• Sonuç bulunamadı

Bu karanlık dağılacak BİZ GELECEĞİZ. Aylık Liseli Dergisi ŞUBAT TL OKULUMUZ VE ÜLKEMİZ İÇİN YETMEZ AMA HAYIR!

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Bu karanlık dağılacak BİZ GELECEĞİZ. Aylık Liseli Dergisi ŞUBAT TL OKULUMUZ VE ÜLKEMİZ İÇİN YETMEZ AMA HAYIR!"

Copied!
24
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Aylık Liseli Dergisi ŞUBAT 2017 1 TL

Bu karanlık dağılacak

BİZ GELECEĞİZ

OKULUMUZ VE ÜLKEMİZ İÇİN

YETMEZ AMA HAYIR!

(2)

3

2

ŞUBAT 2017 KAPAK KONUSU

SOLCU - Aylık Dergi - İmtiyaz Sahibi: Gelenek Basım Yayım ve Ticaret Ltd. Şti Sorumlu Müdür: Mehmet İnam Adres: Osmanağa Mah. Osmancık Sok. No:9/16 Kadıköy - İstanbul Baskı: Mutlu Basım Yayın, Davutpaşa Cad.

Güven Sanayi Sitesi C-Blok No.263 - 264 Topkapı - Zeytinburnu / İstanbul Tel : 0212 577 72 08

2

ŞUBAT 2017

MERHABA

Ülkemizin kötü bir sona doğru hızla gittiği söyleniyor. Referandum gününe ‘son savaş’ o

larak bilet kesiliyor. Kimi yurtdışında hayatına devam etmek için arayış içerisinde kimi ise kaçınılmaz sonu bekliyor…

Biz bu tabloyu reddediyoruz. Daha doğrusu gerçeğin bu tablodan farklı olduğunu düşünüyoruz. Ne yaparlarsa yapsınlar kontrol altına alamadıkları bir toplum, bir türlü ortadan kaldıramadıkları ilerici değerlere sarılmış bo

yun eğmeyen insanlar, patronların uykularını kaçıran işçi grevl

eri, yarını inşa etmek için örgütlenenler…

Biz ülkemize baktığımızda tüm zorluklara rağmen t

ekrar tekrar ne kadar güçlü olduğunu kanıtlayan bir işçi sınıfı görüyoruz.

Kudurmuşçasına saldıran iktidarın her defasında sıkıştığını ve zorlandığını görüy

oruz.

Önümüzdeki sürece de bu tabloyu

‘bizim’ lehimize çevirebileceğimiz müdahaleleri yapabileceğimiz bir olanak olarak bakıyoruz.

Gelin, Solcu’yu çok daha fazla liselinin eline ulaştıralım, çok daha fazla yerde bir araya gelelim, sosyalizm mücadelesini ve devrimi konuşalım. Yeni bir ülkenin na ve hangi temellerde kurulacağını sıl tartışalım. Göreceğiz ki dağılmaz sanılan bu karanlık na

sıl da kolay dağılacak ve gelecek bizim ellerimizde kurulacak…

(3)

3

2

ŞUBAT 2017 KAPAK KONUSU

GENÇLİK PARTİSİNDE, TKP’DE ÖRGÜTLENİYOR

YAŞASIN TÜRKİYE KOMÜNİST GENÇLİĞİ!

Komünist Gençlik, TKP’de 2014 yılında yaşanan ayrışmanın ardından Komünist Parti’nin gençlik örgütlenmesi olarak faaliyet gösterdi ve sosyalist iktidar mücadelesini kampüslere, okullara taşımayı hedefledi.

Bu süreçte Komünist Gençlik’in dayandığı iki temel öğe vardı: Tarihin tekerleğini ileriye doğru döndürecek olan işçi sınıfının yolundan yürümek ve sosyalist iktidar mücadelesinin öncüsü olan parti saflarında kavga vermek. Bu iki seneyi aşkın süre boyunca, işçi sınıfının ve sosyalizm mücadelesinin dışında bir yolu benimsemedik. Ve yoldaşımız Nazım Hikmet’in TKP için söylediği gibi, yalnızca partinin safında olmakla övündük.

Türkiye Komünist Partisi’nin dün binlerce partilinin iradesiyle siyaset sahnesine dönmesini izleyerek, bu ara dönemi kapatıyoruz. TKP’nin gençlik çalışmalarını bugünden itibaren, Türkiye Komünist Gençliği olarak sürdürüyoruz.

Türkiye Komünist Gençliği, uzun senelerdir dünyada önemli bir saygınlığı ve etkisi olan TKP’nin gençlik çalışmalarının ismidir.

Sosyalist İktidar Partili Öğrenciler’le

kimliğini oluşturan, TKP’li Öğrenciler’le bir gelenek haline gelen, Komünist Gençlik ile yeniden kuruluşunu sağlayan partili gençlik örgütlenmesinin devamıdır.

Bu devamlılığın gereği olarak Türkiye Komünist Gençliği,

• Üniversitelerin, liselerin ve okullarımızın gericiliğe ve piyasacılığa teslim edilmesine karşı çıkacak

• Patronların kampüslerimizde cirit atmasına ve eğitim sisteminin sermayenin çıkarları doğrultusunda yapılandırılmasına karşı direnişi örgütleyecek

• Dinci gericiliğe karşı işçi sınıfı

aydınlanmacılığını savunacak, şeriatçılığı

“halkın değeri” olarak yutturmaya çalışan liberal saldırıyı püskürtecek, laikliğin düzen güçleri tarafından bir sınıf uzlaşması zemini olarak kurgulanmasına izin vermeyecek

• Genç kadınları kuşatan gerici ideolojilere karşı sınıf eksenine dayanan çok boyutlu bir kavganın adresi olacak

• Gençlik örgütlenmesini orta sınıf

eğilimlerinden ve küçük burjuva kültüründen uzak tutarak, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına ve sosyalist iktidar mücadelesinin gereklerine göre şekillendirmeye devam edecek

• Gençliğin bayağılığa, yüzeyselliğe ve çürümeye terk edilmesine karşı yeni bir kültürün yaratılmasını hedefleyecek

• Gençliğin kapitalistlerin çıkarları için savaşa gönderilmesine ve bölgedeki emperyalist çıkarlara karşı çıkacak

• İşçi sınıfı enternasyonalizmini savunacak ve Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu (WFDY), Avrupa Komünist Gençlik Örgütleri Toplantısı (MECYO) gibi birlikteliklere üyeliğini ve katkılarını sürdürecek

• Eğitim görürken çalışmak zorunda olan öğrencilerin, sınıfın öncü partisinde örgütlenmesini sağlayacak

• Çareyi yurtdışına kaçmak olarak gösteren eğilimlerle mücadele edecek, memleketine sahip çıkan, yurtsever gençlerin sesi olacak.

• Gençliğe ölümden başka seçenek sunmayan kapitalist barbarlığın ve emperyalizmin karşısında bütün gücünü seferber edecektir.

Türkiye gençliğine patronların çıkarları için ölmekten, işsizlikten, geleceksizlikten ve karanlıktan başka hiçbir şey vaadetmeyen kapitalist barbarlığa karşı, Türkiye Komünist Gençliği’nde örgütlenmenin zamanıdır.

3

TÜRKİYE KOMÜNİST GENÇLİĞİ

(4)

BU MÜFREDATI KENDİ

ÇOCUĞUNA İÇİRİR MİSİN?!

Milli Eğitim Bakanlığı, üzerinde çalıştığı yeni eğitim müfredatına son halini verdi. Eğitimi ilkokuldan itibaren, sermayenin çıkarları doğrultusunda teknik eleman yetiştirme hedefine indirgeyen yeni müfredatta din derslerinin ve AKP propagandasının da alanı genişliyor.

A

KP'nin Milli Eğitim Bakanlığı bir süredir üzerinde çalıştığı yeni müfredata son halini vermiş ve önümüzdeki eğitim-öğ- retim yılından itibaren uygulamaya koymak için hazırlıklara başlamış bulunuyor.

Yeni müfredatta, “evrim teorisi"nin adı dahi anılmazken, “15 Temmuz demokrasi mücade- lesi” müfredat programına eklenmiş durumda.

Hâlihazırda müfredattan kaldırılmayan bazı te- mel bilimlerin ise anlatımının basitleştirileceği ve ders kitaplarının kısaltılacağı “müjdesi” veriliyor.

Yeni müfredat, ilkokuldan itibaren, eğitim sisteminin amacını sermayenin ihtiyaç duyduğu nitelikte iş gücünü üretmek ve AKP rejimini genç kuşaklara benimsetmek olarak belirliyor.

PATRONLAR MEMNUN

Konu eğitime geldiğinde patronların gizlisi saklısı yok. Onlar ülkenin genç kuşaklarına, geleceğin işçileri olarak bakıyor ve açıklamala- rında, AKP'nin hazırladığı bu yeni ve eskisinden de gerici müfredatı desteklediklerini ifade ediyor.

Örneğin; İstanbul Sanayi Odası (İSO) Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Bahçıvan’a yeni müf- redata ilişkin görüşü sorulduğunda, “yetişmiş insan kaynağının dünya ekonomisinde rekabetin belirleyici unsuru olduğuna” vurgu yaparak, açık açık şunları söylüyor:

“Gençlerin üretmeyi, keşfetmeyi ve yenilik peşinde koşmayı benimsemesini sağlayabilirsek inanıyorum ki arzuladığımız ve ihtiyacımız olan ekonomik ve toplumsal sıçramayı gerçekleştirebiliriz. Sanayiciler olarak üretken ve yaratıcı iş gücüne olan ihtiyacımız giderek artıyor. Bu yüzden eğitim sistemimizde üretimi ve yenilikçiliği öne alan bir anlayışa destek veriyoruz.” (Hürriyet gazetesi, 24 Ocak 2017)

Bahçıvan'ın yukarıdaki açıklamasındaki,

“yenilikçilik” sözcüğünü “gericilik” sözcüğü ile

değiştirip ve “üretim” sözcüğünün hemen önüne

“kapitalist” sıfatını yerleştirdiğimizde, gerçekten de müfredatın özünde yatanı kısaca tanımlamış oluyoruz. Hürriyet gazetesinin “İş dünyası müf- redatın yenilikçi karakterinden memnun” baş- lıklı aynı haberinde Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi'nin ve Müs- takil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Yönetim Kurulu Üyesi Halim Aydın'ın yorumla- rının da aynı yönde olması, müfredat değişikliği- nin sermaye yanlısı karakterini kanıtlıyor.

