• Sonuç bulunamadı

YALNIZ KADINLAR ARASINDA

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "YALNIZ KADINLAR ARASINDA"

Copied!
16
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

YALNIZ KADINLAR ARASINDA

Cesare Pavese (1908-1950) İtalyan yazar, şair, çevirmen ve edebiyat eleştirmeni.

20. yüzyılın en büyük İtalyan aydınlarındandır. Bir çevirmen olarak Amerikan ve İngiliz edebiyatlarının İtalya’da tanınmasını sağlamıştır. İtalya’nın önde gelen yayınevlerinden Einaudi’de faşizm karşıtı bir dergi çıkarmıştır. Siyasi görüşü nedeniyle tutuklanmıştır.

Pavese edebiyat hayatına öncelikle öykü ve şiirle başlamış, daha sonra romana yönelmiştir.

Dünya çapında ün salmış bir yazar olan Pavese, Güzel Yaz adlı eseriyle 1950 yılında Strega Ödülü’nü kazanmıştır. Eserlerinde insan ruhunun derinliklerine ve varoluşsal sorunlara yönelir. Yalnız Kadınlar Arasında adlı romanda işlediği intihar konusundan, kişisel günlüğünde de söz etmiş ve kendini yalnız hissettiğini dile getirmiş olan Pavese, kırk iki yaşında, yazarlık hayatının zirvesinde, bir otel odasında kendi hayatına son vermiştir. 1957’den beri İtalya’da Pavese Edebiyat Ödülü düzenlenmektedir.

Meryem Mine Çilingiroğlu (1977, İstanbul) İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun olduktan sonra yüksek lisans eğitimini aynı üniversitenin İtalyan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda tamamladı. Venedik Cà Foscari Üniversitesi’nin uzaktan eğitim kapsamında gerçekleştirdiği ITALS, Yabancı Dil Olarak İtalyanca Eğitimi Vermek adlı yüksek lisans programını bitirdi. Duke (Durham, ABD), Yeditepe ve İstanbul üniversitelerinde İtalyanca Okutmanı olarak çalıştı. Elena Ferrante, Francesco Alberoni,Giorgio Agamben, Alice Taşçıyan, Margaret Mazzantini, Melania G. Mazzucco, Edmondo de Amicis, Italo Calvino ve Eugenio Borgna gibi yazarların kitaplarından çeviriler yaptı.

(2)

Cesare Pavese’nin YKY’deki kitapları

Şiirler (2009)

Yalnız Kadınlar Arasında (2022)

(3)

CESARE PAVESE

Yalnız Kadınlar Arasında

Roman

Çeviren

Meryem Mine Çilingiroğlu

(4)

Yapı Kredi Yayınları - 5958 Modern Klasikler - 99 Yalnız Kadınlar Arasında / Cesare Pavese

Özgün adı: Tra donne solel Çeviren: Meryem Mine Çilingiroğlu

Kitap editörü: Filiz Özdem Düzelti: Filiz Özkan Kapak tasarımı: Davut Yücel Sayfa tasarımı: Mehmet Ulusel Grafik uygulama: Merve Çakıroğlu

Baskı: Sena Ofset Ambalaj, Matbaacılık Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.

Maltepe Mah. Litros Yolu Sk. 2. Matbaacılar Sitesi B Blok Kat: 6 No: 4NB 7-9-11 Topkapı - Zeytinburnu / İstanbul

Telefon: (0 212) 613 38 46 Sertifika No: 45030

Çeviriye temel alınan baskı: Einaudi, Torino 1. baskı: İstanbul, Mart 2022

ISBN 978-975-08-5304-3

© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 2021 Sertifika No: 44719

Bütün yayın hakları saklıdır.

Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.

İstiklal Caddesi No: 161 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: (0212) 252 47 00 Faks: (0212) 293 07 23

http://www.ykykultur.com.tr e-posta: ykykultur@ykykultur.com.tr

facebook.com/yapikrediyayinlari twitter.com/YKYHaber instagram.com/yapikrediyayinlari Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık PEN International Publishers Circle üyesidir.

(5)

I

Torino’ya, sokak cambazlarının ve torrone1 satıcılarının başına geldiği gibi, ocak ayının son karında vardım. Revakların altında tezgâhları ve asetilen tüplerinin alevli ağızlarını görünce, karna- val zamanı olduğunu hatırladım; hava henüz kararmamıştı, ben de insanların başlarının üstünden revaklardan dışarı göz ucuyla bakarak istasyondan otele dek yürüdüm. Soğuk hava bacaklarımı ısırıyordu ve öyle yorgundum ki, vitrinlerin önünde duraklıyor, in- sanların bana çarpmalarına ses etmiyor ve kürküme sıkıca sarınarak etrafa bakınıyordum. Aklımdan artık günlerin uzadığı, ortalıktaki bu çamurun yakında güneşin yüzünü göstermesiyle eriyeceği ve baharın geleceği geçiyordu.

