• Sonuç bulunamadı

Kanser hastalarında kişilik özelliklerinin kontrol grubuyla karşılaştırılması

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Kanser hastalarında kişilik özelliklerinin kontrol grubuyla karşılaştırılması"

Copied!
108
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

DÜZCE ÜNĠVERSĠTESĠ PSĠKĠYATRĠ ANABĠLĠM DALI

KANSER HASTALARINDA KĠġĠLĠK ÖZELLĠKLERĠNĠN

KONTROL GRUBUYLA KARġILAġTIRILMASI

TIPTA UZMANLIK TEZĠ DR. OSMAN KILIÇ

(2)
(3)

iii

T.C.

DÜZCE ÜNĠVERSĠTESĠ PSĠKĠYATRĠ ANABĠLĠM DALI

KANSER HASTALARINDA KĠġĠLĠK ÖZELLĠKLERĠNĠN

KONTROL GRUBUYLA KARġILAġTIRILMASI

DR. OSMAN KILIÇ

TIPTA UZMANLIK TEZĠ

(4)

iv ÖNSÖZ

Uzmanlık eğitimim ve tezimin hazırlanması süresince değerli bilgi ve deneyimlerini aktararak katkıda bulunan saygıdeğer hocam Prof. Dr. Ahmet ATAOĞLU‟na, bölümümüzün değerli hocası ve tez danıĢmanım Doç. Dr. Adnan ÖZÇETĠN ve klinik psikolog hocamız Yrd. Doç. Dr. Celalettin ĠÇMELĠ‟ye, rotasyonlarım sırasında birikimlerinden faydalandığım tüm hocalarıma, birlikte çalıĢmaktan mutluluk duyduğum tüm asistan ve hemĢire arkadaĢlarıma, bu araĢtırmaya katılan tüm gönüllülere,

Gösterdikleri sabır ve yardımlarından dolayı sevgili eĢim ve çocuklarıma teĢekkür ederim.

ÖZET

Amaç: Bu çalıĢmadaki amacımız kanser etiyolojisinde kiĢilik özelliklerinin etkisini ve kanser türleri arasında kiĢilik özelliklerinin araĢtırılmasıdır.

Gereç ve yöntem: Onkoloji servisleri ve polikliniklerine müracaat eden 50 kadın ve 50 erkek kanserli grup ve 47 kadın, 46 erkek kontrol grubu olmak üzere 193 kiĢi çalıĢmaya alınmıĢtır.

Sosyodemografik özelliklerden cinsiyet, yaĢ, eğitim, meslek, medeni durum, aile tipi, yaĢadığı yer, gelir bakımından incelendi. ÇalıĢmamızda verilerin elde edilmesinde Hacettepe KiĢilik Envanteri (HKE) kullanılmıĢtır. Kanser ve kontrol grupları arasında Hacettepe KiĢilik Envanteri(HKE) puanları bakımından gözlenen farklılıklar Kovaryans analizi ile incelenmiĢtir. Demografik özellikler bakımından grupların karĢılaĢtırılmasında Basit Varyans analizi veya Ki-Kare testlerinden uygun olanı kullanılmıĢtır.

Bulgular: HKE „nin kiĢisel uyum alt ölçeklerinden kendini gerçekleĢtirme (KG) ve duygusal kararlılık (DK) açısından kontrol grubuyla istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuĢtur (P<0.05).Kanserli grubun KG ve DK puanları kontrol grubuna göre daha düĢük elde edilmiĢtir. Sosyal uyum alt ölçekleri bakımından kanserli grup ile kontrol grubu arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmamıĢtır (P>0.05). Kanser türlerinden baĢ-boyun kanserli grup ile kontrol grubu arasında kendini gerçekleĢtirme, duygusal kararlılık ve psikotik belirtiler (PB) bakımından anlamlı fark bulunmuĢtur (P<0.05). BaĢ-boyun kanserli grubun KG, DK ve PB puanları kontrol grubuna göre daha düĢük elde edilmiĢtir. Akciğer kanseri, meme kanseri ve diğer grup ile anlamlı fark bulunmamıĢtır.

(5)

v Sonuç: Kansere yatkın kiĢilik araĢtırdığımız çalıĢmamızda HKE ile kanserli grup ve kontrol grubu verileri sonucunda elde ettiğimiz bulgular kansere yatkın kiĢilik teorisini KG ve DK açısından zayıf da olsa desteklemiĢtir. Yine kanser türlerinden baĢ-boyun kanserli grubun kontrol grubu ile KG, DK ve PB açısından farklı olduğu sonucuna ulaĢırken diğer kanser türleri (akciğer, meme ve diğer grup) ile farklı olmadığı sonucuna ulaĢtık.

ANAHTAR SÖZCÜKLER: Kanser, kiĢilik, kiĢilik özellikleri ABSTRACT

Aim: The aim of this study is to investigate the effects of personality traits on cancer etiology and personality characteristics between types of cancer.

Methods: Total 193 participants were included in the study comprising 50 women and 50 men with cancer who appealed to oncology units and policlinics, and 47 women and 46 men as the control group. They were examined based on their sociodemographic positions by considering their gender, age, education level, profession, marital status, family type, place of residence and income. To obtain the data in this study, the Hacettepe Personality Inventory(HKE) scores were used. The differences between the cancer and control groups based on the Hacettepe Personality Inventory(HKE) scores were examined by covariance analysis. To compare the demographic characteristics of the groups, either Simple Variance Analysis or Chi- Square test was used whenever appropriate.

Results: A significant statistical difference was determined between cancer and control groups in regards to self realization(KG) and emotional stability(DK) which are the personal adjustment subscales of HKE (P <0.05). The KG and DK scores of the cancer group were lower than the control group. There was no significant statistical difference between the cancer group and the control group about the subscales of social cohesion (P>0.05). However, a significant difference was determined between the control group and the group with head-neck cancers in regards to self realization(KG), emotional stability(DK) and psychotic symptoms (PB) (P <0.05). The group with head-neck cancers had lower KG, DK and PB scores compared to the control group. No significant difference was found between lung cancer, breast cancer and the other groups.

(6)

vi our findings as a result of the data obtained from the group with cancer and the control group, even though weakly, supported the theory of cancer-prone personality in regards to KG and DK. Among the cancer types, the group with the head-neck cancer was different than the control group in respect to KG, DK and PB, however, there was no difference determined with other types of cancer (lung, breast and other group).

KEYWORDS: Cancer, Personality, Personality traits

ĠÇĠNDEKĠLER

Sayfalar

Önsöz ... i

Özet ...ii

Ġngilizce özet... iii

Ġçindekiler ... iv

Simgeler ve Kısaltmalar dizini ... v

1. GĠRĠġVE AMAÇ 1 2. GENEL ... BĠLGĠLER 3 2.1. BirHastalık Süreci Olarak Kanser 3 2.1.1.Kanserin Tanımı ... 3 2.2. KiĢili ... k 5 2.2.1 ... .KiĢ ilik Kuramları ... 10 2.2.1.1. Yapısal yaklaĢım ... 10 2.2.1.2. Psikodinamik yaklaĢım ... 11 2.2.1.3. Treyt ... (ayırıcı özellik) yaklaĢımı ... 20 2.2.1.4. DavranıĢçı yaklaĢım ... 30

(7)

vii 2. 2.1.5.BiliĢsel yaklaĢım ... 31 2.2.1.6. ... H ümanistik yaklaĢım ... 34

2.3. Kanser

Hastalarında Ruhsal Reaksiyonlar ... 36 2.4. Kanser Hastalarında Psikiyatrik Bozukluklar ... 41

2.5. Kanser

Hastalarında Hastalık Algısı ... 42 3 .GEREÇ VE YÖNTEM ... 48 3.1. ÇalıĢma Grubunun Seçilmesi ... 48 3.2. Veri Toplama Aracı ... 48 3.3. ÇalıĢmada Kullanılan Test ... 48 4. ... BULG ULAR ... 56 4.1. Sosyodemografik Özellikler ... 56 4.2. Hacettepe ... KiĢilik Envanterinin Değerlendirilmesi ... 60 5.TARTIġMA ... 69 6.SONUÇ ... 83

(8)

84 viii 97 7. KAYNAKLAR 8. EKLER ... KISALTMALAR ve SĠMGELER AE : Antisosyal Eğilimler AĠ : Aile ĠliĢkileri

DK : Duygusal Kararlılık GU : Genel Uyum

HKE : Hacettepe KiĢilik Envanteri KG : Kendini GerçekleĢtirme KoG : Kontrol Grubu

KU : KiĢisel Uyum NE : Nevrotik Eğilimler PB : Psikotik Belirtiler SĠ : Sosyal ĠliĢkiler SN : Sosyal Normlar SU : Sosyal Uyum

(9)

1

1. GĠRĠġ VE AMAÇ

Çağımızın önde gelen sağlık sorunlarından biri olan kanser, giderek daha büyük bir önem kazanmaktadır. Kanser, yüzyılın baĢlarında ölüme neden olan hastalıklar arasında 7. Ve 8. sıralarda yer alırken, bu gün dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye‟de kalp hastalıklarından sonra ikinci sırada yer almaktadır (1,2).