ŞİMDİ DE FATURAYI EĞİTİME KESTİLER

Kapitalizm ne zaman krize girse, patronlar ve siyasetçiler bir “hata” aramaya koyulurlar ama hiçbir zaman krizin, kendilerini var eden kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğini kabul etmek istemezler. Kabahati her zaman “bir takım ahlaksız kapitalistlerde”,

“yanlış hükümet programlarında”, “kamu harcamalarının fazla oluşunda”, “verimsizliğe yol açan devletçi uygulamalarda” ya da “eğitim sisteminin ihtiyaç duyulan niteliklerde bir işgücü üretmiyor oluşunda” bulurlar. Eğer işi yüzsüzlü- ğe vurup, “insan da bazen hastalanır, krizler de ekonominin grip olmasıdır” gibi baştan ayağa cahilce bir açıklama yapmaktan çekiniyorlarsa tabii...

Bütün kamu işletmelerinin özelleştirildiği, hükümet politikaları sayesinde kâr oranlarının fırladığı, hakkını arayan işçilerin grev yapma- sının yasaklandığı bir ülkede kimse ahlaktan, devlet sektöründen ya da hükümet programla- rından bahsetmekte fayda görmüyor. Ama kötü gidişatın sebebi olarak bu defa, hep bir ağızdan eğitim sistemi gösteriliyor. Piyasacılık, yeni müf- redatla birlikte, eğitim kurumlarına karşı yeni bir taarruza kalkıyor.

MESLEK EDİNDİRME KURSU MU, OKUL MU?

Hükümet yetkililerinin ve sermaye örgütle- rinin ağzında krizden çıkış duasına dönüşen AKP’nin mesleki-teknik eğitim programı, işsiz- liğe ya da az gelişmişliğe çözüm olmayacağı gibi aksine genç kuşakları bilimsel bilgiden uzaklaştırarak meslek edindirme kurslarına mahkum bırakıyor.

Müfredata dönecek olursak… Bunun da

4

ŞUBAT 2017

EY KOÇ, EY MEB, EY 'REİS'

(5)

KRİZDEN ÇIKIŞ DUASI: MESLEKİ EĞİTİM

Avrupa ve Türkiye'de sermayedarlar, 2008'de ABD'de patlak veren ve sürmekte olan küresel krizden çıkışın yolunun mesleki eğitimi yaygınlaştırmaktan geçtiği konusun- da hemfikir gözüküyorlar. Buna göre sadece mesleki eğitimin, eğitim sistemindeki payını artırmak yeterli olmayacak ama hem bütün eğitim kurumlarının kapitalist üretimle (yani şirketlerle) bağı kurulacak ve müfredatları buna göre yenilenecek hem de “hayat boyu eğitim” kampanyasıyla, insanlar sürekli ola- rak pratik, mesleki-teknik eğitim programla- rına tabi tutulacak.

Aslında müfredatın, temel bilimlerde bütünlüklü teorilerin öğretimini değil de, pratiğe dönük bir eğitimi ön plana çıkarma- sı, “hayat boyu eğitimi” mantıken zorunlu kılıyor. Çünkü “pratik ve sonuç odaklı” bilgiye önem veren ve soyut düşünceyi teşvik etme- yen bir eğitim sistemi, iddia edilenin aksine, düşünsel tembelliği ve kısırlığı getiriyor.

Dolayısıyla, üretim sürecinde o gün kulla- nılan, belli bazı işlemleri öğrenen gençler, edindikleri pratik bilgiler teknolojik ilerleme karşısında geçersiz kaldığı takdirde, yeni pra- tiklerin bilgisini sil baştan edinmek zorunda kalabiliyor.

Ayrıca, farklı dönemlerde farklı sektör- lerin ekonomide ön plana çıktığını ya da en azından paylarının aynı kalmadığını düşü- necek olursak, pratik mesleki bilgiye indir- genmiş eğitimin riskli olabileceği anlaşılıyor.

Bu durumda, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu'nun 5 Ocak 2017 tarihinde Gebze'de sanayicilerin, MEB görevlilerinin ve valinin katılımıyla düzenle- nen “Mesleki eğitim vatan sevdasıdır” başlıklı toplantıda yaptığı skandal konuşma dahi iyimser kalıyor:

“Özellikle mesleki-teknik okulları sanayi- cilerimizin yanında açalım. Kimyacı lazımsa orada kimyacı yetiştirelim. Pratikte sanayi- cimizin işini hangisiyle yapabileceksek çocuk orada öğrensin. Eskiler derler, sanat altın bileziktir. Nereye gidersen bozulur bir değer ifade eder. Sanayicimizin de işine yarasın.

Orada yetişirse tezgâhın başına verebilirsiniz.

Bu pratikleri yaptığımız zaman, bana göre, bizim bu toplantımız yerine ulaşmış olur. Bil- gi hamallığı yapmayalım. Bilgi bilgisayarlarda var zaten, oradan öğrenebiliyoruz. Bizim asıl derdimiz bilgiyi pratiğe dönüştürme, ticari- leştirme ve üretime dönüştürmedir.” (http://

mtegm.meb.gov.tr) benzeri bir ruhla hazırlanmış olduğu açık.

Patronların, bakanların, iktidar yanlısı olarak bilinen Eğitim-Bir-Sen’in ve yobazların “yeni- likçi” bularak, “teorik bilgi pratikle destekle- necek” diyerek alkışladığı şey tam da örgün eğitim sisteminin meslek kursuna dönüş- türülmesidir. Oysaki mesleki-teknik okulun daha doğrusu genel anlamda okulun, meslek edindirme kursuyla arasında bütünsellik ve derinlik açısından nitelik farkı olmalıdır. Eği- timi içeriksizleştiren ve bilimden uzaklaştıran piyasacı saldırıları püskürtmek, patronların kar hırsına karşı Aydınlanma değerlerini ve bilimi ayakta tutabilmenin tek yoludur.

5

KAPAK KONUSU

(6)

7

6

ŞUBAT 2017 KAPAK KONUSU

Y

eni müfredat eğitim sistemimize dinselleşme açısından da çağ atlatacak görünüyor. Önce, “proje okulları”

uygulamasıyla tasfiye edilen ilerici öğretmenler, şimdi yeni müfredat... Lisele- rimiz uzun bir süredir giderek bunaltıcı bir atmosferi yaşarken, yeni müfredatın bilimsel düşünceyi savunan gençlerin canını daha fazla sıkacağı kesin.

En çarpıcı örnek, biyoloji biliminin adeta üzerine kurulu olduğu evim teorisinin, müf- redattan tamamen çıkarılmış olması. NTV'de katıldığı canlı yayında, yöneltilen bütün eleşti- rileri “ne alakası var” ciddiyetinde yanıtlayan MEB Müsteşarı Yusuf Tekin, evrim teorisinin müfredattan çıkarılmasını, “Zamanında evrim teorisi niye müfredata dahil edilmiş ki? Bilmi- yorum.” diyerek açıklıyor. Tekin'in okurken dahi insanı kahkahaya boğan saçma yanıtının tam metnini, MEB'in kimlere emanet edil- diğini göstermek açısından, yayınlamadan edemeyeceğiz:

"Evrim teorisinin seçilip de müfredatın içerisine yerleştirilmiş olması, hangi gerekçelerle seçildiğini ben bilmiyorum. Binlerce bilimsel teori varken evrim teorisinin özellikle seçilmesi, bizim bu bilimsel teoriler içerisinde, evrim teorisi gibi çok az sayıda teori Millî Eğitim Bakanlığı müfredatında var. Evrim teorisinin

seçilmesi, bu anlamda ne anlama geliyor, bilmiyorum.

Niye seçilmiş? Ama biz evrim teorisinin anlatıldığı o üniteyi, müfredatdan çıkarmış olduk." (https://goo.

gl/bhaan9)

Görüldüğü gibi, MEB, evrim teorisinin neden geçmişte müfredatta yer aldığını dahi anlamıyor. Kısacası, MEB'de biyolojiden falan anlayan yok. Bu durumda, TÜBİTAK'ın halini de düşünecek olursak, yeni müfredattaki Fen Bilgisi dersinin Genetik Mühendisliği Üni- tesi'nde “papaz eriğini, güsul abdesti aldırarak imam eriğine dönüştüren alet” gibi “bilimsel proje”lerin yer almasını bekleyebiliriz.

‘EVRİMİ BOŞ VERİN, SİZE CİHAT YETER’

Sözde seçmeli, gerçekte zorunlu din ders- lerinde cihat kavramının da öğretilmesi yeni müfredatla birlikte gündeme geldi. Anaokul- larının yılsonu müsamerelerinde çocuklara tanklarla gösteri hazırlatan, ülkenin her bir ta- rafında cirit atan cihatçıların sırtını sıvazlayan yetkililerin, müfredattan bilimi, evrimi neden çıkardığı çok açık. Üniversitelerde ‘Evrimi neden savunmalı” başlıklı kulüp çalışmaları- na bile izin vermeyen, sahte fosil sergileri ile evrim teorisini “çürütmeye” uğraşan evrim karşıtlarının tezleri bile evrimin müfredattan neden kaldırılmak istendiğini çok net açıklıyor.

Evrim kaldırılmak isteniyor çünkü hurafeler- le, gericilikle beslenen bir nesil yetiştirilmek isteniyor.

Bizlerden ise evrim karşıtlarının en komik ve trajik savunucusu Harun Yahya’nın (Adnan Oktar) şu sözlerine inanmamız bekleniyor.

"Şimdiye kadar neredeyse 100 milyon fosil ortaya çıkarıldı. Bütün bunlar bitkilerin, hayvanların, insan- ların ve böceklerin hiçbir zaman evrim geçirmediklerini ve Allah tarafından aynı bu şekilleriyle yaratıldıklarını gösteriyor. Bunu karşılaştığımız her fosilde görüyoruz.

Aksini kanıtlayan herhangi bir fosil yok. Eğer bana bir tane gösterebilirlerse, onlara 10 trilyon Türk Lirası ödül vereceğim… Ama yaratılışı kanıtlayan neredeyse 100 milyon fosil var... Ayrıca hayatı oluşturabilecek tek bir proteini tesadüfen üretsinler onlara da 10 trilyon Türk Lirası vereceğim."

Bu alıntıdan birazcık daha akılcı savu- nulara bile sahip olamayan evrim karşıtlığı beraberinde gericiliği getiriyor. Karışılan etek boyları, tacizci müdürleri ile birlikte şimdi bir de zorunlu olan din derslerine cihat kavramı- nın öğretilmesini sokuyorlar.