Torino’yu yeniden görüşüm böyle, revakların karaltısında oldu.

Otele vardığımda hayalimde sımsıcak bir banyo yapmaktan, gevşe- mekten, uzun ve rahat bir gece geçirmekten başka hiçbir şey yoktu.

Nasılsa Torino’da epey bir zaman kalacaktım.

Kimseye telefon etmedim, kimse de benim o otelde kaldığımı bilmiyordu. Beni bekleyen bir demet çiçek bile yoktu. Ben odada dolanırken, küvete eğilmiş banyomu hazırlayan kadın kat hizmetlisi benimle konuştu. Bunları bir adam, erkek bir kat görevlisi yapmaz.

Kendisine gitmesini, gerisini kendi başıma halledebileceğimi söyle- dim. Genç kız bir şeyler mırıldandı, karşıma geçti, ellerini iki yana açtı. Bunun üzerine nereli olduğunu sordum. Heyecanla kızardı ve Venetolu olduğunu söyledi. “Aksanından belli oluyor,” dedim, “ben de Torinoloyum. Evine dönmek hoşuna gider miydi?”

Kurnaz bir bakışla başını evet anlamında salladı.

“O halde benim eve döndüğümü düşün” dedim “ve keyfimi bozma.”

“Özür dilerim” dedi. “Gidebilir miyim?”

Yalnız kaldığımda, ılık suya girdim, gözlerimi kapadım. Çok konuşmama sinir olmuştum, bunu yapmaya değmezdi. Sözlerin

1 Yumurtanın beyazı, bal, şeker ve badem başta olmak üzere diğer birtakım kuru yemişlerle yapılan bir Noel tatlısı. (ç.n.)

(6)

işe yaramadığına ne kadar inanıyorsam, bir o kadar da konuşur olmuştum. Özellikle de kadınlarla. Ama yorgunluğum da o hafif ateşli halim de suda çabucak çözülüverdi ve ben, Torino’da son kez bulunduğum seferi –savaş zamanıydı– yeniden düşünmeye koyuldum. Baskının ertesi günüydü: Bütün borular havaya uç- muştu, banyo yapmak diye bir şey yoktu. Bunu minnetle yeniden düşündüm: Banyo olduğu sürece, hayat yaşanmaya değerdi.

Banyo ve sigara. Elimi suyun azıcık üstünde tutup sigara içer- ken, beni saran suyun sesiyle fırtınalı günlerimi, birçok sözün yarattığı kargaşayı, huysuzluklarımı, her zaman gerçekleştirdiğim planlarımı kıyasladım; şimdi bütün bunlar bu akşam bu küvete ve bu ısıya indirgeniyordu. Hayatta hırslı biri mi olmuştum? Hırslı çehreler gözümün önünden geçti: Soluk, bitkin, gergin yüzler – aralarında bir saatçik olsun huzurlu olup gevşemiş olanı var mıydı?

Ölürken bile o tutku hafiflemiyordu. Bana bir an olsun gevşemişim gibi gelmiyordu. Belki de yirmi yıl önce, henüz çocukken, sokakta oynarken, konfeti, panayır oyunları ve maskeler sezonunu kalbim küt küt ata ata beklerken, belki o zamanlar kendimi bırakabilmiş- tim. O zamanlar karnaval benim için atlıkarınca, torrone ve kâğıt hamurundan burunlardan başka bir şey değildi. Sonradan dışarı çıkma, yeni şeyler görme, Torino yollarında koşma hevesimle, Carlotta ve diğer kızlarla daracık sokaklara ilk kaçışlarımızla, ilk kez izlendiğimizi hissedip kallbimizin küt küt atmasıyla o masumiyet de gitmişti. Tuhaf şey. Karnavalın son perşembesinin akşamında, babamın durumu ağırlaşmış, ardından da ölmüştü ve ben, öfkeden ağlamış, şenliği kaçırdığımı düşünerek ondan nefret etmiştim. O akşam beni bir tek annem anlamıştı, benimle dalga geçmiş ve ayak altından çekilmemi, gidip Carlotta’nın avlusunda ağlamamı söylemişti. Ama ben babamın ölmek üzere olmasından ürktüğümden, dolayısıyla da, kendimi karnavala bırakamadığım- dan ağlıyordum.

Telefon çaldı. Küvetten çıkmadım çünkü sigaram elimde, key- fim yerindeydi ve kendime ilk defa bir şeyler yapmak, hayattan bir şeyler elde etmek istediğimi, yersiz davranan babama bağlandığım gibi kimseye bağlanmamam ve tabi olmamam gerektiğini, muh- temelen tam da o uzak gecede söylediğimi düşünüyordum. Bunu yapmayı başarmıştım da, artık bütün keyfim suda gevşemek ve telefona bakmamaktı.