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada 2000 yılında 10,1 milyon olarak bildirilen yeni kanser vakası 2020 yılında %50‟lik bir artıĢla 15,3 milyon rakamına ulaĢacağı beklenmekte ve bu artıĢın ağırlıklı olarak geliĢmekte olan ülkelerin hasta sayısındaki artıĢa bağlı olacağı belirtilmektedir (3). Türkiye‟de ise 2006‟da hazırlanan kanser raporuna göre 2003 yılında 33.419 kanser vakası tespit edilmiĢ ve bu sayının 19.982‟si erkekler, 13.417‟sini kadınlar oluĢturmuĢtur (4). Erkeklerde en çok görülen kanser türü akciğer kanseri, kadınlarda ise meme kanseridir (5). Kanser tanı aĢamasından terminal döneme dek, hastalar kadar aileleri için de ciddi stres yaratan, tüm dengeleri ve uyumu bozan bir hastalıktır (6). Kanser tanısı ve tedavisi konusunda 1930‟lu yıllardan beri belirgin ilerlemeler kaydedilmiĢtir. Ancak 1970‟li yıllara kadar sağlık uzmanları bakımın psikososyal yönüne dikkat etmemiĢlerdir. Birey kanser tanısı aldığında, yasamın geri kalanını da bu tanı ile sürdürmek zorunda kalmaktadır. KiĢi iyileĢse ve hastalıktan kurtulsa bile kanser tanısı yönünden sürekli incelenip testler ile izlem altında tutulmaktadır. Bu durum hem birey, hem ailesi için bir kriz durumu yaratmakta ve çeĢitli sorunlara neden olmaktadır. Kayıp, umutsuzluk, endiĢe, kızgınlık ve korku gibi sorunların yanında psikososyal problemler de bulunmaktadır. Kanserli hastayı ve ailesini etkileyen psikososyal problemler o bireyin yaĢam kalitesini de etkilemektedir (7,8.) Kanser hastalarında yaĢam kalitesi ve psikolojik stres arasında yakın bir iliĢki vardır(9). Kanser hastalarında anksiyete ve depresyonun, mental açıdan hastaya zarar verdiği için, prognozu negatif yönde etkilediği bilinmektedir (10). Kanser hastalarında ruhsal tepkilerin yoğunluğu, hastalığın düzeyi, prognozu, hastanın sosyal ve entellektüel düzeyi, yaĢı, hastalık öncesi uyum düzeyi, çevresindeki hastalığa karĢı gösterdiği duygusal tepkileri, hastanın sosyal destek sistemleri ve kaybettiği organına yüklediği sembolik anlamdan etkilenir (11,12). Klinik uygulamalarda hastanın hastalığını ne Ģekilde değerlendirdiğinin bilinmesi önemlidir(13). Hastalığın değerlendirilmesi kültürden kültüre göre farklılık gösterir. Örneğin Amerika BirleĢik Devletlerinde yasalar, bireyin kiĢisel sorumluluğu ve yaĢamını denetleyebilme hakkına sahip olduğu yaklaĢımıyla ele alınmakta ve çoğunlukla tanı söylenmektedir. Benzer

(10)

2 bir eğilimin Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinde var olduğu bilinmektedir. Buna karĢın Ġtalya, Ġspanya, Yunanistan gibi Güney Avrupa ülkelerinde ve ülkemizde halen tanı ve prognozun hastalara söylenmemesi eğiliminin sürdüğü bilinmektedir (14). Hastalığın değerlendirilme biçimi, hastalığın süresini ve sonucunu etkilemektedir. Bu nedenle hastalığın nasıl algılandığının değerlendirilmesi önemlidir (13). Kanser deneyiminin nasıl tanımlandığı ve anlaĢıldığı (hastalık algısı), hem ortaya çıkan psikopatoloji hem de hastalık ve tedaviye uyumda büyük rol oynamaktadır. Bu alanda çalıĢan teorisyenler tehdide karĢı verilen tepkiyi biliĢsel süreçlerin etkilendiğini öne sürmüĢlerdir. KiĢinin psikolojik yapısı ve yaĢanan olayın biliĢsel özellikleri, tehdidin derecesi ve kiĢisel baĢa çıkma kaynakları ile ilgili varılan sonuçları etkilemektedir. YaĢamda, her olayda olduğu gibi, kiĢiler hastalığı anlamlandırmaya ve nedeni, gidiĢi, tedavi etkisi ve sonlanımı ile ilgili anlaĢılır kuramlar öne sürmeye eğilimlidirler (15).

KiĢilik kavramı; bireyin kendine özgü olan ve baĢkalarından ayırt ettiren uyum özelliklerini içermektedir. Bu özellikler, bireyin biliĢsel değerlendirmelerine dayanarak iç ve dıĢ dünyaya uyum için geliĢtirmiĢ olduğu duyuĢ, düĢünüĢ ve davranıĢ örüntülerini kapsamaktadır. Bu örüntüler, belli durumlarda belli duygusal tepki gösterebilme yetileri, engellenme ve çatıĢmalar karĢısında yerleĢmiĢ baĢ etme biçimleri ve savunma düzenekleridir (16).

Günümüzde kiĢilik, karakter ve mizaç olarak iki bileĢene ayrılmakta; karakter kiĢinin dünyayı görüĢ, algılama ve yaĢamla baĢa çıkma biçimi olarak tanımlanırken mizaç ise kiĢinin doğuĢtan gelen daha çok biyolojik temeli olan davranıĢ eğilimleri olarak ifade edilmektedir (16). Bu çalıĢma kansere yatkın kiĢilik hipotezinin araĢtırılması, kanser hastalarında kiĢilik özellikleri, kanserde cinsiyetler arası kiĢilik özellikleri, kanser türlerinde kiĢilik özellikleri ve kanserin uyum düzeyi üzerindeki etkilerini kontrol grubuyla karĢılaĢtırılması amacıyla yapılmıĢtır.

2.GENEL BĠLGĠLER

2.1. Bir Hastalık Süreci Olarak Kanser 2.1.1. Kanserin Tanımı

Kanser, ölümü ve yaĢam üzerindeki kontrolün sınırlılığını sembolize eden kronik bir hastalıktır. KiĢinin kendi bedeninin, kendini yok etmesini simgeler. Bilinmeyen bir tehlikenin, ızdırap ve acının, suçluluk ve utanç duygusunun, izolasyonun, kaos ve kaygının sembolüdür (17). Tanı ve tedavi yöntemlerindeki yenilikler, insanların bilinçlenmesi, sağlık

(11)

3 kuruluĢlarından yararlanmanın artması, birçok akut ve kronik hastalığın tanılanması ve tedavisindeki geliĢmeler, bunlara bağlı olarak ortalama yaĢam süresinin uzaması ve baĢka birçok nedenle kanser, günümüzde kronik sağlık sorunlarından biri haline gelmiĢtir (18). AteĢçi ve arkadaĢları kanseri süreğen ve ölümcül bir hastalık olmasının yanı sıra duygusal, ruhsal ve davranıĢsal tepkilere yol açan önemli bir sorun olarak tanımlamıĢlardır(19).

2.1.2. Sıklık

Bir hastalığın insan sağlığı yönünden önemini belirleyen en önemli unsur, o hastalığın görülüĢ sıklığı ve sebep olduğu ölümlerin çokluğudur. Kanser dünyada ve ülkemizde sağlığı tehdit eden önemli sorunlarından biri olup, ölüme yol açan hastalıklar arasında, dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye‟de kalp-damar hastalıklarından sonra ikinci sırada yer almaktadır (20). Dünyada bugün yaklaĢık 25 milyon kanser hastası bulunmaktadır. Yapılan 2002 yılı istatistiklerine göre her yıl 11 milyon kiĢinin kansere yakalandığı bilinmekte, 2020 yılında bu rakamın yaklaĢık yüzde 50 artıĢ göstererek 16 milyona ulaĢacağı ve bu sayının üçte ikisinin geliĢmekte olan ülkelerde olacağı tahmin edilmektedir (19). Amerika BirleĢik Devletleri'nde her iki erkekten ve her üç kadından birinin yaĢam boyu kanser geliĢtirme riski taĢıdığı belirtilmektedir. Verilere göre 2003 yılında Amerika'da tüm ölümler içinde kalp hastalıklarından ölümlerin oranı yüzde 28, kanser nedeniyle ölümlerin oranı yüzde 22.7‟dir ve aynı yılda Amerika‟da 685.890 kiĢi kalp hastalıkları nedeniyle, 556.902 kiĢi de kanser nedeniyle yaĢamını yitirmiĢtir (21). Türkiye‟de ise Ankara Ġl Sağlık Müdürlüğü'nün yayın organı, "Sağlığın BaĢkenti" dergisinde yayınlanan araĢtırma sonuçlarına göre, 1999 yılında 8879, 2000 yılında 8613, 2001 yılında 9054, 2002 yılında 10971 ve 2003 yılında 12772 kanserli hasta tespit edilmiĢtir(22). Sadece ülkemizde değil tüm Avrupa‟da kanser sıklığında her yıl on binde 5 oranında bir yükselme olmakta ve kanser görülme sıklığı yaĢ, cinsiyet, kanserin türü ve ülkelere göre büyük farklılıklar göstermektedir (23). Ülkemizde en sık görülen ilk beĢ kanser türü; akciğer, meme, mide, deri ve mesane kanserleridir. Meme kanseri kadınlarda daha sık görülen ve sıklığı ülkeden ülkeye farklılık gösteren bir kanser türüdür. Hawai, Kaliforniya, Kanada gibi ülkelerde meme kanserinin görülme sıklığı yüz binde 80-90 ile ilk sırayı alırken, Japonya‟da yüz binde 12-15 arasındadır. Amerika BirleĢik Devletleri‟nde 1960 yılında her 14 kadından biri meme kanseri riski altında iken, günümüzde bu risk 7 kadından biri olmuĢtur. Türkiye‟de de kadınlarda meme kanseri birinci sırada yer almaktadır (23). Türkiye‟de en sık ölüme yol açan kanser türleri erkeklerde sırasıyla akciğer kanseri (yüzde 40.2), mide kanseri (yüzde 9.5), barsak kanseri

(12)

4 (yüzde 5.5) ve mesane kanseridir (yüzde 5.4)7. Kadınlarda ise meme kanseri (%24.96) en sık görülen kanser türü olup, bunu mide (%6.22), deri ( %5.93), akciğer (%5.15) ve yumurtalık (%4.72) kanseri izlemektedir(23,24)