Bütün bu yapılanlar, daha karanlık bir ülkede yaşayalım diyedir. Ancak, hiç birimiz bu kadar bilimden uzak, bu kadar aydınlanma fikrinden uzak bir programı kabullenemeyiz.

GERİCİLİKTE YENİ DÖNEM

(7)

7

6

ŞUBAT 2017 KAPAK KONUSU

EĞİTİM-BİR-SEN: SENDİKA GÖRÜNÜMLÜ HÜKÜMET ORGANI

Sevgili Öğretmenim,

Bir eğitim emekçisi olarak, ülkemizin ve bizlerin geleceği için omuzunuzda taşıdı- ğınız sorumluluk bugün hiç olmadığı kadar ağır. Hükümet ve patronlar sizden uygula- manızı istedikleri yeni müfredatla, bizleri itaatkâr bir sürüye dönüştürmenizi istiyor.

“Hayır” dediğiniz takdirde, sizi FETÖ’cü diye damgalamakla tehdit ediyor ya da sizleri yıllardır çalıştığınız, emek verdiğiniz okullardan sorgusuz sualsiz “rotasyon”

dedikleri uygulama ile onların kurallarının geçerli olduğu okullara sürüyorlar. An- cak bunlar karşısında, söz konusu ülkenin geleceği, bilim ve aydınlanma değerleri olduğunda size uygulanan baskının şiddeti ne olursa olsun bu değerlerden vazgeçme- yeceğinizi düşünüyoruz.

Sevgili Öğretmenim,

Eğer AKP’nin yeni müfredatı karşısın- da sessiz kalırsak, “cihat” kavramının ‘tek gerçek’ kabul edilmesini kabul eder, evrim

teorisinin karanlığa gömülmesine itiraz etmezsek nasıl bir gençlik yetişecek? Bu sorunun yanıtını birlikte vermeliyiz.

Her zaman olması gerektiği gibi, aydın- lanmanın savunucusu olmalısınız. Bizlere evrimi, bilimi, sanatı, aydınlanmayı anlat- maktan vazgeçmemelisiniz. Sizin önerdi- ğiniz kitaplarla büyümeliyiz, öğrenmeliyiz.

Bize uygulanan baskılara, dayatmalara sizler dur demelisiniz ki bizler sizlerden güç alalım.

Bizlere, böyle bir ülkede yaşamak

istemeyen öğrencilerinize zaman ayırabilir, bizlerle birlikte müzelere gidip kültür-sanat etkinliklerine katılabilir, yakın tarihimize ve mücadeleye ilişkin sohbet edebilirsiniz. Belki de öğrencilerinizin, bazı şeyleri sizden daha iyi anlayabileceğini, daha doğru yapabilece- ğini kabul ederek başlayabilirsiniz işe.

Solcu liseliler olarak, size çağrımızdır:

Gelin aydınlık, eşit, özgür bir ülke için mücadele arkadaşı olalım. En öğretici okula birlikte devam edelim ve gericilerin müfre- datını da iktidarını da alaşağı edelim.

Solcu Liseliler olarak size çağrımızdır:

Gelin aydınlık, eşit, özgür bir ülke için yan yana duralım. Yeni bir ülkeyi kurmak için, birbirmize güç vermemiz gerektiğini unut- mayalım.

Yeni müfredat taslağının açıklanmasıyla başlayan tartışmalarının oldukça ilginç bir parçası da Eğitim-Bir-Sen’di. Bilindiği gibi, AKP’nin öğretmen görünümlü imamları- nın örgütü olan bu sendika, uzun bir süredir “resmi devlet sendikası” konumunda bulunuyor. Ancak yeni müfredat ve karma eğitim tartışmalarındaki marjinal pozisyonuyla, AKP’nin gerici müdahalelerine “makul” bir görüntü katıyor.

Eğitim-Bir-Sen’in müdahaleleri tartışmayı en geriden başlatırken, AKP’nin önerileri Eğitim-Bir-Sen’inkinin biraz törpülenmiş hali olarak uygulamaya giriyor.

Yeni müfredat tartışmasında da aynı taktiği izlediler. Eğitim-Bir-Sen, yeni müfredat taslağı daha yayınlanmadan önerilerini açıkladı. Bunun hemen ardından yayınlanan müfredat taslağına ilişkin öneri yapmak için Eğitim-İş ve Eğitim-Sen gibi sendikalara sadece bir ay süre tanındı.

Kapalı kapılar ardında ortak planlar yapan, sarı sendika Eğitim-Bir-Sen ve AKP’nin yeni hedefinin ise karma eğitimi tedricen ortadan kaldırmak ve haremlik-selamlık eğitime geçmek olduğu anlaşılıyor.

SOLCU DERGİSİ’NİN İLERİCİ ÖĞRETMENLERE ÇAĞRISIDIR

(8)

8

ŞUBAT 2017

TEK DERDİMİZ TEK ADAM DEĞİL:

YETMEZ

Türkiye'de sorun tek başına "Tek Adam" değil, Tek Adamı bugüne getiren süreçtir. Bu sürecin yaratıcıları TÜSİAD'ıyla, MÜSİAD'ıyla bir bütün olarak sermaye sınıfıdır, başta ABD olmak üzere emperyalizmdir. Onlar "Tek Adam"dan vazgeçebilir ama biz sermayeye ve emperyalizme karşı verdiğimiz mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.

T

ürkiye referandum süreci- ne girdi. Hayır demenin suç sayıldığı demokratik(!) bir seçim süreci... AKP bir yandan seçim yapılsın istiyor ama bir yandan da "Hayır" diyenler hukuksuz bir şekilde engelleniyor.

Üzerine düşününce anlamsız gelebilir ama başkanlık sistemiyle hayata sokulmak istenen tam olarak bu; hukuksuzluğun ve keyfiliğin yasallaşması.

Tartışılan birçok başlık var.

Başkanlık sistemine geçilirse baskıların artacağı, temel hak ve özgürlüklerimizin elimizden alınacağı gibi noktaların sıkça altı çiziliyor. Doğru ama eksik, eksik çünkü denklem tersten ele alınıyor. Uzun zamandır Türki- ye'de fiili olarak başkanlık sistemi zaten uygulanıyor ve Türkiye'de emekçi sınıflar fiili durumun ve onu yaratan sebeplerin karşısına örgütlü bir güç olarak çıkamadığı için bugün, AKP ve Tayyip Erdo-

ğan karşımıza çıkıp daha fazlasını istiyor. Tarihte her zaman böyle olmuştur zaten; anayasalar yeni durum yaratmaz, mevcut durumu saptar.

Bu seçimlerde siyasi iktidar bizden daha fazlasını istiyorsa bizim sözümüz, “hayır daha faz- lasını vermeyeceğiz”dir ama bunu demek yetmez, çünkü toplumsal mücadele dinamiktir. Biz bir adım ileri atmazsak siyasi iktidar karşı hamle yapmakta gecikmeyecek- tir; bugün referandumla, yarın başka bir şeyle bizi iliğimize kadar sömürmekten geri durmayacaktır.

Bu yüzden yalnızca "Hayır" bize yetmiyor, "Yetmez ama Hayır"

diyor ve sorunun kaynağını kurut- mak gerektiğini söylüyoruz.

Peki, sorunun kaynağı tam olarak ne? "Tek adam" hangi süreçlerin sonunda bu noktaya gelebildi?

12 Eylül 1980 darbesi Tür- kiye siyaseti için bir kırılmadır.

12 Eylül sonrası yaşananlar ise sermaye sınıfının elini rahatla- tacak askeri, siyasi ve ideolojik müdahaleleri içeren bir süreci beraberinde getirmiştir. Darbe anayasası sermayenin ihtiyaç- ları doğrultusunda şekillenmiş, siyasi partilerinin rolü azaltılmış, hükümet üzerindeki denetim kanalları sınırlandırılmıştır. Bu sayede sermaye sınıfının siyasete müdahalesi kolaylaşmıştır. Bugün tartışılan başkanlık anayasasının altyapısını 1980 darbesi sonrası hayata geçirilen uygulamaların oluşturduğunu söylemek yanlış değildir. AKP attığı her adımda olduğu gibi burada da başta TÜ- SİAD olmak üzere para babala- rının desteğini almıştır. Kuşkusuz tek taraflı bir destek değildir bu.

1980 darbesiyle sermaye sınıfının başladığı “zafer koşusu” AKP iktidarıyla hızlanmıştır. Cumhu- riyet tarihinde yapılan özelleştir- melerin %80'ninden fazlası AKP

eliyle yapılmıştır. Kentler, doğal alanlar talana açılmış, yine ser- maye sınıfının kar hırsını arkasına alarak komşu halklara savaş ilan edilmiştir. Bugün Varlık Fonu'y- la, Bireysel Emeklilik Sigortası dayatmasıyla AKP'nin patronlara hizmeti devam etmektedir.

Başkanlık için başka çaresi olmayan AKP patronlarla “bugün bana yarın sana” diyerek bir anlaşma yapmıştır. Aksi takdirde varlık nedeninin ortadan kalkaca- ğının farkındadır.

Peki ya patronlar açısından durum böyle mi? Başkanlık siste- mi onlar için ihtiyaç mı? Kuşku- suz sömürünün kuralsızlaşması, kuralsızlığın kural haline geldiği bir ülkede patronlar açısından bulunmaz bir fırsattır. Fakat onlar açısından büyük bir sorun vardır;

istikrarsızlık ve Türkiye'de istik- rarsızlığın kaynağı AKP'dir.

Tayyip Erdoğan siyasi ömrünü doldurmuş bir figürdür; çünkü bir

(9)

9

TEK DERDİMİZ TEK ADAM DEĞİL:

AMA HAYIR

ülkede iktidar, gücünü yönetebil- me yeteneğinden alır. Haziran 2013'te milyonlarca insan sokağa çıkarak iktidara karşı taraf oldu- ğunu beyan etmiştir. Artık Türki- ye'nin yarısının AKP'yle, Tayyip Erdoğan'la barışması mümkün değildir. Bu taraflaşma tabi ki pat- ronları da huzursuz etmektedir.

Dolayısıyla kontrolden çıkan, gi- derek saldırganlaşan bir Erdoğan, sermaye sınıfının istikrar arayışına yanıt verememektedir.

