• Sonuç bulunamadı

DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER FRANSIZ KLÜBÎKLERÎ: 175 SÖNMÜŞ HAYALLER I

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER FRANSIZ KLÜBÎKLERÎ: 175 SÖNMÜŞ HAYALLER I"

Copied!
225
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)

DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER

FR A N SIZ KLÜ BÎKLERÎ: 1 7 5

SÖNMÜŞ HAYALLER

I

1 K t Ş A İ R

(4)
(5)

H. de BALZAC

SÖNMÜŞ HAYALLER

I

(Ulusionı Perdues) 1K t Ş A Î R

(Les Deux Poetcs)

, Bo cwri Yaşar Nabi NAYIR dilimize çevirmiştir.

İSTANBUL 1949 — MÎLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ

(6)
(7)

Eski Yunanlılardan beri mil­

letlerin sanat ve fikir haya­

tında meydana getirdikleri şaheserleri , dilimize çevir­

mek , Türk milletinin kültü­

ründe yer tutmak ve hizmet etmek istiyenlere en kıymetli vasıtayı hazırlamaktır. Ede­

biyatımızda 9 sanatlarımızda ve fikirlerimizde istediğimiz yüksekliği ve genişliği bol yardımcı vasıtalar içinde ye­

tişmiş olanlardan beklemek ,

tabiî yoldur. Bu sebeple ter­

cüme külliyatının kültürü­

müze büyük hizmetler yapa­

cağına inanıyoruz.

1*1941

İSMET İN Ö \Ü

(8)
(9)

ÖNSÖZ

# ,

Heybetli başlığı, İnsanlık Komedyası adını oku­

mak, âbideyi bir bakışta kavramak demektir. Ama köşe kuleleri bizzat Balzac’tan daha göbekli olan bu kunt kaleye nereden saldırmak, nereden girmeli?

Sönmüş Hayaller bir gediktir, hem de en mükemmeli.

Kuzin Bette kadar kuvvetli, Eug&nie Grandet’den da­

ha güzel olan bu roman, herkesin okumuş olduğu o iki klâsik eserin yanında birinci plâna geçirilmeye lâ­

yıktır, İnsanlık komedyasının menfaati icabı onu ora­

ya geçirmelidir.

Bulunup tasarlanması ve üçte birinin yazılması ancak bir hafta sürmüş olan bu eser hem Balzac’ı o- kumaya yeni başlıyanı, hem de en kaşarlanmış B al- zac'çıyı tatmin eder. Burada, daha başlangıçta, mü­

ellifi meşhur eden o taşra hayatı tablolariyle karşı­

laşırız. Sonra Paris muhitinde ilerleriz, Paris’in tip­

leri, azılıları, kurtlan, zehirleri, dikenleri, yaldızlan, elmaslan ve çirkefleriyle tanışmz. Nihayet burada Balzac’ı tanıyıp sevmeyi öğreniriz, çünkü bu hikâyede yazann kendi hayatından alınma taraflar ehemmiyetli bir nispettedir.

I •

Daha başlangıçta, yazann pek sevdiği temaların başlıcası, bir hakikat ve ihtiras yığını arasına soku­

luyor: muhteriin ıstıraptan, ancak bonoların bilin­

mediği bir hava içinde nefes alabilen dehanın saflı­

ğından ilerigelen ıstıraplar.

Bu temadan az sonra Balzac’a has motiflerin İkincisi, fakirliğin dramı, üstün insanili gelişmesine mâni olan para sıkmtrlan ve bu insanın kendi nefsine

(10)

karşı istekleri gelir. Bizzat “ Sönmüş Hayaller” müel­

lifinin çekmiş olduğu, hayatmı ağır bir yük altında ezen ve onu zaruretin kırbacı altında inliye bağıra ya­

zı yazarak canım çıkarmak zorunda bırakan o tüy­

ler ürpertici drama, o korkunç para cehennemine nü­

fuz ederken okuyucu titremekten kendini alamaz.

“ insanlık komedyası” nın en iyi çizilmiş sahne­

lerinden birinin kahramanı olan Z. Marcas der ki:

“ Fransada gençlik için artık çıkar yol kalmamıştır, gençlik bir buhar makinesinin kazanı gibi patlıyacak- tır.”

Bu, müellifin temel duygularından biridir. Onun nazarında, 1830 gençliği heba olmuş bir gençliktir.

Bugün biz buna talihsiz bir gençlik deriz. Burjuvazi, yaşlıların bir icadıdır. Yalnız yaşlılar varlıklıdır, genç­

ler fakirdir.

O efsanevi: Zengin olunuz sözü bir yalandır: Sön­

müş Hayaller’in geçtiği Louis-Philippe saltanatının ilk yıllan bir iktisadi buhran devresiydi ve bu buhran 1837 de en had safhasına vardı: kitabm ilk bölümü* i bu tarihe raslar; bu romam bize bu derece yakın kı­

lan da budur. Temmuz kırallığı acılar içinde yeni bir dünya doğuruyordu; hâzinenin altın ve gümüş mev­

cudu azalmıştı; büyük sanayi, başka yerlerde olduğu gibi Fransada da, iflâslar ve krackl&T arasında do­

ğuyordu. Çoğunun âkıbeti şüpheli ve hattâ hileli bü­

yük teşebbüsler, beceriksiz veya fesatlı bütçeleriyle, mütedavil sermayeden mahrum, umumi masrafları hesaplanmamış, faizleri bir yıkım olan bankalara is- tinadeden, büyüme kansızlığına veya hesapsız boy atma hastalığına tutulmuş, bizim şimdiki sinema işlerimi­

ze benziyordu. Tıpkı Balzac gibi, 1836 da Ingilterede devlet bankası da iflâs tehlikesi geçiriyordu. Banker­

ler sanayie sermaye yatırmaktansa demiryolu tah­

villerini ve devlet istikrazlarını (daha o zamandan!) tercih ediyorlardı. Sönmüş Hayaller’de, eski Fransız

(11)

ÖNSÖZ İli zanaatkârlığının, makineler devrine ne büyük mali sıkıntılar içinde girdiğini görüyoruz. Gutenberg’in kol kuvvetiyle işler antika baskı makinesi, Stanhope ma­

kinesi tarafından ezilirken, Sönmüş Hayaller, teçhi­

zattan mahrum bir muhterii sahneye koyuyor: David Sâchard’m zekâsı kötü malzemenin noksanını telâfi ediyor ve taşrada tertibedilen bir fesat, sırrını elinden koparmaya çalışıyor. David Sâchard, Balzac’ı temsil eden ilk şahıstır.

İnsanlık komedya’sım tam bir bağımsızlık içinde yaratabilmek için, Balzac zengin olmayı hararetle is­

tiyordu; zengin olmak için 1825 te küçük bir tâbilik firmasını satın alıyor, müessese çabucak topu atıyordu.

Bu işte alacaklarını ancak yarım yamalak tahsil ede­

bilmiş olmasına rağmen, 1826 da (yirm i yedi yaşın­

dayken) iflâs eden bir matbaayı satm aldı. 1827 de, işini genişletti: bir harf dökümhanesi satın alarak mali vaziyetini büsbütün berbadetti.

Balzac iflâs etmiştir, buna şüphe yok; intizamsız­

lık ve israf, evet; idare etmesini bilmezdi, şahsi mas­

raf lariyle işinin masraflarını birbirine karıştırırdı; iş­

lerini hiç de iyi idare etmemiş olduğunu tahmin et­

mek için eserinde iş hayatından bahseden karışık sa- hifeleri okumak kâfidir. Çabuk itimadeden bir tabiatı, çok ateşli bir muhayyilesi bulunduğu, sahası çok ge­

niş bir mütefekkir olduğu için iflâs etmeye zaten mahkûmdu. Anonim şirket usulünün henüz doğmamış olduğu, her şeyin, ortağı şahsan mesul kılan ortaklık yoliyle yapıldığı bir devirde Balzac, birikmiş parasını, mesaisini, yakınlarının parasını, istikbalini, sıhhatini, hattâ bizzat varlığını bile bu uçuruma attı; kendini bir ticaret dehası sanıyor, hem pek de yanılmıyordu. Fran- sada, ilk aksilikler karşısında yere serildi ve serma­

yesizlik yüzünden yokuşu çıkamadı, ama Birleşik Devletlerde veya Cenubi Amerikada olsaydı, hayat ona kredi temin ederdi. Yenilmişken bile kalkınabi- lirdi. Onunki kadar yüksek bir deha, sınai faaliyetin

(12)

hangi sahasına yönelirse yönelsin, orada inkılâplar yaratırdı. Muharririn bir tâbi tarafından istismar edil­

diği, onu da matbaacının sıkboğaz ettiği, berikinin de dökümhanelerin kurbanı olduğu, bu itibarla bir mü­

ellifin, eserinden azami kazanç temin etmesi için hem kitapçı, hem tâbi, hem matbaacı, hem de dökümcü olması icabettiği fikri, otomobillerine kendi lâstikle­

rini takabilmek için Amazon’da kauçuk ziraati ya­

pan Ford’un düşüncesinden başka bir şey değildir. Ye­

ni dünyada Balzac bir Dupont de Nemours, bir Lie- big1 olurdu. Halbuki Pariste? Kayalık dağlan2 ye­

rinden oynatan iman, Monmartrere’m kılını bile kıpırdatamaz. Zincirleme bir sanayi kuramadığı için Balzac, şahsından çok şeyler kattığı o David Sâchard olmakla yetinecektir. Büyük sanayici rolünde muvaf­

fak olamayınca, kahramanı gibi yeniden bir emekçi hâline geliyor, ama bir yazı emekçisi. Buna üzülmi- yelim: bu yenilgiden (sanatın öcünü almasiyle) onun zaferi çıkacaktır.

