi ne harabatiyim, / Kökü mazide olan atiyim.”45 Ona göre Osmanlı’nın iki temeli vardır: “Fatih’in Ayasof- ya minaresinden okuttuğu ezan ki hala okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hala okunuyor!

Eskişehir’in, Afyon Karahisar’ın, Kars’ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz.”46

45 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, (İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., 1985), 119.

46 Kemal, Aziz İstanbul, 120.

(29)

“Ezan ve Kur’an” makalesinden yaklaşık üç hafta sonra 23 Nisan 1922’de yayınladığı “Ezansız Semtler” yazısında ise yeni neslin dramını ve gelinen yeri ecdatla mukayese ederek anlatmaktadır. Yahya Kemal yazıya, “Şişli, Kadı- köy, Moda gibi semtlerde doğan büyüyen oynayan” ço- cuklar Türklükten ne kadar nasiplenerek büyümektedirler sorusu ile başlamaktadır. Çünkü “o semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri his- sedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?”47 Salalarla, tekbirlerle büyüyen, evde anneleri- ni, ninelerini namaz kılarken gören, babası ile camiye, na- maza, kandile, mevlide giden bu çocuklar Yahya Kemal’e göre “Türk oldular, ” yani Müslüman. “Fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken” Türklükten -Müslümanlıktan büsbütün uzak kalıyorlar. Fakat ecdadın yolu çok farklı idi; onlar da “Ga- lata ve Beyoğlu” gibi frenk semtlerine yerleşmiş ama on- ların gelişiyle orasının çehresi değişmiştir. Beş vakit ezan sesi, “asmalı minare, gölgeli mescid, ” ve sokak köşesinde uyandırılan bir “türbenin kandili” ile “o toprağın o köşe- si imana” gelmiştir. Yazının devamında bir bayram sabahı Büyükada’da bayram namazına gidişine cemaatin tepkisi ve sevincini anlatan Yahya Kemal, çocuklukta atılan kök- lerin asla yok olmayacağını kendi serüveni üzerinden izah ederek, “minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbi- yesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlama- yacaklar!” ikazı ile yazıyı sonlandırır.48 Kısacası Yahya Ke- mal’in derdi, kendisi gibi eski neslin aksine, kendi kültür ve değerlerine yabancı bir ortamda yetişen Türk gençlerinin özlerine dönemeden tamamen kaybolacaklarıdır.

47 Kemal, Aziz İstanbul, 121.

48 Kemal, Aziz İstanbul, 122-124.

(30)

Aziz İstanbul’da “Ezansız Semtler”in hemen akabine konulan “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiiri farklı bir ruh halini yansıtmaktadır. Şiirin yazıldığı 1934 yılına gelindiğinde Yahya Kemal’in memleketin her köşesindeki genç askerlerin uğruna savaştıkları devleti kuran iki asıl temel olan “Ezan ve Kur’an” değiştirilmeye başlanmıştır. Daha da kötüsü her ikisi de susturulmuştur. Şair ise, 1923’te başlayan siyasi hayatı- na, 1934 seçimlerinde Atatürk’ün arzusu dâhilinde Yozgat milletvekili olarak devam etmektedir. Şiirin ruhunu daha iyi anlamak için tamamına göz atmak yerinde olacaktır:

“İftardan önce gittim Atik - Valde semtine, Kaç def’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine, Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;

Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler, Sessizce çarsıdan dönüyorlar birer birer;

Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı.

Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;

Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.

Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri, Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.

Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!

Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.

Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.

Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;

Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:

‘Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;

Mâdemki böyle duygularım kaldı, çok şükür.’”49

49 Kemal, Aziz İstanbul, 125-126.

(31)

Yukarıda “Ezan ve Kur’an”ı devletin temel iki değeri kabul eden şairin şiirde hiçbirini zikretmemesi garip değil mi? Şiiri iletişim açısından değerlendiren bazı araştırmacı- lar, Yahya Kemal’in şiirde “oruç, iftar, ramazan vb. kavram- lar vasıtasıyla toplumla ve kendisiyle iletişim kurmakta, bu kavramlarla toplumla yakınlaşmaya çalışmaktadır… Metin bu anlamda icra gücü açısından sağlam kurulmuş, hissiyat buna uygun peyzaj ile ayrıntılı bir şekilde çizilmiştir.”50 sonu- cuna varmaktadırlar. Ancak, daha yakından yapılan bir de- rin okuma, şairin şiirde ilk bakışta görünenin ötesinde başka şeyler söylemek istediğini ima eden ipuçlarını sunmaktadır.

Özellikle şiirin son kısmına yerleştirilen hüznün nedeni araştı- rılmaya değer. Şairin, tenha sokakta “oruçsuz ve neşesiz” ka- larak gamlanmasının sonucu ruhuna musallat olan “gurbet”

akşamının sebebi gerçekten oruçsuz olması mıdır?