(7)

7

Telefon az sonra tekrar çalmaya başladı; arayan, öfkeli gibiydi.

Cevap vermeye gitmedim ama sudan çıktım. Yavaşça kurulandım, üzerimde bornozla oturdum, dudaklarımın kenarına krem sürü- yordum ki kapı çaldı. “Kim o?”

“Hanımefendi size not bıraktılar.”

“Odamda değilim dedim.”

“Beyefendi ısrar ediyor.”

Kalkmam ve anahtarı çevirmem gerekti. Venetolu haddini bil- mez kız bana notu uzattı. Nota baktım ve kıza:

“Onu görmek istemiyorum. Yarın gene gelsin” dedim.

“Hanımefendi inmiyor mu?”

Yüzüm kremliydi, bir mimik bile yapamıyordum. “Aşağı inmi- yorum. Çay istiyorum. Ona yarın on ikide gelmesini söyle.”

Yalnız kaldığımda, telefon tekrar çalmasın diye ahizeyi kaldır- dım ama hemen görevlinin sesi duyuldu. Ses sephayı çizer gibiydi, sudan çıkmış balık gibi güçsüzdü. Bunun üzerine telefonda bir şeyler haykırdım, “Benim! Uyumak istiyorum!” demek zorunda kaldım. Karşı taraf bana iyi geceler diledi.

Yarım saat sonra, kat görevlisi hâlâ dönmemişti. “Böyle şeyler sadece Torino’da olur” diye düşündüm. Şapşal bir kızmışım gibi, daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım. Sabahlığımı giydim ve kapıyı araladım.

Sessiz koridorda, pek çok kişi, kat görevlileri, beyler, benim yüzsüz kız bir kapının önüne doluşmuştu. Birisi kısık sesle ve heyecan içinde bir şeyler söylüyordu.

Sonra kapı ağzına kadar açıldı. İki beyaz üniformalı yavaşça, büyük bir özenle dışarı bir sedye taşıyorlardı. Herkes susup yol açtı. Sedyede bir genç kız yatıyordu –yüzü şiş, saçları dağınıktı–, üzerinde mavi tülden bir gece elbisesi vardı, ayakkabısızdı. Göz- kapakları ve dudakları ölü gibiydi ama yüzünde önceden espirili biri olduğunu gösteren bir mimik vardı. Kan damlıyor mu diye içgüdüsel olarak sedyenin altına baktım. İnsanlara göz gezdir- dim – bilindik çehrelerdi, kimi dudağını büküyor, kimi hani sanki sırıtıyordu. Kat görevlime baktım: Sedyenin arkasından koşuyor- du. Oraya toplanmış insanların (aralarında ellerini sinirli sinirli ovuşturan kürklü bir kadın da vardı) çıkardığı kısık sesi –ellerini yıkayıp kapıdan çıkan– doktor bastırdı ve gösterinin bittiğini, ayak altından çekilmelerini söyledi.

(8)

8

Sedye merdivenden aşağı indiriliyordu ve gözden kayboldu.

«Yavaş. Kızı sarsma» diye bir ses duydum. Gene kat görevlime bak- tım. Koridorun ucundaki sandalyeye dayadığı çay tepsisini koşup almış, geliyordu.

«Fenalaşmış, ne yazık» dedi odama girerek. Ama gözleri par- lıyordu ve kendini tutamadı. Bana her şeyi anlattı. Genç kız otele sabah girmişti – partiden, danstan geliyordu. Odaya kapanmış, gün boyu sesi çıkmamıştı. Birisi telefon etmişti, onu aramışlardı, sonunda polis kapıyı açmıştı. Kız yataktaydı, ölmek üzereydi.

Kat görevlisi konuşmaya devam etti: “Karnaval zamanı zehir içmek yazık günah. Üstelik ailesi öyle de zengin ki… Armi Mey- danı’nda güzel bir villaları var. Kurtulursa mucize olur…”

Ona çayım için biraz daha su istediğimi söyledim. Gene mer- divenlerde oyalanmamasını da tembihledim.

O gece umduğumun aksine uyuyamadım ve yatakta dönüp dururken, başımı koridora uzattığım için kendime çok kızdım.

(9)

9

II

Ertesi gün bana bir demet çiçek, ilk açan nergislerden bir buket getirdiler. Gülümsedim, Torino’da daha önce hiç çiçek almamış- tım. Ama demet Torino’dan gelmiyordu. Siparişi, vardığımda bana sürpriz yapmayı düşünmüş olan salak Maurizio vermişti. Oysa umduğu gibi olmamıştı. “Bu Roma’da da oluyor” diye düşündüm.