1830 da muharrirler, kusurlu bir kapitalizmin hâ­

lâ istismar ettiği proleterlerdi. Balzac, günün birin­

de Barbier adında eski bir başmürettibi, bir sefalet arkadaşını keşfetti. Saint-Simon’vâri bir kaynaşma ile, fikir işçisi, ameleye elini uzattı, onunla ortak ol­

du. Onu Pariste bugün Visconti sokağı olan Marais - Saint-Germain sokağının 17 numarasınla yerleştirdi.

Bu matbaayı hayattan romana, Quartier Latin'den Angouleme’e geçirin, aynı kâğıt toplan, aynı mürek­

kep kokusu, zanaatkânn yeni makineciliğe karşı ay­

nı mücadelesi, küçük patronun büyük imalâthane sa­

hibi karşısındaki aynı tiksintisiyle Sönmüş Hayaller deki David Sâchard’ın dükkânını elde edersiniz.

Balzac neden Angouleme’i seçti? Çünkü, kocası

1 Birleşik Amerika sanayi ve dcarçt âleminin iki meşkur siması*

5 Şimali Am erika’nın meşhur dağlan.

(13)

ÖNSÖZ V baruthaneyi idare eden, büyük ve hırçın ahbabı ma­

dam Zulma Carraud’nun yanında kalmış olması do­

lay isiyle orayı tanıyordu; çünkü bu kâğıt şehrinde bir kâğıt işi tesis etmeye de teşebbüs etmişti. Böylece, Sönmüş Hayallerde bize M. Renâ Bouvier’nin; “ Kâ­

ğ ıt sanayiinin şakuli bir etüdü” diye andığı bilgileri verebilmiştir. Bu hususta o, Napolâon’un keskin gö­

rüşüne sahipti, müstakbel şahıslarını teşkil edecek o- lan muhataplarının — en Çapalı birer diplomat veya en sıkı birer cimri olsalar da — o kâhin bakışiyle ta yüreklerinin içini okurdu. Bu mistik adam, bir sa­

nayiin kaderini önceden sezmişti; artık pek pahalıya mal olan paçavra kâğıdı devrinin sona erdiğini her­

kesten önce tahmin etmiş, kâğıdın satine edilmesi hu­

susundaki en yeni metotlardan şüphesiz haberdar ola­

rak, Sâchard’ın diliyle nebati hammaddeli kâğıdı öğ- müştü. Sönmüş H ayallerin çıkışından on yıl sonra kâğıtçılık muharririn açtığı çığıra giriyordu: Coin- tet’ler nasıl Sechard’ın beratlarını çalmışlarsa, istik­

bal de Balzac’ın haklarını yağma edecekti.

Bu, sınai hakların elden alınması dramı bizi pek iyi bildiğimiz bir cehenneme, ödenmemiş poliçeler ve protesto edilmiş bonolar cehennemine götürüyor; elli santimlik bir pulun bir obüsten daha fazla mesafet katettiğini ve tahribat yaptığım gösterir, adını taşı­

yan fasla dikkat edilsin* * karşısındaki uçurumdan ür­

1 G avault etüdünde kâtip olan Eugene Prevost anlatırdı:

“ Kâh bir yazıhaneye oturmuş, kâh bâr koltvyjfa uzanmış veya bir

. .

yazı sırası üstünde yuvarlanarak, Balzac, adlı usullerden konuşma­

sını severdi; alacaklılarla borçlular arasında alınıp verilen senetler üzerindeki o pek çeşitli küçük sava§\ Hakkında izahat alırdı. O sıralarda Dauid Sehard’t (Sönmüş H ayaller) yazıyordu. Elde İtamın, bir borçluyu, takibe tm ek için başvurulan forma liseleri, buna İmrşı geciktirme çarelerini har fldlî muamelenin ne kadara = m al olduğunu, her türlü masrafları, a d lî usullerin t u ince sanan saye­

sinde nasıl yalnız maliye İle mübaşirlerin 'Belginleştiğini onunla

(14)

perti duyan müellif tâbi, gene de onun feci komikli­

ğini fark ediyor, bize o avouâ’ler, mübaşir yamakları ve tefeciler alayını ve onların matlup, zimmet, mizan

üçlemesi karşısındaki sırıtmalarını gösteriyor.

*

* *

Temmuz kırallığı, sanayiin bu ortaçağı, demek ki etrafa hep sefalet ve harabi getirdi. Bütün romantik­

ler harabelerden hoşlanmazlar. Muharririmiz hayatı severdi. Hayat, daha doğrusu onun fâni sureti, Sön~

mûş Hayaller'in ikinci kahramanı, Lucien de Ru—

bemprâ’dir. David Sâchard’la birlikte bir kere battık­

tan sonra, Balzac, Rubemprâ ile ikinci bir defa de­

nizin dibini boylıyacaktır.

Rubemprâ, Balzac’m gençliğinde beslemiş olduğu, bir boş hayaldir, o zamanlar, insanın, canı çekince,, güzel, genç, zengin ve meşhur olabileceğini sanıyordu

(Byron ne kötü bir örnek vermişti). Bu safdil dram hayatta ilk adımlarını atan bütün tecrübesizlerim dramıdır, yüzyıl öncesi gibi bugün de hakikate ta—

mamiyle uygundur; şüphesiz ki her zaman böyle ola­

caktır. Bunun içindir ki Sönmüş Hayaller, hiçbir za­

man solmıyacaktır.

Taşradan gelip Parise ayak basan genç şairin ö- nünde iki yol açılır: çalışmanın dar kapısiyle gazete­

ciliğin geniş kapısı. Biz bugün bu farkı anlatmak için.

"Seine nehrinin sol yakası ve sağ yakası" derdik. So) yaka, Des-Quatre-Vents sokağı mahfilidir, Yeniler Ku- lübü’dür, d’Arthez’dir, Michel Chrestien’dir, hâlis sa­

nattır. Elli altmış sene sonra: Revue Blanche veya Nouvelle Revue Française diyeceklerdir. Sağ yaka,.

Gil Blas veya Paria-Soir'dır, bol para verilen parlak

birlikçe tetkik ediyorduk. Balzac*m bal kahkahalarla gülüşünü, seyretmek son derece hoş bir manzara idi (Emile Deschane!::

Phyriologie des Ecrivains et Artirtes.).

(15)

ÖNSÖZ VI

fıkraların bin bir deliğinden sanat kabiliyetinin sızıp .gittiği gündelik gazetelerdir. Balzac işe sol yakadan başlamıştır; iradesi, dehası sayesinde Seine nehrinin karşı yakasına geçti. Bu geçişin hikâyesinden de Sön­

müş Hayaller’i meydana getirdi. Kuvvetli adam eş­

yalarını yakar, zevklerini, sevgilerini, ihtiraslarını ya­

kar ama sanatını kurtarır. Kutsi hodbinlik, ulvi fa ­ zilet; kuvvetli sanatkâr, zayıf sanatkârın battığı yer­

de selâmete erişir.

