• Sonuç bulunamadı

KÜRESELLEŞME TARTIŞMALARI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "KÜRESELLEŞME TARTIŞMALARI"

Copied!
22
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Ekonomik Yaklaşım

Cilt: 5, Sayı: 14, 1994

I- GİRİŞ

KÜRESELLEŞME TARTIŞMALARI ÜZERİNE BAZI NOTLAR

Levent SANİN*

Uluslararası ekonomik ve politik olaylara heterodoks analiz yön- temleri ile bakmaya çalışanlar, yüzyılımız~n son büyük eğilimi için, "kü-

reselleşme" tan~sında bulunmaktadır. Küreselleşme hakkındaki retorik yay-

gınlaştıkça, kelime, bazen "dünya ile birlikte hareket. ... " cümlesi içinde, ulus devletin egemenlik alanını sınırlayan bir eşiği ima etmekte, bazen de,

"uluslararası rekabete açılmayı..." ikame etmektedir. Dışa açıklık, en- tegrasyon ve karşılıklı bağımlılık gibi kavramlan da sırtıayan kü-

reselleşmeye yüklenen anlam genişliği insanlığın ikibinli yılların şa­

fağındaki "yeni çağdan" çok şey beklemesine uygun düşmekle birlikte, kavram olarak içeriğinin de henüz kesinleştirilemediğinin bir delili ol-

maktadır.

Kavram kargaşasından kurtulmak için, öncelikle, dışa açıklık, en- tegrasyon ve karşılıklı bağımlılık üzerinde kısaca durmakta yarar olabilir.

Bir ekonominin dışa açılması, uluslararası ticaret ve faktör hareketleri önündeki engelleri kaldırmasıyla kendini belli etmektedir. Serbest ticaret

koşullarında, ithalat ve ihracatın artması beklendiğinden, dış ticaret hac- minin milli gelire oranı çoğu kez dışa açıklığın bir göstergesi olarak kabul edilir. Ancak dışa açık bir ekonominin zorunlu olarak uluslararası sisteme

* Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü

(2)

98 Levent SANİN

entegre olması gerekmeyebilir. Kaldı ki, uluslararası ekonomik entegrasyon da oldukça tartışmalı ve muğlak tanırnlara sahiptir. Her ne kadar, gümrük tarifeleri ve tarife dışı engeller türünden mal ve/veya faktör akışkanlığını zorlaştıran uygulamaların yokluğu, her çeşit entegrasyon tanımının ortak

paydası ise de, kaynakların etkin kullanımının mekansal sınırlılığı ile ulu- sal ekonomiler arasındaki işbölümü ilişkisinin yoğunluk ve kararlılık gös- termesindeki ağırlık değişmektedir. Entegrasyon kavramı üzerinde kargaşa

yaratan bir başka mesele de, kelimenin farklı yer ve zamanlarda yeni içe- rikler kazanmasıdır. Örneğin, entegrasyon gelişmiş sanayi ülkeleri için re- kabet şansını artıran daha karlı yeni teknolojilerle tanışmak, az gelişmiş

ülkeler için ise, ekonomik gelişmenin bir aracı olarak algılanabilmektedir.

Sovyet Bloğunun, çözülüşünden önce, merkezi kumanda ekonomileri için, entegrasyon bir takım ekonomik faaliyetlerde ülkelerarası işbölümü te- melinde plan ölçeklerinin genişlemesine tekabül etmektey di. Ancak, bir

tanım üzerinde fikir birliğine vanldığı varsayılsa bile, hala "vatandaşların, piyasaların, üretimin, tüketimin, malların, hizmetlerin, bölgelerin, fak- törlerin, paranın mı entegre olduğu" sorusu yanıtsız kalmaktadır. Benzer bi-

çinıde, uluslararası ekonomik entegrasyonun derinleşmesi, duraklaması ve gerilemesinin ölçütleri de kesinlik kazanmış sayılamaz.

Entegrasyonu bırakıp karşılıklı bağımlılığa dönersek, etkileşimin ayırd edici bir özellik olarak takdim edildiğini görürüz : Buna göre, eğer ül- kelerden birinin ekonomik gelişimi diğer ülke veya ülkeler grubunun eko- nomik durum ve politikalarından belirgin biçimde etkileniyorsa, bu eka- nomilerin bir düzeyde karşılıklı bağımlı olduklarından söz etmek gerekecektir.

Henüz bu kavramların dahi anlam ve ağırlıkları kesin olarak net-

leşmemişken, küreselleşmenin hepsini içermesi ve/veya ikame etmesi ne

yazık ki sorunu daha da karmaşık hale getirmektedir.

Her ne kadar, küreselleşme kelimesi, uluslararası kapitalizmin sez- gisel olarak algılanan farklı bir evresine atfen telaffuz ediliyorsa da, nelerin, niçin ve nasıl değiştiğinin belirlenmesi gerekmektedir.

Bu çalışmada ise, küreselleşmenin semptomları olması muhtemel yeni eğilimler ile, bunların kuramsal izdüşümleri üzerinde durulacaktır.

(3)

Ekonomik Yaklaşım 99

II- KÜRESELLEŞME SORUNSALI

Frank-Baran-Wallerstein Neo-Marksist okulunun merkez-çevre, Or- todoks Marksizmin, emperyalist-sömürge veya Neo-Klasik iktisactın ge-

lişmişlik-azgelişmişlik ikilemleri, nihai olarak iktisadi fenomenin bir ulus-

lararası ekonomi uzayında oluştuğunu vurgulamaktadır. Kapitalizmin, kendinden önceki toplumsal formasyonlardan farklı olarak, politik gö- rüntüsünün denetleyebildiği bir coğrafyadan çok daha geniş bir alan içinde, ekonomik faktörlere ekonomik kaynakları işieyebilme şansı verdiği göz önüne alınırsa (Wallance, 1990:5), farklı ekonomik gelişme düzeylerinin ortaya çıkışının sorgulanması anlaşılabilir bir çaba olmaktadır. Ancak, yu- kanda adı geçen bütün kuramlar için, bir dünya ekonomisi, ulusal eko- nomiler ve onları çevreleyen ulusal devletlerin hiyerarşik bir dizgesinden

oluşan bir uluslararası ekonomi alanıdır. Dış ticarete konu olan mallar ve

onların fiyatlarının belirlenişi, ulusal ekonomilerin uluslararası iş­

bölümünde aldıklan rolü de büyük ölçüde belirlemektedir. Ticaret-refah,

karşılıklı etkileşim içinde, ulusal ekonomiler arası bağımlılığı artırmakla

birlikte uluslararası ilişkilerin bütünü hala stratejik tiptedir. Başk;ı bir ifa- deyle, politik ve iktisadi ilişkilerde ulusal ve uluslararası "çatı" göreli ola- rak ayrılmıştır. Uluslararası ekonomi, ulusal ekonomi politikalarının ve- sayetinde olup, uluslararası ekonomik fenomen aslında ulusal ekonomilerin

"aşikar" başarısı olarak belirmekte, uluslararası ekonomik düzen de, ulusal olarak konuşlanmış bir dizi işlevler bütününden ibaret kalmaktadır. (Hirst and Thompson, 1992:360).

Kısaca, tanımlanan bu çerçeve, uluslararası ekonomiyi ulusal eka- nomilerin bir kesişimi olarak kavramsallaştırılmasını mümkün kılmıştır.