Maurizio, biz vedalaştıktan sonra Veneto Caddesi’nde üzgün üzgün dolanırken, son kahve ile ilk aperitif arasında Fleurop’un formunu doldururken gözümde canlandı.

Dünkü genç kızın odasına da çiçek gelmiş midir diye sordum kendime. Öleceği zaman etrafını çiçeklerle dolduran birileri var mı- dır? Belki de bu, insanın kendisine cesaret vermesinin bir yoludur.

Kat görevlisi vazo bulmaya gitti ve çiçekleri yerleştirmemde bana yardım ederken gazetelerin intihar teşebbüsünden söz etmediğini söyledi. “Olayı gizli tutmak için kim bilir kaç para veriyorlar. Onu özel bir kliniğe götürdüler… Dün gece soruşturma yapıldı. İşin içinde bir adam olmalı… Kızı bu hale getireni hapse atmalı…”

Ona, balolarda sabahlayan ve kendi evine değil de, otele giden bir genç kızın kendisine bakmasını bilmesi gerektiğini söyledim.

“Ah! Evet, –dedi hoşnutsuz hoşnutsuz,– analarının suçu. Kız- larına neden eşlik etmiyorlar ki?”

“Ne annesi?” dedim. “Bu kızlar hep anneleriyle birliktedirler, pamuklara sarıp sarmalanarak büyürler, dünyayı fanustan görürler.

Zor bir durum oldu mu da ayakta kalmak yerine, ne yapacaklarını bilmeyip fena düşerler.”

Mariuccia kendisinin ayakta kalmasını bildiğini söyler gibi gülü- yordu karşımda. Onu dışarı gönderdim ve giyindim. Yollar soğuk ve sakindi, gece çamurların üstüne yağmur yağmıştı, şimdiyse güneş revakların altına giriyordu. Bir zamanlar bitik bir kent olan Torino, şimdi yeni bir şehre benziyordu. İnsanlar koşuşturuyor, hani sanki son rütuşları yapmak ve birbirlerini tanımak için meşgullermişçe- sine tesadüfen karşılaşıyorlardı. Ben şehir merkezindeki büyük bi- naların orada dolaşıyor, siftah yapmayı bekleyen büyük dükkânlara

(10)

10

bakıyordum. O vitrinlerin ve tabelaların hiçbiri hatırladığım gibi mütevazı ve tanıdık değildi; kafeler, kasiyerler, yüzler de cabası.

Sadece oranın yatay ışıkları ve nemli havası değişmemişti.

Kimse gezmiyordu, herkes meşgul gibiydi. İnsanlar yolda ya- şamıyor, sadece kaçıyordu. Bir zamanlar, oradan elimde koca bir kutuyla geçtiğimde, o yolların bana tatil yapan tasasız bir yığınla doluymuş gibi göründüğünü, tatil yerlerini aynı orası gibi hayal ettiğimi hatırlıyorum da… İnsanın canı bir şey istemeye görsün, her yerde onu görür. Böyle yapmamın tek nedeni de acı çekmek, kendimi örselemekti. Dün gece uyku ilacı içen o aptal kızın derdi neydi diye sordum kendime. Bir adam yüzündendir… Genç kızken şapşal olunur. Venetolu kız haklıydı.

Otele geri döndüm ve görmeyi hiç beklemediğim zayıf yüz- lü Morelli’nin, bana not yazan adamın yüzüyle karşılaştım. Onu unutmuştum.

“Nasıl buldunuz beni?” dedim gülerek.

“Zor olmadı. Bekledim.”

“Bütün gece mi?”

“Bütün kış.”

“Vaktiniz var demek ki.”

Ben bu adamı hep Roma kumsallarında, mayoyla görmüştüm.

Zayıf göğsünde ağarmış, hani neredeyse beyaz kıllar vardı. Şimdi üzerindeki ipek kravat ve yelekle başkası biri gibi duruyordu.

“Morelli, genç olduğunuzu biliyor musunuz?” dedim.

Eğildi ve beni kahvaltıya davet etti.

“Dışarı çıkmadığımı dün size söylemediler mi?”

“O halde burada bir şeyler yiyelim” dedi.

Hiç gülmeden şaka yapan bu tipleri hiç de fena bulmam. İnsan onlardan biraz çekiniyor ve tam da bu nedenle kendini güvende hissediyor.

“Kabul ediyorum” dedim ona. “Ama bana eğlenceli bir şeyler anlatmanız kaydıyla. Karnaval nasıl geçiyor?”