İKTİDAR UZATMALARI OYNUYOR

AKP iktidarı iç ve dış politi- kada uzatmaları oynamaktadır;

çünkü dış politikası iflas etmiştir.

Emperyalizme, cihatçılara dire- nen ve kazanan Suriye halkı aynı zamanda AKP'nin dış politika- sının başarısızlığını ilan etmiştir.

ABD'nin bölgedeki en önemli müttefiki olarak savaşa giren, tüm yatırımını bölgedeki cihatçılara yapan AKP, gelinen noktada

"İran, Rusya ve Türkiye, çok sayı- da etnik yapı barındıran, çok din- li, mezhepçi olmayan, demokratik ve seküler bir devlet olarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenli- ğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne saygılarını bir

kez daha ifade ederler." maddesi yer alan deklarasyona imza atmak zorunda kalmıştır. Uluslararası dengelerde kendisine hava boş- lukları bulmak için çırpınan AKP, komik ve aciz duruma düşmüştür.

Son süreçte ise uluslararası ilişkilerini toparlamaya çalışan Erdoğan çareyi Putin’de, Rusya ile olan ilişkileri “düzeltmek”te bulmuştur.

Peki Putin, Erdoğan'ı kurtara- bilir mi?

Burjuva siyasetinin para ve kirli ilişkiler üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. Rusya da tüm diğer kapitalist ülkeler gibi, kendi patronlarının çıkarı doğrultusun- da iki yüzlü bir dış politika yürüt- mektedir. Bir yıl öncesine kadar savaş suçlusu ilan ettikleri Tayyip Erdoğan'la bugün yan yana gelmeleri, burjuva siyasetinin doğası gereği olduğundan şaşırtıcı değildir. Ama Putin yönetimin- deki Rusya'nın Türkiye'de siyasal islama sınırsız kredi açtığını dü- şünmek çocukça bir temenni ola- caktır. Çünkü siyasal islam hem Rusya'da hem de bölgede yaşayan müslüman halkları etkilemektedir.

Bu durumun Rusya'yı tehdit ettiği çok açık.

Diğer bir tartışma konusu Trump ile Tayyip Erdoğan ara- sındaki ilişkiler. Trump seçildikten sonra ana akım medyada, iki ülke arasındaki "stratejik ortaklığın"

yeniden tesis edileceği yönünde haberler çıkmaya başladı. Ardın- dan son süreçte iki ülke ilişkilerine dair kimi somut adımlar da atıldı.

Fakat iki noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi ABD Suri- ye'de kaybetmiştir ve son süreçte Türkiye'nin Rusya ile kurduğu ilişki bu süreci hızlandırmıştır.

Bu durum NATO üyesi bir ülke olan Türkiye'nin güven kaybet- mesine sebep olmuştur. İkincisi, Trump'ın seçilmesi ABD'de siyasi krize sebep olmuştur. ABD uzun bir süredir, Trump'ın Rusya'nın müdahalesiyle seçimi kazandığı iddiasını tartışmaktadır. Ayrı- ca Trump'ın hayata geçirmeyi hedeflediği, mültecilerin sınır dışı edilmesi gibi, radikal kararlar birer kriz başlığıdır. Bu yüzden ABD'nin bölgemizde güvenilir ve kontrol altında tutulabilir bir iktidara ihtiyacı vardır, kişisel hırslarını her şeyin üzerinde tutan birine değil. Ayrıca Tayyip Er- doğan'ın Türkiye'yi yönetememe durumu NATO için kayda değer

bir veridir. Türkiye'de halkın biri- ken öfkesinin kontrolden çıkması emperyalist merkezlere ağır bir fatura çıkarır; devrim, sermaye sınıfının olduğu gibi emperyalist- lerin de korkulu rüyasıdır.

YETMEZ AMA HAYIR!

Her şeyden önce emek verme- den, mücadele etmeden bir çıkış bulunması mümkün değil. Emek- çilerin siyasete ağırlık koymadığı bir dünya, patronların ve em- peryalistlerin yazıp oynadığı bir tiyatrodan ibaret değilse nedir? O zaman ilk sıraya örgütlü mücade- leyi yazmak zorundayız.

Türkiye'de sorun tek başına

"Tek Adam" değil, Tek Ada- mı bugüne getiren süreçtir. Bu sürecin yaratıcıları TÜSİAD'ıyla, MÜSİAD'ıyla bir bütün olarak sermaye sınıfıdır, başta ABD ol- mak üzere emperyalizmdir. Onlar

"Tek Adam"dan vazgeçebilir ama biz sermayeye ve emperyalizme karşı verdiğimiz mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.

16 Nisan'da Hayır diyece- ğiz ama liberallerle, yobazlarla, patronla kol kola girmeyeceğiz.

Bu yüzden elbette Yetmez ama Hayır!

(10)

11

10

ŞUBAT 2017

Y

ıllardır tartıştığımız “saatleri ileri/

geri alıyoruz; daha mı çok uyuyaca- ğız, daha mı az?” karışıklığı bu yıl son buldu. 8 Eylül 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan karara göre, “Saatlerin bir saat geri alınması” ibaresi yürürlükten kaldırıldı. Fakat bu değişikliğin hayatımıza olan etkisi, küçüklüğümüzden beri çözmeye çalıştığımız “şimdi az mı uyuyacağız, çok

mu?” tartışmasından ibaret değil. Bu yazıda, yaz ve kış saati uygulamalarının detaylarını ve günlük yaşamımıza etkilerini inceleyeceğiz.

Kararın yürürlüğe girmesine, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Rektörü ve Meteoroloji Mühendisliği hocalarından oluşan bir ekip araştırmalarıyla öncülük etti. İddialarına göre kış saati uygulamasının kaldırılması ve saatlerin yaz saatinde

sabitlenmesi; ülke ekonomisini ve yine ekonomik olarak tüketiciyi olumlu yönde etkileyecek ayrıca psikolojik ve sosyolojik açıdan da toplumumuza faydalı olacaktı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı olan Enerji Bakanı Berat Albayrak da kalıcı yaz saati uygulamasının daha fazla enerji tasarrufu getireceğini ileri sürmüştü. AKP Milletvekili Burhan Kuzu ise Twitter’dan, “Artık bu yıldan

Okullarımıza gitmek için güne karanlıkta başlıyor, karanlıkta hazırlanıyor, karanlıkta kahvaltı yapıyor ve karanlıkta yola çıkıyoruz. Bu sıralarda, mecburen elektrik tüketiyoruz.

Enerji şirketleri köşeyi dönüyor, bizlere kalan ise, kabarık elektrik faturaları oluyor.

Karanlıkta Okula Gidilmez!

(11)

11

10

ŞUBAT 2017

itibaren saatlerimizi bile geri almak yok.

Geri vites arızalı, durmak yok yola devam.

Millet olarak güçbirliği yapalım.” diyerek karara tuhaf bir şekilde destek çıkmıştı. Her şey söyledikleri kadar güzel mi oldu, birlikte bakalım.

Öncelikle, Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) araştırmalarına göre, elektrik tüketiminde bu yılın Kasım ayında yüzde 6.5 oranında rekor bir artış söz konusu.

Günlük yaşamımıza baktığımızda hepimiz bunun sebebini çok basitçe görebiliriz.

Uyandığımızda hava hala karanlık oluyor.

Okullarımıza gitmek için güne karanlıkta başlıyor, karanlıkta hazırlanıyor, karanlıkta kahvaltı yapıyor ve karanlıkta yola çıkıyoruz.

Bu sıralarda, mecburen elektrik tüketiyoruz.

Yani bu karar; elektrikten tasarruf sağlamak yerine, enerji şirketlerinin köşeyi dönmesini

sağlıyor. Bizlere kalan ise, kabarık elektrik faturaları oluyor.

AKP döneminde alınan herhangi bir karar gibi, bu karar da psikolojik olarak bize iyi gelmiyor ve bilimsel olarak doğru yere oturmuyor. Bizler, diğer bütün canlılar gibi güneşe göre hareket ederek evrimleşmiş canlılarız. Şu anda ise hepimiz karanlıkta uyanmanın olumsuz psikolojik etkilerini yaşıyoruz. Vücudumuzdaki fizyolojik, psikolojik ve davranışsal birçok süreç, uyku- uyanıklık döngüsü, vücut sıcaklığı, kan basıncı, hormonların salgılanma düzeni;

doğal aydınlık-karanlık döngüsüne göre düzenlenir. Örneğin; vücut sıcaklığı, kortizol hormonu seviyesi ve kan basıncı gün içinde yükselirken gece saatlerinde düşer. Yaklaşık 24 saatlik zaman aralıklarını takip eden bu süreçler günlük ritim olarak adlandırılır ve

vücudumuzdaki biyolojik saat adı verilen bir iç mekanizma tarafından düzenlenir. Işık, bu mekanizmayı düzenleyen temel etkendir.

Bu nedenle kaliteli bir uykunun en önemli sağlayıcılarından biri karanlıkta uyumak olduğu gibi; mutlu uyanmak ve güne iyi başlamak için de gözümüzü açtığımızda güneşi göremesek bile gün ışığına ihtiyacımız vardır.

Bütün bunlara rağmen güne karanlıkta başlayan bir toplum, şüphesiz günün devamını da normal getiremiyor. Sabah saatlerinde ülkemizden küçük çocukların

“daha sabah olmamış, neden uyanıyoruz?”

sesleri yükseliyor; okullarımız, sınıflarımız, ilk derslerde ya uykuya ya da hayallere dalan öğrencilerle doluyor. Daha da kötüsü; bir saat sonra güneş doğunca açılacak yollar hala buzluyken yola çıkıyoruz, karanlıkta önümüzü göremiyor, kaza yapıyoruz. Aynı kararın uygulandığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) bir okul servisi kaza yapıyor, iki öğrenci ölüyor, liseliler

“Yollar mezar olmasın. Karanlıkta okula gidilmez.” diye isyan ediyor. Fakat bunların hiçbiri, şirketlerin hesaplarında dönen paraların yanında pek de önemli olmuyor.

Yetişkinler, daha doğrusu çalışanlar için, emekçiler için ise bu karar şu günlerde gün ışığı görmemek anlamına geliyor.

Zaten günlerini fabrikalarda, ofislerde geçiren emekçiler, günlerinin neredeyse değerlendirilebilir tüm saatlerini iş yerlerinde geçiriyorlardı. Şimdi ise; gün başlamadan kendilerini iş yerlerinde buluyor, iş çıkışında psikolojik olarak yaşadıkları rahatsızlıklarla da birlikte kendilerini eve zor atıyorlar. Gün ışığında sabah sporu yapmak bile bir emekçi için hayal oluyor.