Bu yaklaşımda ekonominin dışa açık veya dışarıdan etkilenebilen ke- simlerinin göreli küçüklüğü, hükümet etmenin farklı alanları olarak ulusal ve uluslararasının ayrıştınlabilmesini kolaylaştırmıştır. Ancak, politika et- kinliklerinin menziline yansıyan bu farklılık, dünya işbölümü hiyerarşisi

içindeki konumunu benimsemeyen ulus devletlere, uzun dönemli toplumsal hedefler için, ulusal ekonomiyi özerk politikalarla yönetme özgürlüğü ve

fırsatı da verebilmektedir. I. ve II. Dünya Savaşları arifesindeki mil-

liyetçilik-korumacılık-sanayileşme gibi ekonomi politikası tercihleri, güç rekabetine ve sistem üzerinde gerilime neden olmuştur.

Uluslararası ekonomik ilişkilerin kesintisiz sürebilmesi ise dünya ge- nelinde, bunların işleyişini gözeten ve düzenleyen hegemonik, bir merkez

(4)

Levent SANİN 100

ile çok taraflı otomatik denkleşme mekanizmasının varlığını gerektirmiştir.

Böylece I. ve II. Dünya Savaşı sonrası, uluslararası ekonomik düzen ulus devletlerin kendi içlerindeki güç dağılımı ve yapısı tarafından şekillenen,

tek merkezli bir görünüm kazanmıştır. Pax Britannica güctürnündeki altın standardında, piyasa güçlerinin organize olmamış kendiliğinden hareketleri sonucu otomatik olarak işleyen denkleşme mekanizmaları söz konusu iken, II. Savaştan sonra, daha kıiia süren Pax America döneminde ise IBRD, IMF ve GATT gibi kurumsal mekanizmalada takviye edilen bir quasi oto- matik denkleşme sistemi belirmiştir. Ancak uluslararası ekonominin is-

tikrarını muhafaza edebilmesi, İngiltere ve ABD ulusal ekonomilerinin em- salsiz üretim performanslarını sürdürebilmelerine ve bunu sadece iktisadi

değil, politik olarak da hegemonik güce tahvil eden ve bu gücü garanti al-

tına alan yapılar oluşturabilmelerine bağlı kalmıştır.

Yukarıda tasvir edilen böyle bir uluslararası ekonomiden, küresel bir ekonomi nasıl bir yükselen dalga olarak teşhis edilebilecektir. Hırst ve Thompson' a göre, bir küresel ekonomi kuramının filizlenmesi, uluslararası

sistemin bir bütün olarak ulus devlet ve ulusal ekonomi temelinden ba-

ğımsızlaştığını gösteren değişkenler ve kategorilerin ayırd edilebilmesine

bağhdır. (Hırst and Thompson, 1992:361): Ulusal ekonomiler arası ba-

ğımlılık arttıkça, uluslararası ekonomi otonomlaşarak küresel ekonomiye

dönüşecektir. Bunun neticesinde, yurtiçi ve dışı ekonomik alanların göreli

ayrımı önemini yitirecek, özel kesim ve ulusal devlet, geleneksel faaliyet ve

hükümranlık alanlarında bile, uluslararası koşulları dikkate almak zorunda

kalacaktır :

Bu küresel ekonominin ilk önemli sonucu, uluslararası sistem içinde

istikrarı sağlayacak bir sevk ve idare sorunu doğurması olabilir. Ulus dev- letlerin, ekonomik politik hedeflerinin çakıştığı ve politikaları uyumlama

çabalarına etken destek verecekleri varsayılsa bile, devasa hacimleriyle kü- resel piyasaları denetlernek ve düzenlemek, spekülatif beklentilerin, iletişim

sistemlerinin hızlanması, bilgilenme süreçlerinin de benzeşmesi sonucu

yaygınlaşması yüzünden giderek zorlaşmaktadır. Diğer bir güçlük, ortak politikalar üzerinde uzlaşı sağlansa dahi, ulus devlet bünyesindeki bölgesel- yerel hükümet ve idarelerden uluslararası kuruluşlar düzeyine kadar uzanan çok geniş yelpazedeki politika icra odakları arasında eşgüdümün nasıl sağ­

lanacağıdır.

Küreselleşmenin ikinci sonucu olarak, uluslararası bir genellik dü- zeyinde emeğin, ekonomik pazarlık ve politik etki gücünün azalması bek-

(5)

Ekonomik Yaklaşım

101

lenebilir. Mal ve sermaye piyasalarının küreselleşmesine karşın bir üretim faktörü olarak emek hala büyük ölçüde hareketsizdir ve sendikal örgütler sektörel ve/veya ulusal ekonomi içinde korumacılığın sözcülüğünü üst-

lenmişlerdir. Nitelikli gücü, yeterli alt yapı, finansman kolaylığı ve po- litik istikrar gibi unsurlar, ülkelerarası sermayenin yönünü belirlemede hala önemlidir : Ancak uysal, örgütsüz ve düşük ücrete razı etmek gücüne sahip bölgelerin varlığı, emekçiler arasındaki rekabetin avantajlarından firmaları yararlandırdıkları ve sermaye üzerinde dünya ortalamasını aşmayan vergi

politikaları benimsedikleri ölçüde sosyal demokrat stratejilere yaşama şansı verecebilir.

Uluslararası ekonomiden küresel ekonomiye geçişin olası üçüncü so- nucu, çokuluslu şirketlerin, ulusötesi şirketlere dönüşmeye başlamasıdır.

Ulusötesi şirketler, daha güvenli ve yüksek gelir için, yer kürenin herhangi bir yerinde yerleşebilen, gerektiğinde üretim ve yönetimi başka coğ­

rafyalara kaydırma potansiyeli olan ve nihayet uluslararasılaşmış bü- rokratik aygıtlarıyla, belirgin bir ulusal kimliği olmayan yapılar olarak başı boş kapitalizmin cenini gibi kabul edilebilir. Dünya ölçeğincieki tüketici ter- cihlerinin muhatabı olan bu dev şirketlerin, üretim ve yatırım kararlarıyla,

kendi iktisadi uzaylarında gerçekleştirdikleri "rasyonel" kaynak dağılımı,

ulus devletlerin makro ekonomi ve endüstriyel politikalarının da sınırlarını

etkileyecektir.

Diğer yandan uluslararası sistemin kabuk değiştirerek hegemonik tek merkezden çok merkeze doğru devinmesi de küreselleşmenin son yan-

sıması olabilir.

Ancak, küresel ve uluslararası ekonomi için soyutlanan bu iki tip ara-

sındaki sınır, fenomen boyutuna çoğu kez uygulanamamaktadır. Çünkü bu iki katagoriye ait olduğu varsayılan süreçlerin zorunlu biçimde ve her an

karşılıklı olarak birbirine dışsal olması ve çelişınesi gerekmez. Bununla birlikte küreselleşmeye denk düşmesi muhtemel bazı kategorilerin be- lirlenmesi yararlı olabilir.

III- ULUSAL ÜRETİMYERİNE ÜRETİMİN

ULUSLARARASILAŞMASI

Ulusal ekonomi, devletin teşvik edici, düzenleyeci ve koruyucu ve- sayeti altında sınırlı bir coğrafyada yerleşik faktör sahiplerinin katma değer

yaratma faaliyetlerinin bütünü gibi görülebilir. Temelde ulus devletin eko-

(6)

Levent SANİN 102

nomi politikalarının ana hedefi yurtiçi katma değeri maksimize edecek bir ulusal üretim hacmine ulaşmaktır. Günümüzde ulusal ekonomilerin ulus-

lararası ekonomiye eklemlenmeleri, dış ticaret yoluyla ve yerel üretim fak- törlerinden birinin göreli kıtlığı üretim için kısıt oluşturduğu ölçüde böl-

gelerarası, ülkelerarası- kıtalararası faktör hareketleriyle gerçekleşmektedir.