Oturduğumuzda bana karnavaldan söz etmedi. Kendinden de söz etmedi. Gülümsemeksizin, Torino’daki bir salondan söz etti – salonun ismini, sahibesinin asalet derecesini belirtti. Bu salonda bazı hatırı sayılır beyler, ev sahibesini beklerken, üzerindekileri çıkarıp donla kalmış, ardından da koltuğa oturup sigara içip sohbete koyulmuşlar. Şaşakalan ev sahibesi, bu oyunun artık moda oldu-

(11)

11

ğuna, kendisine bir nükte sınavı yapıldığına inanmak durumunda kalmış ve bunun üzerine misafirleriyle uzun uzadıya şakalaşmış.

“Bakınız, Clelia,” dedi Morelli, “Torino eski bir şehir. Nerede olursa olsun böyle bir işi delikanlılar, öğrenciler, çalışma hayatına yeni atılmış kişiler icat ederdi. Buradaysa yaş almış kişiler, patronlar, albaylar yapıyor. Burası neşeli bir şehir…”

Soğukkanlı edasını sürdürerek, şöyle mırıldandı: “Şuradaki ka- bak kafa oradakilerden biri…”

“Beni o kontes sanmış olmayasınız?” dedim neşeyle. “Ben de Torinoloyum.”

“Siz o ortamlardan biri değilsiniz, bunu gayet iyi biliyorsunuz.”

Bu pek de iltifat sayılmazdı. Ağarmış kıllarıyla gözümün önüne geldi. “Siz de soyundunuz mu?” diye sordum.

“Sevgili Clelia, orada takdim edilmek istiyorsanız…”

“Bir başka kadının orada ne işi olabilir ki?”

“Ev sahibesine striptiz yapmayı öğretirdiniz… Torino’da kimleri tanıyorsunuz?”

“Pek meraklısınız… Torino’da bana sadece Roma’dan çiçek gel- di.”

“Sizi Roma’da bekleyen mi var?”

Omuzlarımı kaldırdım. Kurnaz Morelli, Maurizio’yu tanıyordu.

Benim onunla seve seve eğlendiğimi biliyordu ama plaj masraflarımı ben kendim ödüyordum.

“Özgürüm,” dedim. “Dünyaya çocuk getirenlerin mecburiyetleri olduğuna inanırım. Ve maalesef benim çocuğum yok.”

“Ama siz benim kızım olabilirdiniz… Yoksa beni çok mu yaşlı buluyorsunuz?”

“Çok yaşlı olan benim.”

Nihayet gevşedi ve o canlı gri gözleriyle gülümsedi. Ağzını hiç oynatmadan, hiçbir mimik yapmadan neşeyle doldu ve beni keyifle inceledi. Bunun da ne demek olduğunu biliyordum. Küçük bir kıza yapışacak adamlardan değildi.

“Siz ki bu otelle ilgili her şeyi biliyorsunuz,” dedim, “bana dün- kü skandalı anlatın. Kızı tanıyor musunuz?”

Beni incelemeye devam etti ve başını hayır anlamında salladı.

“Babasını tanıyorum,” diye açıklama yaptı, “sert bir adam. İra- deli biri. Dar kafalı. Motosiklet yapıyor ve fabrikada eşofmanla dolaşıyor.”

(12)

12

“Annesini gördüm.”

“Annesini tanımıyorum. İyi insanlar. Ama kızları deli.”

“Zırdeli mi?”

Morelli kasvetli bir edayla, “Bir kere yapan tekrar yapar” dedi.

“İnsanlar ne diyor?”

“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi. “Bu tür konuşmaları dinlemi- yorum. Savaş zamanı söylenen sözlere benziyor edilen laflar. Her şey olabilir. Bir adam, inat, önyargı yüzünden olabilir. Ama aslında bir tek gerçek neden var.”

Elini deli anlamında salladı. Gözleriyle gene gülümsedi. Elini portakallara uzattı ve bana, “Sizi hep meyve yerken gördüm, Clelia.

Gerçek gençlik işte tam da bu. Çiçekleri Romalılara bırakın” dedi.

Dinlediğim hikâyedeki kel ve şişman adam, garsona bağırdı, peçeteyi fırlatıverdi ve gösterişli bir edayla çekip gitti. Giderken bize doğru eğildi. Ben yüzüne güldüm. Morelli, hiç renk vermeyerek, onu eliyle selamladı.

“İnsan giyinmek için didinen tek hayvan” diye gözlemde bu- lundu Morelli.

Kahve servis edildiğinde, bana hâlâ Torino’da ne işim olduğunu sormamıştı. Muhtemelen cevabı biliyordu ve söylememe gerek yoktu. Ama uzun süre mi kısa süre mi kalacağımı bile sormadı. Bu tavrı beğenirim. Başkasının hayatına karışılmaması hoşuma gider.

Hayatı sana zindan etmez.

“Bu akşam dışarı çıkmak ister misiniz?” dedi. “Torino’yu gece görmeyi?”