2.1.3. Tedavi

Günümüzde kanser tedavilerine her geçen gün yenileri eklenmektedir. Klasik tedavi yöntemleri; cerrahi tedavi, kemoterapi ve radyoterapidir (26,18,25). Bu tedavi yöntemlerine ek olarak alternatif tedaviler, lazer tedavisi, gen tedavisi, immünoterapi, anjiogenez inhibitörleri, kemik iliği transplantasyonu ve kök hücre nakli ile neupojen uygulaması gibi tedavi yöntemleri bulunmaktadır (18). Kanser tedavisinde iki temel amaç vardır. Bunlardan birincisi; kanser semptomlarının tümüyle yok edilmesi, tam baĢarılı tedavi, hastanın beklenen yaĢam süresini kansere iliĢkin semptomlardan kurtulmuĢ olarak sürdürmesi, ikincisi; semptomların azaltılması, yaĢam süresinin bir miktar uzatılması ve daha kaliteli bir yaĢam için semptomatik ya da palyatif tedavi sağlanmasıdır (18). Bu tedavi yöntemleriyle bazı kanserli hastalar iyileĢmekte, bireyin yaĢam süresi uzamakta ya da birey daha iyi yaĢamaktadır. Ancak özellikle radyoterapi ve kemoterapinin çok önemli yan etkileri vardır. Çünkü, kemoterapi ve radyoterapi normal hücrelere de zarar vermektedir. Örneğin radyoterapi; yorgunluk, deride yaralanma ve duygusal (emotional) rahatsızlıklara neden olmaktadır. Kemoterapi ise daha sıkıntı vericidir. Kemik iliği baskılanması, kemoterapinin en önemli yan etkilerinden biri olup bunun yol açtığı lökopeni, trombositopeni ve anemi hasta için çok önemlidir. Saçlarda dökülme, bulantı, kusma, bitkinlik ve duygusal problemler kemoterapinin diğer yan etkileridir (27,28). Tüm bunlardan anlaĢılacağı gibi karmaĢık ve uzun süreli olan kanser tedavisi çoğu zaman fiziksel iyilik ve yaĢamın psikososyal yönüne zarar vermektedir(29).

2.2. KiĢilik

KiĢilik, çok sayıda kuramcı tarafından tanımı yapılmıĢ bir kavramdır. Her kuram bu kavram için açıklamalarda bulunmuĢ, farklı bakıĢ açılarıyla kiĢiliği tanımlamaya çalıĢmıĢtır.

Açık bir Ģekilde kiĢiliği tanımlayan teorisyenlerin baĢında Allport (1897- 1967)gelmektedir. Allport 1937‟de yayınladığı “KiĢilik” kitabında bu kavramı, bireyin çevreye yapacağı uyumu belirleyen psikofiziksel sistemlerin, bireyin kendi içindeki dinamik organizasyonları olarak tanımlamıĢtır (30). Bir baĢka deyiĢle, kiĢilik, bireyin karakteristik davranıĢlarını ve düĢüncelerini belirleyen psikofizik sistemlerin dinamik bir

(13)

5 Ģekilde örgütlenmesidir.

Allport, dinamik organizasyon terimini kullanmıĢtır. Çünkü kiĢilik sürekli geliĢen ve değiĢen, organize olmuĢ bir sistemdir. “KiĢinin kendi içindeki” terimi, bireyin belirli bir davranıĢının altında ne yattığı anlamına gelmektedir. “Psikofiziksel” terimi, kiĢiliğin ne tam olarak mental ne de tam olarak nöral bir Ģey olduğunu; bu ikisinin birleĢimi olduğunu söylemektedir.

“Çevreye uyum” ifadesi, kiĢiliğin hem iĢlevsel hem de evrimsel önemini vurgulamaktadır (31).

KiĢilik ve biyofizyolojik süreçler arasındaki iliĢki ve bir baĢka açıdan çevre ile arasındaki bağ, Allport (1937)‟un kiĢiliğe iliĢkin olarak yaptığı bu tanımından elde edilmiĢtir. Buna benzer bir tanım da, kiĢiliğin bireyin kendine özgü, değiĢik durumlarda ve zaman içinde kalıcı duygu, düĢünce ve davranıĢ örüntüsü olduğudur. Bu tanımdan yola çıkıldığında, iki nokta göze çarpmaktadır. KiĢilik, hem bireyi, diğerlerinden ayıran, onu kendisi yapan özellikleri içermektedir hem de durağan ve sürekli bir özelliğe sahiptir.

KiĢilik, bireyin iç ve dıĢ çevresiyle kurduğu, onu diğer bireylerden ayırt eden, tutarlı ve yapılaĢmıĢ bir iliĢki biçimidir. Ayırt edicidir, çünkü kiĢilik bireyi baĢkalarından farklı kılan özellikler toplamıdır. Tutarlıdır, çünkü bireyin zaman içinde benzer durumlarda pek değiĢmeyen davranıĢlarını içerir.

YapılaĢmıĢtır, çünkü kiĢilik çok sayıda birimlerden oluĢan bir sistemdir; sistemin her birimi birbiriyle bağlantılı olarak bir örüntü geliĢtirir. Bu tanımda, bireyin iç ve dıĢ çevresiyle sürekli iliĢki halinde olduğundan da bahsedilmektedir. Çünkü birey kendi içindeki duygu ve düĢünceleri kadar, kendi dıĢındaki insan, olay ve nesneleri de algılar. Bu Ģekilde tanımlanan kiĢilik, soyut bir kavram olmaktan çıkıp, bireyin her günkü davranıĢında gözlenebilen somut bir kavram olmaktadır (32).

Bir baĢka kiĢilik tanımına göre ise kiĢilik, genellikle bir kiĢinin objektif olarak gözlemlenebilen davranıĢları ile onun bildirdiği öznel iç yaĢantılarından oluĢmaktadır. Bu tanımlama, bireyin toplumsal ve kiĢisel yaĢantısını bir bütün olarak yansıtmaktadır (33). Bu konuda kabul edilen varsayımlardan biri, kiĢiliğin “kalıtımsal yatkınlık” ve “çevresel etki” nin etkileĢimi doğrultusunda geliĢtiğidir. KiĢilik geliĢimi için söylenen genetik geçiĢ fikri, çevresel uyarıcılar ve genetik geçiĢin karĢılıklı olarak var olması ile değiĢtirilmiĢtir (30). Pek çok yazarın uzlaĢtığı bir diğer nokta kiĢiliğin, mizaçtan (huy), karakterden ve zekâdan oluĢtuğudur. Kısaca belirtmek gerekirse, mizaç (huy) biyolojik olarak var olandır; karakter

(14)

6 ise sosyal ve kültürel olarak geçen özelliklerden oluĢur. Sonuç olarak, kiĢilik, mizaç(huy) ve karakterin iki yönlü olarak etkileĢimini içeren uyum sağlayıcı karmaĢık bir sistem olarak tanımlanmaktadır.

2.2.1.Mizaç

KiĢilik, mizaç ve karakter sıklıkla birbirinin yerine kullanılmaktadır. Ancak, tanımdaki bu belirsizlik hem yanıltıcıdır hem de kafa karıĢtırıcıdır. En sık kullanılan mizaç tanımı, Mizacın duygular üzerine temellenmiĢ alıĢkanlık ve becerilerin birleĢmesinin altında yatan güdü, çağrıĢım ve duyum süreçlerine karĢılık gelmektedir

(34) . KiĢiliğin ilk bileĢeni olan mizaca yönelik yapılan çalıĢmalara öncülük edenler 1950‟li yılların baĢında bu konuya eğilen Alexander Thomas (1914-2003) ve Stella Chess (1914-) olmuĢtur. Bu kiĢiler mizacı Ģöyle tanımlamıĢtır; Mizaç, davranıĢın biçimsel (üsluba iliĢkin) bileĢenidir, güdüden farklılaĢır ve davranıĢın içeriğini yansıtır. Modern mizaç tanımı, bu kavramın duygusal, güdüsel ve uyum sağlayıcı (adaptif) yanının olmasına vurguda bulunmaktadır (30). Alexander Thomas kendisi gibi çocuk psikiyatristi olan eĢi Stella Chess ile çocuklar üzerinde çalıĢmalar yapmıĢtır. Bu iki psikiyatrist, 133 çocuğu geliĢim süreçlerinde izleyip, bu esnada çocukların mizaçlarında ne gibi değiĢiklikler olduğunu gözlemlemiĢtir (30). New York izlem çalıĢması olarak adlandırılan bu araĢtırmada, Chess ve Thomas çocuklardaki mizaç durumlarının bebeklikten ergenliğe kadar izlenebileceğini göstermiĢtir. Sonuçlar, mizacın bir genetik temeli olduğunu ancak aile ve sosyokültürel durumlar gibi çevresel faktörlerden de etkilendiğini ortaya koymuĢtur (35). Yapılan bir baĢka çalıĢmada ise çevresel uyarıcılara karĢı gösterilen korku, öfke ve bağlanma gibi ilk zamanlarda oluĢan duygular gibi mizacın da kalıtımsal nörobiyolojik yatkınlık içerdiği ve bunun çekingenlik, hareketlilik gibi otomatik davranıĢ tepkileriyle iliĢkili olduğu öngörülmektedir (36). Mizaç geliĢiminin ilkelerine (prensiplerine) odaklanıldığında, her çocuğun kendine özgü birtakım mizaç örüntüsü ile doğduğu görülmektedir. Öyle ki bu durumlar çocuğun yaĢamı boyunca izlenebilir. Tıpkı geliĢimin diğer alanlarında olduğu gibi, mizacı belirleyen Ģey de, aile iliĢkileri, sosyal iliĢkiler, kültürel ve çevresel etkiler gibi dıĢ faktörlerin etkisi altındadır. Bu dıĢ faktörler mizacın geliĢimini ketleyedebilir ya da tam tersi uyarabilir. Ancak geliĢim alanlarından farklı olarak mizacın olumlu ya da olumsuz olarak algılanması da mümkündür. Bu durumun çocuğun geliĢiminde belirleyici bir rolü vardır. Anne - baba ve çocuk arasında mizaç açısından uyuĢma olması, daha duyarlı ve daha etkili bir iletiĢime zemin hazırlar (35).