Yurtiçinde katma değer yaratılması belli bir oranda sermaye/emek bi-

leşimini gerektirmekte ve faktör ikamesinin sınırlı olması da, atıl kalan fak- törü harekete zorlamaktadır. Ülkelerarası nüfus akışkanlığının ulus dev- letler tarafından engellendiği kabul edilirse aslında, hareket eden üretim faktörü sermaye olmaktadır.

Sermaye ihracı, çok değişik yollardan yapılmakla birlikte üretimle

yakın ilişkide bulunanı doğrudan yabancı sermaye yatırımıdır (DYSY).

Ulus devletlerin ulusal üreticilerin faaliyet alanlarını genişletmesine destek olmak için DYSY'na izin vermesi, çokuluslu şirket (ÇUŞ) tarihinin de baş­

langıcı olmuştur. 1939'a kadar, iki savaş öncesi döneminin gerilimine ve

hazırlıklarına da bağlı olarak ana ülke hükümetleri, ÇUŞ'leri politik ve coğ­

rafi yayılmanın bir aracı, ev sahibi ülkelerin hükümetleri ise bu şirketleri

yurtiçi ekonomik gelişme için gerekli bazı pazarların kurucusu ve kaynak arz edicisi olarak görmüştür. 1940'ların başından, 1980'lere kadar, dışarıya

yönelen DYSY'nın ekonomi politiği, ad hoc pragmatik bir güdüsü oldu de- nilebilir. II. Dünya Savaşını izleyen 20 yıl, ABD dışındaki ülkelerin kay- nak sorunu, başta Avrupa olmak üzere bir çok bölgede dışarıya yönelik ser- maye akımlarını kısıtlayan kontrolların uygulanmasına yol açmıştır.

Ancak, bu dönemde kökleri eskiye giden bazı çokuluslular, Avrupa dışı fa- aliyetleri için gerekli sermayeyi yine de bulabilmişlerdir. 1970'lere ge-

lindiğinde çokuluslular etrafında dönen tartışmada ilgi DYSY'nin, sermaye ihraç eden ülkedeki istihdam etkisine ve ünlü regülasyon Q'ye kadar da ABD'nin nötr, DYSY politikasına yönelmiştir. (Dunning, 1992:89-94).

Bu arada, Kıta Avrupası ile Angio-Amerikan dünyası arasındaki mali sistem farklılıklarının, çokulusluların yapısına da yansıdığı söylenebilir.

Kıta Avrupasında, bankacılık kurumları kendi portföyleri veya müşteri he-

sapları için hisse yatırımı yapabildiklerinden, çokuluslu şirketlere kredi

sağlarken veya tahvil ihracatlarımı aracılık yaparken, şirket kararlarıyla ya-

kından ilgilenme gereğini hissetmişler ve yönetim kurullannda oy hakkına

haiz temsilcilikler elde etmişlerdir. Bu uygulama, sadece, bankaları, ş-irket

yönetim kararlarında etkili kılmamış, aynı zamanda, banka beklentilerini

(7)

Ekonomik Yaklaşım

!03 karşılayamayan çokulusluları yeniden yapılanma baskısına maruz bı- rakımştır. Şirket bir kez bu yeniden yapılanınayı gerçekleştirdiğinde, ana finansör durumundaki banka, onu artık dışarıya taşımaktadır. Kıta Av-

rupasındaki bu banka yönelinıli şirket yapısının ana nedeni, Avrupa ül- kelerinde iyi işleyen sermaye piyasalarının yokluğuna bağlanabilir. Hal- buki, ı 930'ların başlarından beri ABD ve İngiltere' de sermaye piyasaları,

sanayinin finansmanında taşıyıcı rolü üstlenmiş ve bankaların şirketler

üzerinde etken bir gözetim ve etki yeteneği gelişememiştir. Sonuç olarak bu ülkelerdeki çokuluslular, ağırlıklı olarak tahvil piyasasından borçlandıkları

için, şirket yönetimleri, finansman kaynağına karşı sorumsuzluklarını sür-

dürebilmiştir (Smith and Walter, 1992:52-53).

Bu iki farklı şirket yapısının ü:.;tünlükleri tartışma konusudur. Banka yönelimli sistemler iktisadi kriziere daha dayanıklı gibi gözükmektedir. Ço- kuluslu şirketlerin kısa dönem değişkenlerini öne çıkarma eğilimlerini den- geleyen bir unsur olarak, finansörün uzun dönem istikrarı gözetmesi, şir­

ketin performansını yakından takip etmesi ve strateji değişikliklerine açık olması Avrupadaki yapılanmanın üstünlükleri sayılabilir. Buna karşın

Angio-Amerikan dünyasındaki piyasa yönelimli şirketlerin ise yönelim ola- rak daha etken ve esnek, yeni mali yönetim ve finansman usullerine açık,

daha dinamik ve değişik hissedar gruplarının çatışan çıkarlarına karşı

daha az duyarlı olduğu ileri sürülmektedir (Smith ve Walter, ı 992:55).

Tanım olarak, uluslararası üretim, bir firma ya da firmalar grubu ta-

rafından ulusal sınırlar dışında organize edilmiş, kontrolü ve mülkiyeti

~

elde tutulan katma değer yaratma faaliyetlerini kapsamaktadır. Ancak üre- tim niçin uluslararasılaşmaktadır? Çokulusluların davranışı monopol, oli- gopol veya duopolistik firma modellerine yakın olmakta ve üretiminin ulus-

lararasılaşması da aksak rekabet koşullarının geçerli olduğu ara malları

piyasalarda daha sık gözlenmektedir (Singer ve Ansari, 1989:248). Çünkü, bu piyasalardqki aksaklıklar, temelde mübadele maliyetlerini arttırmakta ve bu maliyetler, ancak şirket faaliyetlerinde içsel bağlantıyı mümkün kılan

sektörlerde, ortak kontrol ve mülkiyet altında gerçekleştirilen üretim ile bir bütün olarak minimize edilebilmektedir. (Dunning, 199ı:4, 1992:5).

Üretimin uluslararasılaşması ile aksak rekabet karları arasında yakın

bir ilişki olmakla birlikte, bu tür piyasa koşulları normal üstü karların bir garantisi sayılmaz. B u olgu .uluslararasılaşan üretimi açıklayan değişik yaklaşımların belİrınesine neden olmuştur. Bu görüşlerden bazıları,

(8)

Levent SANİN 104

DYSY'nı, sermaye ithal eden ülkenin şirkete dışsal olan yerel faktör üs- tünlüklerine, bazılan ise, sermaye ithal eden ülkeye dışsal ama, ölçek, pa- tent, teknoloji ve işletme bilgisi cinsinden şirkete içsel üstünlüklere bağ­

lamaktadır. Dunning'in Eklektik Paradigması ise, bunların bir bileşimi

olarak üretimin uluslararasılaşmasını açıklamaktadır. Buna göre,

1) Çokulusluların ölçek, uzmanlaşma, tekel gücü ve uluslararası pi-

yasaları bilmek gibi doğal üstünlükleri zaten vardır. Buna ek olarak, tek- noloji üretme, model ve yöntem geliştirme için katlanılan maliyetler mül- kiyet hakları doğurmuş ve teknolojik birikim bir süper-aktif olarak

çokulusluların portföylernin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Veri bir pa- zarda, rakipierin göre, üretim teknolojisi, pazarlama, örgütlenme veya sa-

tınalma yeteneği olarak mülkiyete özel, taşınır üstünlükler elde edildiğinde,

2) Araştırma ve pazarlık maliyetlerine katlanmamak, devlet mü- dahelelerinden kaçmak, satışları ve girdi fiyatlarını denetleyebilmek, trans- fer fiyatlandırmasına uygun, üretimin alt-üst akıntılarını kurabilmek ve aksak piyasa şartları yaratabilme veya bu şartlardan yararlanmak gibi et- menler, mülkiyete özel üstünlükleri, kiralama veya satma yerine doğrudan kullanımını daha karlı kılıyorsa,

3) Yabancı ülkede emek verimliliği, eneıji, girdi kalitesi, ticari, eğitim,

nakliye, iletişim maliyetleri, doğal ve beşeri kaynaklar ve bunların pi-

yasalarının uzaysal dağılımı ve piyasaya yapay giriş engelleri türünden,

yerleşime özel taşınmaz üstünlük varsa ve bunların firmanın taşınır üs- tünlükleri ile birleşimi daha karlı hale geliyorsa (Dunning, 199 ı :27, Singer ve Ansari, 1989:249) yurtdışında katma değer yaratma faaliyetine gi-

rişilmektedir.