“Önce Torino’nun gündüz haline bir bakmam gerek. Bırakın da düzenimi kurayım. Siz burada, bu otelde mi kalıyorsunuz?”

“Neden benim evime gelmiyorsunuz?”

Bunu söylemeden edemezdi. Teklifine fahiş bir fiyatmış gibi hiç aldırış etmedim. Ona, beni dokuzda almaya gelebileceğini söyledim.

O teklifini yineledi: “Sizi evimde misafir edebilirim.”

“Şapşal,” dedim ona, “çocuk değiliz. Sizi bir gün ziyarete ge- leceğim.”

Öğleden sonra kendi başıma gezdim, akşamsa beni bir partiye götürdü.

(13)

13

III

Akşam döndüğümde, beni otel salonunda bekleyen Morelli üze- rimde kürk değil de, palto olduğunu fark etti. Morelli’yi odaya çıkardım ve hazırlanırken, günlerini otelde mi geçirdiğini sordum.

“Gecelerimi evde geçiriyorum” dedi bana.

“Gerçekten mi?” Ona sırtım dönük, aynanın karşısından konu- şuyordum. “Memlekete hiç uğruyor musunuz?”

“Cenova’ya gittiğimde trenle geçiyorum oradan. Karım orada yaşıyor. Sadece kadınlar birtakım fedakârlıklarda bulunuyor.”

“Evli olsalar bile mi?” diye homurdandım.

Güldüğünü duydum.

“Sadece onlar değil” diye iç geçirdi. “Clelia, sizin tulumlarla dolaşıp boyacıları denetlemeniz beni üzüyor… Po Caddesi’ndeki o yeri beğenmiyorum. Bize ne sattığınızı sanıyorsunuz?”

“Torino, dedikoducu bir kadına benziyor” dedim.

“Şehirler de kadınlar gibi yaşlanır…”

“Bana kalırsa otuzunu aşmamış. Haydi, çok çok otuz dört di- yelim… Po Caddesi’ni ben seçmedim ama. Roma’dakiler seçti.”

“Belli.”

Dışarı çıktık. Her şeyi anlayan Morelli’nin o gün neden paltoyla çıktığımı anlamaması hoşuma gitti. Taksiye bindiğimizde de, sonra- sında da bunu düşündüm. O partinin gürültülü ortamında, Cherry, Kümmel içkileri ve tanıştırılma merasiminin etkisiyle beni huzursuz ve mutsuz hissetmeye mahkûm ettiğinde, bunu ona söylemiş olma- lıyım. Oysa Po Caddesi’ne değil, kuaföre gitmiştim. Otele iki adım mesafede küçük bir yerdi; kuaför saçımı kuruttuğunda, cam para- vanın arkasındaki manikürcünün tiz sesle sabahleyin nasıl da ocağa dökülen sütün kokusuyla uyandığını anlattığını duymuştum: “Ne kötüydü! Kedi bile tahammül edemiyordu kokuya. Akşam ocağı silmem gerekecek.” Bunu duymam dağınık yataklı mutfağı, balkona bakan kirli camları, neredeyse duvara gömülü karanlık merdivenleri gözümde canlandırmama yetmişti. Kuaförden çıkarken aklımdan eski avludan başka hiçbir şey geçmiyordu; otele dönmüş, kürkümü

(14)

14

bırakmış ve paltomu giymiştim. O sokağa, Basilica Sokağı’na geri dönecektim ve kim bilir belki oralılardan beni hatırlayan olurdu, kürkümle kurumlu bir izlenim uyandırmak istemiyordum.

Oraya gitmiştim, ilk önce yakınlarında dolaşmıştım. Evlere aşi- naydım, dükkânlara aşinaydım. Vitrinlere bakar gibi yapıyordum ama aslında tereddüt içindeydim, çocukluğumun o köşelerde geç- miş olması bana imkânsız geliyordu, bir yandan da artık kendim olmadığımdan korkuyordum. Meydan hatırladığımdan çok daha pisti. Küçük meydandaki revağın altında şifalı bitkiler satan yaşlı kadının dükkânını gördüm; orada artık ufak tefek, zayıf bir adam vardı ama tohum keseleri ve ot demetleri aynıydı. Yazın, öğleden sonraları, oradan yoğun bir kırsal ve bitki kokusu gelirdi. Bomba- lar ötedeki dar sokağı çökertmişti. Carlotta’ya, kızlara, Sırık’a ne oldu kim bilir? Pia’nın çocuklarına ne oldu kim bilir? Bombalar mahalleyi boş bir alana çevirmiş olsaydı, orada hatıralarla gezinmek daha kolay olurdu. Yasaklı dar sokağa girdim, tuğladan yapılmış kapı aralıklarından geçtim. O kapı aralıklarından ne çok kez koşa koşa kaçmıştık. Bir keresinde, öğleden sonra oradan karanlık bir ifadeyle çıkan askere gözlerimi dikmiştim: Nasıl olmuştu? Olanlar hakkında konuşmaya cüret edecek yaşa geldiğimde, orası bana korkudan ziyade, öfke ve tiksinti verir olmuştu. Büyüdüğümde artık başka bir yerdeki atölyeye gitmeye başladım, arkadaşlarım vardı ve ben niçin çalıştığımı biliyordum.