1837; Tipik Balzac senesi. Sönmüş Hayaller bizi heyecana getiren o tarihi taşır. On sene önce, daha ilk başarılarını kazandığı sıralarda, Balzac debdebeli bir hayata atılmıştı: gümüş takımları, fayton ve at­

lar, eyer takımları alıyor, bayanlara hediyeler veri­

yor, duvarları bir hayal gibi yıkılacak olan (ama baş­

kalarının hayalleri gibi, çünkü Balzac’ta her şey yı­

kılır da hayal yıkılmaz) Jardies’yi satın alıyordu. Bir­

kaç sene sonra sıkıntıya düşecektir. 1837 de bu dar durumu son haddini bulur. Bu yüzden madam Hanska şüpheye düşer ve ona sitemlerde bulunur. Balzac, çalışmalarına ara veren mektuplarla uzun uzun iza­

hat verir. Cassini sokağından taşınır. Bir başkasmın adı altında Chaillot sokağında bir eve yerleşir. Tâbi W erdet’nin iflâsı, ödenmemiş senetler, Balzac made­

nini işletmek üzere bir ortaklık kurma projeleri, jan­

darmaların muharririn peşine düşmesi, takibe uğrı- yarak eşyalarının haczedilmesi, bir sürü ipotekler, yı­

ğın yığın protesto edilen senetler, müzayede ile sa­

tılan mallar, kaybedilen zamanlar, boşuboşuna gidip gelmeler ve taban eskitmeler...

Rubemprâ gibi, Balzac da, ayaklarının altında bir uçurumun açıldığım görüyor. Borçlar deliğine mi dü­

şecektir, yoksa kolay kazanılan paralar çukuruna mı?

Hemen o seneden itibaren masraflarını frenliyecektir.

Gazetecilikten vazgeçiyor. Gümüş takımlarını rehine koyuyor, günde on . sekiz saat çalışıyor, bütçesi yeni­

den mütevazı bir şekil alıyor.

(16)

Balzac’la beslenememiş olan bu hayaller yaşamak istemektedir; bunlar Rubemprâ'nin şahsında yaşıya- caklardır. O, muharririn yaptığı fedakârlıkların sem­

bolü, tatmin edemediği lüks ihtiyacının bir ifadesi o- lacaktır. Çıt kırıldım Rubemprâ, bir keşiş hayatı ya- şıyan Balzac'ın mahrumiyetlerini ödiyecektir.

Balzac, kahramanına karşı muhabbet beslemiyor değildir: Kendisinin bir gölgesi olan bu şahsı nasıl sevmiyebilir? Cazip ve şairane, ince, (tıpkı o sıralar­

da Balzac için annesinin yaptığı gibi kızkardeşinin ona para yetiştirmek üzere her sıkıntıya katlanması­

na rağmen) parasız olan Rubemprâ, bir anne şefka­

tiyle himaye eden kadına, İnsanlık Komedyacı'nda sık sık karşımıza çıkan, müptediye kılavuzluk etmek­

te usta olan o taşra kıraliçesine raslar. Balzac’ın ki­

bar kadınlan, umurtıiyetle üç grupa ayrılırlar ki ha­

yatında bunların örneklerini tanımıştır: ihtirassiz iş- vebaz, kaprisli ve zalim; kibirli yol gösterici (tanıdığı Castrier düşesi böylfcydi) şefkatli bir muhabbetle a- kıl öğreten sadık: sevgili “ madam de Bem y” , salonu sayesinde hüküm süren şöhret düşkünü kadın mu­

harrir “ Abrantâs düşesi” . Sönmüş Hayallerdin madam de Bargeton’u, evvelâ üçüncü tipi temsil eder, sonra derece derece ikinci grupa yükselir, en sonra ilkinde karar kılar.

Angouleme’de madam de Bargeton’un küçük mah­

filinde, Rubemprâ nam Chardon, kendini büyük adam sanır. “ İhtiraslı, kusurlu, hem kibirli, hem mağrur, çok ihmalci olduğu halde intizamı seven bir şair, is- temiye, tasarlamıya biraz güçleri yetse de faaliyete geçmek İçin hiç kuvvetleri olmıyan o tamamlanma­

mış dehalardan biri” . Rubeıiıprâ “ erkek kılığına gir­

miş bir genç kız” dır. Bir genç kız gibi dişiliği, unut­

ma hassası, mânevi takatsizliği vardır. “ Kadın kalça­

larını andıran kalçaları vardı” . Buna rağmen veya­

hut bu yüzden çok zekidir; "iyilikler gibi kötülükleri de anlar” .

(17)

ÖNSÖZ IX Halbuki nasihatlerden de mahrum değildir. Vaut- rin ona hayli nasihat eder, madam de Bargeton onu nasihate boğar; halis dostu d’Arthez onu durmadan dürtükler: “ Büyük adam olmak kolay değildir.” “ De­

ha, eserlerini göz yaşlariyle sular,” (Sonraları şöhret kazanacak olan bu d’Arthez, kırçıl saçları ve sofuluğu ile, Cadingnan prensesinin salonunda, kendisi de fe­

lâketine koşacaktır.) Fakat iradesiz Lucien, gazeteci Lousteau’nun örneğini ve arkadaşlığını, kolaylığı, ken­

disini düşürecek hareketleri tercih ediyor. İşle eğlen­

ce arasında, eğlenceyi intihabetmiştir, çünkü benzeri olan Balzac, işi intihabetmiştir. Balzac, onu gazeteci­

liğin bataklığında terk eder. Vautrin’in zindanına koy­

saydı daha iyi ederdi! “ Gazetecilik bir cehennemdir, bir adaletsizlik, yalan ve ihanet uçurumudur...” Ace­

le işlerinin kurbanı olarak “ Kabiliyetlerini ziyan e- derek, dağıtarak, yine de nefislerine boşuboşuna gü­

venerek” durmadan yazı çırpıştıran o muharrirler, 1837 nin fıkracıları Sönmüş Hayallerde insafsızca teş­

hir edilmeleri yüzünden Balzac’ı affetmemişlerdir (Yabancı Kadına Mektuplara, bakılsın), nasıl ki on­

ların oğulları da Bel-Ami yüzünden Maupassant’ı af­

fetmemişlerdir.

Angoulâme’de ilhamlı bir şair olan, sonra Palais Royal’de değerini kaybetmiş bir şair haline gelen Rubemprâ, Paris salonlarında harcıâlem bir züppe­

den başka bir şey olmıyacaktır. Temmuz kırallığında bir edebiyatçı, X V III. asırdaki yazarların içtimai mev­

kiine sahip değildi. Lucien, kurumlu mösyö de Char- don’un küçümsemesinden, M. de Saintot’nun alaycı kibrinden, taşra ahmaklarından, erbap geçinenlerden, Brâbion’larla Barta’lardan kurtulmak için vilâyetin­

den uzaklaşmıştı. Pariste aynı küçümseme ile, ama bu sefer hakiki kibarların, Vandenesse’lerin veya Rhâtorâ’lerin küçümsemesiyle karşılaşacaktır. Sağ kıyı ondan faydalanacak, sonra da tabiatiyle, onu yüzüstü bırakacaktır. O zaman o, Staub’da giyinen.

(18)

Florine'in evinde yatan, (Esther’e intizaren) Coralie -tarafından maişeti temin edilen, Gand bulvarının gü­

lünç züppeleriyle, küstah kendini beğenmişleriyle, Loustaud’lar, Nathan’lar, Claude Vignon’larla yetin­

mek zorunda kalacak; du Tillet veya Nucingen gibi bazirgânlarla, Finot, Matifat, Camusot gibi bayağı tüccarlarla, modern Fransız yayımının hazin ecdadım .teşkil eden Palais-Royal kitapçılariyle (Galeries de

Bois’daki nefis tabloya bakılsın) düşüp kalkacaktır.

Bütün bu bulvar şöhretleri Directoire devrinde doğ­

muşlardır; onların nazarında frank, daima analarının sütü ile birlikte emmiş oldukları kâğıt paradan ibaret kalacaktır; Rubemprâ onların örneğine uyarak kıy­

metini ebediyen kaybedecektir.

Hoşa gitmeye can atanların, sevilmek ihtiyacında

•olanların bütün zaıflariyle, çağlıyan halinde sıra sı­

ra sukutlara uğraması mukadder bulunan ve sonunda mahpesinde kendini asacak olan1 Rubemprâ, mücade­

leden korktuğu ve kolaylığa meyli olduğu için zaten bir kere intihara da kalkışmıştır. Tam bu işi yapacak­

ken, Vauquer pansiyonunun sabık Vautrin’i (Goriot Baha'ya bakınız), sabık Jaques Collin, sabık kürek mahkûmu, Toledo katedralinin fahri papazı abbâ Car- los Herrera mâni olacaktır... Bunun üzerine yakışıklı delikanlı, ölümün kucağına atılacak yerde Vautrin devresi denilebilecek olan o iblisane çemberin içine atılır.

Vautrin de Balzac’tır; burada edebiyatın kürek mahkûmu, hakiki bir kürek mahkûmu şekline bürü­

nür; Ecel-Aldatan lâkabiyle anılan Vautrin, Bal- zac’m Paris sahrasında Mohican’m hayatı diye an­

mak itiyadında olduğu o “ azadedilmiş günahkâr”

hayatını, iradeyi, cüreti, coşkun fertçiliği temsil eder.