Bu arada çokulusluların iki önemli özelliğinden de bahsetmek ge- rekmektedir. Önce, ÇUŞ' ler kendi gelişme hızlarını denetleme ve fa- aliyetlerini finanse etme yeteneğine sahiptirler. Genel olarak aksak rekabet

piyasalarından elde edilen aşırı karlar, firmanın içsel tasarrufları olarak,

başka ülkelerdeki DYSY' nin ana finansman kaynağını oluşturmakla bir- likte, özyeterlilik bu şirketlerin küresel sermaye hareketleri içindeki öne- mini a~ltmamaktadır. Her ne kadar çokuluslular kredi pazarlarının en önemli müşteriler değilseler de, şirket kazançlarını, zaman aşıınından en yüksek düzeyde koruma kaygısı ile coğrafyalar arası büyük fon trans- ferlerine neden olabilmektedirler. ( Singer ve Ansari, ı 989:246-247).

(9)

Ekonomik Yaklaşım

105 İkinci olarak bu şirketlerin, "faaliyetleri-piyasaları" ile "üstünlükleri-

bağlantıları" arasındaki ayırım önemlidir. Örneğin bir bölgede daha önce

kurulmuş bir fabrika veya tesisin varlığı bir üstünlük iken, yeni bir araba modelinin montajı türünden bir imalat faaliyet sayılır. Yine aynı firmaya ait iki tesis arasındaki transferler bir bağlantı oluştururken, aynı ürünle ilişkili

tüm bağlantılar toplamı ise artık bir piyasadır (Casson:, 1992:5). Böyle bir

ayrımın mantiki uzantısı olarak çokuluslular, bir malın üreten, dağıtan,

onunla ilgili mübadeleleri organize eden ve gerçekleştiren yapılar olarak

artık bir pazarın yerini almış veya pazarı kaplamış sayılırlar (Dunning, 1991:51).

Çokuluslular, devasa teşkilatları ile özellikle ara mallarında küresel

pazarların oluşmasına katkıda bulunurken, aksak rekabet koşullarından ya- rarlanmakta, diğer yandan da maliyetlerini denetleyebildikleri veya fiyat ko- yucu yeteneklerini muhafaza edebildikleri ölçüde aksak rekabet pi-

yasalarının yaygınlaşmasına da yol açmaktadırlar.

Üretimin bu biçimde uluslararasılaşması, tek başına uluslararası eko- nominin küresel ekonomiye dönüşmesinin bir delili sayılabilir mi? Çünkü,

uluslararasılaşan üretim bu iki ideal tip için zaten bir ortak payda olarak dü-

şünülebilir. Küreselleştiği ileri sürülen dünya ekonomisinde yeni bir iliş­

kinin farklı yapılanmalada ortaya çıkması gerekmektedir.

DYSY'nin en büyük mümessili olan ÇUŞ'ler, ısrarlı biçimde sermaye ihraç ettikleri ülkede, üretim ve fiyatıandırma politikalarını belirleyebilmek için yavru şirketin denetimini elde tutmaya yetecek kadar sermayeden pay almaya özen göstermişlerdir. Sektörler ve ülke hükümetlerinin yabancı ser- maye politikasının özelliklerine göre hisse oranı değişmekle birlikte his- sedar olma ve şirket yönetimini doğrudan kontrol etme arzusu aynı kal-

mıştır. Ancak son yıllarda, özellikle yüksek teknoloji gerektiren imalat sanayinde ÇUŞ' ler arasında, hissedar olmak yerine daha düşük maliyetli ama daha etken olabilen dalaylı kontrol ilişkilerine dayalı stratejik ittifaklar kurulmaya başlanmıştır. Bu olgu, özellikle bira, konfeksiyon, yayın V5 en- formasyon sektörlerinde büyük ciro hedefleyen firmaların sembiotik iliş­

kiler geliştirmesi ile kendini belli etmiştir.

Firmalararası ittifak ve sembiotik dayanışma, veri bir pazarda re- kabetçi yarışın ortadan kalkması yerine, yeni ekonomik çevrede rekabetin, üründen teknolojik, mali ve beşeri sermaye gibi girdilere doğru kayması an-

lamına gelmektedir (Dunning, 1991:329-338, Wallace, 1990:132).

(10)

Levent SANİN 106

Rekabet koşullarındaki bu değişimden yararlanmak isteyen bir çok ülke, ÇUŞ' lere karşı politikalarını ayarlama ihtiyacı duymuştur. Son on

yılda bazı ülkeler, ekonomik ve sosyal hedeflerine uygun olarak, kendi firma ve endüstrilerinin uluslararası rekabetini teşvik ederken, gelişmekte

olan ülkeler de, gelişme stratejilerini gözden geçirmişler ve yerli kaynak kalitesini ve kapasite kullanımı arttırıp uzun dönem karşılaştırmalı üs-

tünlüğe katkıları ölçüsünde, ÇUŞ'leri davet eder olmuşlardır (Dunning, 1992:95).

Diğer yandan gelişmiş ülkeler arasında, endüstri-içi deniz aşırı ya-

tırımların çoğalmasıyla, dışarıya ve içeriye yönelik doğrudan yatırımlarda

bir simetri ortaya çıkmıştır. Bu eğilim, kaçınılmaz olarak dış ticaretin eko- nomi politiğini, tek boyuttan çok boyuta doğru yöneltirken, bu ülkelerin hü- kümetleri, iki taraflı sermaye hareketlerini bir köşenin iki yüzü gibi kabul etmeye başlamışlardır. Örneğin, Japonya, maliyet üstünlüğünü ele geçirdiği yerleşik kaynakları yoğun olarak istihdam eden sektörlerde, taşınır mül- kiyet üstünlüklerinden yararlanabilecek firmaların yurtdışına çıkışını özel- likle teşvik etmiştir (Dunning, 1992:96)

Mülkiyet ve yerleşime özel üstünlükler ile uluslararası piyasaların do-

ğası veri iken, uluslararası dış ticarette artık iki yeni durumdan bah- sedilebilir.