Leyla ile Mecnun dizisini izleyenler bilir.

Devletimiz saatlerle İsmail Abi gibi oynuyor, günlerimizi karmakarışık ediyor. Ve bizlere, mücadele etmek için aklımıza gelmeyecek sebepler çıkıyor. Artık gerçek anlamıyla aydınlık bir güne uyanmak için bu düzenden kurtulmamız, patronların ceplerine giren paraları değil bizlerin hayatını, sağlığını önemseyen bir düzen için mücadele etmemiz gerekiyor.

(12)

13

12

ŞUBAT 2017

Evrimi savunmak neden önemli?

AKP’li yıllarda eğitimin bilimsellikten uzaklaştırıldığı bildiğimiz bir gerçek. Uzun yıllara yayılan bu ‘eğitimin dinselleştirilmesi’ operasyonunun birçok önemli sacayağı oldu. Ancak tüm bu süreçte AKP’nin evrim düşmanlığı tüm

süratiyle devam etti. Evrim, eğitim sistemine dönük saldırının hep en başa yazılan hedeflerinden oldu. Son müfredat

değişikliğinde de gericilerin evrim düşmanlığı, doruk noktasına ulaştı.

Biz de 2017 Türkiye’sinde evrimi anlamanın neden önemli olduğunu, evrime saldırmalarının altında yatan niyetleri ve evrim savunusunun hangi çerçevede yapılması gerektiğini

tartışalım istedik.

Sosyalizm Okulları fasikülü ile kısa süre sonra ülkenin dört bir yanında bir araya geleceğiz ve bu

sorulara birlikte yanıt bulmaya çalışacağız.

Haydi, Sosyalizm Okulları başlıyor.

K

ısaca “evrim kuramı nedir?” sorusunu cevapla- yarak başlayabiliriz. Evrim kuramının canlı varlık- ların değişerek türemesini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Makroevrim belli şartlarda başlayan canlılı- ğın yerkürenin, iklimin makro değişimlerinden etkilenerek çeşitli biyolojik mekanizmalarla yeni koşullara uyum sağlama- sını ve bazı türlerin yok olması, bazı türlerin ise birçok yeni türe atalık etmesini anlatmaktadır.

Mikroevrim ise tüm canlılarda bulunan genetik materyalinin bazı moleküler mekanizmalarla değişmesini (örneğin mutasyona uğramasını) anlatmaktadır. Bu kadar basit gibi görünen bir bilgi toplumsal alanda nasıl böylesine büyük yankılar uyandırabilir?

Aydınlanma mücadelesinin güçlü bir parçası haline gelebilir? Evrim sürecinin insanı da içerdiğinin anlaşılması ve bu kalkış noktasının çağrıştırdıkları yeni bir insanı, yeni bir yaşamı davet etmektedir.

Bu değişimin gerçekleşmesi ancak

bütünsel ve derinleşen bir müca- dele ile olabilir.

Bilimsel yaklaşım becerisinin kazanılması için evrim kuramı öğrenilmeli, öğretilmelidir. Bilim maddi süreçleri inceler, gözle- nebilir ve sınanabilir olguları açıklar, birbirini tetikleyen ilişkiler bütününü ortaya çıkarır. Cansız maddenin yapısını ve ilişkiselliğini açıklarken dayandığımız maddi yapı canlı madde için de geçerli- dir. Bu süreklilik cansız maddenin niteliksel bir sıçrama yaşaması sayesinde gerçekleşir. Tersinden canlı yaşam maddi nesnelere ve süreçlere indirgenebilir. Evrim kuramı da biyolojik olgulara test edilebilir bir somutlukta açıklama getirir, canlılar dünyasını bütün- leştirir.

Evrim kuramı olmaksızın olgular bağlantısız kalır, mucize- lere muhtaçtır. Bir parçayı doğal mekanizmaların dışına çıkarıyor- sanız, diğer onca mekanizmanın varlığı da anlamsızlaşır. Zaten bir kez maddi zemin arayışı bırakı- lırsa türlü safsatalara ulaşmak zor

olmayacaktır.

Kalıtsal özellik- ler ebeveynler yoluyla aktarılır düşüncesin- den, hangi ebeveyn seviyorsa çocuk ona

benzer düşüncesine doğru kayarsınız. Ya da suyun kaldırma kuvve- tini, yer çekimi kuvvetini doğada var olan kuvvetler olarak tanımlamaktan, düzenli yaratıcı bir gücün göstergesi olarak tanımla- maya geçersiniz. Böylece bilimin dışına düşersiniz.

Oysa bilimsel bilgiler bize, maddenin içsel doğasının bugünkü evreni ve ya- şamı ortaya çıkara- bilecek potansiyele sahip olduğunu göstermektedir.

Bilimsel bilginin yay- gınlaşması

sosyalizm

(13)

13

12

ŞUBAT 2017

Evrimi savunmak neden önemli?

için evrim kuramı öğrenilmeli, öğretil- meli. Bilimsel bilgi üretimi birikimsel bir süreçtir. Canlıların evrildiği konusundaki bilimsel bilgi araştırmacıyı yeni bilgilere ulaştırır. Örneğin bakterilerin ve virüs- lerin hızlı mutasyon geçirdiklerinin keş-

fedilmesi, onlarla mücadele konusunda ipucu verir. Bu sayede ne tür aşılar geliştirilmesi gerektiği tahmin edilebilir, bu bilgi üzerinden çalışma yapılabilir. Ama bugün

Türkiye’de aşı üretimi yapamazsınız, çünkü

aşı çalışmalarının yapıldığı merkez ka-

patıldı. Bu durumu bilmezsiniz ya da

önemsemezsiniz çünkü aşı üreti- minin gerekliliğini yetersiz

bilgiyle kavrayamazsınız.

Yaşamın daha kaliteli yaşanmasının önün-

deki engelin, tedavi olamama duru- munun nedenini anlamadı-

ğınızda sorunu kolayca doktora çıkarabilirsi- niz. Oysa insanlık

bu cahiliye dev- rini arkasında bırakacak olanaklara sahip.

Gerçeğe tarihsel akış içinde bakabil- mek için evrim kuramı öğrenilmeli, öğretilmeli.

Evrenin bir tarihi vardır, dünyanın da, yaşamın

da. Bu tarihler hem belli yasalara oturur

hem de kendi özgünlüklerini

yaratır. Hep- si gerçeğin

kendisidir.

Örneğin dünyada yaşamın varlığına dair bu-

lunan en eski tek hücreli

mikrofosiller yaklaşık 3,5 milyar yıl, atmosferde oksijen birikmesiyle ortaya çıkan oksijen kullanan organizmalar 2,5 milyar yıl, ayaklı balık "Tiktaalik" 375 milyon yıl, erken insansılardan "Lucy"

4 milyon yıl yaşındadır. Bu tarihsel akış çevresel koşulların, biyolojik alt yapının olgunlaşmasıyla şekillenir.

Yaşamın tarihi bize canlılığın birikim ve sıçramalarla ilerlediğini göstermekte, benzer özellikleri insanlık tarihi içinde ifade edebilmekteyiz. İnsanlık tarihsel ge- lişmelerin birikimiyle içinde bulunduğu nesnelliği değiştirebilmekte, bir sıçrama yaratabilmektedir. Tarihin öznesi ola- bilmekte, ilerleyişi mümkün kılmaktadır.

İşte tam bu yapı döngüsel tarih yakla- şımının gericilik olduğuna işaret eder.

Böylece tarihin tekerrür ettiği, insanın asr-ı saadet zamanına dönmesi gerektiği veya insanın ilk günden beri uygarlıkla var olduğu iddialarının gayri bilimsel olduğu görülebilir.

İnsanı tanımlarken evrim kuramı öğrenilmeli, öğretilmeli. Kuram, insanın varoluşunu maddi zemine taşımakta ve biyolojisinin milyarlarca yıllık evrimin ürünü olduğunu göstermektedir. İnsanın insanlaşması sağlayan son 100 bin yıllık kültürel gelişimin birdenbire olmadığı- nı anlatmaktadır. Bu kavrayış insanın doğaya ve diğer insanlara yaklaşımını de- rinden değiştirir, evrene nicel ve nitel de- ğişimlerin birbirini doğurduğu zamansal bir akış perspektifiyle bakmanın önünü açar. Nihayetinde, dünya merkezli evren fikri gibi insan merkezli dünya fikri de yıkılır. İnsanın doğaya yanlış yakıştırılan

“mükemmel amaçlı işleyiş” nitelemesi de zorunlu olarak tarihin tozlu sayfalarında- ki yerini alır. Doğanın ürünü insan alet üreterek doğaya yabancılaşırken doğayı ve kendini tarihiyle birlikte anlamlandı- rarak yeni bir bütünsel özne inşa edebilir.

AYDINLANMAYI NİÇİN SAVUNMALI?

İnsanlık toplumsal yaşamın nasıl daha iyi kurulabileceğine dair çok uzun zamandır hayaller kurmakta, çeşitli ütop- yalar anlatmaktadır. Bu ütopyalar kimi farklılıklar taşımakla beraber genellikle özel mülkiyetin olmadığı dolayısıyla yok- sulluğun olmadığı, gündelik yaşantının adil işbölümüyle örgütlendiği, savaşların olmadığı, kadın ve erkeğin saygın, eşit bir statüde durduğu yeni toprak parçaları

(14)

15

14

ŞUBAT 2017

olarak düşünülüyor. Aydınlan- ma döneminde bu ütopyalara

‘paranın olmadığı, sömürünün olmadığı, din adamı yönetiminin olmadığı’ boyutları ekleniyor.

Bu istekler bizim içinde yaşa- dığımız boğucu ortamın değiş- mesini sağlayacak isteklerimizle örtüşüyor. Özgür ve eşit bir yaşam sürmek, insan onuruna yakışır biçimde çalışmak, sanat ve bilimle ilgilenebilmek, kader – fıtrat çaresizliğinden kurtulup ölme- den, aç kalmadan yaşamak için ütopya dünyasını çağırmalıyız. Bu dünyada yaşadım diyebilmek için aydınlanmayı savunmalıyız!