Daha Goriot Baha’da Vautrin’in Rubemprâ’nin ilk

1 Fahişlerin İhtijam ve Sefaleti. Kötü yollar insanı nereye götürür.

(19)

ÖNSÖZ XI taslağı olan Rastignac’a tutulduğunu görmüştük. "Sizi seviyorum ben: birine kul köle olmak benim iptilâm-

■dır...” "B ir adam size benzedi mi bir tanrı olur...” Fa- lcat bir cenuplu, kıllı bir esmer olan Rastignac ka­

dınları sever ve onlardan faydalanmasını bilecektir.

B ir Goriot Ana olan Vautrin’in elinden kurtulmuştur ama, Rubempre onun için daha güzel bir şikâr ola­

caktır.

"Neden tabiat madenler ve bitkiler âleminde ze­

hirleri meydana getirir? Hayvanlar âleminde yırtıcı hayvanlan yaratırken uyduğu aynı akıllıca görüşe uyarak; aynı tedrici takibederek, akıllı insanlar ara­

sında ahlâksızları ve cânileri meydana getirmesinin sebebi de zehirlerle yırtıcı hayvanları yaratmaktaki hikmete dayanmaktadır." Paysan P erverti’deki Gau- det'nin bir mektubu Vautrin’i hatıra getirir; bu gayri-

■ahlâki özdeyişleri, Resif de Breton herhalde sevecekti:

"“ Bu insan yığınının içine bir top güllesi gibi girme­

li...” "Servet demek, fazilet demektir." Sanatkâr kü­

rek mahkûmu, Antinoos'unun heykelini yapmaktadır.

'Bizzat, Balzac’m bakışı olan o büyüleyici bakışiyle o- nu dünyada sevk ve idare edecektir. Büyük iradeli insanların böyle uzaktan ve sihirli bir şekilde tahak­

küm etmelerini daima sevmiştir (Cousine Bette’in madam M arneffe’i nasıl avucunun içine aldığı hatır­

lansın). Salonlar kendisine kapanmış olan kürek mah­

kûmu sevgilisini oraya mümessil gönderir; bu sözcü vasıtasiyle orada fikirlerini dinletir; nasıl Goriot Ba­

ba kızının şahsında baloları görüp yaşıyorsa, o da tam :yedi sene mükellef salonlarda başkasının vekâletiyle taşıyacaktır.

Vautrin’i sonuna kadar takibedebilmek için Sön­

müş Hayaller’ den çıkarak iki numaralı sır haline geldiği bir başka romana girmek lâzımdır1. O zaman hücresinde kendini asmış olan Lucien karşısında, o­

1 Fahifelerin İhtijam ve Sefaleti’nde, Vaucrin’in son hüviyeti.

(20)

nun koparacağı çığlıkları duyarız: “Yavrularını yu­

vasında bulamıyan hiçbir kaplan, Hindistan’ın vahşi ormanlarını bu kadar korkunç bir çığlıkla inletme- miştir...” Rubemprâ’ye mukadder olan feci akıbeti bil­

seydik, Sönmüş Hayaller'ûe, Angouleme yolunda iki.

kaderin karşılaştığı o anın faciasını daha iyi anlardık:

sevdiği küçük bir KorsikalIyı kaçırmak hazırlıklariyle- meşgul olduğu Rochefort’dan dönen Vautrin, yeni girdiği İspanyol papazı hüviyeti altında, Rubemprâ’yi tam intihar edeceği anda görür ve derhal, KorsikalI­

sını unutarak, bu yeni sevgiliyi kavrar, anlatılmaz fırtınalar arasından geçirerek Vautrin devresi içine sürükler, sonunda da onu hareket noktasına, intihara getirir.

*

* *

Sönmüş Hayaller, bir dörtyol ağzı romanıdır. Taş­

rayı Parise bağlıyan güzel caddeler ufku genişletir,, iğrenç dar sokakları olan zengin caddeler, sefil ku­

lübeleri olan hanedan konakları; yeraltı yollan fa­

ziletten ahlâksızlığa götürür; çamurlar arasında ha­

kikat ve iyilik kaynakları fışkırır. Fırtınayı haber ve­

ren sıcak fakat beyaz bir güneş, karanlık bir ormana,, sclârose hastalığına müptelâ olmasına rağmen sevim­

li ve hâlâ ılık bir cemiyete, artık soğumaya başlamış, ve bir asır sonra buz tutacak olan bir âleme sızar.

Balzac'ın dehası bizi bu hüzünlerin üstüne çıkanr;

bir gençliğin heder olduğu o acı günlerin ötesine gö­

türür; solmuş ümitler, çabucak bozulmuş iyi şöhret­

ler, kırılmış testiler, dökülmüş süt ve göz yaşları, bo­

şalmış şişeler, dökülmüş saçlar, kaybedilmiş paralar, çok hamken toplanmış kaderler, çürümüş meyvalar..

Balzac’ın çağdaşlan onu gayriahlâki olmakla it­

ham etmişlerdir ve o, bu tenkide karşı kayıtsız ka—

lamıyordu. Fakat “ çalmıyacaksın” buyruğundan da­

ha yüce bir ahlâk vardır. Sönmüş Hayaller, sanatın.

(21)

ÖNSÖZ

xıır

üstünlük kazandığı bu ateşli öğretim, bir gayret ve feragat mektebinde öğrenilmiş derstir. "Dayanmak, faziletin temelidir" der Balzac. Dayanmamış olsaydı belki de ancak bir Eugene Sue veya Paul de Kock olabilirdi. O savaştı, kolaylığı ezdi, fakirliği korkut­

tu, ihtirasları susturdu, zevkin boğazına sarıldı. Böy- lece hüzünlü bir başlığın altına geniş kanadlı bir sa­

nat eseri koyabildi. Yarattığı şahısların kumar ma­

sasında bıraktıkları hayaller, Balzac için kaybedilmiş:

olmıyacaktır.

1945 P A U L MORAND»

(22)
(23)

SÖNMÜŞ HAYALLER

İKIŞAİR

(24)
(25)

SÖNM ÜŞ H A Y A L L E R Birinci Kısım

ÎKÎ ŞAİR

Bu hikâyenin başladığı devirde, Stanhope baskı makinesiyle mürekkebi yayan merdaneler küçiük taşra matbaalarında henüz işlemeye başlamamıştı. Paris manbaacılığiyle münasebette bulunmasına yol açan ihtisasına rağmen, Angouleme’de hâlâ tahta makine­

ler kullanılıyordu, bugün artık yerinde olmıyan "mat­

baayı inletmek” tâbirini de dilimiz fen) makinelere borçludur. Geri kalmış matbaacılık orada hâlâ, ma­

kinecilerden ‘birinin harflere sürttüğü mürekkebe bu­

lanmış meşin yuvarlaklarla iş görüyordu. Üzerine kâ­

ğıt tabakasının intibak ettiği harflerle dolu formanın üstüne konduğu müteharrik tabla hâlâ taştandı ve ona verilen mermer adını ta k ediyordu. Bütün eksik­

lerine rağmen o güzel Elzevir, Plantin, A ide ve Di- dots kitaplarını borçlu olduğumuz bu mekanizmayı seri baskılı otomatik makineler bugün o kadar u- nutturmuştur ki, Jerâme-Nicolas Sechard’ın âdeta bâ­

tıl itikatları andıran bir muhabbetle bağlı olduğu es­

ki âletleri anlatmak zaruridir; çünkü bu büyük kü­

çük hikâyede onların da rolü vardır.

Bu Sectard, harfleri dizmekle uğraşan işçilerin kendi matbaa lehçelerinde "A y ı” adını verdikleri es­

(26)

ki bir makineci çırağıydı. Makinecilerin mürekkep çanağından makineye ve makineden mürekkep çana­

ğına gidip gelişleri bir ayının kafesindeki hareketle­

rine bayii benzediğinden bu lâıkap herhalde o yüzden Verilmiş olacaktır. Buna karşılık ayılar da, yüz elli iki küçük gözden, harfleri yakalamak için mürettip- lerin yaptıkları devamlı hareketler yüzünden bunlara

“ Maymun” adını takmışlardır. O felâketli 1793 dev­

rinde1 elli yaşlarında olan Sechard evli bulunuyordu.