İlki, tüketici tercihlerinin ülkelerarası benzeştiği, türdeş mallar için mükemmel rekabetçi spot piyasalarda gerçekleşen dış ticarettir. Bu du- rumda, ülkelerarası ticaret, yerleşime özel fakat istisna da olmayan üs- tünlüklerin coğrafi dağılımına dayanan bir endüstrilerarası ticaret şeklinde olmaktadır. Diğer uçta ise, mülkiyete özel taşınır üstünlüklerin dağılımının şekillendirdiği ve aksak rekabet piyasalarında gerçekleşen firma ve· en- düstri içi ticaret yer almaktadır. Bunun bir nedeni ÇUŞ'lerin 1980'ler bo- yunca, yönetim ve katma değer faaliyetlerinde yeniden yapılanma yoluna gitmeleridir. Çokuluslular uzun resesyon yıllannda bölgeler arası pi-

yasaların liberalleşmesine, bir yandan teknoloji ve enformasyon yoğun sek- törlerde sınır ötesi işlemleri organize ederek, diğer yandan da küresel yö- netim şebekeleri kurarak tepki verdiler. 1990'lara gelindiğinde bunun

yansıması sınırötesi mübadelenin önemli bir bölümünün ÇUŞ' ler bün- yesinde cereyan eden endüstri-içi ve firma-içi ticaret şekline bürünmesi oldu. ÇUŞ'lerin üretimi arttıkça, firma içi ticaret de artmaktadır. Daha,

(11)

Ekonomik Yaklaşım

107

1970'lerin başında bile, örneğin ABD'nin toplam ihracatı içinde firma-içi

ihracatın payının %25'in altına düşmediği dikkate alınırsa, bunun gü- nümüzdeki önemi anlaşılabilir ( Singer anda Ansari, ı 989:250).

Endüstriler-arası ticarette, yavru ve ana firma arasındaki kontrat, transfer edilen aktif üzerinedir ve lisansör, mülkiyete özel haklarını garanti

altına alma peşindedir. Daha da iyisi, ev sahibi ülkenin ticaret ve yatırım politikaları uygun olduğu sürece, karşılaştırmalı maliyetlerden ya- rarlanmak üzere taşınmaz faktör donanımını ara mal ve bilgi ile bir- . leştirrnek için doğrudan yatırım yapmaktır. Sonuçta, çokuluslulann, merkez

ve yabancı ülkelerdeki fabrika ve kuruluşları, menşei ülkede doğan mül- kiyet avantajlarından yararlanmak için farklı mallar üretir. Böylece firmalar,

dışsal piyasaları kullanarak maliyetleri düşürüp, nihai ürün satışlarını ulus-

lararasılaştırmayı tercih etmiş olurlar. (Dunn ing: 1988:203 ).

Endüstri-içi mübadelelerde ise, tam tersi, üretim ve tüketirnde ikame mallar vardı4 Firmalar, kalite, imaj, reklam, ambalajlama ve ilave transfer maliyetlerine rağmen rakip pazarlara oligopolistik karların cazibesi nedeni ile girmektedir. Bu tür ticaret, gelir düzeyi ve kaynak donanıını benzeyen, ticaret engellerinin azaldığı, piyasaların coğrafi olarak yakınlaştığı ülkeler

arasında geçmektedir. Günümüzde ÇUŞ' leri n fabrikaları arasında uz-

manlaşma, ülkelerarası uzmaniaşma eğilimine benzer bir görüntü ver- mektedir. Ancak endüstri-içi ticaret, zorunlu olarak, mülkiyete özel ak- tiflerin karşılıklı el değiştirmesine yol açmayabilir. Örneğin Güney Kore, otomobil ithal ve ihraç ederken, otomativ endüstrisinde sadece teknoloji it-

halatı gerçekleştirmektedir. (Dunning: ı 988:207).

ÇUŞ'lerin yürüttüğü ticaret, böylece iki yeni eksende ger-

çekleşmektedir, denilebilir. Önce, ara mallarını kapsayan ve neredeyse firma mübadelelerinin o malda tüm piyasayı temsil ettiği oluşturduğu

firma-içi ticaret, ikinci olarak da aksak rekabet koşullarında gerçekleşen

endüstri-içi nihai ürün ticareti. ı 987 verilerine göre, 57 imalat alt sek- töründe, ABD ve İngiliz kökenli çokulusluların ticari faaliyetlerinin yüzde 64'ü ve Fransız ve Alman kökenli olanlarda ise sırasıyla yüzde 61 ve yüzde

56'sı bu tanım kapsamında yapılmaktadır (Dunning, ı988:2ı3).

(12)

Levent SANİN 108

IV-YENİ ULUSLARARASI iŞBÖLÜMÜ

Üretimin uluslararasılaşması, dünya genelinde, ulusal ekonomiler

arası yeni bir işbölümünü dayatırken, bundan elde edilen kazançların ne ol-

duğu ve nasıl payıaşılacağı sorusunu da ortaya çıkarmıştır.

Uluslararası işbölümünün işlevsel bir kavram olarak temeli Ri- cardo'nun karşılaştırmalı üstünlükler kuramının bir uzantısı olan Neo- klasik Faktör Oranları kuramıdır. Buna göre, faktör hareketsizliği belli öl- çüler içinde mal dolaşımı ile ikame edilebilirse dünya refahı artarken ül-

kelerarası göreli faktör fiyatlarında ortaya çıkan eşitsizlik de gi- derilebilecektir. Tersine, sermaye mükemmel akışkanlığa sahip olursa, Faktör Donanıını yaklaşımının uluslararası işbölümü ve dünya refahına ilişkin temel önermesi artık geçerliliğini yitirir. Çünkü, bu durumda, ser- maye yoğun mal ihracı, sermaye ihracı ile ikame edilmiş olacak ve ser- mayenin getirisi ülkelerarası eşitleneceğinden tekil bir ülke için sermaye

kıtlığı söz konusu edilemeyecektir. Kuramda üretim faktörleri türdeş kabul

edilmiştir ve bu ne kadar gerçekçi dir? B u yüzden Leontief sonrası getirilen

eleştiriler dikkatleri üretim faktörlerini kendi başlarına anlamlı parçalara

ayırmaya çevirmiştir. İlk aşamada, üretim süreci ve sermaye ile güçlü bağ­

lantıları bulunan doğal kaynakların, sonradan edinilemiyecek bir üretim faktörü olarak tanımlanmasına öncelik verildi. Böylece, sermayeden yana zengin ama doğal kaynağı kıt bir ülkenin, ihracatına göre daha yüksek yo-

ğunlukta sermaye içeren malları ithal etmesi açıklanabilecek, ama diğer

yandan ÇUŞ' lerin sermayesi kıt ama doğal kaynak zengini ülkelerin se-

çilmiş endüstrilerdeki yatırımlar da anlaşılabilecektir.

Neo-klasik okulu sorgulayan ve Tharakan tarafından revizyonist ola- rak adlandırılan görüşlerin ana başarısı ise "beşeri sermaye ve tek- nolojinin" ayrı üretim faktörleri olarak rollerini teslim etmek olmuştur. Tek- nolojik açık kuramları, ülkelerin keşifte bulunma ve teknoloji geliştirme

yetenekleri ile, endüstrilerin bu yenilikleri kullanabilme kapasiteleri ara-

sındaki farklara işaret etmektedir. Ancak yenilik bir kez endüstriye uy- gulanabildikten sonra, monopolistİk üstünlük elde eden ülke veya firma, li-

dediğini korumak için dış pazarlara yayılmak zorunda kalacaktır. Bu ise, ihracat ve DYSY'ni, aynı dinamik sürecin iki ayrı saç ayağı haline gelmesi demektir. Bu üretim bilgisinin ticari değeri, rekabet veya taklit edilebilirlik yüzünden düşerse, artık, düşük faktör maliyetli ülkelerde, yenilik, en uç noktada üretimde serbestçe kullanılan serbest bir mal haline ge- lebilmektedir. (Tharakan, 1981:68-70).