“İki boğaz şairi” olarak bilinen Yahya Kemal’in 1932’li yıllarda sağlık sorunları yaşadığı ve diyabet teşhisi konul- duğu bilinmektedir, ki vefatı da bundan olmuştur. Öyleyse hem dinen ruhsatı olan hem de telafisi mümkün bir ibadet olarak üzüntüsünü oruçsuz olmasına bağlamak yüzeysel bir okuma olacaktır. Elbette, kendi şahsında muhtemelen dönemin elitinin dini değerlere bakışını ve tutumunu da eleştirdiği açıktır. Ancak Murat Yusuf Önem’in haklı olarak vurguladığı gibi muhtemelen hüznün ve neşesizliğin temel kaynağı “ezanın Türkçeleştirilmesi” meselesi ile ilgilidir.

“Dinin temeli olan ezan Türkçeleştirilerek Yahya Kemal’in dünyasındaki ezan olmaktan çıkmıştır. Aslında milletten ayrılış bu şekilde somut bir hal almıştır. Üst tabakanın dini ve dindarı hakir görüp ondan uzaklaşmasının yanı sıra

50 Özcan Gökhan, “Yahya Kemal’in ‘Atik-Valde’den İnen Sokakta’ Adlı Şiirinin İletişim Açısından İncelenmesi,” Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 1/2 (Aralık 2013): 163-171.

(32)

dindarın kendi dini ile de arasına girilmiştir.”51 Şairin hüz- nünün esas sebebi bu olması hayli yüksektir. “Bu durum şiirde sessizleşmiş şiirin özüne gömülmüş ve saflaşmıştır.”

Önem’in ayrıca iddiasını destekleme mahiyetinde psika- nalitik bir okuma yaparak anne-ezan sembolleri üzerinden

“yaralı bilinç”52 kavramına atıfta bulunması da kayda de- ğerdir. Şairin dini imgelem dünyasındaki çoğu şey annesi üzerinden gelmektedir, ki ezan ve Kur’an da bunlardan en temel iki sütundur. “Özellikle ezan anneyi şartlayan bir uya- rıcıdır.” Onun yaralanması şairin dünyasındaki çoğu şeyi yaralayacak ve onu tarifi imkânsız gurbet akşamlarına gö- türecektir. Bu bağlamda hem Üsküdar’ın muhafazakâr bir semti hem de semte isim ve külliye bahşeden Atik Valide, Yahya Kemal’e iki şiir yazdıracak kadar şairin dünyasında çok derin izlere sahiptir.53

“Sessiz Gemi” şairi Yahya Kemal’in Türkçe ezan uy- gulamasını sessiz protestosunu Atik Valide imgesi çerçeve- sinde anlamlandırmak belki herkes için ikna edici olma- yabilir. Fakat Sebilürreşad’ın sayfalarına yansıyan M. Raif Ogan’la Atatürk’ün konu ile ilgili olarak görevlendirdiği ve çeşitli aşamalarda uygulamaya dâhil olan Hafız Ali Rıza Sağman arasında cereyan eden tartışma dönemin aydın- larının durumunu resmetmesi açısından hayli manidardır.

Aralık 1950 tarihli 92 nolu sayıda M. Raif Ogan “Hasan Ali Yücel avukatının tuhaf davası” başlıklı bir yazı yayınlar.

Yazıda, “‘Tekbir’ Türkçeye döndürüldü ve ‘Ali Rıza Sağ- man’ nam kişinin ‘Millet’ mecmuasında açıkladığına göre yanındaki hanendelerle Dolmabahçe’deki rakı sofrasında

51 Murat Yusuf Önem, “‘Atik Valde’den İnen Sokakta’ Türkçe Ezan”, Journal of Academic Social Science Studies 6/7 (July 2103): 837.

52 Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, çev. Hal- dun Bayrı, (İstanbul: Metis Yay., 1991).

53 Önem, “‘Atik Valde’den İnen Sokakta’ Türkçe Ezan”, 839.

(33)

tekrarlanmak suretiyle tecrübeleri yapılarak beğendirildi ve öylece tatbikine de geçildi.”54 şeklindeki iddiayı gündeme getirir.

Kendisine savunma hakkı doğan Hafız Ali Rıza Sağ- man, Şubat 1951 tarihli 95 nolu sayıya bir cevap gönde- rir. Dergi yönetiminin “O müthiş sele karşı duramadık. Bir Saman Çöpü gibi bizi sürükledi. Fakat davayı yine biz ka- zandık. Türkçe Kur’an olmaz ve okunmaz.” başlığıyla ya- yınladığı cevapta Sağman’ın sözlerinin devamı dönemin aydınlarının yaşadığı travmayı resmetmesi açısından kayda değerdir. İnsan, geriye dönük bir okuma yaparak ön yargılı kararlarına çabucak malzeme bulabilir. Ancak, gerçek her zaman görünenden ve ilk akla gelenden daha karmaşık ve kavraması daha güçtür. Bu açıdan onu ortaya çıkarmak için daha çok çabalamak ve ön yargıları bir tarafa bırakmak gerekir. Bu meyanda Sağman’a kulak verirsek, onun ve dö- nemin diğer din adamlarının insan olarak yaşadıklarından etkilenmemek elde değil:

“Rakı masalarında oturmam. Eğer hasbelicab oturdu- ğum vaki ise, bu, kerhendir… Burada hülasa olarak derim ki: Azim ve pür dehşet bir sel önünde bir koca kütük ola- madık. Herkes gibi biz de resmî ve sivil köpükler ile ge- len bu sel önünde bir saman çöpü durumuna düşmüştük.