Yaşı ve evliliği, hemen bütün işçileri ordulara sevk eden seferberlikten kurtulmasına sebeboldu. Matbaa­

nın "Saf" adiyle anılan sahibi ardında çocuksuz bir dul bırakarak, yeni ölmüştü. İhtiyar makineci matba­

ada yalnız kaldı. Müessese derhal batmak tehlikesiy­

le karşılaştı: tek başına kalan A yı’nm Maymun’ luk e- decek balı yoktu; çünkü matbaacıydı ama hiçbir za­

man yazması okuması olmamıştı. Convention'un1 2 gü­

zelim kararlarını yaymak için acele eden tbir millet mümessili, makineciye matbaa ustası beratım verdi ve matbaasına hükümet hesabına el koydu. Bu tehlikeli beratı kabul ettikten sonra, yurttaş Sechard karısının biriktirdiği paralarla, malzemesinin yarı fiyatını ödi- yerek matbaayı ustasının dul karısından satın aldı.

Bu bir şey değildi. Cumhuriyetin kararnamelerini ha­

tasız ve gecikmeden basmak lâzımdı. Bu müşkül iş­

te, Jerome-Nicolas Sechard, Mareilyalı bir asilzadeye 1 Fransız İhtilâlinin 31 mayıs 1793 ten 27 tem­

muz 1794 e kadar süren ve Terreur adını alan en kanlı devresi kastediliyor.

2 1792 eylülünden 1795 ekimine kadar Fransayı idare eden ihtilâl meclisi.

(27)

İKİ SAİR

5 Taslamak talihine mazhar oldu. Emlâkini kaybetme­

mek için memleketten 'kaçmak da, kellesini kaybetme­

mek için ortaya çıkmak da istemiyen ve ancalk her­

hangi bir iş görerek ekmeğini kazanabilecek olan Maucombe kontu, taşra başmürettiplerinin mütevazı setresini sırtına geçirdi: kişi zadelere yataklık eden yurttaşları ölüm cezasına çarptıran kararları bizzat dizdi ve okuyup tashih etti; Saflığı üzerine alan A yı bunları bastı ve astırdı; ikisi de sağ selâmet kaldılar.

1795 te Terreur kasırgası geçtiğinden, Nicolas Se- chard, mürettip, musahhih ve başmürettip vazifelerini hep birlikte görecek başka bir Jacques usta1 aramak zorunda kaldı. Sonradan restauration (ikinci kıratlık) devrinde piskoposluğa yükselen ve o zamanlar ye­

min etmeye yanaşmıyan bir papaz1 2, başkonsül, K a­

tolik dinini «tekrar hürriyete 'kavuşturduğu güne ka­

dar Maucombe kontunun yerini almıştı. Kontla pis­

kopos sonraları Paris meclisinin aynı sıraları üzerin­

de birbirlerine raslamışlardı. 1802 de Jeröme-Nicolas SechaZd’ın okuyup yazması 1793 tekinden daha ileri olmamakla «beraber, aylaklı bir başmürettip tutabile­

cek kadar vaziyetini düzeltmişti. İstikbal düşüncesini hatırına bile getirmiyen çırak, Maymunlariyle Ayıla­

rının gözünü yıldırmıştı. Fakirliğin bittiği yerde cim­

rilik başlar. Matbaacı servet yapmak imkânını sez­

1 Moliere’ in "Cimri” piyesinde Jacques Usta efendinin hem ahçısı, hem de arabacısıdır.

2 İhtilâl hükümetleri, kilise mensuplarını hü­

kümete sadakat yemini etmeye davet etmiş, papaya bağlı kalmak istiyen papazlar bunu kabul etmemiş­

lerdi.

(28)

diği gün menfaat hırsı onda zanaatiyle ilgili haris, kuşkulu ve nüfuz edici bir maddi zekâ geliştirdi. O- nun pratiği nazarüyeye metelik vermezdi. Her harf çeşidine göre bir sahifenin veya yaprağın fiyatını bir bakışta tâyin edecek hale gelmişti. Cahil müşterileri­

ne iri harfleri kullanmanın daha pahalıya mal oldu­

ğunu ispat ederdi; küçük harflerle dizdirecek olsalar, bunlarla uğraşmanın daha güç olduğunu söylerdi.

D izgi işi matbaacılıkta aklının hiç ermediği kısım ol­

duğu için, aldanmaktan öylesine korkardı ‘ki her pa­

zarlıkta kendisine daima bir aslan payı ayırırdı. Mü- rettipleri saat hesabiyle çalışacak olurlarsa, onlardan hiç gözünü ayırmazdı. Bir kâğıt imalâtçısının sıkın­

tıda olduğunu haber aldı mı kâğıtlarını düşük fiyatla alarak ‘depo ederdi. Onun için matbaanın 'kim bilir hangi tarihten beri içinde bulunduğu bina, daha o zamandan kendi malı olmuştu. Her cinsten talihli çıkmıştı: dul Ocaldı ve yalnız bir oğlu vardı; onu, tah­

sil ettirmek maksadiyle değil de kendisine bir halef hazırlamak için şehrin lisesine koydu; babalık nüfu­

zunun müddetini uzatmak için ona sert muamele e- derdi; kendisini yetiştirmek üzere büyük fedakârlık­

lara katlanan babasını bir gün mükâfatlandırabilmesi için hayatını kazanmayı öğrenmesi icabettiğini söyli- yerek tatil günleri çocuğu tertip kasası başında çalış­

tırırdı. Papaz ayrıldığı zaman, Sechard, dört müret- tziıbi arasından, müstakbel piskoposun, zekâsı kadar dürüstlüğüne de güvenebileceğini söylediği birini başmürettip yaptı. Bu suretle, adamcağız, oğlunun müesseseyi idare edebileceği günlere ulaşmak imkâ­

nını elde etmişti; o gün gelince, matbaa genç ve di­

(29)

ÎKİ SAİR 7 rayetli ellerde büyüyüp gelişecekti. David Sechard, Angouleme lisesinde parlak bir tahsil yaptı. Bilgisiz ve tahsilsiz, sonradan görme bir A yı olmasına, ilmi oldukça hor görmesine rağmen, Sechard baba, yük­

sek matbaacılığı öğrenmesi için oğlunu Paris’e gön­

derdi; fakat baba kesesine güvenmemesini söyliyerek, işçilerin cenneti jdını verdiği o memlekette iyi para biriktirmesini öyle sıkı sıkı tembih etmişti İki oğlu­

nun o akıl diyarında. geçireceği günleri maksadına e- rişmek için bir vasıta telâkki ediyordu. David, Pa- riste, mesleğini öğrenirken bir yandan tahsilini de tamamladı. D idot’ların başmürettibi bir âlim oldu.

1819 senesi sonlarına doğru David Sechard, işlerin dümenini eline vermek üzere kendisini çağıran ba­

basını bir metelik masrafa sokmadan Paristen ayrıl­

dı. Vilâyette çıkan biricik adli ilânlar gazetesi, vali­

likle piskoposluğun bütün evrakı o zamanlar Nicolas Sechard’m matbaasında basılırdı; faal bir gence bü­

yük bir servet temin edecek üç müşteri.

İşte tam o sıralarda, kâğıt fabrikatörleri olan Cointet kardeşler Angouleme’deki ikinci matbaanın beratını satın aldılar; o zamana kadar, ihtiyar Se­

chard, imparatorluk devrinde her türlü sınai teşeb­

büsleri ezen askeri buhranların yardımiyle, bu mües- seseyi en mutlak bir atalete mahkûm etmişti. Bu yüz­

den onu, satın almaya yanaşmamıştı ve bu cimriliği eski matbaa için bir felâket oldu, bu haberi öğrenin­

ce, ihtiyar Sechard, müessesesiyle Cointet’ler arasın­

da açılacak olan rekabete, kendisinin değil, oğlunun hedef olacağını düşünerek sevinldi: — Bana kalsaydı bu rekabete 'karşı koyamazdım, dedi; fakat D idot’la-

(30)

rm yanında yetişmiş (bir genç bu (işi becerir. Yetmişlik adam bir köşeye çekilip rahat (edeceği günü hasretle anıyordu. Yüksek tipografi hususunda bilgisi az ol­

masına karşılık işçilerin hoş bir nükte ile ayyaşografi adını verdikleri bir sanatta, Fantagruel’in ilâhı mü­

ellifinin1 pek takdir ettiği, fakat itidal adı verilen ce­

miyetlerin gazabına uğradığı için günden güne rağ­

betten Idüşen bir sanatta son derece üstat sayılırdı. İs­

minin kendisine çizdiği kadere sadık kalan Jerome - Nicolas Sechard’ra2 (bir türlü dinmek bilmiyen bir susuzluğu vardı. Ayılar bu zevke pek düşkün olma­

lılar ki mösyö İde Ghateaubriand Amerikanın hakiki ayılarında bile bu huyu müşahede etmiştir; üzüm su­

yuna karşı bu düşkünlüğü uzun zaman, karısı mâkul bir sınır içinde tutmuştu; fakat gençlik alışkanlıkları- nın ihtiyarlıkta kuvvetle tekrarlandığını filozoflar müşahede etmişlerdir. Seahard bu ahlâk kanununu doğruluyordu: ihtiyarladıkça içkiye düşkünlüğü de artıyordu. Bu iptilâsı o Ayı yüzünde ona bir hususi­

yet veren izler bırakıyordu. Burnu, iri bir matbaa majüskül A sı gibi gelişmişti, damarlı yanakları bir sürü mor, erguvanı ve ekseriya alacaklı (kabartılarla dolu asma yapraklarını andırıyordu; sonbaharda sü­

ren asma dallariyle çevrilmiş kocaman bir mantar sa­

nırdınız. Üstüne kar düşmüş iki çalı yığınını andıran kaim kaşlarının altında gizlenen külrengi gözleri, içinde her şeyi, battâ babalık duygusunu bile öldüren

1 Rabelais, eserinde sarhoşluk tasvirlerine çok yer verdiği gibi içkinin tesirlerini de ballandıra bal­

landıra anlatır.