(13)

Ekonomik Yaklaşım

109

Daha gerçekçi olarak, yeniliklerinticari değerinin, mülkiyet haklarıyla

en azından belli bir süre korunmuş olması ve teknoloji yoğun ürünlerin ge- nellikle girişlerin zor olduğu aksak rekabet piyasalarında üretilip satıldığını

kabul etmek gerekir. Ancak, yabancı bir ülkede, ilave üretim maliyetlerini göze alarak yatırım yapmak için daha da fazlasına ihtiyaç vardır. İşte bu noktada, karşılaştırmalı üstünlüklerin belirleyiciler ile uluslararası üretimin belirliyicileri arasında bir bağ kuran revizyonistler, ÇUŞ 'lerin, ödemeler bi- lançosuna katkısına, sektörel ileri geri bağlantı etkilerine, gelir dağılımı mekanizmalarının özelliklerine ve teknoloji seçimi sorununa daha fazla yer verme gereğini duymuşlardır. Bu söylem ise ilginin önceki ticaret ku-

ramlarında beliren genel denge çözümlemelerinden uzaklaşılıp, tekil du- rumlara ve ikinci en iyi politikalarına doğru kayması sonucu vermiştir.

(Tharakan, 1989:72).

Yeni uluslararası işbölümü ve ÇUŞ' le re diğer alternatif yaklaşımlar

ise Marksist ve Radikal Okullar arasında, Neo-Klasik-"R.evizyonist çe-

lişkisinden daha derin bir farklılık göze çarprnakla birlikte Neo-klasik öner- menin reddi ortak payda olmaktadır.

Neo-Marksist terimler kullanan, Bınmanuel'in "eşitsiz mübadale"

tezi, azgelişmiş ve gelişmiş ülkeler arasında, ücretin belirlenmesinde ik- tisat dışı kurumsal yapının, piyasa güçlerine göre daha önemli olduğunu._

vurgulamaktadır. Gelişmiş ülkelerde işgücü örgütlendiğinden ücretler ve- rimlilikle oransal olarak artarken, azgelişmiş ülkelerde emek piyasasının yapısal özellikleri yüzünden verimlilik artışlarının ücretiere yansımadığı

önermesi bu analizin merkezini oluşturmaktadır. Böylece artan sermaye ha- reketleri, ülkelerarası bir hadlerini eşitlenme eğilimi içine sakacağından az-

gelişmiş ülkeler düşük ücreti yüksek kadarla telafi etme olanağı bulamaz.

İlave artı değer azgelişmiş ülke işçisinin sırtından çıkarılır ve gelişmiş ül- kelerle yapılan ticaretin yaygınlaşması da aslında ticaret hadleri me-

kanizmasıyla bu artığın merkez ülkelere transfer edilmesini kolaylaştırır.

B u çerçevede, ÇUŞ' ler eliyle gerçekleştirilen kapitalist yayılınada de-

ğişmeyen öğe, üretkenlik düzeyine göre düşük ücret ödenerek ilave artı değer yaratılması ve ona el konulmasıdır. Önemli olan, ÇUŞ'lerin az-

gelişmiş ülke işçilerine, dünya ortalamasının altında ücret vermesi ya da endüstrideki üretkenlik düzeyinin gelişmiş ve azgelişmiş ülke arasında farklı olması değildir. Kritik nokta, ücr~t düzeyleri .ırasında farkın üret- kenlik düzeyleri arasındaki farktan büyük olmasıdır. (Tharakan, 1981 :79).

(14)

Levent SANİN 110

Ve azgelişmiş ülkelerdeki DYSY'nın neden olduğu artan üretkenlik ile ücret haddi arasındaki farkın büyümesi, Neo-Klasikierin iddia ettiklerinin aksine, serbest ticaret altında faktör fiyatlarının eşitlenmesinin mümkün ol-

madığını göstermektedir.

Üstelik ÇUŞ'ler eliyle üretimin uluslararasılaşması, Neo-Klasik ik-

tisadın öngördüğü gibi, karşılaştırmalı üstünlüklere göre değil, azgelişmiş

ülkelerdeki yavru firmaya dışsal fakat ÇUŞ'e içsel ekonomiler temelinde bi- çimlenmektedir. Sonuçta, ÇUŞ'lerin stratejisi, uluslararası yatırımların coğ­

rafi dağılımında, ulusal faktör donatımı farklarından daha önemli bir be-

lirleyiciliğe sahip olmaktadır. ( Singer and Ansarı, 1 989:245-250)

Bu çerçevede bir diğer tartışma konusu da, ÇUŞ'lerin gittikleri az-

gelişmiş ülkelerdeki faktör donatırnma yaptıkları katkıdır. Örneğin, ABD kökenli ÇUŞ' ler, AR -GE faaliyetlerinin yüzde 90'ını, İngiliz ve Alman kö- kenliler ise yüzde 85'ini ana ülkede yapmaktadır. Azgelişmiş ülkede, her

nasılsa AR-GE faaliyetleri sonucu bir teknik başarı elde edilse ve bu ül- kenin wun dönemli gelişme stratejisi ile uyum içinde olsa bile, ÇUŞ ta-

ra.fından karlı alanlara uygulanma garantisi yoktur ve üstelik zaten, ana firma, teknik gelişmenin. tipi ve kullanım biçimi üzerinde kontrolu sağ­

layacak mülkiyet haklarını elinde tutacaktır.

Sermaye-yetenek yoğun, emek-hammadde tasarruf edici modern tek- noloji veri iken, azgelişmiş ülkelerde yoğun işsizliğe rağmen emek-yoğun

teknolojilerin az kulanımı, yakın dönem DYSY'nın bu ülkelerin faktör do-

nanımlarıyla uyuşmadığı savını desteklemektedir. ÇUŞ'lerin, imalat sek- töründe, 1980'lerin başında üçüncü dünyanın endüstriyel işgücünün sadece yüzde 2'sini kullanması, toplam yarattıkları istihdamın da 4 milyon kişiyi

geçmemesi çarpıcı bir örnek olarak gösterilmektedir. Sonuç olarak, Radikal

görüşe göre azgelişmiş ülkelerin ÇUŞ' ler kanalı ile uluslararası iş­

bölümüne katılımı, yatırım ve ticaret kazançlarının ülkelerarası daha da

eşitsiz paylaşımına yol açabilecektir.

V- KÜRESELLEŞME KARŞITI EGİLİMLER

Üretimin uluslararasılaşmasının ortaya çıkardığı bazı yeni tarzlar, bir küresel ekonomi modeli oluşturmaya yetecek kadar güçlü kanıtlar mıdır?

Dünya ekonomisinin, küreselleşme savı ile çelişen oeş ana eğilimi yu-

(15)

Ekonomik Yaklaşım

ı ı ı

kardaki sorunun hemen yanıtıanmasını güçleştirmektedir. Bu eğilimleri kı-

saca özetleyelim :

1) Uluslararası ekonomik ilişkilerin ağırlığı, merkez-çevre ek- seninden merkez içine doğru kaymış ve bunun bir uzantısı olarak 1 990'lann başında, OECD ülkelerinin dünya ticareti içindeki payı yüzde 80'e denizaşırı yatırımlar içindeki ağırlığı da yüzde 75'e çıkmıştır. Buna

karşın, azgelişmiş ülkeler ve hatta, yeni sanayileşen ekonomiler, dünya ekonomisinin küçük parçası olarak yatırım ve pazar paylarını geliştirme ıçın ÇUŞ' lerin stratejik kararlarına bağımlılığı sürdürmektedir.

2) Sanayileşmiş ülkeler arasında yan-mamül ve mamül madde ti- careti hacim olarak genişlemekte, bir çok mamül madde pazarı ulus-

lararasilaşmaktadır. Büyük sanayi ekonomileri, bu malların ithalat ve ih-

racatçısı olmuş, endüstri-içi ticaret küresel ölçeğe ulaşmıştır. Halbuki, daha, 1960'ların başında, nihai malların menşeileri ülke bazında çok daha belirgin, ihracat pazarları daha uzmanlaşmış görünümdeydi. Bu ge-

lişmelere rağmen, yurtiçi safi hasılasının yüzde 30'u kadar ticaret hacmine sahip olan AT dışında, ABD, Japonya gibi ekonomiler, yurtiçi safi ha-

sılalarının ancak yüzde 15'ne ulaşan bir dış ticaret kapasitesi yaratmışlar

ve dışa açılma ile küreselleşme arasındaki bağın tartışma konusu edi- lebilmesine zemin hazırlamışlardır.