(15)

7 Mizacın değerlendirilmesi de yine Chess ve Thomas‟ ın birtakım çalıĢmalarına dayanmaktadır. Chess ve Thomas mizacı üç genel bölümde değerlendirmiĢtir. Yapılan gruplamalar, çocuğun çevreye yaklaĢmadaki kolaylığı üzerine kurulmuĢtur. “Kolay çocuk” toplumun % 40‟ ıdır, “zor çocuk” %10, “yavaĢ ısınan çocuk” ise %15‟idir. Geri kalan % 35‟lik gruptaki çocuklar ise herhangi bir gruba girmezler. Bu genel kategoriler içinde özel olarak tanımlanmıĢ dokuz durum vardır: Aktivite düzeyi, ritmisite, yaklaĢma / kaçınma, değiĢikliğe uyum sağlama, duyarlılık yanıtının eĢiği, duygudurum, duygusal ifade, dikkat süresi ve çelinebilirlik

(35) . Mizaç geliĢiminin klinik değerlendirilmesi, mizacın olumlu ve olumsuz yönlerini birleĢtiren görev yönelimi yaklaĢımına odaklanmıĢtır. Bu sistemde birbirinin tersi olan sekiz mizaç durumunun bireyde var olma durumu, her iki cinsiyet için önemli yaĢlara göre listelenmiĢ ve kategorize edilmiĢtir. Bu sekiz mizaç Ģunlardır:

• Amaca yönelik X amaca yönelik değil, • Amaçlı X dürtüsel,

• Aktif X pasif,

• GiriĢken X çekimser, • Sözel X sözel değil, • Kabul edici X reddedici

Bu sekiz mizaç durumunun değerlendirilmesi çocukların klinik açıdan gözlemlenmesiyle sağlanmıĢtır. Örneğin üç yaĢındaki bir çocuk, bir baĢka çocuğun alanına izinsiz olarak girerse, bu çocuğa “ileri derecede saldırgan” derecesi verilir. BeĢ yaĢındaki çabuk aklı çelinen ancak amaca yönelik olarak tutarlı hareket eden bir baĢka çocuk ise dürtüsel ama amaca yönelik olarak derecelendirilir (35).

2.2.2Karakter

Karakter, sosyal öğrenmeden, kültürden ve bireyin kendine özgü olarak yaĢadıklarından etkilenir ve daha az kalıtımsaldır. Karakter mantık, formal yapılandırma, sembolik yorumlama gibi üst-düzey biliĢsel süreçlerdeki bireysel farklılıkları içerir ve de kavramsal öğrenme üzerine temellenmiĢ sembolizasyon ve soyutlama süreçlerine karĢılık gelmektedir (37). Mizacın tam tersi, karakter treytleri ise yaĢ ve olgunlaĢma ile beraber değiĢmektedir (36).

2.2.3.Yapı-süreç

(16)

8 ilgilenirken, diğer bilim adamları bireyin diğer insanlardan nasıl farklılaĢtığına odaklanmıĢtır. Her ne kadar bazıları bu iki noktayı ele alsa da, çoğunluk bunlardan sadece biriyle ilgilenmektedir. Bu teorisyenlerin tercihi ya zaman içinde kiĢinin kendi içinde meydana gelen değiĢikliğe ya da buna karĢı kiĢiler arası değiĢikliğe odaklanmaktır. KiĢiliğe “süreç yaklaĢımı” ilk ifade edileni yani bireyin kendi içindeki değiĢiklikleri; “yapı yaklaĢımı” ise ikincisini yani kiĢiler arası değiĢikliğe vurguda bulunmaktadır. Tarihsel bir bakıĢ açısından bakıldığında, kiĢiler arası değiĢime odaklanan Galton (1822-1911), Spearman (1863-1945) Thurstone (18871955)‟ a göre “yapı yaklaĢımı” nın ilk ortaya çıkıĢı, bireysel farklılıklara iliĢkin olarak yapılan çalıĢmalarla baĢlamıĢtır. “Süreç yaklaĢımı” ise klasik davranıĢçılığın izini sürmektedir. Bu, davranıĢın nasıl kısa bir süre içinde ortaya çıktığı anlayıĢına dayanan ve sıklıkla tek-kiĢi düĢüncesine inanan bir bakıĢ açısıdır. Sonuçta yapı yaklaĢımı, kiĢiler arası değiĢimi, süreç yaklaĢımı bireyin kendi içindeki değiĢimine dikkat çekmektedir (38). Hooker ve McAdams (2003)‟a göre yapı ve süreç kelimelerinin anlamları çok yoğundur. Bir açıdan “yapı”, farklılık psikolojisi olarak bilinen treyti ( ayırıcı özellikler ), yetenekleri, faktör analizini; bir baĢka açıdan “süreç” ise davranıĢ profillerini ve bireye özgü baĢ etme stillerini içermektedir (38). Cattell (1860-1944) zaman içinde bireyin kendi içinde meydana gelen değiĢimin, kiĢilik ve kiĢilik geliĢiminin önemli bir yanı olduğunu ve bunun kiĢiler arasındaki değiĢiklikten daha farklı olduğunu söylemiĢtir (38). Allport ise insanları daha önceden belirlenmiĢ birtakım sınıflara sokmaya çalıĢmaktansa, bireyi kendi içinde inceleme yaklaĢımının daha uygun olacağını savunmuĢtur. O‟ na göre ancak bu Ģekilde tek bir bireyin kiĢiliğini oluĢturan özelliklerin benzersiz bileĢenlerini belirlemek mümkündür (33). Ancak Hooker ve McAdams, Cattell‟ den bir adım daha ileriye gitmiĢtir ve kiĢinin kendi içindeki değiĢim ile kiĢiler arası değiĢikliği (yapı X süreç yaklaĢımını) kiĢilik geliĢimi ile iliĢkilendirmiĢlerdir. Buna göre, kiĢiliğe iliĢkin olarak yapı ve süreç yaklaĢımını birleĢtirmenin en iyi yolu geliĢimsel bir perspektif sunmaktır (38). Fleeson da davranıĢsal geliĢimin, esas olarak “Durağanlık (stabilite) ve değiĢim” üstüne olduğunu; bunu kavramsallaĢtırmanın en iyi yolunun geliĢimsel bir perspektif oluĢturmak olduğunu belirtmiĢtir (39). Bireyin doğrudan kendisi ile ilgili olan süreçler günler, haftalar veya aylar içinde oluĢmaktadır. Hem yapıda hem de süreçte meydana gelen değiĢimler, yıllar içinde oluĢtuğundan, yapılan ölçümler de uzun süreli çalıĢmaları kapsamaktadır. Dolayısıyla yaĢam öykülerinin yapısındaki değiĢimler için bireyin içgörü kazanması ancak belirli bir zamanın geçmesini gerektirmektedir. Hem Mroczek ve Spiro ‟nun kendi

(17)

9 yaptıkları araĢtırma, hemde benzer baĢka çalıĢmalar, hem yapının hem de sürecin aynı çerçeve içinde tartıĢılması gerektiğini göstermektedir. Bireyin davranıĢındaki tutarlılığın, onun herhangi bir özelliğinden mi kaynaklandığı yoksa durumsal bağlamdaki (duruma özgü ortamdaki) benzerliğin bir sonucu olarak mı ortaya çıktığı da, bu konunun içinde tartıĢılmaktadır. Bu tartıĢma kiĢiliği yapı ile açıklayan treyt teorisyenlerini, kiĢiliği süreç ile açıklayan öğrenme teorisyenlerinden ayırmaktadır. Öğrenme teorisyenleri, bireyin yaĢam boyunca karĢılaĢtığı durumların niteliğinin hep benzer olduğunu ve bunun bir sonucu olarak da alıĢılmıĢ davranıĢ örüntülerinin oluĢtuğunu savunmuĢtur. Dolayısıyla zaman içinde ve durumlar arasındaki tutarlılığın. 20 ila. 30 arasında bir iliĢkiye (korelasyon) sahip olduğunu söylemiĢlerdir. Bu görüĢe göre kiĢilik, değiĢime dirençli, öğrenme sonucu meydana gelen, nerdeyse sabit kalan bir alıĢkanlık sistemidir ve alıĢkanlıkların bir araya gelmesiyle oluĢmaktadır (40). KiĢilik ve davranıĢlardaki “tutarlılık ile süreklilik” son yıllarda anlaĢılmaya baĢlanmıĢtır. Süreklilik, bazen vücut Ģekli, biyofizyolojik yapılar ve süreçlerin sürekliliğidir. Bu, kiĢilik geliĢiminde herkese göre değiĢebilen davranıĢsal sonuçlara, durumsal değiĢkenlere ve bireysel farklılıklara göre daha objektiftir (40). Ferro ve ark kiĢilik bozukluklarının tanımlanan en temel özelliği olarak durağanlık (stabilite) kavramına odaklanmıĢtır (41). Buna bağlı olarak ayaktan tedavi edilen 108 depresif hasta 30 ay takip edilerek, bu kiĢilerin kiĢilik bozukluğu tanılarının istikrarı (değiĢmezliği) ölçülmüĢtür. Ölçmede hem kategorik hem de boyutsal ölçekler kullanılmıĢ ve kiĢilik bozukluğu tanısı olanlarının % 51‟inin 30 ay sonra da tanı aldıkları bulunmuĢtur; ayrıca % 22‟si olası kiĢilik bozukluğu ölçütlerini karĢılamıĢtır. Bütün bu tartıĢılanlar doğrultusunda bir bireyin kiĢiliğinden bahsederken kalıcı (sabit) özellikler ile koĢullara bağlı olarak ortaya çıkan durumlar arasındaki farkın bilinmesinin son derece önemli olduğu görülmektedir. Bu görüĢü destekler biçimde McAdams (1994) süreç ve yapının, geçmiĢ, gelecek ve Ģimdiyi içeren benlik-sistemini, yaĢam öyküsünü, baĢ etme becerilerini, amaçlarını, rolleri kapsayan bireysel durumlarını, ayrıca mizacı özelliklerini içerdiğini dile getirmiĢtir. Sonuç olarak kiĢiliği, süreç ve yapının bir araya geldiği bir sistem olarak ele almak da fayda vardır (42).