■ 2 Sâchard, çok koruyan gibi bir mânaya gelir.

(31)

İKİ SAİR

9 bir cimrilik kurnazlığının kıvılcımlaştığı küçük göz­

leri sarhoşken dahi zekâsını kaybetmezdi. Kel ve daz­

lak, fakat etrafı hâlâ krvır kıvır olan kırçıl saçlariyle çevrili kafası, La Fontaine’in masallarındaki rahip­

leri andırıyordu. Fitilden ziyade yağ sarf eden eski kandillerin çoğu gibi bodur ve göbekliydi; çünkü herhangi bir şeyde aşırılığa kapılmak, vücudu, isti­

dadı olan yolda geliştirir. Sarhoşluk da tahsil gibi şişman adamı daha çok şişmanlatır ve zayıf adamı zayıflatır. Jerome-Nicolas Seehard, otuz seneden beri o meşhur üç köşeli şapkayı, bazı vilâyetlerde hâlâ şeıhir trampetecisinin başında görülen o belediye şap­

kasını taşıyordu. Yeleğiyle pantolonu yeşile çalan ka­

difedendi. Nihayet, sırtında edd bir kahverengi re­

dingot, ayağında alacaklı pamuk çoraplar ve gümüş tokalı kunduralar vardı. İşçi ve efendi kılıklarını bir­

birine karıştıran bu elbise, kusurlarına ve itiyatlarına o kadar uygun düşüyor, hayatını o kadar güzel ifade ediyordu ki adamcağız sanJdi kıyafetiyle birlikte ya­

ratılmış sanırdınız: bir soğanı kabuğundan ayrı ta­

savvur edemiyeceğiniz gibi onu da elbiselerinden ay­

rı düşünemezdiniz. İhtiyar matbaacı, harisliğinin de­

recesini çoktan beri göstermiş olmasaydı, işten el çek­

meye karar veriş tarzı seciyesi hakkında bir fikir ver­

meye kâfi gelirdi. Oğlunun D idot’ların büyük mektebin den getireceği bilgilere aldırış etmeden, ne zamandan beıi kafasında gevelediği kârlı işi ona tatbik etmeye niyet etti. Bu işte baba kazançlı çıkacaksa, oğlun za­

rarlı çıkması lâzımdı. Ama adamcağıza göre iş hu­

susunda ne baba vardı, ne oğul. Evvelâ David’ i biri­

cik oğlu nazariyle görmüşse, sonradan da ona, menfa­

(32)

atleri kendi menfaatlerine aykırı düşen tabiî bir alıcı göziyle bakmıştı: o pahalı satmak istiyordu, oğlu u- cuz almak istiyecekti; şu balde oğlu yenilmesi gere­

ken bir düşman oluyordu. Edep, erkân bilen insan­

larda ağır, dolambaçlı ve riyakâr bir şekilde vukua gelen bu hal, yani hislerin şahsi menfaate çevrilmesi hali, eski A y ı’da hızlı ve dosdoğru oldu, bu suretle kurnaz ayyaşografi’nin mürekkep yalamış tipografi’ye ne kadar üstün olduğunu gösterdi. Oğlu geldiği za­

man adamcağız onu becerikli insanların bön müşteri­

lerine karşı esirgemedikleri ticari muhabbetle karşı­

ladı: bir âşık sevgilisiyle nasıl meşgul olursa onunla öyle alâkalandı; oğlunun koluna girdi, çamura bat­

mamak için ayaklarını nereye basması lâzım geldiğini tarif etd; yatağını ısıttırmış, ateş yaktırmış, ona ak­

şam yemeği hazırlatmıştı. Ertesi günü, mükellef bir öğle yemeği esnasında oğlunu sarhoş etmeye çalıştık­

tan sonra, kafayı adamakıllı tütsülemiş olan Jeröme - Nicolas Sechard, ona "İşten bahsedelim” demiş ve bu söz ağzından iki hıçkırık arasında o kadar garip çıkmıştı iki David, iş bahsini ertesi güne bırakmasını rica etmişti. İhtiyar Ayı, sarhoşluğunu vesile yap­

masını pek iyi bildiği için bunca ramandan beri ha­

zırladığı bir savaştan vazgeçemezdi. Zaten, dediğine bakılacak olursa elli senedir bu angaryaya katlanmış­

tı, artık bir saat bile bu işe tahammülü kalmamıştı.

Yarm oğlu müessesenin sahibi olacaktı.

Burada müesseseyi (kısaca anlatmak belki faydalı olur. Beaulieu sokağının Le Mûrier meydanına ulaş­

tığı noktada bulunan X IV . Louis’nin hükümdarlığı­

nın sonlarına doğru bu binada kurulmuştu. Onun için

(33)

tK l SAİR 11 bina, çoik eskiden ıberi bu işe elverişli olacak şekilde tanzim edilmişti. Zemin (katı, sokak üzerindeki eski bir camekânla ve iç avlufya açılan büyük bir sabit pen­

cere ile aydınlanan çok geniş bir salondan ibaretti.

Matbaa sahibinin yazıhanesine bir ağaçlı yoldan da gelinebilirdi. Fakat taşrada baskı işleri o ‘kadar büyük bir menak uyandırır 'ki müşteriler, atelyenin zemini şosenin seviyesinden aşağı olduğu için 'birkaç basa­

mak inmeyi de göze alarak, sokak üzerindeki cephe­

de bulunan camlı bir kapıdan girmeyi tercih ederler­

di. Hayrette kalan meraklılar atelyenin dar geçitlerin­

den geçmenin mahzurlarına hiç dikkat etmezlerdi. Z e­

mine bağlı ipler üzerine serilmiş kâğıtların teşkil et­

tiği çardağa gözleri dalacak olsa tertip kasalarına çar­

parlar, yahut da makinelerle destek vazifesini gören demir çubuklar şapkalarını devirirdi. Harflerini ka­

sasındaki yüz elli iki gözden toplıyan, müsveddesini okuyan, kompasındaki sa/tırı tekrar okuyarak arasına bir an t eri in atan müretribin seri hareketlerini takib- edecek olsalar üstüne taşlar konulmuş tavlı bir kâ­

ğıt topunla takılır veya bir tahta kanepenin köşesine 'kalçalarını kıstırırlaıdı. Maymunlarla A yılar da bu hale görüşürlerdi. Bu mahzenin ta ucunda bulunan ve avluya nazır üki sefil baraka teşkil eden, birinde baş- mürettibin, ötekinde makine ustasının oturdukları iki büyük hücreye kadar kimse 'kazasız belâsız ulaşmaya muvaffak olamamıştı. Avluda, duvarlar hoş bir şe­

kilde asma dalları resimleriyle süslenmişti, bu man­

zara matbaa sahibinin şöhreti dolayısiyle iştah açıcı bir mahallî hususiyet teşkil ediyordu. Dipte ve siyah ara duvara yaslanmış harap bir sundurma altında kâ­

(34)