3) Karşılıklı ticaretin büyümesine eşlik eden olgulardan biri de ulusal

şirketlerin hızla uluslararasılaşmasıdır. Ancak, ÇUŞ'lerin büyük bölümü hala sınırlı sayıda ve bölgede faaliyet göstermekte olup, gerçek anlamda çok az sayıda ulus ötesi şirket bulunmaktadır. ÇUŞ'lerin büyük bölümü, belli bir pazarda yerel firma ve toptancılarla çalışmak üzere örgütlenmiş ol-

duklarından, ulus devletlerin getirdiği spesifik kısıtlamalar ya da kon- jonktürel dalgalanmalardan ziyade, yapısal hedefleri değiştirmeden, başka

bir ulusal pazara taşınınayı pahalı buldukları için ana ülkeden henüz ko-

pamamaktadırlar.

Diğer yandan, yeni uluslararası iş bölümü açıklanırken, üretimin

uluslararasılaşması kuramlarının verdiği önemin aksine, doğrudan yatırım,

en azından belli dönemler -için uluslararası ekonominin odağı değildir. Ör-

neğin Japon doğrudan yatırımının, bu ülkenin toplam sermaye ihracı içinde mütevazi kaldığı, esas olarak saldırgan Japon yatırım stratejisinin bu ül- keden ithalatı uyarmak amacı ile uygulandığı anlaşılmıştır. Almanya da,

(16)

Levent SANİN ı 12

Japon ya gibi özellikle imalat sektöründe yurtiçinde katma değer yaratma ka- pasitesini artırmayı hedefleyerek "uluscu" özelliğini korumaktadır. Alman ve Japon. firmalarının yüksek düzeyde motive edilmiş kalifiye işgücü ile 1945 sonrası vardıkları genel uzlaşma, emek ve sermaye arasındaki gelir

bölüşümünün korunması esasına dayanmaktadır ve bu yüzden, her iki ül- kede imalatın dışarıya kaydırılması, politik istikrarsızlık ve refah kaybı

cinsinden bir toplumsal bedel ödenmesi tehlikesi taşımaktadır. (Hirst ve Thompson, 1992: 380-388)

4) Diğer yandan, 1970 sonrasının en istikrarlı eğilimli ulus-üstü ti- caret veya ekonomi bloklarının oluşmasıdır. AT ve NAFTA ile şekillenen

proto-blok örneklerine, Japonya'nın başını çektiği APEC'de eklenebilir. Ti- caret bloklarının korumacı karakteri gözönüne alındığında, dünya eko- nomisi açısıncian, bölgesel ticaret anlaşmalarının, yavaş süren GATT mü- zakerelerine göre, ticaret ortaklarına yeni alternatifler sunarak çok taraflı

ticari liberalleşmeyi yavaşlatma ihtimali ciddi bir sorun oluşturmaktadır.

Bölgeselleşme savını destekleyen kutuplaşma kuramları, bölge içi ti- cari akımların hacmi ile yakından ilgilenmektediL Dış ticaretin belli coğ­

rafyalar içinde yoğunlaşma eğilimi, özellikle Asya ve Avrupa kıtalarında

belirginlik kazanmaktadır. Son 25 yıl içinde, OECD üyesi Avrupa ül- kelerinin toplam ithalatında bölgeiçi ithalatın payı yüzde 56'dan 69'a, Asya ülkelerinin ithalatında ise yüzde 20'den yüzde 4l'e çıkmıştır. Kuzey Ame- rika kıtasında ise 1 969'da yüzde 40.5 olan bölgeiçi ithalat payı 1 990'lara ge-

lindiğinde yüzde 27.5'e düşmüştür. (Lloyd,l042:34). Ancak son verileri ih- tiyatla karşılamak gerekmektedir, çünkü bölge dışına karşı ayırırncı ticaret

politikaları uygulanması ve bölgesel büyümenin hızlanması bölgeiçi it-

halatı artırabilecektir.

Öte yandan, dünya ticaret hacminin dünya üretiminden daha hızlı art-

ması, savaş sonrası, dünya ekonomisinin daha bütünleştiğine bir delil ola- rak gösterilmektedir. Eğer, tüm dünya ekonomisi bir bütün olarak kapalı

ekonomi kabul edilebilirse, dış ticaret hacminin, daha hızlı artması, or- talama, ithalat/tüketim ve ihracat/üretim oranlarının da artması anlamına

gelecektir. Bu oranlar ise uzmanıaşma açısından, bölgelerin dünya ticareti içindeki payı veya toplam bölge ticareti içinde bölge-içi ticaretin payından

daha iyi birer göstergedir. Kaldı ki, dünya ekonomisinin bütünleşmesi böl-

geselleşme veya kutuplaşma ile eşzamanlı bir gelişim süreci de içerebilir ve bölgesel ticaretin serbestleşmesini de uyarabilir. (Lloyd, 1992:34-36)

(17)

Ekonomik Yaklaşım

113

5) 1 970'lerden beri para ve sermaye piyasalarının hızla ulus-

lararasılaşrnası sonucu sermaye hareketliliği büyük ölçüde artmıştır. 1970

yılında sanayileşmiş ülkelerin özel kesimince gerçekleştirilen sermaye

akımlarının payı yurtiçi milli hasılanın yüzde 1.8 iken, 1990 yılında yüzde

5.2'lık bir büyüklüğe ulaşmıştır. Ama daha da ilginci, DYSY dışındaki ser- maye akımlarının bu ülkelerdeki yurtiçi hasılanın yüzde 4.2'si gibi bir hacrne çıkmasıdır. Sermaye akışkanlığının ulusal makro ekonomi po-

litikalarının idaresini giderek güçleştirdiği açıktır. Küresel düzeyde mali hareketlilikteki artış nedenleri arasında merkez ülkeleri arasında dalgalı kur sisteminin yaygınlaşması, OPEC fonlarının aşırı şişrnesi, petrol şokları

ve üçüncü dünyanın borç krizi, uluslararası resesyon ve büyük eko- nomilerdeki kamu ve cari işlemler açıkları ile ulusal mali piyasaların li-

beralleşrnesi ve deregülasyonu sayılrnaktadır. (Hirst ve Thornpson, 1942:

380-388).

Ancak, uluslararasılaşan sermaye piyasaları ve esnek kur sistemi al-

tında, çok taraflı denkleşrne mekanizmalarının işlernesi ve sanayileşmiş

ülkelerin, politikalarını dışsal olarak eşgüdümlenme ihtiyacının da azal-

ması gerekmez mi? Çünkü, "konvensiyonel" görüşe 'göre, tekil bir ülkede

yatırım harcamalarının tasarruflan geçmesi halinde, yükselen iç faizlerin sermaye girişine ve ulusal paranın değer kazanarak ınal ticaretinde bir açığa

yol açması gerekmektedir. Bu yaklaşımın anahtarı, döviz kurlarının düzenli ve öngörülebilir biçimde faiz farklarını yansıtması ve dış ticaretin de reel döviz kurlarına tepki vereceği varsayımıdır (Bosworth, 1993: 14-24). Bu iyimser görüşlere rağmen, özellikle gelişmiş ülkeler arasındaki dış den- gesizliklerin inatçılığı bazı soruları da akla getirmektedir.