Falan kişinin bu selden ürkmediğini, kimse iddia edemez.

Böyle bir iddianın ne kadar yalan olduğunu, arzu edenlere açıklayabiliriz. Hem böyle bir arzuda bulunan varsa çabuk olsun. Zira bu işler ile alakalı olanlar pek azalmıştır. İyi ve kötü, hakikatler gizli kalmamalıdır… Tanzimat ile başlayıp aydın gençlerin kafalarına tutunan ve 20’nci asrın başların- da Ziya Gökalp ile temevvüç eden fikir bizim 1931’deki o

54 M. Raif Ogan “Hasan Ali Yüce avukatının tuhaf davası”, Sebilürreşad 4/92 (Aralık 1950): 261.

(34)

hareketimiz ile fiilen öldürülmüştür. Bu suretle iyice anlaşıl- mış olduk ki; Türkçe Kur’an olamadığı gibi, Türkçe Kur’an okunamaz da.”55

Sağman’ın cevabında tartışma usul ve adabına dair dikkat çeken iki şey daha var. Birincisi, “karşıdan görünen ve söz ile belirtilen” herhangi bir kimse, ki bu uzaktan ba- kıştır. Ona göre, aynı kimseyi bir de yakından tanısak ve onunla aynı cevher ve özden olduğumuzu anlasak, “birbi- rimizi hiç şüphe yok severdik.” İkincisi, Ogan’la tartışmaya girmek istemediğini belirten Sağman, birlik ve beraberliği vurgulama sadedinde, “aynı cephenin erleri, silahlarını bir- birlerine çevirmemelidirler. Bundan zarar görecek bir tek varlık, o cephenin kendisi olur”56 demektedir. Bugün nere- deyse bir asırdır tartıştığımız konuları dönüp dönüp tekrar tartışmamız ve birbirimizi üzmemiz, incitmemiz ve kırma- mızın temelinde bu iki prensibi ihlal yatmaktadır.

Nitekim, Türkçe ezan uygulaması, CHP milletvekille- rinin çoğunluğunun “evet” oyları ile DP-CHP iş birliğiyle 16 Haziran 1950’de TBMM’de görüşülüp bir gün sonra da Resmî Gazete’de yayınlanarak 17 Haziran 1950’de resmen sona ermiştir. Aslında kanunla getirilen düzenleme, “Arap- ça ezan ve kamet” okuyanlara verilen cezanın kaldırılma- sından ibaretti. Yoksa ezanın hangi dilde okunacağı ya da okunmayacağı kanuna bağlanmış değildir, isteyen Türkçe isteyen Arapça okuyabilir. Buna rağmen yorumların he- men hepsinde “ezanın Arapçalaştırılmasından” söz edilir.57

55 Hafız Ali Rıza Sağman, “O müthiş sele karşı duramadık,” Sebilürreşad 4/96 (Şubat 1951): 312-313.

56 Sağman, “O müthiş sele karşı duramadık,” 312-313.

57 Başbakan Menderes’in ağzından haberi veren Sebilürreşad değişimi şöyle aktarır:

“Şimdiye kadar baskı altında olan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek Ezanı Muhammediyi Arapçalaştırdık. Mektep- lerde din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur’an okuttuk. Türkiye devleti Müslümandır

Referanslar

Benzer Belgeler

Şüphesiz bu kimseler hususî çalı- şan meslekdaşlarmdan daha kabiliyetsiz ve işlerine daha az bağlı değildir; fakat bunlar için serbest ha- yat kurma fırsatlarının daha

The Influence of Strategic Supplier Partnership, Customer Relationship Management, and Information Sharing towards Supply Chain Innovationa. Nur Fathin Nadira Binti Abdul Rasib a

Öncesinde güvenlik kameralarına yansıyan bin- lerce hırsızlık görüntüsünü inceleyen yapay zekâ, hır- sızların davranışlarında sıradan insanların fark etmek-

Astarciyanın Arapça olarak neşrettiği (Ermeni Milletinin Tarihi) adlı eserinden aynen tercüme

Orta okuyucu için karan­ lık, fakat erbâbı için, şifresi çözüldükçe değeri ve tesiri artan yazılardı.. Hakkı Târik, kelime­ nin tam

Bu sorulara verilen cevaplar meslek gruplarına göre sıralandı- ğında hastalık hakkındaki bilgi seviyesinin doktorlar, hemşire- ler ve laboratuvar çalışanları ve diğer

Kırkı aşkın roman olmak üzere öy­ kü, oyun, anı, tartışma, çeviri türlerinde alt­ mış kitabı ardında bırakan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın hayatının

Gece uykusu demek, uzviyetin tamir görmesi, eskiyen hücereleri- nin yenileşmesi, kısacası hayatın ta­. zelenmesi ve kremlenmesi