ğıtlar tavlanıp hazırlanıyordu. Üzerinde, baskıdan evvel ve sonra formaların, yani halk ağziyle harf tepsilerinin yıkandığı tekne oradaydı. Oradan çıkan mürekkepli sulara evin çamaşır ve bulaşık suları da karışır, pazara gelen köylüler bu manzarayı görün-

ce şeytanın bu evde yıkandığına hükmederlerdi. Bu sundurmanın bir yanında mutfak, öbür yanında o- dunluk vardı. Evin, üstünde ancak ilki çatı odası bu­

lunan birinci katı üç odalıydı. Eski tahta merdivenin sahanlığı hariç kalmak üzere ağaçlı yol kadar uzun olan, sokak üzerinde açılan uzunca bir pencere ve av­

lu tarafındaki yuvarlak bir pencere ile aydınlanan ilk oda misafir ve yemek odası vazifesini görürdü. Sa­

dece düpedüz kireçle badanalanmış olan bu odada es­

naf cimriliğinin o âdi pisliği göze çarpardı; kirli dö­

şeme taşlan hiçbir zaman yıkanmamıştı: eşya, üç kö­

tü iskemle, yuvarlak bir masa ve bir büfeden ibaret­

ti, büfe, biri bir yatak odasına, öteki de bir salona açılan iki kapının araşma yerleştirilmişti; pencereler­

le kapı kirden esmerleşmişti; beyaz veya basılı kâ­

ğıtlar ekseriye ortalığı kaplardı: çok kere (küçük denk­

lerin üzerinde, Jeröme-Nicolas Sechard'm öğle ye­

meğinden kalma çatal bıçak takımları, şişeler, sahan­

lar görülürdü. Aydınlığını avlüdan alan penceresi kurşun çerçeveli olan yatak odası, taşrada Fete-Dieu yortusu günü evler boyunca görülen o eski halılarla kaplıydı. Burada perdeler, baş ve ayak uclarma ge­

rilmiş kumaşlar ve kırmızı şayaktan bir ayak örtüsü ile kaplı, sütunlu büyük bir karyola, kurt yeniği iki koltuk, ceviz ağacından, balı kaplı iki iskemle, eski bir yazı masası ve şöminenin üstünde bir duvar sa-

(35)

İKİ ŞAİR 13 ad vardı. Eski zamanlara has bâr safdilliğin teneffüs edildiği ve kahverenginin hâkim olduğu hu oda, Je- rome-Nicolas Sechard’ın selefi ve ustası taraf m dan düzenlenmişti. Rahmetli madam Sechard’ın modern­

leştirdiği salonda, perukacı mavisine boyanmış korkunç tahta işleri göze çarpıyordu; panolar beyaz zemin ü- zerine ikurum boyasiyle renklendirilmiş şark sahnele­

ri tasvir eden kâğıtlarla süslenmişti; mobilya, arka­

lıkları rdbap şeklinde olan mavi meşin kablı altı is­

kemleden ibaretti. İptidai ıbir şekilde kemerlenmiş, Le Mûrier meydanına nazır pencereler perdesizdi; şö­

minenin ne şamdanı, ne duvar saati, ne aynası var­

dı. Madam Sechard süsleme tasavvurlarını tamamlı- yamadan ölmüştü. Ayı da, bir şey getirmiyen ıslaha­

tın faydasına akıl erdiremediği için bu tasavvurlar­

dan vazgeçmişti. İşte Jeröme-Nicolas Sechard, oğlu­

nu ayakları birbirine dolanarak oraya götürdü ve o- na yuvarlak masa üstünde, kendi idaresi altında baş- mürettilbin hazırladığı matbaa malzemesinin bir lis­

tesini gösterdi.

Jeröme-Nicolas Sechard, sarhoş gözlerini kâğıt­

tan oğluna ve oğlundan kâğfda çevirerek:

— Oku şunu, oğlum, dedd, sana ne emsalsiz bir matbaa verdiğimi anlıyacaksm.

— "Demir çubuklarla destekli üç ahşap makine, tablası dökme demirden...”

İhtiyar Sechard oğlunun sözünü keserek:

— Bu, benim yaptığım bir ıslahattır, dedi.

— "Bütün malzemesiyle: mürekkep çanakları, meşin yuvarlaklar ve peykleri v.s. siyle birlikte, bin altı yüz franlk!”

(36)

David Sechard, envanteri elinden (bırakarak:

— Aman, babacığım, dedi, makineleriniz üç yüz frank etmiıyen, ocakta yakmaktan başka bir işe yaramı- yacak takunyalardır.

ihtiyar Sechard:

— Takunya mı? diye haykırdı, takunya mı?...

A l envanteri, aşağı inelim. Şu kötü çilingir işi icatla­

rınız bu tecrübeden geçmiş sağlam eski aletler gibi işliyor mu, göreceksin. Ondan sonra, menzil araba­

ları gibi tıkır tıkır dönen ve en küçük tamire ihti­

yaç göstermeden ömrün oidıikça işletmiye devam ede­

cek olan mükemmel makinelere dil uzatmaya gönlün razı olur mu bakalım. Takunya ha! Takunya tama sa­

na ekmeğini çıkaracak, babanın yirmi beş sene kul­

landığı, seni bu hale getirmesine yaramış olan takun­

yalar.

Sechard baba, eğri büğrü, yıpranmış, sallanan merdivenlerden, düşmeden teker teker indi; atelye- ye açılan geçit kapısını açtı, sinsice yağlanıp temizle­

nen birinci makinenin üstüne atıldı, çırağının yağla­

mış olduğu meşe ağacından, kuvvetli jum elle'leri1 gösterdi:

— Nasıl, tereyağı gibi değil mi bu makine? dedi.

Bir nikâh davetiyesi makineye konmuştu, ihti­

yar Ayı, çerçeveyi dişlinin üstüne, dişliyi de tablanın üstüne indirdi ve tablayı presin altıdda hareket et­

tirdi; bir ayı yavrusu süratiyle çubuğu çekti, tablayı geri getirmek için ipi açtı. Dişliyle çerçeveyi kaldır­

dı. Böylece işletilen makine o kadar hoş bir ses çı- 1 Üstüste yerleştirilmiş ikişer tahtadan parçalar.

(37)

İKİ SAİR 15 kardt ki bir cama çarpıp (kaçan bir kuşun gürültüsü sanırdınız.

Hayrette kalan oğluna babası:

— Bu süraıtle işliyecek ıbir İngiliz baskı maki­

nesi var mıdır? dedi. İhtiyar Sechard sırasiyle ikinci ve üçüncü makinelere koştu, onları da aynı ustalıkla işletti. Şarapla dumanlanmış gözü üçüncü makinede çırağım ihmal ettiği bir nokta gördü; sarhoş adam, bir ıhaıyli küfür savurduktan sonra, satılık bir atın tüylerini parlatan bir cambaz gibi, redingotunun e- teğiyle orayı sildi.

— Bu üç makineyle, ibaşmüretdp tutmadan, se­

nede 'dokuz bin frangı su içinde çıkarırsın. Müstakbel ortağın sıfatiyle bunların yerine harfleri eskiten o mendebur demir makineleri koymaya razı değilim.

O menhus îngilizin, dökümcülerin yüzünü güldüren o Fransız düşmanının icadını görünce deliye döndü­

nüz. Y a ! demek Stanhope'ları beğeniyorsunuz ha?

Her biri iki bim beş yüz franga, şu üç pırlantanın top- yekun pahasının hemen iki misline satılan ve esnek olmadıkları için harfleri mahveden o Scanhope’lara karnım tok (benim. Semim gibi okumuşluğum yok, a- ma şunu iyice akimda tut: Stanhople’ların yaşaması harflerin ölümlü demektir. Bu üç makine çok kulla­

nışlıdır, işlerini tertemiz basarsın, Angouleme’liler senden daha fazlasını istemezler. İster demirle bas, ister tahtayla, ister altınla bas, ister gümüşle, sana bir metelik fazla vermezler.

David:

— "Keza, dedi, mösyö V aflard’m dökümhanesi mamulatı beş bin libre hurufat...” Bu ismi görünce

(38)

Didot’ların yetiştirmesi gülüm sem ekten kendini ala­

madı.

— Gül, gül! O n ilki «sene oldu, harfler hâlâ yep­

yeni. Dökümcü diye ıbuna 'derim ben! Mösyö Vaflard dürüst «adamdır, sağlam malzeme yapar, bana sorar­

san semtine en az uğranılan dökümcü, en iyisidir.

David devam etti:

— "On bin frank kıymet takdir edilmiştir." On bin frank mı, baba! İyi ama libresi ıkıık meteliğe ge­

lir, halbuki, Didot’iar on iki puntoluk yeni harfle­

rini libresi otuz altı metelikten satıyorlar. Sizin o çivi «başlarınızın olsa olsa edeceği maden fiyatıdır, libresi on metelik.

— Bunlara çivi başları diyorsun ha, bunlara: vak­

tiyle imparatorun matbaacısı olan mösyö G üle nin Bâtarde’iarına, Coulee’lerine, Ronde’harına1, daha beş sene evvel alınmış hakkâklik şaheserleridir bunlar, çoğu daha dökürrihanedon geldiği gibi pırıl pillidir, bak! İhtiyar Sechard hiçbir zaman kullanılmamış çe­

şitlerden bir ilki külâıh alıp gösterdi.