Bilinmezliğin, geleneklerin, dogmaların yarattığı karanlıktan çıkmak uzun soluklu, hala devam eden bir süreçtir. Aydınlanmayı savunmak dünden bugüne insanla insanın arasına giren her türlü soyut ya da somut şeyden kur- tulma mücadelesinin önemli bir

parçası oldu. Galileo Galilei’nin 1615 yılında engizisyon mahke- mesinde yargılanması dogma ile sorgulamanın çarpışmasının en sembolik vakalarından biridir.

Yargılanmasının sebebi kendi eliyle yaptığı teleskopla yıldızları ve gezegenleri gözlemesi sonucu Galileo’nun yeni çıkarımlar ya- pabilmesi ve bunu arkadaşlarına, öğrencilerine anlatmaya cüret etmesidir. O evrenin merkezinde kesinlikle Dünyanın durmadığına dair kanıt buldu. Evrende bir yerde Güneş durmakta ve Dünya onun çevresinde dönmektedir.

Tıpkı diğer gezegenler gibi. Bu sırada Osmanlı’da ise teleskopla gökyüzüne bakmak meleklerin bacaklarını seyretme iffetsizliği olarak yaftalandı.

Bundan 400 yüz yıl sonra tarihsel ve toplumsal ilerleme, yeryüzünün cennet haline geti- rilme çabası kapitalizmin sınırla-

rına takıldı. İnsanlığın elde ettiği haklar, özgürlükler ürettiği fikirler, güzellikler bir bir elimizden alın- maktadır. Dünyadaki bu karanlık döneme ülkemizde bir de şeriat savaşı verenler eklenmiştir. Aynı zamanda dünyadaki karanlığın devam edebilmesi için de dinsel bağnazlığın kolaylaştırıcılık sağla- dığı açıktır.

AYDINLANMA NEDİR?

Aydınlanma dönemi diye tanımlanan dönem 17. ve 18.

yüzyılları kapsıyor olsa da dü- şüncenin gelişimi ve onu orta- ya çıkaran toplumsal koşullar açısından Rönesans ve Reform dönemiyle başlamaktadır. Ancak aydınlanmanın salt bir felsefi akım olmadığını, topluma müdaha- leyi de barındırdığını vesiyasal zirvesinin Fransız Devrimi olduğu söylenebilir. 19. yüzyılda ise bu akımın sınırlarının açığa çıktığını

ve daha gelişkin olarak Marksiz- min doğduğunu görebiliyoruz.

Aydınlanma şu veya bu kişinin şöyle veya böyle bir düşünceye sahip olması durumuna daral- tılamaz. Ya da kimi kişilerin temsil ettiği bir dönemden ibaret değildir. Dünya, insan ve yarattık- larımız hakkında yeni bir bakışın olgunlaşma sürecidir. Felsefede, bilimsel ve sanatsal üretimde ide- alize edilen şeyden dünyevileşen şeylere doğru geçiştir. Önceki dö- nemde tanrısal güç, din adamının otoritesi, soylunun hakkı, kud- retli ordunun başarıları yaşamın idealleridir. Yığınlar bunlar için yaşamlarını feda ederek hayatla- rına değer katabilirler. Artık bu düşünceler aşılmaktadır. İnsanın yaşamı amaçlandırabildiği, içinde bulunduğu toplumun iyileşmesini hedefleyebildiği bir süreç başla- mıştır.

Aydınlanma yüzünü insana

sosyalizm

(15)

15

14

ŞUBAT 2017

dönmektir. İnsanın kendisini tanımlama ve özgürce kendini gerçekleştirebileceği koşulların aranışıdır. İnsan nasıl özgürleşir, nelere bağımlıdır? İnsanın özgür- lüğü varoluşsal mıdır, durumsal mıdır? Herkes özgür müdür? Bu soruların sorulabilmesini sağlayan ise olgunlaşan toplumsal koşul- lardı. Üretim ilişkileri içerisinden doğan ihtiyaçlar bilinen gerçek- liğe sığmamakta, daha fazlasının yaratılması durumu kendini daya- maktadır. Bilim, sanat veya düşün insanı geçmiş çağların bilgisinin ötesine geçmek zorundaydı.

Gerçeğin kavranması için kitaplarda yazan bilgi ve ona göre düzenlenmiş hayat sorgulanmalıy- dı. Akılcı düşünmek gerekiyordu ve onun kullanılmasını engelleyen her türlü otorite aradan çıkarıl- malıydı. İnsanın düşüncesinin, ilişkilerinin, yaşamını belirleyen aracılardan kurtulmalı, özgürleş- meliydi. Aklın esareti bitmeliydi.

Bu bir ilerlemedir.

Bu ilerleme insanın önünde yeni ufuklar açmıştır. Bir şeyi akıl- la değerlendirebilmek için nesnel kriterler oluşturulmaya başlan- mıştır. Bu nesnel olma çabası bilimsel düşüncenin gelişimini de beslemiştir. Gerçeğin bilimsel keşfi onun nesnel somutluğunda aranır hale gelmiştir. Gözlenen olayların neden sonuç bağıntısının kanıtla- ra dayanarak açıklanması gerek şart olmuştur. Böylece dünyanın ve evrenin işleyişinin bir takım do- ğal yasaları olduğu fark edilmiştir.

Bütün varolan kabullerin aslı asta- rı olmayan hurafelerin, inanışların ürünü olduğu görünürleşmiştir.

Dogmadan kurtulmak kişinin aklını kullanma cesareti göster- mesine veya gerçeğin bilgisinin ona ulaştırılmasına bağlıydı. Tekil insanların aklının ve iradesi- nin özgürleşmesiyle toplumsal özgürlük gelecekti. Ütopyaların gerçekleşeceği, yeryüzünün cen- net olacağı yeni bir hayat başlaya- caktı. Aydınlanma düşüncesi bu noktada sınırlarına ulaşmıştır.

AYDINLANMA İLE KOMÜNİZM MÜCADELESİNİN BAĞI NEDİR?

“Köleler felsefe kaygusu çek- medikleri

İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü

Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;

Felsefe sahipleri köle kaygusu

çekmedikleri

İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini

Felsefe veriyordu onlara.”

Melih Cevdet Anday

Aydınlanma yeryüzünün cen- net olacağı yeni bir hayat vaadini gerçekleştiremedi. Makinalaş- manın arttığı, devasa üretimlerin yapıldığı, insanın dışına bu ölçekte müdahale edebildiği bir ortamda aydınlanmacı olmak yetmedi.

Çünkü kapitalist sistem insanı bir yanıyla özgürleşmesinin olanakla- rını yaratırken başka yeni bağımlı- lıklar da yaratmıştır. Örneğin tüm insanları besleyebilecek düzeyde yiyecek üretimi kapasitesine ula- şılmışken insanlar parası olmadığı durumda yiyeceğe ulaşamamakta ve tonlarca besin çürümeye bıra- kılmaktadır.

Aydınlanma düşüncesinin bir kanadından çıkan Marksist düşünce, insanlığın durduğu zeminden ileri doğru yeni bir sıçrayış yapmasıdır. Aydınlanma- nın metafizik olmayan, maddi olana dayalı mutlak gerçek tarifi kapitalist toplumsal yapıyı ilerletmiş, ancak kapitalistleri yeni muktedirler haline getirmiştir.

Artık aydınlanmanın yarattığı kazanımlar kendi başına yaşaya- maz durumdadır. Kapitalizm ise kendi çocuğunu yemektedir. Tüm değerleri ve bilgiyi araçsallaştır- mıştır; mutlu azınlıkları yeni bir biçimde meşrulaştırmıştır.

Marx ve Engels 1800’lü yıl-

larda aydınlanma düşüncesinin aşıl- ması gerektiğine işaret etmişlerdir.

İnsanın tarif etti- ği doğa yasaları mutlak doğrular değildir. Tarih- sel gerçeklerdir.

Önemli olan şeylerin somut- luğundan başlamak ve aradaki iliş- kileri ortaya çıkarmaktır.

İnsanlık daha iyisini bulana kadar elde olanın en doğru ol- duğunun farkında olmalı, yine de hiçbir şeyin

durağan olmadığını bilmelidir.

Dolayısıyla değişim belirtilerini yakalamak ve o doğrultuda yeniyi inşa etmek artık bu aydınlan- mış insanın sorumluluğundadır.

İnsanlığın toplumsal ütopyasının gerçekleştirilmesi böylece bilimsel zemine oturur. Hayaller maddi gerçeklikle bağlantılanır. Top- lumsal değişimin de var olanı iyi açıklayan ve bize ilerleme zemini sunan bir yasası vardır. İnsan tarihin akış içinde önüne çıkan

zorun-

lulukları kavrayıp

aşarken kendisini de yeniden ve yeniden oluşturur. Kendini sınırlayan koşulların değiştirilmesi her bir insanın potansiyelinin, yaratıcılığının önünün açılmasını sağlar. Özgürlüğü ve mutluluğu böyle yakalar. Bugünkü tarihsel zorunluluk üretim araçlarının tüm toplumun mülkiyeti haline getirileceği bir toplumsal yapı inşa etmektir.

(16)

17

16

ŞUBAT 2017

Futbolu arsada güzelleştirenler:

Taçsız Kral, Çizgi Metin, Baba Hakkı

Spor sadece spor değildir. Spor ortaya çıktığından bu yana sınıflar mücadelesinin ve siyasetin bir parçası oldu. İnsanlık, spora emek veren birçok kahramana tanıklık etti. Ve şanslıyız ki, bizim ülkemizde

de kahramanlar yeşil sahalara ayak bastı ve hepimize güçlü bir miras bıraktılar: Çizgi Metin, Taçsız Kral, Baba Hakkı...

Ö

ncelikle adını saydığımız usta futbolcuların gönüllerde taht kurmalarını; oynadıkları takımla- ra kazandırdıkları başarılar, attık- ları goller, kazandırdıkları kupalar kadar;

duruşları, kültürleri, terleriyle ıslattıkları formalarla kurdukları bağ, memlekette gelişen olaylar karşısında sergiledikleri tutum sağladı.

Baba Hakkı, Hakkı Yeten, futbolda dürüstlüğün sembolü oldu. Futbolu çirkinleştirenlere inat, hakemlerin dahi maç içerisinde karar verirken kendisine danışmasını dürüstlüğüyle sağladığı güvene borçluydu. Futbolun kavgadan ibaret olmadığını, gerektiğinde takım arkadaşlarına ve taraftarlarına tepkisini göstererek kanıtlamaya çalıştı. Pek çok örnekte, oyun esnasında kavga çıktı- ğında veya taraftar sahaya müdahale et- meye kalktığında, hakemden önce Baba Hakkı sorumluluk üstlendi.