1980'nin başından beri gelişmiş ülkelerde reel faizlerin yüksek dü- zeyde seyretmesinin, genel bir tasarruf yetersizliğinin göstergesi olduğu savı

dikkate değer olabilir. Sanayileşmiş yarı kürede, yatırım ve tasarrufların

milli gelire oranında gözlenen sürekli düşme eğilimi, milli gelir artış hız­

lanndaki duraklamayı da açıklamaktadır. Ampirik bulgular, 1967-72 dö- nemi ile 1984-90 dönemi kıyaslandığında sermaye/hasıla oranının yük-

seldiğini, faktör verimliliğindeki artış hızının yavaşladığını

göstermektedir. Tasarruf oranlannın düşmesine alternatif bir bakış açısı ge- tiren, yaşam devresi modeline göre, bireyler, hayatlan boyunca elde etmeyi

umdukları emek gelirinin şimdiki, servetlerinin de cari değeri veri iken, ömür boyu faydalarının şimdiki değerini maksimize etmek isterler. Başka

l

(18)

Levent SANİN 114

bir ifadeyle, beklenen yaşama süresi kısaldıkça harcama eğilimi artacaktır.

Buradan hareketle, özel kesim tasarruflarındaki gerilernede sanayileşmiş

ülkelerde nüfusun yaşlanmasıyla kendini belli eden güçlü bir demografik

dönüşümün rolü önem kazanabilir.

Öte yandan, bazı ampirik araştırmalar, bir ülke içindeki bölgeler ara-

sında bile, para ve sermaye piyasalarında mükemmel rekabet ve akış­

kanlığın istisnai bir durum olduğuna dikkatleri çekerken sermaye pi-

yasalarının dünya genelinde bütünleştiğini söylemek abartılı bir yaklaşım

olabilir. Kaldı ki, mal piyasalarının da, yurtiçi enflasyon oranlarındaki de-

ğişimleri reel döviz kurlarına yansıtabildiği tartışmalı bir konudur. Ayrıca,

1980'ler boyunca gözlenen büyük cari işlem dengesizlikleri, sadece reel döviz kurlan ve göreli büyüme hızlarındaki değişimle açıklanamaz·. gö- zükmektedir. Ve sonuç olarak küreselleşme savına rağmen uluslararası kay- nak hareketleri önündeki engellerin hala güçlü olması yüzünden, faiz ve gelir değişimleri yoluyla yurtiçi yatırırnftasarruf dengesinin sağlanamadığı görüşü hemen reddedilecek gibi değildir.

VI- SONUÇ

Üretimin uluslararasılaşması ve iki savaş arası döneme göre, içsel

bağlantıları artmış olan sermaye piyasalarının varlığı, çoğu kez dünya eko- nomisindeki küreselleşmenin belirtileri kabul edilmektedir. Ancak kü-

reselleşmeyi, dışa açık piyasalar düzeyinde ele almak ciddi analiz kısıtları

da doğurabilecektir.

Herşeyden önce, bölgeselleşme ve kutuplaşma olgusunun ulus-

lararası sisteme entegrasyonu içeren bir küreselleşme çerçevesine, hangi öl- çüde uyacağı bir soru olarak belirmektedir.

İkinci olarak küreselleşme ile ima edilen yeni uluslararası iş­

bölümünün, azgelişmiş ülkelerde dünya kapitalizmine eklemlerren ulusal ekonomiler mi yoksa sektörlere mi yol açacağı, sonuçta yurtiçi gelir da-

ğılımındaki dengesizliklerin ne ölçüde değişeceği belirsiz kalmaktadır.

Kaldı ki, Neo-klasik endüstrilerarası uzmanıaşma yaklaşırnma getirilen

eleştiriler, yeni işbölümü hiyerarşisi içinde ortaya çıkan endüstri-içi ve firma-içi uzmanlaşmanın, bu ülkelerin faktör donatırnma ve faktör kul-

lanım hedeflerine uygunluğu konusunda karamsar gözükmektedir.

(19)

Ekonomik Yaklaşım

ı 15

Üçüncü olarak, üretimin uluslararasılaşınası, aksak rekabet pi-

yasalarını yaygınlaştırdığı ölçüde serbest ve korumacı ticaret politikalarına

göre küresel ekonomideki kaynak dağılıını etkinsizliğinin, kıyaslanınası

önem kazanabilir. ·

Son olarak, "küreselleşme" kavramının, sanayileşmiş ülkelerin makro ekonomi politikalarını eşgüdüınleıne çabalarına ne ölçüde uyduğu

bir başka sorgulama alanını oluşturmaktadır. Başka bir ifadeyle, büyük ekonomilerdeki dengesizliklerin, piyasalara içsel, politikalara dışsal ya da piyasalara dışsal-politikalara içsel değişkenlerden kaynaklanıp kay-

naklanmadığının araştırılması, politikaların, bir sonuç mu ya da neden mi

olduğu sorusuna da ışık tutmak gerekebilir.

Küreselleşme retoriği içinde, AT'ın başarılı bir başlangıç noktası

gibi gösterilmesi de bir yanılsama olabilir. Standart bir model olarak, Top- luluk her ne kadar Maastricht Anlaşmasına kadar etkin ve tüınleşik bir ti- caret bloğuna doğru büyük ilerleme gösterse de, 1 990'lar boyunca mer- kezkaç güçlerin artan baskısına maruz kalacağı da ortaya çıkmıştır.

Avrupa' da politik egemenlik kaybolınakta, istihdam düzeyi düşmekte ve kı­

tanın ortak hedefi entegrasyon karşıtı güçlerce sorgulanır hale gelmektedir.

Sorun, Avrupa ulus devletlerinin, iktisat politikalarında etkinliğin azal-

masına karşın, Topluluk, ulusal ve bölgesel düzeyde güç ve çıkar den- gesinin sağlanaınaınasındadır.

İktisadi küreselleşme, söylemi ile yaratılau. refah ve etkinlik bek- lentisinin, artan çelişkilerle bir düş kırıklığına dönüşmemesini dileriz.

Referanslar

Benzer Belgeler

When the Turks made the fateful decision of embracing Islam as their religion, they became a marked people in the eyes of the Christian Wt,r1d, which saw that religion as a

Bu çalışmamızda çevresel şartlardan olan hidrotermal ortamın, farklı fiber dizilimlerine sahip tek tesirli bindirme bağlantılı kompozit numunelerin hasar

Yat ırımlar, yatırımcıların kendi olanaklarıyla insani ölçekte yerel olarak kök saldığında ve yasaların idaresi için demokratik olarak seçilmi ş hükümetler

Çalışma, Türkiye’de kamplarda kalan Suriyeli vatandaşların sosyo-demografik ve ekonomik profillerini, kamp memnuniyetini; Türkiye ve gelecek algısını sığınmacıların

Medreselerden icazet al­ dıktan sonra Mektebi Mülkiyeden neşet etmiş olan, Iran ve Arap dil­ lerine ve kadim felsefeye vak ıf bu­ lunan babasından hususî tahsil

5) Türkiye’de Avrupa Birliğinin mali yardımları ile desteklenen yerel yönetim projelerini genel olarak değerlendirmek ve özellikle Katılım Öncesi Mali Yardımlar

İşletme yönünden yeni ürün, tüketici açısından yeni değil, firma açısından yeni olan daha önce başka bir firma tarafından geliştirilmiş ve piyasaya

Dünya ekonomisinin geçen yüzyılın son çeyreğinde içine girdiği kriz bir çok ülkede (Türkiye’nin de içinde olduğu Azgelişmiş ya da Gelişmekte Olan Ülkeler)