2.2.4. KiĢilik Kuramları:

Bazı teorisyenler kiĢiliğin en önemli özelliğinin ne olduğu sorusuna yönelirler, bazıları ise kiĢilikler arasındaki farklılıkları anlamaya çalıĢırlar. Dolayısıyla her bir kuramın kiĢilik geliĢimine iliĢkin öngörüleri farklı farklıdır. Bu farklı yaklaĢımlar altı kiĢilik kuramıyla ele alınmaktadır. Bunlar tarihsel açıdan ele alınacak olunduğunda; Yapısal

(18)

10 (bünyesel) yaklaĢım, psikodinamik yaklaĢım, treyt (ayırıcı özellik) yaklaĢımı, davranıĢçı-öğrenme yaklaĢımı, biliĢsel yaklaĢım, hümanistik yaklaĢımdır.

2. 2.4.1. Yapısal yaklaĢım

Yapısal yaklaĢım, Plato ile baĢlayan Hippokrates ile devam eden kiĢiliğe iliĢkin olarak yapılan ilk çalıĢmaları içermektedir. Nitekim bunlar ilk olarak felsefe içerikli olmuĢ daha sonra tıp alanına yönelmiĢtir. Bu yaklaĢım, hem geliĢim hem de ölçüm açısından bilgi vermemiĢ, sadece normal dıĢılığın nasıl oluĢtuğunu açıklamaya çalıĢmıĢtır. Bugün, üzerinde durulan yaklaĢımlardan biri olmayan yapısal yaklaĢımı destekleyen güncel araĢtırmalar yoktur.

2.2.4.1.1 GeliĢim

Yapısal yaklaĢımın kiĢilik geliĢimi hakkında herhangi bir varsayımı yoktur. 2.2.4.1.2. Normal dıĢılık

Antikçağdan beri insanoğlunun kiĢiliği tanımlama ve sınıflandırma çabası olmuĢtur. Örneğin, Hippokrates (M.Ö. 460-357) ve M.Ö. 2. yüzyılda yaĢamıĢ olan Galenos (131-201) evrendeki dört temel elementin (su, hava, toprak ve ateĢ ) ve dört farklı vücut sıvısının (kan, balgam, sarı ve siyah safra) dört farklı kiĢilik tipiyle bağlantılı (iyimser, melankolik, soğukkanlı, hırçın) olduğunu düĢünmekteydi. Bu görüĢe göre dört elementin veya dört sıvıdan hangisinin vücutta bol olduğu kiĢilik tipini de belirlemekteydi (40). Hippokrates‟ın bu sınıflamasının, insanların çoğunluğu için uygun olmadığı fark edilmiĢ ve 1925‟ te Alman bir nöropsikiyatr olan Kretschmer (1888-1964) tarafından belli beden tiplerine uyan kiĢilik türleri tanımlanmıĢtır. Bunlar atletik tip, piknik tip, astenik tip ve de displastik tip olarak sıralanabilir. Buna göre uzun ve ince olmak soğuk ve iliĢkilere kapalı olmakla; ufak ve yuvarlak hatlara sahip olmak ise heyecanlı, değiĢken ve sosyal olmakla iliĢkilendirilmiĢtir. Daha sonra ise atletik ve dizplazik gibi iki kategori daha eklenmiĢtir (43). Kretschmer‟den sonra Sheldon (1899-1977); endomorfik (iç organların egemen olduğu), mesomorfik (kas ve iskelet dizgesinin egemen olduğu), ektomorfik (sinir dizgesinin egemen olduğu) beden tiplerini tanımlamıĢtır (44). Bu yaklaĢımın önerdiği psikopatoloji, beden yapısı ve birtakım sıvıların vücutta ne oranda bulunduğuyla bağlantılıdır. Bu tarz kiĢilik kategorileri, insanoğlunun birkaç gruba sığdırılmaya çalıĢılması açısından eleĢtirilmiĢtir; beden yapısı ve kiĢilik yapısı arasında iliĢki olduğu görüĢü kanıtlanmamıĢtır.

2.2.4.2. Psikodiııaıııik yaklaĢım

(19)

11 üzerinde en çok duran yaklaĢımlardan biridir. Hatta bu yaklaĢımın tamamen “geliĢim” üzerine inĢa edildiğini bile söylemek mümkündür. Bu yaklaĢımın öncüsü Sigmund Freud (1856-1939)‟ tur. Freud‟un kiĢiliği ilk ele alıĢı histeri kavramı ile olmuĢtur. Daha sonra ise oral, anal ve fallik karakterlerden bahsetmiĢtir. Freud‟dan sonra ise, yola onunla çıkan ama daha sonra bazı alanlarda farklılaĢan kiĢilerden oluĢan yeni bir kuram ortaya çıkmıĢtır. Neo-Freudian diye de adlandırılan yeni Freudcular, Alfred Adler, Carl Jung, Anna Freud ve Karen Horney‟dir. Erik Erikson ise geliĢimi tanımlarken sadece psikoseksüel dönemlere değil bundan ziyade psikososyal basamaklara da vurguda bulunan ego psikologları arasındadır. Buna göre yaĢamın ilk yılları sadece oral tatmin için değil, aynı zamanda anne ve bebek arasındaki güven iliĢkisi için de önemlidir. Erikson kiĢilik geliĢimi hakkında çok sayıda çalıĢma yapmıĢtır. Daha sonra ise kiĢilik ve kiĢilik geliĢimi, obje iliĢkileri çerçevesinde ele alınmaya baĢlanmıĢtır. Obje iliĢkileri kuramı, erken çocukluk deneyimlerine vurguda bulunan, çocuğun yaĢamında önemli olan kiĢilerle kurduğu iliĢkiyle ilgilenen bir kuramdır. Bu kurama göre, çocuk, anne ve babasıyla ya da ona bakım veren kiĢiyle nasıl bir iliĢki kurarsa, bu onun daha sonraki yıllarda nasıl birisi olacağını etkileyecektir. Bu kuramı en iyi temsil eden kiĢi Melanie Klein ve Otto Kernberg‟tir. Daha sonraları John Bowlby ve Mary Ainsworth daha görgül çalıĢmalarla buna destek vermiĢtir

2.2.4.2.1. GeliĢim

20. yüzyılda ise kiĢiliği “psikolojik” açıdan ele alan kuramların baĢında psikodinamik yaklaĢım gelmektedir. Freud‟ a göre insan kiĢiliğinin üç temel birimi bulunmaktadır: id, ego ve süperego. Ġd, bütün dürtüsel enerjinin kaynağıdır; heyecan arar. Haz ilkesine göre organize olmuĢtur. Ne istediğiyse tam o anda yapılmasını ister. Engellenmeyi asla tolere edemez. Süperego toplumun kurallarına göre davranıĢların ayarlanmasını sağlar. Ġyi davranıĢlar için ödüllendirileceğine (sevilme, kendisi ile iftihar etme) kötü davranıĢlar için cezalandırılacağına (suçluluk duyma, aĢağılık hissi) inanır. Ġd haz arar; süperego mükemmeli arar; ego ise gerçeğe odaklanır ve gerçeklik ilkesine göre çalıĢır. Egonun iĢlevi, gerçeğe ve süperegonun ondan talep ettiğiyle uygun olacak Ģekilde idin isteklerini dile getirmek ve onu memnun etmektir (45). Egonun amacı içgüdülerin tatmin edilmesi için sağlanacak en üst düzeydeki hazzın, en az acı ve negatif sonucun alınacağı ana kadar ertelenmesidir. Gerçeklik ilkesine göre idin enerjisi bloklanır, baĢka yöne çevrilir veya bu yavaĢ yavaĢ serbest bırakılır. Bunu yapan egodur (46). Dolayısıyla kiĢiliğin dinamiği bu yaklaĢıma göre Ģu Ģekilde iĢler; KiĢiliğin üç birimi doğal olarak

(20)

12 birbiriyle çeliĢki içindedir. Bu çeliĢki değiĢik psikolojik faaliyetlerin temelini

oluĢturur. Ġd, ego ya da süperegodan birinin, diğerlerinden daha kuvvetli ya da zayıf olduğu zaman, farklı kiĢilik türleri ortaya çıkar. Kaygı büyüyüp Ģiddetlendikçe, ego bu Ģiddetteki kaygıyla baĢa çıkabilmek için savunma mekanizmalarına baĢvurur. Kaygı ve bununla beraber savunma mekanizmaları bu çatıĢmadan doğar. Savunma mekanizmaları terimi, içsel ve dıĢsal tehdit algısına karĢı tampon olacak Ģekilde arabuluculuk yapan süreçler anlamına gelmektedir. Savunmaların ne derece bilinçaltında olduğu ya da kendi kendini aldatmadan ibaret olduğu da tartıĢılan önemli düĢüncelerden biridir (47). Bu bakıĢ açısı, bir kiĢinin, kiĢilik yapısını anlayabilmek için savunma örüntüsünü değerlendirmek gerektiğini söylemektedir. Yüzeysel olarak bakıldığında benzer olan davranıĢların, aslında farklı psikolojik belirleyicileri ve iĢlevleri olabildiği düĢünülmüĢtür. Psikoanalitik teori, temel ihtiyaçların doyurulmasıyla ilgili olan intrapsiĢik çatıĢmaların kiĢilik üzerinde etkili olduğuna vurguda bulunur (48). Block (1980)‟a göre Freud için insanın varoluĢsal ikilemi, bireyin isteklerinin hemen doyurulmasına karĢı, baĢkaları tarafından zorla kabul ettirilen baskıları özümseme, yaĢanılan stresten kaçınma isteği ve gerçeklik ilkesi arasındaki çatıĢmadır (48). Freud‟a göre yeni doğan bir bebek değiĢik aĢamalardan geçerek kiĢiliğini geliĢtirir. Bu aĢamalara psikoseksüel aĢamalar adı verilir. Bu aĢamalar, bedenin belirli bir organının adıyla tanımlanır. Doğumdan iki yaĢına kadar çocuk oral aĢamasındadır. Bu devrede emme ve yeme, çocuğun zevk aldığı en baskın davranıĢlardır. Çocuk iki ila dört yaĢı arasında, emmekten daha fazla dıĢkılamadan, anal uyarılmadan zevk almaya baĢlar; bu nedenle o devreye anal aĢaması adı verilir. Dört yaĢ civarındayken çocuk fallik aĢamaya girer. Bu devrede çocuk cinsel organına dokunmaktan zevk almaya baĢlar (46,45). Fallik devreden sonra örtük (latency) aĢama gelir ve bu devre 5 ila 12-13 yaĢlarına kadar sürer. Bu devrede çocuğun cinsel dürtüleri gizlidir. Çocuk cinsellikle ilgili konulardan hoĢlanmaz ve kendini daha çok oyuna verir. Ergenlikle beraber genital aĢama kendisini göstermeye baĢlar. Birey cinsel organı ve duyguları arasında bir baĢ olduğunu fark etmeye baĢlar (49).

