Ekoloji Kolektifi’nin Kasım ve Aralık ayında düzenlemiş olduğu atölyelerle ilgili ufak bir değerlendirme yazısı niteliğindedir. Düzenlenen tüm atölyelere katılmış birisi olarak öncelikle şunu aktarmam gerekir ki, Ekoloji Kolektifi’nin samimi, rahat ve sıcak ortamı birçok insanı bir araya getirdi, birçok konunun rahatlıkla ve açıklıkla konuşulmasını sağladı. Bu atölye çalışmalarının devamı da gelecek gibi görünüyor. Ekoloji Kolektifi aslında krizin insanları birbirinden uzaklaştırdığı, samimiyetsizleştirdiği günümüzde en çok ihtiyacımız olanı yapıyor belki de, yalnız olmadığımızı vurguluyor, konuşabileceğimiz, paylaşabileceğimiz, bir marangoz atölyesindeymiş edasıyla öğrenmekten ve sormaktan çekinmediğimiz bir ortamı oluşturuyor. Konuşulan her konuyla şehir yaşamımızın garip telaşesi ve yalnızlığı içerisinde kafalarımızı kendi hayatlarımıza gömmüş okulumuzdan, işimizden evimize gidip gelirken yaşadığımız, maruz kaldığımız kriz vaziyetlerinin globalliğini, hangi birini tutsak ucunun diğerine dokunduğunu, birbirinden ayrılamaz bir yumağın parçası olduklarını vurguluyor aslında işlenen tüm konular… Ekoloji Kolektifi’nin atölye çalışmaları Kasım ayında gerçekleştirilen iki atölyeyle başladı. Bunlardan ilki “GDO SAVAŞLARI VE ÖZGÜRLÜKLER ÇAĞINDA BİLİMİN İKTİDARI, İKTİDARIN BİLİMİ” idi. Adıyla aslında içeriği hakkında bir çok ipucunu barındıran bu atölye çalışmasında, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Topluluğu’ndan gelen katılım, özellikle GDO’larla ilgili teknik süreçte yer alma ihtimali yüksek olan yeni jenerasyon bilim
insanlarının konuya nasıl baktıklarını ve tecrübelerini dinlemek açısından verimli bir başlangıç oldu. Kasım ayında birkaç günlüğüne de olsa sosyal medyada gündem olabilmiş Türkiye Bilimler Akademisi’ne devlet eliyle yapılacak olan atamalardan tutun da, Wikileaks’in Cablegate belgeleri ile GDO’lar üzerinden devletler arasındaki çıkar ilişkilerini ve pis çamaşırları en azından atölyeye katılan insanlar için görünür kılabilen bu ilk atölyede,
konuştuğumuz konunun yelpazesinin genişliğinden mütevellit bir çok konuda fikir belirten, konunun merkezine yaklaşan yaklaşamayanlarımız olsa da aslında içinde bulunduğumuz sistemin krizini dört koldan dört nala hız kesmeden derinleştirdiği, elbette ki bu amaç doğrultusunda da üniversiteleri es geçmediği ve özellikle bilimi satın alma gayretinde olduğu vurgusu atölye boyunca konunun odak noktasında oldu. Daha sonraki atölyelerde konunun bilim etiği, bilim felsefesi üzerine derinleştirilebileceği vurgusu akılda kalan son sözlerden oldu.
İkinci atölye ise “KADINLAR, DOĞA VE YOKSULLAR. ŞİDDETE KARŞI DİRENME BİÇİMLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNMEK.” başlığıyla yine Kasım ayında gerçekleşti. Katılımcı bir çok arkadaşın kişisel deneyimlerinden, yaşadıkları olaylardan bahsetme hürlüğünü sergileyebildikleri, verimli bir atölye çalışması olduğunu söylemek mümkün. Kadınlık ve şiddete dair deneyimlerden tutun da, yaşanan doğa ve emek sömürüsü süreçlerinin, uygulanan politikaların, yoksullar üzerinde kurulan şiddet unsurlarının derinliğinden ve benzerliğinden konuşmak, şiddete karşı direnme biçimleri ve aslında şiddet dediğimiz kavramın ne kadar belirsiz, transparan bir yapıda olduğunu konuşmak özellikle kadın arkadaşlar için her zaman denk gelmeyen güzellikte bir konuşma ortamı olmuş gibi gözükmekteydi. Son atölye ise Aralık ayında “EKOFEMİNİZM” üzerine yapıldı. Moderasyonu yapan arkadaşın konu ile ilgili yaptığı kısa sunumda Ekofeminizmin tarihsel süreçteki yeri, günümüzdeki algılanışı ve kapsamı derinlemesine irdelendi denilebilir. Özellikle Mısır, Hindistan, Ghana,Kenya gibi üçüncü dünya ülkesi olarak tanımlanan ülkelerde 1900’lü yılların sonlarında yaşanmış olan doğa katliamları, su ve gıda krizlerinin ağırlığı ve ehemmiyeti karşısında kadınların öncelikli tepkileri ve eylemlilikleri düşünüldüğünde ekofeminizm kavramının aslında ne kadar hayatın ve mücadelenin içinden bir kavram olduğu daha da netleşti.Buna benzer mücadelelere son zamanlarda Türkiye’de de yaşanan doğa katliamlarındaki kadınların öncelikli tepkilerini eklemek mümkün. Gerze süreci başta olmak üzere son yirmi yıldır yoğun olarak yaşanan termik, HES, nükleer mücadelelerinde en yoğun ve belki de en keskin tepkileri kadınlar vermekte. Durumun bu vaziyetini yadırgamamak ve ekofeminizm tanımını da direk pratikteki mücadelelere eşlememek gerek elbette. Ekofeminizm, 1970’lerin başında kuramsal olarak ortaya atılan ve temelde kadınların ve doğanın ezilmesi arasındaki bağlantıya vurgu yapan, bu vurgu çerçevesinde de kadınların ekoloji mücadelerinde aktif rol oynaması gerektiğini savunuyor. Bu bağlamda, ekofeminizm sola içkin ve solun içinde bir kavram olmayı hak ediyor. Bu atölyeden özellikle akılda kalan cümle ise “Tüm sosyalistler feminist ve ekolojist olsaydı kendimizi
ekososyalist veya ekofeminist olarak tanımlamamıza gerek kalmazdı.” cümlesi oluyor belki de. Aslında bu cümle tam da yazının başından beri vurgulamaya çalıştığım, atölyeler boyunca da dillendirilen, krizin şiddetinin ortaklığına ve bütünlüğüne vurgu yaparcasına bilhassa sosyalistleri feminist, ekolojist, anti-militarist, anti-homofobik bir zeminde ortak mücadeleye çağırıyor.
Bir kurnaz zihniyetin ürünü olmayan, her yönüyle politik, her yönüyle eleştirel, her yönüyle zengin bu atölye çalışmaları, popüler STK zihniyetinden uzak, hiyerarşik kafesler içerisinde kalmadan, birlikteliğin ve oluşan
birlikteliklerin yeni döllere nasıl gebe olduğunu, nasıl özgür nasıl eşit nasıl insanca ve kardeşçe nesiller doğurabileceğini dile getirircesine devam edecek.