— Ben âlim değilim, okumam yazmam ydktur aıma senin D idot’larmın çıkardığı İngiliz harflerinin Gille dökümhanesi harflerinin taklidi olduğunu an­

lı yacaJc kadar aldım erer.

Bir kasayı gösterip içimden bir M alarak:

— İşte bir ronde, dedi, on iki puntoluk bir ronde ki daha tutkalı üstünde.

David babasiyle münakaşa etmenin imkânsızlığı­

nı fark etti. Y a toptan kabul, ya toptan reddetmek ı Yazı şekillerine göre ad alan harf çeşitleri.

(39)

İKİ ŞAİR

11

lâzımdı. Bir hayırla, bir evet arasında bulunuyordu.

İhtiyar Ayı, envantere serme iplerini bile dahil et­

mişti. En küçük sıkıştırma çerçevesi, ince tahtalar, ça­

naklar, yıkama taşı ve fırçaları, her şey bir cimri ti­

tizliğiyle rakaunlanmıştı. Matbaacı ustasının beratı ve müşteriler de dahil olmalk üzere yekun otuz bin fran­

ga çıkıyordu. David kendi kendine bu işe girişmenin doğru olup ohnıyacağmı düşünüyordu. Oğlunun ye­

kûn hakkında bir şey söylemediğini görünce ihtiyar Sechard endişelendi; şiddetli bir münakaşayı 9essiz bir kabule tercih ederdi. Bu türlü pazarlıklarda, mü­

nakaşa, karşı tarafın, menfaatlerini korumasını ,bi- len becerikli bir tüccar olduğuna alâmettir. Bıtiyar Sechard derdi ki: "H e r isteneni kabul eden bir şey ö d e m e zi Oğlunun ne düşündüğünü anlamaya çalı­

şırken, taşrada bir matbaa işletilmesi için gerekli kö­

tü âletleri ibirer birer saydı; D avid'i sırasiyle şehir 'işleri için lüzumlu bir satine presine, bir yontma pre­

sine götürdü, kullanılış ve sağlamlığını övdü.

— Eski aletler en iyileridir, •dedi. A ltın varakçı- lığı gibi matbaacılıkta da bunlarm daha pahalıya sa­

tılması İcabederdi. Hylmena’ları, Eros’ları temsil eden, bir V veya M çizerek mezar taşlarını kaldıran ölüleri temsil eden korkunç süsler, tiyatro ilânları için mas­

keli kocaman çerçeveler, Jeröme-Nicolas Sechard’ın sarhoş belâgatinin tesiri altında, paha biçilmez k ıy­

mette şeyler haline geldi. Oğluna, taşra halkının â- detleri çok köklü olduğunu, onlara daha güzel şey­

ler vermeye kalkışmasının beyhude olacağını söyledi.

O, Jeröme-Nicolas Sechard, şeker kâğıdına basılan Double Liegeois’dan ^daha mükemmel almanaklar

2

(40)

vermeye çalışmıştı! Ama, Double Uegeois en mü­

kemmel almanaklara tercih edilmişti. Davild, çok geç­

meden hu eski şeyleri, en pahalı yeniliklerden daha pahalıya satarak bunların kıymetimi anlıyacıktı.

— Hah! hah! oğlum, taşra taşradır, Paris de Paris. Houmeaudan biri gelip sana nikâh davetiyesi bastıracak olur da davetiyeyi bir Eros’la ve çelenklerle süslemeden hasarsan kendini evlenmiş saymaz ve mat­

baacılığın üstadı olsalar da icatları taşrada yüz sene­

den önce benimsenmiyecdk olan senin Didonlarının yaptığı gibi basit bir M görecek olursa davetiyeyi sana geri getirirdi. Böyle işte.

Cömert insanlar iyi tüccar olamazlar. David, mü­

nakaşadan ürken ve basımlarının hislerine hitabettiği anda yutmuşıyan o mahcup ve uysal tabiatlı insanlardan dı. Yüksek terbiyesi ve hâlâ ihtiyar sarhoşun nüfuzu altında oluşu onu babasiyle bir para kavgasına girişe- miyecek hale koyuyordu, bahusus ki babasının kendisi­

ne karşı iyi niyetle davrandığını sanıyordu; çünkü menfaat hırsını evvelâ matbaacının kendi âletlerine karşı gösterdiği bağlılığa atfetmişti. Bununla beraber, Jeröme-Nicolas Sechard her şeyiyle matbaayı dul ma­

dam Rouzeau’dan kâğıt para on bin franka almış oldu­

ğu, ve bugünkü vaziyette otuz bin frank aşırı bir be­

del teşkil ettiği için oğlu: "Baba, 'beni mahvediyorsu­

nuz!" diye haykırdı.

İhtiyar sarhoş elini kirli iplere doğru kaldırarak:

— Ben ha, sana hayat veren ben ha? dedi. Peki ama, berata ne kıymet takdir ediyorsun, David? Sa­

tırı on metelikten ilân gazetesinin kıymetini biliyor musun? Bu imtiyaz (ki tek faşına geçen ay beş yüz

(41)

İKİ ŞAtR

19 frank getirdi. Evlâdım, aç 'defterleri, valilik ilânlariy- lc sicillerinin, belediye ile piskoposluk işlerinin ne kâr bıraktığını bir gör! Sen para kazanmak istemiyen b ir haylazsın. Seni Marsac gibi güzel bir bağa götü­

recek okn atı pazarlık ediyorsun.

Bu envantere baba ile oğul arasında bir şirket mukavelesi eklenmişti. Şefkatli baba, evini altı bin franga almış olmasına rağmen, şirkete bin iki yüz franka kiraya veriyor, ve çatı katındaki odalardan birini de kendine tahsis ediyordu. D avid Sechard, otuz bin frankı ödeyinceye kadar kazanç yarı yarıya taksim edilecekti; bu parayı babasına ödediği gün matbaanın tek ve biricik sahibi olacaktı. David âletler üzerinde durmadan, yalnız berata, müşterilere ve gaze­

teye paha biçti; borcu ödiyebileceğini tahmin etti ve şartları kabul etti. Köylü kurnazlıklarına alışmış olan ve Parislilerin geniş hesaplarından bir şey anlamıyan baba, oğlunun bu kadar çabük karar verişine hayret etti.

— Oğlum zengin mi oldu? diye düşündü. Y o k ­ sa şu anda borcunu ödememeyi mi aklına koydu? Bu düşünceyle, mahsuben bir şeyler koparmak emeliyle para getirip getirmediğini sordu. Babasının merakı oğlunda emniyetsizlik uyandırdı. David, dilini çok sıkı tuttu. Ertesi günü ihtiyar Sechard eşyalarını çırağına ikinci kattaki odasına taşıttırdı, bunları boş dönecek yük arabalariyle köydeki evine götürmek ni­

yetinde idi. îlik kattaki üç odayı oğluna bomboş bı­

raktı, matbaayı teslim ederken de işçilerin ücretini ödemek için bir santim bile bırakmadı. David, ortağı sıfatiyle, babasından müşterek işletme için gerekli ser­

Referanslar

Benzer Belgeler

Beyond this, the second incarnation of the project does not copy or mimic what was created in the first version but strikes out into different visual investigations, searching for

çalışan İsmail Gökçe ve öğrencileri, toplum tarafından dışlanan ve görmezlikten gelinen zihinsel ve fiziksel engelli bireyler ile birlikte bir sergi

Kemal Tahir; romancılığı, olabileceği kadar ciddiye alan bir ölçüyü sürdüreceği için hemen herkes­ çe eleştirilecektir.. Ama bütün bunlar, onun ciddî bir

Si l’on regarde en arrière, on peut difficilement dire que les Chypriotes grecs se soient même approchés de l’idée de faire bon usage de cette dernière chance.. Ils o n t

Bu yazıda, acil servise ceviz ağacından düşme, sırt ağrısı ve parapleji ile başvuran, incelemeler sonrasında; nadir olarak görülen çökme ve kanal içi basısı yap- mayan

hastalarda sağlık bakımına uyum, aile çevresi ve geniş aile ilişkilerinin olumsuz etkilendiği (p<0.05), kalp yetersizliği sınıfı III olan hastaların sınıf

Nadir olarak travma sonrası kontamine su ve toprakla derinin teması sonucunda Aeromonas cinsi bakteri- lere bağlı olarak da deri ve yumuşak doku infeksiyonu gelişebil-

Eba Eyyubun vefatından sekiz yüz altı sene sonra İstanbul Fatih Sultan Mehmed tarafından fethe­ dilmiş ve ulemadan Ak Şemseddi- nin fetih esnasında Eyub