Taçsız Kral, Metin Oktay; sadece sa- halarda değil, ülkenin zor dönemlerinde gösterdiği duruşla da halka örnek oldu.

1960’lı yıllar, Türkiye’de ilk defa bir işçi partisinin güçlenerek meclise girmesine tanıklık etti. Türkiye İşçi Partisi (TİP) emekçiler arasında büyük bir umut yara- tırken, edebiyattan sanata, akademiden spora pek çok alanda birçok aydın TİP’i destekledi. Metin Oktay da işçi sınıfının mücadelesine sahalarda omuz verenle- rin başında geliyordu. Seçimlerde TİP’e oy verdiği herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Öyle ki bu kimliğinden rahatsız olan sağcı partiler, kendi partilerinde milletvekili olması için teklif götürdü- ğünde, Metin Oktay’ın cevabı nettir:

“İkinizin teklifine de hayır diyorum

beyler. Benim sahada yaptığım ayak oyunlarının ne değeri olur, ne sözü olur, mecliste sizlerin arasında?”

1971’de gerçekleşen askeri darbe sonrasında yakalanarak idam cezası- na çarptırılan gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için başlatılan imza kampanyasında imzacı olan ve imza toplayan yine Metin Oktay’dır.

Çizgi Metin, Metin Kurt ise futbolun sermayedarların elinde kirletilmesi- ne, spor emekçilerinin spor şirketleri tarafından sömürülmesine karşı çıktı ve kendisine ait olan belki de en güzel sözü ilke edinerek hayatını ve mücadelesini sürdürdü: “ Futbol borsada değil, arsada güzel.” Futbolcular arasında sendikalaş- ma fikrini ortaya atarak, dönemin kulüp patronları tarafından hedef haline geti- rilen Metin Kurt, hakları için Futbol’daki ilk greve imza attı. Futboldaki sömürü koşullarına, spor emekçilerinin sorunla- rına ve spora ilişkin pek çok köşe yazısı yazarak, dönemin günlük Politika Ga- zetesi’nde spor sayfası sorumluluğunu üstlendi. Sendikalaşma mücadelesinden vazgeçmeyen Kurt, spor emekçilerinin hakları için örgütlenebilmesi amacıyla Spor Emek-Sen’i kurdu. İşçi sınıfına ve halkına olan bağlılığını ise şu sözleriyle ifade etti ve bu sözlerden sonra Çizgi Metin olarak adlandırıldı: “Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide beklerdim. Antrenör ve idarecilerin olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum.

Kapalının önünde oynamamak için bir devre sağ açık, bir devre de sol açık oynardım.”

16

ŞUBAT 2017

(17)

17

16

ŞUBAT 2017

17

Futbolu borsada satanlar:

Rıdvan, Arda, Burak...

F

utbolun bir mücadele alanı olduğu- nu ve sermaye iktidarlarının futbolu, emekçileri bölmek ve sınıflar arasın- daki karşıtlıkların üzerini örtmek için kullanmaya çalıştığını vurgulayarak başlamak gerekiyor. Ve her alanda olduğu gibi bu alanı da zaman içerisinde, sermaye sınıfına kazanç sağlayan bir ‘sektör’ olarak örgütleyip, parayı spora egemen kılmayı amaçladıklarını hatırı- mızda tutmamız gerekiyor. Böylelikle futbol hem ideolojik bir silah hem de kâr getiren bir sektör haline dönüştürülmeye çalışılmakta- dır.

Bu tablo karşısında kimi futbolcular, sermayedarların saldırılarına direnip futbolu yaşatmaya çalışırken; kimileriyse saldırılar- dan nemalanmaya çalışarak, saldırıların yüzü haline gelmişlerdir. Rıdvan, Arda ve Bu- rak’ın son dönemde yaptıkları ‘evet’ çağrısı;

iktidardan beklenti içerisine girip, sektördeki paylarını arttırmaya çalışanların sefaletinin göstermektedir.

AKP iktidara geldiğinden bu yana saldırı- larını yoğunlaştırdığı alanlardan biri futbol.

Passolig uygulamasından, tribünlere yönelik saldırılara; kulüp başkanlarıyla kurulan kirli ilişkilerden, kulüplerin AKP’lilere satılmasına;

futbolu çirkinleştirenlerin ön planda tutula- rak desteklenmesinden, tribünlerin; tarikatla- rın örgütlenme alanı olmasına kadar bir dizi gelişme AKP imzası taşıyor.

Ülkemiz kritik bir referanduma gidecek- ken, futbol ünlüleri tarafından yapılan ‘evet’

çağrısı, masumane bir ‘fikir beyanı’ olarak değerlendirilemez. Bu yapılan sosyal medya reklamı iktidara yaltaklanmanın bir ifadesidir.

Bahsettiğimiz isimler sadece sahalarda değil, saha dışında da AKP Türkiye’sinin yüzü olmaya soyunuyorlar. Örneğin bizim için Baba Hakkı neyse, AKP için Burak Yılmaz odur. Neredeyse her pozisyonda kendisini yere atarak hakemi aldatmaya çalışmak;

sıklıkla rakip takım oyuncularına futbol dışı,

itici davranışlarda bulunup kavga çıkarmaya çalışmak AKP’nin kültürüdür. Basında sürekli karısını dövdüğü için yer alan bir futbolcuysa, AKP’nin futbolcusu olabilir ancak. Aynı şe- kilde otobüs şoförüne hesapsızca saldırabil- mektedir Burak. Çünkü önceden emin olduğu üzere o otobüs şoförü görevden alınacaktır.

Acun’un sponsorluğunu üstlendiği türlü sosyal sorumluluk şovlarında şirin gözüken Arda da, bulduğu her fırsatta AKP’ye olan hayranlığını dile getirmiştir. Büyük Reis’e bağlılığını her fırsatta dile getirmekten geri durmamıştır. Öyle ki; AKP açılım yapınca açılımcı olmuş, Tayyip faiz lobisine işaret edince ‘faizler düşsün kervanı’na katılmış, 15 Temmuz sonrası darbeye karşı ‘demokrasi kahramanları’ geçidinde yer almıştır. AKP’nin futbola müdahalesinin önemli noktalarında hep rol üstlenmiştir. AKP Türkiye’sinin gerçek starının nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini iyi kavrayan Arda, bu alanda kendisine yönel- tilen çağrıya “Ben de varım” diyerek yerini

almıştır. Metin Oktay Türkiye sağcılığından ve sermaye partilerinden nasıl uzak durarak Kral olduysa, Arda iktidara yaltaklanarak yerini garanti altına almaya çalışmıştır.

‘Güçlü’ Türkiye için çağrı serisini başla- tan Rıdvan Dilmen ise yalakalıkta sınırları zorluyor. Her gün TV programlarına çıkıp, futbolun ticarileşmesine sayısız övgüler dü- zen Rıdvan, kendisi için çıkar yolun futboldan elde edilen ranttan pay kapmak olduğuna inanmış durumda.

Rıdvan, Metin Kurt’un aksine futbolu borsaya çıkarmış, referandumu fırsat bilerek borsadan hisse satın almaya kalkmıştır.

AKP’nin içerisinde spor geçen her kampan- yasının istisnasız katılımcısı olan Rıdvan Dilmen, mükâfatını gelecek dönem Futbol Federasyonu’na başkanlık yaparak almayı hedeflemektedir. Bir televizyon programında başkanlığa aday olacağını ilan eden Dilmen, bu konuyu Erdoğan’a taşıyarak icazet alaca- ğını da eklemeyi unutmamıştır.

(18)

19

18

ŞUBAT 2017 EDEBİYAT

Kendini hep dünyanın en borçlu insanı sayar Aziz Nesin. Halkına, Türkiye’nin emekçi halkına karşı ödemek zorunluluğu hissettiği bir borçtu bu. Gericiliğe, emek düşmanlığına, emperyalizme karşı en önde durup da boyun eğmeme, dahası dişe diş mücadele etme borcu.

Aydınlanmayı

‘Bizimkiler’den Okumak...

T

ürk aydını bir avuçtur, büyük oranda da birbiriyle arkadaş, ahbap veya akrabadır.

Gel gelelim böyle küçük bir gruptan bahsediyor olmamız, tek bir nesil ve dahası tek bir siyasi-ideolojik hatta işaret etmez.

Yeşil Gece’nin kendisini aydınlanmaya adayan Öğretmen Şahin’i, cumhuriyetin kuruluşundan sonra yeniden hortlayan burjuvazi-gericilik ittifakından yılarak öğretmenlik yaptığı kasaba- dan kaçıp yönünü bir umutla devrimin kalbine, Ankara’ya çevirmişti. Oysa Şahin ve niceleri Ankara’da da benzer bir manzarayla karşıla- şacaklar; yüzünü “şimal rüzgârı”na çevirmeyi beceremeyenler, hayal kırıklığı içinde kendilerini tüketirken veya git gide hasımlarına benzeşir- ken, içlerinden şimal rüzgârına doğru yürümeye başlayanlar da çıkacaktır.

1920’ler boyunca başta Nâzım Hikmet

olmak üzere açıktan işçi sınıfının iktidarından yana ağırlık koyan, genç Sovyetler’in tüm dünyadaki yüksek prestijiyle ideolojik anlamda bolşevizme yakınsayan, hatta Türkiye Komünist Partisi üyesi olan aydın ve yazarlar olsa da, bu siyasi-ideolojik hattın edebiyat alanına yansıması henüz son derece kısıtlıdır. Bu alandaki ayrışmanın yaşanması ve toplumcu gerçekçi edebiyata açılan alandan ilk işaret fişeklerini atması için Nâzım’ın 1929’da Resimli Ay dergisinde eskiye dair ne varsa mücadeleye giriştiği “Putları Yıkıyoruz” kampanyasını beklemek gerekecektir.

Nâzım Hikmet’in bu cesur çıkışı sadece Osmanlı döneminin “eski” edebiyatının üstünü çizmekle kalmamış; aynı zamanda cumhuriyetin jakoben damarı canlı

yazarlarının, cumhuriyetin daha ilk yıllarında

kurulmakta olan burjuvazi ve gericilik ittifakının karşı hamlelerine yanıt üretememesi, bir çıkış bulamaması ile de hesaplaşmış; böylelikle toplumcu edebiyata, emekçi yoksul sınıflardan yana, aydınlanmacı bir çıkış alanı açmıştır.