Psikodinamik yaklaĢım içinde zamanla baĢka görüĢler de ortaya çıkmıĢtır. Bu görüĢlerden ilki “Yeni Freudcular” diye adlandırılan teorisyenlerden oluĢur. Bu teorisyenlere göre, kiĢilik üzerinde kültürel ve sosyal etkilerin önemi büyüktür. Alfred Adler (1870-1937); Freud‟dan ayrıldığı en belirgin nokta Adler‟in üstünlük

(21)

13 çabasına verdiği önem olmuĢtur. Adler‟ e göre aĢağılık duygusundan üstünlük hissine doğru geçiĢ kiĢiliğin temel taĢıdır. Üstünlük duygusu insanların elde etmek istediği esas güçtür ve cinsel dürtüden daha kuvvetlidir. Organ eksikliği, çocuklukta geçirilen hastalıklar, çocuğun ihmal edilmesi veya Ģımartılması, doğum sırası, ana- baba tutumu, kiĢilik geliĢiminde belirleyici faktörlerdir. Adler, bunlara ilaveten kiĢiliği etkileyen sosyal güçler üstünde durmuĢ ve kiĢiliğin bütünlüğüne vurguda bulunmuĢtur (50). Jung (1875-1961); Freud‟dan farklı olarak ırksal (ortak) bilinçaltı ve kiĢisel bilinçaltıdan bahsetmiĢtir. Irksal bilinçaltı bütün insanlarda ortaktır; kiĢisel bilinçaltı ise kiĢiye özgüdür. Irksal bilinçaltında var olan bazı kavramlardan dolayı yeni doğan bebek, hiç yabancılık çekmeden bu kavramlarla etkileĢime girer. Bunun için verilecek en iyi örnek bebeğin annesiyle hemen bütünleĢmesidir. Ya da atalarımızdan kalan bilinçaltı imgelerinden dolayı herkes karanlığa aynı tepkiyi verir. Jung bu imgelere genel olarak “arketip” der. O‟na göre yaĢamda rastalanılan durum kadar çok arketip vardır. KiĢiliğin temelinde ise persona, animus, anima ve gölge vardır. Persona, ego ve gerçek dünya arasında araç; animus, kadındaki erkeksi taraflar; anima, erkekteki kadınsı taraflar; gölge, personanın sakladığı yanı olarak tanımlanmaktadır (50, 51, 33). Jung kiĢiliği belirleyen iki tutumdan bahsetmiĢtir. Bunlar, içe dönüklük ve dıĢa dönüklüktür. Ġçe dönük (introvert) ve dıĢa dönük (extravert) kavramlarını ilk kullanan kiĢidir. Jung, bir kimsenin etkin bir yaĢam sürdürebilmesi ve normal bir kiĢilik geliĢimine sahip olması için bu iki yönü (içe dönüklük-dıĢa dönüklük) denge içinde tutması gerektiğini savunmuĢtur (51). Ancak sonraları Jung, dünyada bu iki tipten daha farklı tipler olduğunun farkına varmıĢtır. KiĢinin dünyayı nasıl algıladığına ve anlamlandırdığına bakmıĢ ve dört ana iĢlev belirlemiĢtir: Duyu, sezgi, düĢünce ve duygu. Bu iki tutum (içe dönüklük-dıĢa dönüklük) ve dört iĢlev farklı kiĢilik tipleri ortaya çıkarmıĢtır ( 33 ). Jung‟ un yaptığı çalıĢmalar içe dönüklük-dıĢa dönüklük tutumlarını ölçen kiĢilik testlerine ilham vermiĢtir. Nitekim Jung‟ tan etkilenen ingiliz psikolog Hans Eysenck tarafından Mausley KiĢilik Envanteri geliĢtirilmiĢtir (45). Karen Horney (1885-1952); KiĢilik geliĢiminin, değiĢmeyen biyolojik güçlere bağlı olduğuna inanmayan Horney, bunun psikososyal ve biyolojik etkilerin karĢılıklı iliĢkisine bağlı olduğunu savunur. KiĢiliğin, ilk çocukluk yıllarında geliĢtiği konusunda Freud ile aynı fikri paylaĢmıĢtır. Ana-baba tutumunun tutarsız, kayıtsız, baskıcı olmasının ve de kardeĢler arası ayırım yapılmasının kiĢilik üzerinde olumsuz etkide bulunduğunu belirtmiĢtir. Ancak O‟ na göre kiĢilik yaĢam boyu değiĢebilen bir yapıdır (45). 10 nevrotik ihtiyaçtan ve bunlardan kaynaklanan üç nevrotik

(22)

14 kiĢilikten bahseder. Bunlar uysal tipler, saldırgan tipler ve kaçınan tiplerdir (50, 51). Ego psikoloğu olan Erik Erikson (1902-1994) ise geliĢim sürecinde yaĢanılanların, kiĢilik üzerindeki etkisini ele almıĢtır. Belirlediği 8 basamak vardır. Bu basamaklar;

Güven X Güvensizlik, Özerklik X Utanç, korku, GiriĢimcilik X Suçluluk, ÇalıĢkanlık X AĢağılık hissi, Kimlik X Kimlik karmaĢası, YakınlaĢma X YalıtılmıĢlık, Üretkenlik X Durgunluk,

Benlik bütünlüğü X Umutsuzluk

Erikson‟a göre, her aĢama kendi geliĢimsel krizlerini içerir ve bu krizlerin çözümlenmesi bir sonraki aĢamaya uyum için gereklidir. Örneğin, ilk dört basamaktaki krizleri baĢarıyla atlatan kiĢiler, beĢinci basamakta daha kalıcı kiĢilik kaynağına ulaĢmaktadır.

Diğer psikoanalitik ekoller içindeki Wilhelm Reich, Freud‟ un psikoseksüel geliĢim dönemlerine saplanma ile ortaya çıkan kiĢilik tipleri düĢüncesine karĢı çıkar (örn: oral kiĢilik, anal kiĢilik gibi). Reich, bu kiĢilik tiplerinin “kiĢiler arası ve fiziksel” davranıĢları üzerinde durmuĢ ve bunlara karakter armorları (zırhları) demiĢtir. Karakter armorları, içsel ve dıĢsal tehditlere karĢı koruyucudur; isteğe bağlı olarak oluĢmaz, yenileyicidir. Reich‟ in belirlediği dört karakter tipi vardır. Bunlar, histerik karakter, kompulsif karakter, fallik-narsistik karakter, mazoĢistik karakterdir (50). Obje-iliĢkileri konusunda Melanie Klein (1882-1960)‟ ın çalıĢmaları dikkat çekicidir. KiĢilik geliĢiminde çevresel ve kiĢiler arası iliĢkilerin rolüne vurguda bulunan Klein, benlik ve obje (birey için önemli olan bir kiĢi) arasındaki içselleĢtirilmiĢ iliĢkinin önemi üzerinde durmuĢtur. O‟na göre, bu iliĢki bireyin daha sonra kuracağı kiĢiler arası iliĢkilerini ve kiĢiliğini etkilemektedir. YaĢamın ilk yılının ruhsal geliĢimin en belirleyicisi olduğunu söyleyen Klein, ayrıca çocukların geliĢimleri esnasında iliĢki kurdukları bireyleri içselleĢtirmekten çok, bu iliĢkilerinin kendisini iç dünyalarına mal ederek yaĢadıklarını belirtmektedir (45). Otto Kernberg (1928- ); Kernberg hem Klein‟dan hem de Jacobson‟dan etkilenerek kiĢilik geliĢimi teorisini oluĢturmuĢtur. Özellikle bölme (splitting) savunma mekanizmasına vurguda bulunarak kiĢilik geliĢimini açıklamaya çalıĢmıĢ ve buradan yola çıkarak borderline kiĢilik bozukluğuna atıfta bulunmuĢtur (46). Kernberg‟e göre bölme mekanizması, birbirine karĢıt olan (örn: iyi /

(23)

15 kötü, sevmek / nefret etmek) duyguların oldukça kesin bir Ģekilde birbirinden ayrılmasıyla tanımlanmaktadır. Bu mekanizma, bebeğin yaĢamının ilk yılları için gereklidir. Bebek böylelikle iyiyi, kötüden, sevgiyi nefretten, hazzı acıdan ayırabilir. Tehlikeli olanı, tehlikeli olmayandan ayırarak düzenleyen bu mekanizma, bir savunma düzeneği haline geldiğinde ise bütün iĢlevini kaybeder ve ego yetersizliğinin temel nedenini oluĢturur. Kernberg, güdüler kadar çevresel faktörlerin de etkili olduğunu söylemiĢtir. Yaptığı katkıların en önemlisi güdülerin, benlik, obje ve duygulanım arasında meydana geldiğini belirtmesidir. John Bowlby (1907-1990)‟ ye göre erken dönem bağlanma yaĢantısı, kiĢilik geliĢimini ve yetiĢkinlikteki iliĢkileri etkilemektedir. Bağlanma, çocuğun bağlanma figürleri yani anne, baba veya bakım verici tarafından sevilmeye, desteklenmeye, beğenilmeye değer olup olmadığına yönelik kendisine olan inancını içerir. Bowlby‟ e göre dört bağlanma türü vardır. Buna göre, güvenli (secure) bağlanma, yüksek benlik saygısı, kendini sevilmeye değer bulma ile; saplantılı (preoccupied) bağlanma, olumsuz benlik, yapıĢkan tarzda iliĢki kurma ile; korkulu (fearful) bağlanma, olumsuz benlik, baĢkalarına karĢı güvensiz olma, çekingen olma ile; kayıtsız bağlanma (dismissing) olumsuz benlik, yakın iliĢkilerden kaçma ile tanımlanmaktadır (52).