Basilica Sokağı’na varmıştım ama cesaretim yoktu... O avlunun önünden geçtim, gözlerimi kaldırdım, alçak tavanı ve balkonları şöyle bir gördüm. Milano Sokağı’na varmıştım bile. Geri dönmem imkânsızdı. Kapının önündeki şilteci bana bakıyordu.

Uykusuz geçen gecenin gerginliğinde neredeyse sabah olmuşken ve içip daha uyanık kalmak için kesik kesik sohbet ettiğimizde Morelli’ye bütün bunlarla ilgili bir şeyler söyledim. “Morelli, dans eden ve içen bu insanlar iyi bir ortamda dünyaya geldiler. Hizmet- kârları, dadıları, uşakları oldu. Yazlıkları oldu, itibar edindiler.

Elleri kuvvetli. Bir hiçten, avuç içi kadar bir avludan gelselerdi, hangisi bu partiye katılabilirdi?” diyordum.

Morelli ise koluma hafifçe vurup ve “Haydi cesaret! Buraya kadar geldik. Gerekirse eve de gideriz” diyordu.

“Aile kadınları ve kızları için giyindikleri şekilde giyinmek ko- lay,” diyordum, “istemekten başka bir şey yapmalarına gerek yok.

(15)

15

Erkek arkadaşlarına ihanet etmelerine bile gerek yok. Gerçek oros- puları giydirmeyi tercih ettiğim kesin. Hiç olmazsa onlar çalışmanın ne demek olduğunu biliyorlar.”

“Orospular hâlâ giyiniyor mu?” diye soruyordu Morelli.

Yemek yemiş ve dans etmiştik. Birçok kişiyle tanışmıştık. Morel- li’nin arkasında hep kendisine “Sonra görüşürüz” diyen birileri vardı.

Birkaç simayı ve birkaç ismi hatırladım: Bizim Roma’daki giyinme salonumuza gelen kişiler vardı. Birkaç elbiseyi, bizde kendi prova mankeni bulunan bir kontesin tarlatanlı uzun elbisesini tanıdım.

Kıyafeti ona birkaç gün evvel ben kendim yollamıştım. Hatta fırfırlar içindeki ufak tefek bir kadın bana gülümsedi; kavalyesi dönünce, onu da tanıdım; ikisi bir sene önce Roma’da evlenmişlerdi. Adam –sarı- şın, uzun boylu bir diplomattı– selam niyetine eğildi ama karısı onu hemen çekiştirdi: Herhalde terzisi olduğumu kendisine hatırlatarak onu gerektiği gibi davranmaya davet ediyordu. Böylelikle beynime kan sıçramaya başladı. Sonra fakir körler için yardım isteyenler geldi:

Smokin giymiş, kâğıttan yapma kırmızı bir şapka takmış bir adam körler ve sağırlar hakkında fıkralardan ibaret bir konuşma yaptı ve gözleri bağlı iki kadın salonda koşup erkekleri yakalayamaya koyul- du, adamlar belli bir miktar para verirlerse kızları öpebiliyorlardı.

Morelli para verdi. Sonra tekrar orkestra çalmaya başladı ve toplanmış bazı insanlar patırtı çıkarmaya, şarkı söyleyip birbirlerinin arkasından koşmaya koyuldular. Morelli, –balık karnı gibi– pembe lame giymiş şişman bir kadınla, danslarına yeni ara vermiş, kendilerini birden kanepeye atmış genç bir adam ve diğerine göre daha havalı bir kadınla masaya döndü. Adam hemen yerinden sıçrayıverdi.

“Arkadaşım Clelia Oitana” dedi Morelli.

Şişman kadın oturdu ve yelpazelenerek bana baktı. Dekolteli, dar, mor bir elbise giymiş ikinci kadınsa beni baştan aşağı incele- mişti bile, sigarasını yakan Morelli’ye gülümsüyordu.