Açılan bu alan üzerinde verilmeye başlanan ürünler gerek ideolojik gerek de edebi açıdan dört başı mamur değildir kuşkusuz. Ancak Sadri Ertem, Reşat Enis, Suat Derviş, Vâlâ Nurettin, Mahmut Yesari gibi isimlerin edebi üretimlerinde hızla kentli fabrika işçilerinin ve köy yoksullarının yaşam koşullarını, iş ve insan ilişkilerini, onların karşısındaki egemen ve gerici sınıfları hedef tahtasına koyarak, gerçekçi bir biçimde konu edinmeye başlandığını görürüz. Mahmut Yesari’nin “Çulluk”unun, Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca”sının, Reşat Enis’in “Afrodit Buhurdanında Bir

(19)

19

18

ŞUBAT 2017 EDEBİYAT

Kadın”ının yayımlandığı dönem, artık Türk edebiyatı açısından yepyeni bir dönemdir.

Gerek dışarıda sosyalizmin planlı ekonomisinin 30’lu yıllarda büyük buhranın karşısında zerre sarsılmamasının sosyalizme kattığı prestij, gerek içeride hızla gelişen sanayi ile birlikte işçi sınıfı nüfusunun hızla artması, buna karşın kentte ve köyde artan yoksulluk, gerekse dünya ikinci savaşa doğru giderken emekçi sınıfların ve ilericilerin üzerindeki baskı koşulları, toplumcu gerçekçi yazına ilgiyi 30’lu yıllarda beslemeye devam etmiştir. Yazın hayatı boyunca toplumcu gerçekçi edebiyat ile doğrudan ilişkilenmeyecek olan Sait Faik’in dahi ilk öykülerinin bu paralelde olması, yukarıda andığımız koşullar ile doğrudan ilgilidir.

Nâzım’ın yerinde tanımlaması ile, Türk edebiyatının ilk sosyalist gerçekçi kalemi Sabahattin Ali, edebiyat için: “tamamiyle sosyal bir iştir (...) içinde yaşanan cemiyet şartlarının şuurlu veya şuursuz bir ifadesidir (...) burada da birtakım değişme, kendini idame prosesürleri ile karşı karşıyayız. İleri hamleler ile geriye doğru

çeken mürteci kuvvetler dövüş halindedir. (...) Git gide kuvvetlenen ileri cereyan, dünden kendilerini bir türlü ayıramayanları yenmekte fazla gecikmeyecektir.” derken, toplumcu gerçekçilikten yana açıkça tavır almakla kalmamış, gericiliğe karşı mücadelenin ancak emekçi kitlelerin yanında olan ilericilerin aydınlanmacı tavrı ile mümkün olabileceğinin altını çizmiştir. Sabahattin Ali’nin bu tavrı, karanlık bir biçimde sonlandırılan kısa yaşamının sonuna dek onun edebi çizgisini belirlemiştir. Türk edebiyatının en gelişkin örneklerinden biri sayılan “İçimizdeki Şeytan”

romanı, “mürteci” kuvvetlere karşı savaş ilan ederken, aynı zamanda “dünden kendilerini bir türlü ayıramayanlar”la da hesaplaşmaktadır.

Sabahattin Ali’nin toplumcu gerçekçilikte tuttuğu bu yol, Aziz Nesin’in keskin zekâsıyla kesişince, aydının Türkiye tarihinde sahne olduğu en sivri çıkışlardan birinin de temelleri atılıvermiştir: Marko Paşa mecmuası. Aziz Nesin, Marko Paşa’yı “halk hizmetinde, halk dertlerini belirtmek ve halka yararlı olmak için gülmeceyi bir araç olarak kullanmıştır.

Putlaştırılmış olanları en çirkin yerlerinden halka göstermiş, en yürekli eleştirileri yapmıştır” diye tanımlıyordu.

Oysa ufak bir başlangıçtır sadece Marko Paşa, Aziz Nesin’in aydınlanma mücadelesine adanmış uzun yaşamı için. Kendini hep dünyanın en borçlu insanı sayar Aziz Nesin.

Halkına, Türkiye’nin emekçi halkına karşı ödemek zorunluluğu hissettiği bir borçtu bu.

Hapis yattıkça, dergisi kapatıldıkça, kitapları toplatıldıkça eksilmeyip artan bir borç.

Gericiliğe, emek düşmanlığına, emperyalizme karşı en önde durup da boyun eğmeme, dahası dişe diş mücadele etme borcu. 1940’ların karanlığının karşısında da onu görürüz, Marshall Planı’nın karşısında da. Demokrat Parti’nin karşısında da onu görürüz, Yazarlar Sendikası’nın başında da. 12 Eylül sonrasında Türkiye aydını adına yaprak kıpırdamazken, Aydınlar Dilekçesi’nin örgütlenmesinin başını çeken de odur, Sivas’ın karanlığına karşı sözünü söylemekten zerre geri durmayan da.

Dolayısıyla defalarca kez dağıtımı engellenen, toplatılan, kapatılan, farklı adlarla çıkmak zorunda bırakılan Marko Paşa’nın etkisi, yayımlandığı birkaç yıla sıkışıp

kalmaz; Türkiye aydınlanma tarihine Rıfat Ilgaz

gibi, Aziz Nesin gibi Türkiye tarihinin gördüğü en inatçı aydınları armağan eder.

Diğer yandan 1940’lı yılların tümünü ülkenin çeşitli yörelerindeki hapishanelerde geçiren Nâzım, hapishane damlarını

bir aydınlanma mabedine çevirir. Yaşamını yitirdikten sonra 1960’lı yıllarda ancak yayımlanabilen beş adet şiir kitabının yanında, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı da bu dönemde kaleme alır komünist şair.

Memleketimden İnsan Manzaraları ne anladığımız anlamıyla bir romandır, ne bir destan, ne de bir şiir. Tüm bu biçimlerin dışında, Nâzım’ın tüm adımlarını titizlikle planladığı ve bugün dahi denenemeyen ve aşılamayan bir yeni edebi biçimin çok zor şartlarda ve fakat ustaca bir uygulamasıdır.

Nâzım, anlatacağı içeriği ne romanın ne de şiirin kalıbına sığdırabilmiş; böylelikle içeriğin ihtiyaçlarının belirlediği yepyeni bir biçim ortaya koymuştur. Bununla da kalmaz Nâzım.

Onun hapishanesi, üniversitedir. Nâzım o aydınlanma üniversitesinde, cahil bir köylü oğlandan Balaban gibi bir toplumcu ressam çıkaracak, Kemal Tahir ve Orhan Kemal gibi iki yazarı yetiştirecektir.

Hamallıktan ameleliğe, köftecilikten memurluğa, dokuma işçiliğinden seyyar satıcılığa türlü işler yapıp yaşamının çok büyük bölümünü geçim sıkıntısı içerisinde geçiren Orhan Kemal, bizzat içinde yaşadığı ve bir üyesi olduğu emekçi katmanların sosyal gerçeklerini yansıtır romanlarına.

Ama onlardan biri olması değildir Orhan Kemal’in romanını değerli kılan. Gerçeğin olanca çıplaklığıyla ve dilindeki derinlemesine berraklık, duruluk ve yalınlıkla kâğıda yansıtılmasındaki büyük ustalığıdır. Emekçi halkı, her satırda bize hissettirdiği büyük bir insancıllıkla büyük bir sevgiyle yazması;

bunun yanında, düzenin egemenlerinin, çarpıklıklarının, toplumsal eşitsizliklerinin ise açıkça karşısında konumlanmasıdır. Sınıfsal perspektiften yoksun değildir Orhan Kemal’in insan sevgisi. İnsancıldır, insanı sever; tüm çelişkilerine ve kötücüllüğüne rağmen sevmeye gayret eder. Ancak Bir Filiz Vardı’dan Bereketli Topraklar Üzerinde’ye, Üçkâğıtçı’dan Devlet Kuşu’na, yapıtlarında bu insan sevgisi hiçbir zaman insanı sömürene de hayırhah bakmakla sonuçlanmaz; tam tersine, insan sevgisinden hareketle, emekçi sınıfların tarafını tutar her zaman Orhan Kemal. Bulgaristan’da yaşamını

yitirdikten sonra cenazesinin işçiler tarafından karşılanması, naaşına sunulan

çelengin üzerinde “biz işçiler hatıran önünde saygıyla

eğiliriz” yazması işte tam bundandır. Orhan

Kemal, halkın yazarıdır.

Tıpkı Nâzım’ın, Aziz Nesin’in, Reşat

Nuri’nin, Suat Derviş’in, Rıfat Ilgaz’ın, Reşat Enis’in, Sevgi Soysal’ın, Samim Kocagöz’ün, Hasan İzzettin Dinamo’nun ve diğer nicelerinin olduğu gibi...

Okuma önerileri:

Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, Memleketimden İnsan Manzaraları

Nâzım Hikmet İçimizdeki Şeytan

Sabahattin Ali Bir Gün Tek Başına

Vedat Türkali Bir Filiz Vardı, Murtaza

Orhan Kemal Acı Lokma Fahri Erdinç

Referanslar

Benzer Belgeler

Davacı, davalıya ait iş yerinde 1996 yılının Ekim ayında çalışmaya başladığını ileri sürmüştür. Davacıya ait Sosyal Güvenlik Kurumu kayıtlarının

▪ Şubat ayı reklam süreleri ocak ayına göre %8,2 artmıştır.. ▪ 2021’in ilk 2 ayında en fazla

2021 yılında da yönetişim kalitesini artırarak daha kaliteli bir yaşam ve sürdürülebilir bir gelecek için çocuklar, gençler ve profesyoneller için kamuda, özel

yakalanmışsa, hele hele yağmurun bir vakit sonra dineceğini bilmiyorsa, daha doğrusu bildiğini unutmuşsa… Evet yağmur onun için sadece çamur.. Hiçbir anlamı olmayan

olmanın bu şekilde olduğuna inanmaya yönlendiriliyoruz — ancak tek yol bu değil. Açık söyleyelim kadınların başarmaya duydukları açlık, diğer kadınları

Atık yonetim planı için ilçe belediyeleriyle yaptığı işbirliğini kamuyla paylaşıyor

Nâzım 3 yaşındayken babası Hikmet Bey memuriyetten ayrılır ve Halep’e, Nâzım Paşa’nın yanına, taşınırlar.. Böylece Nâzım 3 yaşında paşa

SLİM Dokunmatik veya Mekanik Butonlu (Siyah veya Beyaz Camlı)1. ÇITASI ve ARKA KAPAĞI