2.2.4. 2. 2. Normal dıĢılık

Ġd-ego-süperego iliĢkisi; Freud‟un kuramına göre enerji dağılımındaki dengesizlikler sonucunda hangi yapı güçlenirse güçlensin, sonuçta zayıflayan hep egodur. Gerçeği değerlendirme ego ile sağlandığı için, egonun zayıflaması ile kiĢinin gerçeğe olan uyumunda bozulmalar olur. Bu çatıĢma sürekli devam ettiğinde, savunmalar katılaĢır ve yaĢama uyum sağlama gittikçe zorlaĢır. Psikoseksüel geliĢim basamakları; Psikoanalitik yaklaĢımın anormal dıĢılığı açıklarken öne sürdüğü ikinci görüĢ, psikoseksüel geliĢim alanlarına saplanmadır. Buna göre aĢırı derecede oral doyumun olması ya da bunun tam tersi bundan mahrum kalmak patolojik özelliklerin ortaya çıkmasına neden olur. Patolojik özellikler oral, anal ve fallik karakterin ortaya çıkmasına neden olabilir. Oral karakterler, sıklıkla bağımlıdırlar, sürekli baĢkalarına ihtiyaç duyarlar. Ayrıca kıskançlık ve hasetlik gibi özelliklere sahip olmaları da bununla iliĢkilidir. Anal döneme saplanma ile düzenli olma, inatçılık, cimrilik özelliklerine sahip olma arasında baĢ olduğu söylenmiĢtir. Anal özelliklere karĢı savunmalar yetersiz ise, anal karakter ortaya çıkar. Anal karakter ve savunmalar sıklıkla obsesif-kompulsif nevrozlarda görülür. Fallik-ödipal dönemdeki penis kıskançlığı ve hadım edilme (kastre edilme) korkusu, karakter geliĢiminde önemli bir

(24)

16 belirleyicidir (46). Bireyler normal olarak her aĢamayı yukarıda verilen sırada geçerler. Fakat kiĢiye özgü nedenlerden dolayı bazı bireyler bu aĢamalardan birine saplanabilir. Bu da normal dıĢılıkla iliĢkilidir. Aile öyküsü; YaĢamın erken yıllarında maruz kalınan bazı olayların (suiistimal edilme, cinsel istismar yaĢantısı gibi) daha sonraki yıllarda, kiĢilik geliĢimini olumsuz anlamda etkilediği dile getirilmiĢtir. Özellikle de suiistimal edilme, ihmal edilme, uzun süren ayrılıklar ve erken yaĢlarda kayıp yaĢama gibi itici, istenmeyen olaylar etiolojik önem açısından risk faktörü olarak belirtilmiĢtir (53). Alfred Adler‟i, normal dıĢılık tanımı bakımından Freud‟dan ve Jung‟dan keskin bir Ģekilde ayıran bazı özellikler göze çarpmaktadır. Bunlar ana- baba tutumu, çocuk sayısı, kardeĢ sırası, aĢağılık duygusuna verdiği önemdir. Adler‟e göre psikopatolojinin ne olduğunu belirtmeden önce normal kiĢilik geliĢimine bakmakta fayda vardır. Normal ve sağlıklı davranıĢların temel özelliği, insanın karĢılaĢtığı durumlarla etkin bir Ģekilde baĢ edebilmesidir. Ġnsan, yaĢamı boyunca sürekli olarak sorunlarla uğraĢır durur. Nevrotik kiĢinin etkinlik düzeyi düĢüktür. Sorunlara çözüm bulmak, biliĢ düzeyinde düĢünme kapasitesi için esnek olmayı gerektirir (45).

AĢağılık hissi; Adler‟e göre davranıĢ problemi gösteren kiĢiyi normallerden ayıran iki özellik vardır: Bunlardan ilki, normal dıĢı davranıĢı olan kiĢinin özellikle yaĢamının ilk yıllarında, normal insanlara oranla yoğun eksiklik duyguları içinde olması, ikincisi ise bu duyguları telafi etme çabasıyla uyumsuzluğunu artırıcı davranıĢlar geliĢtirmesidir (33). Normal dıĢı eksiklik duyguları, Ģu koĢullarda ortaya çıkar: Organ eksikliği, ebeveynlerin aĢırı koruma tutumu veya ebeveynlerin ilgisizliği. Özellikle organ eksikliğinin üzerinde duran Adler, bunun bireylerde bazı problemlere yol açacağını ve eksiklik duygusunu kabul edemeyen, bununla baĢa çıkamayan kiĢilerde patolojiye rastlamanın mümkün olduğunu belirtmiĢtir. Daha sonra bu kavramı geniĢleten Adler, herhangi bir acıyı azaltmak veya maskelemek için eksiklilik hissinin telafi edilmesiyle ilgilenmeye baĢlamıĢtır ( 32, 33 ). Jung ise anormal geliĢimi iki sürece bağlar. Bunlar bireyselleĢme ve bütünleĢmedir. BireyselleĢme ve bütünleĢmeye göre bireyselleĢen kiĢi, kiĢiliğinin her parçasını uyumlu bir bütün haline getirmeye ve sürekli olarak kendini gerçekleĢtirmeye çabalar. Arketiplerin uyum içinde olması gerekir. Oysa bireyselleĢme ve bütünleĢme olmadığında, bir arketip, diğerlerine oranla daha baskın olur ve psikopatoloji ortaya çıkar. Persona “arketip”i maske anlamındadır ve kiĢiliğin diğer insanlara gösterilen tarafı anlamındadır. Bir kiĢide persona “arketip”i baskın ise, kiĢi zamanla kendine yabancılaĢır. Buda anormalliğe neden

(25)

17 olur.“Anima ve animus”u baskın kiĢilerde kiĢilik bozukluğu, duygudurum bozukluğu ya da homoseksüellik ortaya çıkabilir (32). Karen Horney‟e göre sağlıklı insan, uyumlu, kültürün ona sağladığı koĢulları en iyi Ģekilde karĢılayan insandır. Patoloji geliĢiminde ise ana-baba tutumu ve sosyal faktörlerin etkili olduğunu savunur. Horney‟e göre bozukluk, insan iliĢkilerinden dolayı ortaya çıkar. Nevrozun ortaya çıkıĢı sosyalleĢme süreci ile iliĢkilidir, genellikle de aile içindeki sağlıksız iliĢkilerden kaynaklanır. Hemen hemen bütün psikopatolojilerin altında, ana-baba tutarsızlığı, ebeveyn tutumlarının baskıcı olması ya da kardeĢler arası ayrım yapılması vardır. Özellikle de bunlardan birkaçının bir araya gelmesi, patoloji olasılığını artırır. Birey kendini dıĢ dünyaya karĢı çaresiz, korunmasız hisseder ve kaygısı yükselir. Bu duyguyla baĢ etmek için de savunma mekanizmalarını devreye sokar. Aslında, ortaya çıkan patoloji bireyin kullandığı bir savunma mekanizmasıdır. Bu patolojik ihtiyaçlar Ģunlardır: Nevrotik sevgi ve onay ihtiyacı, yaĢamını yönetecek bir ortama duyulan ihtiyaç, yaĢamı dar sınırlar içine hapsetmeye duyulan güç, güce duyulan ihtiyaç, baĢkalarını sömürmeye, kullanmaya duyulan ihtiyaç, prestije duyulan ihtiyaç, baĢkalarının hayranlığını kazanma ihtiyacı, baĢarı kazanma ihtiyacı, kendine yeterlik ve bağımsızlığa duyulan ihtiyaç, mükemmeliyetçiliğe duyulan ihtiyaç. Horney, bu nevrotik ihtiyaçların 3 ana nevrotik kiĢilik oluĢturduğunu söyler. Bunlar, uysal ve itaatkâr tipler, saldırgan tipler, kaçınan tipler (54). Erik Erikson‟a göre psikopatoloji, geliĢim dönemlerinde çözülemeyen baĢarısızlıkların, anormal kiĢilik örüntülerine dönüĢmesiyle gerçekleĢir. GeliĢimin birinci basamağında, güven duygusu geliĢtirilemezse ileride normalden sapan davranıĢlar meydana gelebilir. Güvensiz çocuk, yetiĢkin olduğunda da geri çekilme yaĢar. Paranoid belirtiler gösterebilir. Ġkinci basamakta özerklik kazanamayan çocuk, kendi baĢına bir Ģeyler yapamaz. Suçluluk duygularıyla sonlanan dönemde çocuk, pasif veya aktif saldırganlıklar gösterebilir. Okul dönemindeki baĢarısızlıklar, çocuğun ilerde güven eksikliği yaĢamasına neden olur. Ergenlik dönemindeki kimlik bunalımı normal bir süreçtir ama bu süreçten nasıl çıkıldığı önemlidir. Eğer bu kimlik bunalımından sağlıklı olarak çıkılırsa geç yetiĢkinlikte yakın iliĢkiler önem kazanır. ÇatıĢmalar çözülmemiĢse, yakın iliĢkilerde problemler çıkar. Bu dönemde ortaya çıkabilen, Ģizofreni, borderline, kiĢilik bozukluğu, kaygı bozukluğu, obsesif- kompulsif bozuklukların nedeni budur. Orta yaĢ ve yaĢlılıktaki çatıĢmalar da nevrozla sonuçlanabilir (45). Kernberg psikopatolojiyi daha çok bölme (splitting) savunma mekanizması çerçevesinde açıklamıĢ ve “borderline kiĢilik organizasyonu” üzerinde durmuĢtur. YaĢamın ilk yıllarında bebeğin duygusal dünyasını sürdürebilmesi için oldukça