İlk ne konuştuklarını hatırlamıyorum. Gözüm genç kadının gülümseyişindeydi. Kendi sigarasının dumanından başka hiçbir yere bakmaz olmuşsa da, beni hep tanıyormuş ve beni, Morelli’yi, herkesi alaya alır gibi bir hali vardı. Diğer kadın gülüyor ve saçma sapan şeyler söylüyordu. Genç adam beni dansa davet etti. Dans ettik. Adı Fefé’ydi. Roma’yla ilgili bir şeyler sordu, bana yapışarak beni kendine bastırmaya kalktı, Morelli’nin kavalyem olup olma- dığını sordu. Ne kavalye, ne şövalye… ben at değilim, dedim. O

(16)

16

da gülerek beni kendine daha da çok bastırdı. Benden daha çok içmiş olsa gerekti.

Masaya döndüğümüzde sadece şişman kadını bulduk ve hâlâ yelpazeleniyordu. Morelli dolaşıyordu. Balık karınlı kadın, canı sıkkın genci bir şeyler almaya gönderdi, sonra da küçük eliyle di- zime vurdu ve bana muzır muzır baktı. Yine kan beynime sıçradı.

“Zavallı Rosetta Mola dün gece fenalaştığında,” diye fısıldadı,

“siz otelde miydiniz?”

“Ya? Onu tanıyor musunuz? Nasıl? İyi mi?” dedim hemen.

“Hayati tehlike içinde olmadığı söyleniyor” dedi ve başını iki yana sallayıp iç geçirdi. “Söyleyin bakalım, gerçekten de o otelde mi kaldı gece? Ne çocukluk. Bütün gün odaya mı kapanmış? Ger- çekten de yalnız mıydı?”

Koca kıpır kıpır gözleri iğne gibi batıyordu. Kendini tutmak istiyor ama bunu başaramıyordu.

“… Düşünün ki biz onu balo gecesinde görmüştük. Sakin görü- nüyordu… O kadar seçkin insanlarlar ki! Çok dans etti…”

Morelli’nin yaklaştığını gördüm.

“… Pekiyi, onu sonra gördünüz mü? Dediklerine göre hâlâ gece elbisesi varmış üstünde.”

Bir şeyler mırıldandım: Hiçbir şey görmemiştim. Yaşlı kadının ses tonunda, beni susmaya iten gizli saklı bir şeyler vardı. Sırf inadına bile olsa susacaktım. Morelli, mor giyinmiş esmer kadın, antipatik Fefé, herkes geldi. Yaşlı kadın da, koca kurnaz gözlerini kocaman açarak, şöyle dedi: “Onu görmüş olmanızı umuyordum gerçekten de… Anne babasını tanırım… Ne bahtsızlık. İnsanın kendini öldürmek istemesi. Kim bilir nasıl bir gün geçirdi… Yatakta akşam dualarını etmediği kesin.”

Esmer kadın, kanepede kıvrılmış, sigara içiyordu ve bize alaylı alaylı bakıp bana: “Adele her yerde seks görür” dedi. Sigarasını içine çekti. “Ama artık moda değil… Bir aşk gecesinden sonra sadece hizmetçiler ve terzicikler kendilerini öldürmek ister…”

“Bir gece ve bir gün” dedi Fefé.

“Saçma. Üç ay yetmez… Bence içkiyi fazla kaçırmıştı ve dozu şaşırdı…”

“Muhtemelen” dedi Morelli. “Hatta kesin.” Şişman kadına doğru eğildi. Onu kucaklamaktan ziyade, elini omzuna koydu ve ikisi gittiler. Morelli şakalaşıyor, yaşlı kadın da hopluyordu.

Referanslar

Benzer Belgeler

Mevcut bazı termoelektrik cihazlar, fabrikalarda ve araba egzozlarında ortaya çıkan ısıyı kullanarak, yani ısı kaynağıyla ortam sıcaklığı arasındaki sıcaklık

O yüzden, o devirde lise öğrencisi olup ta, sonradan Haşan - A li Yücel’in Türk maarifine Uzandırdığı müsbet hamlelerin değerini ölçmek imkânından

karşısında Oruç, k.rbeş bin muharibin nazarında bir azrail olmuş­ tu — Oruç, silâhsız kalan sağ eliyle takma sol kolunu omuz başından ko­ pardı ve

Bu bölgedeki su molekül- leri arasındaki daha zayıf etkileşim sayesinde buharlaşma için gerekli olan enerji normal suyu buharlaş- tırmak için gerekli olan enerjiden

[r]

PET/CT failed to identify the primary tumor site in 12 of 32 patients with histopathological findings; patients had multiple organ metastases, and the malignancy could not

Matbuat Basın Müdürlüğü (3 kez), Cum- 7hurbâşkanlığı Baş kâtipliği ve r.'Varşova Elçiliği Danışmanlığı K |yapt‘.. 1920-22 yılları arasında Aka

İklim, iklim değişikliği ve kurak koşullar ile çölleşme arasındaki ilişki bu kadar açık olmasına karşın, Türkiye’deki BMÇSS’ye yönelik ulusal ve uluslararası