(26)

18 gerekli olan bu bölme mekanizması (bölme) onun iyiyi kötüden, sevgiyi nefretten, hazzı acıdan ayırmasını sağlar. Ancak bu bir savunma mekanizması niteliği kazandığında ego yetersizliğinin temel nedeni haline gelir ve patoloji için bir temel oluĢturur (45). Kernberg bölme savunma mekanizması ile doğrudan iliĢkilendirilen borderline kiĢilik bozukluğu ile narsistik kiĢilik bozukluğunun benzer olduğunu savunmuĢtur. Ancak obje iliĢkileri bağlamında, narsistik kiĢilerin iyi-kötü bir bütünleĢtirme sağlayabildikleri ve bunu grandiöz benlikleri ile gerçekleĢtirdiklerini söylemiĢtir (46). Grandiöz benliği ise gerçek benlik, ideal benlik ve ideal objenin birbirinin içine geçmesi olarak tanımlar ve patolojiyi bu Ģekilde açıklar. John Bowlby, kiĢilik bozukluğu açısından normal dıĢılığı, bağlanma sürecinde yaĢanan sorunlarla açıklamıĢtır. BaĢlanma, psikoanalitik görüĢün en önemli dayanak noktasıdır; kiĢilik geliĢiminin ebeveyn-çocuk iliĢkisinin nasıl olduğundan etkilendiğidir. Erken dönem bağlanma yaĢantısı, kiĢilik geliĢimini ve yetiĢkinlikteki iliĢkileri etkilemektedir. Bağlanma türleri güvenli (secure) bağlanma, yüksek benlik saygısı, kendini sevilmeye değer bulma ile; saplantılı (preoccupied) bağlanma, olumsuz benlik, yapıĢkan tarzda iliĢki kurma ile; korkulu (fearful) bağlanma, olumsuz benlik, baĢkalarına karĢı güvensiz olma, çekingen olma ile; kayıtsız bağlanma (dismissing) olumsuz benlik, yakın iliĢkilerden kaçma ile tanımlanmaktadır (52).

John Bowlby‟ nin çocuk kliniğindeki deneyimleri bir çocuğun kiĢiliğinin geliĢiminde ebeveynleri ile etkileĢiminin önemli bir rol oynadığı düĢüncesini pekiĢtirmiĢtir (55). Weinberger da bu görüĢten yola çıkarak, kiĢilik yapısını, çocukların, ebeveyn figürleriyle olan iliĢkilerini içselleĢtirme biçimleri olarak tanımlamıĢtır (48). Ayrıca Choati ve ark‟nın yaptıkları araĢtırma da, ergenlikte veya yetiĢkinlikteki kiĢilikleri kadar bağlanma tarzlarının kiĢilik patolojisini etkilediğini göstermiĢtir (56). Bu bakıĢ açısından yola çıkarak Weinberger üç farklı tipteki bireyi, kiĢilik, savunma mekanizmaları, olası DSM tanıları, ego geliĢimleri ve bağlanma tarzları açısından ele almıĢtır (48). Buna göre ortaya çıkan sonuçlar Tablo 1.1‟dedir.

Tablol.1: Bireyin kiĢilik, savunma mekanizmaları, olası DSM tanıları, ego geliĢimleri ve bağlanma tarzları açısından değerlendirilmesi

(27)

19 2. 2. 4. 3. Treyt ( ayırıcı özellik ) yaklaĢımı

Treyt, bireylerin belirli bir Ģekilde hissetme, davranma ve düĢünme olasılıklarıyla tanımlanmaktadır. Treyt psikologları, kiĢiliği ve kiĢiliğin altında yatan mekanizmalarının ve süreçlerinin ne olduğunun araĢtırılması için önemli giriĢimlerde bulunmuĢlardır. Bu yaklaĢım, kiĢiliğin ilk yıllardan bu yana nasıl geliĢtiğine değil de, Ģimdiki zaman üzerinde durarak, geliĢmiĢ olan yetiĢkin kiĢiliğinin birbirinden nasıl

farklılaĢtığına yoğunlaĢmıĢtır. Dolayısıyla psikanaliz gibi kiĢilik geliĢimi üzerine kurulu bir yaklaĢım değildir. Daha çok treytler ve bunların kiĢilikle olan iliĢkileri üzerinde durulmuĢtur ve her teorisyen kendine özgü kavramlarla kiĢiliği açıklamaya çalıĢmıĢtır. Treyt kuramcıları, insanların belirli özellikler açısından birbirlerinden nasıl farklılaĢtığına, kiĢilik treytlerinin yapısına, içeriğine ve iĢlevselliğine bakar. Bu özellikler gözlenmez ama kiĢilerin davranıĢ biçimlerine bakarak karar verilebilinir (57). Treyt psikologları, her ne kadar birçok açıdan psikanalizi eleĢtirmiĢ de olsa, geliĢim basamakları tanımlamamaları, daha çok betimsel bir yaklaĢım içinde olmaları ve kiĢilik geliĢimi hakkında hiç bilgi vermemeleri açısından da kendileri eleĢtiri oklarına hedef olmuĢtur. Ancak kiĢilik geliĢimi hakkında gen-çevre etkileĢiminden bahsetmeleri bugün kiĢiliğin ele alınıĢ biçimine oldukça yakındır. KiĢilik geliĢiminin otuzlu yaĢlardan sonra durduğunu, tıpkı zekâ gibi kiĢiliğin de

KiĢilik l.cil savunma DSM-IV Ego

geliĢimi Bağlanma tarzı Reaktif olanlar (Engellenme düzeyi düĢük ) Dürtüsel, talepkar, duygusal olarak labil Ġmmatür savunmalar _Dissosiyasyon, _Bölme _ Devülasyon Histriyonik ve borderline kiĢilik bozukluğu Dürtüsel / kendi kendini korumacı davrana Saplantılı Duyarlı olanlar (Orta düzeyde engellenebilen ) Nevrotik, anksiyöz, depresif Nevrotik savunmalar _DuyarlaĢma, _Rasyonalizasyon Yaygın anksiyete bozukluğu ve distimik bozukluk Uymacı/ Vicdanlı Saplantılı /korkulu Çok fazla engellenenler Korkak, giriĢken olamayan, utanan Nevrotik savunmalar _Yapma-bozma, _Reaksiyon Formasyon Çekingen kiĢilik bozukluğu Uymacı Korkulu

(28)

20 artık bu yaĢlardan sonra değiĢmediğini ifade etmektedirler. Ancak bu yaĢtan önce değiĢim olabileceği söylenmektedir. Buna göre kiĢilik geliĢimi yirmili yaĢların sonuna doğru tamamlanır. KiĢiliğin %40‟ı genetiğe; %35‟i paylaĢılmamıĢ çevreye (akran, okul çevresi); %5‟i paylaĢılmıĢ çevreye (aile) ve %20‟de hata oranına bağlıdır. PaylaĢılan ve paylaĢılmayan çevre, aynı ailede büyüyen çocukların kiĢilik geliĢimi açısından neden farklılaĢtıklarını anlamamıza yardımcı olur. Ancak bu yaklaĢım aynı zamanda, kalıtımsallığın derecesinin treytten treyte göre değiĢtiğini de söyler. Treyt yaklaĢımının öncüleri arasında Allport, Eyseck ve Cattell yer almaktadır. Bu kiĢilerin çalıĢmalarından sonra ise BeĢ faktör modelinin yaratıcısı Goldberg ve arkadaĢları treytte yönelik çalıĢmalar yapmıĢtır. Goldberg ve arkadaĢları modellerinin adından da anlaĢılacağı üzere beĢ faktör belirlemiĢ, kiĢilik geliĢimini bu Ģekilde açıklamaya gayret etmiĢlerdir. Treyt yaklaĢımın en güncel ismi olan Cloninger ise, psikobiyolojik bir model oluĢturmuĢ, kiĢiliği bu açıdan anlamaya çalıĢmıĢtır.

2.2.4.3.1. GeliĢim

Gordon Allport (1897-1967); Allport, uzun kariyer hayatı boyunca, davranıĢın mekanik yanına, gerilimi azaltmaya ve nörotizme vurguda bulunanların aksine insan, sağlık ve davranıĢların organize olmuĢ halleriyle ilgilenmiĢtir. KiĢiliğin, yaĢamın ilk birkaç yılından sonra da geliĢmeye devam ettiğini söyleyen “Yeni Freudcu” larla aynı görüĢü paylaĢmaktadır ve kiĢilik geliĢiminin ergenlik boyunca da devam ettiğini düĢünür. Ancak Freud‟dan ayrıldığı noktalar da vardır. Örneğin Allport, geliĢim aĢamalarının psikoseksüel olmadığını, erojen bölgeler çevresinde yer alan Freudcu çatıĢmaları da içermediğini söylemiĢtir. Ayrıca “hissedilen ben” e kimlik, yani “proprium” adını vermiĢtir ve “proprium”un doğumdan ergenliğe yedi aĢamada geliĢtiğini savunmuĢtur (33). Allport, kiĢiliğin nasıl geliĢtiğinden çok, kendine özgü bazı kavramlarla kiĢiliği açıklamaya ve hangi bileĢenlerden oluĢtuğunu anlamaya çalıĢmıĢtır. Ayırıcı özellik (treyt) üzerine bilinen ilk çalıĢmayı 1921‟ de Allport yapmıĢtır. KiĢiliği, bireyin karakteristik davranıĢlarını ve düĢüncelerini belirleyen psikofizik sistemlerin dinamik bir Ģekilde örgütlenmesi olarak, treytleri ise, kiĢinin birçok durumda genellikle nasıl davrandığı ile ilgili olan belirli (spesifik) durumları içeren özellikler olarak tanımlamaktadır. Allport, treyti kiĢiliğin en temel birimi olarak tanımlamaktadır. Treytler, zaman içinde ve durumlar karĢısında bir süreklilik göstererek kiĢinin yatkınlıklarını sunarlar. Dolayısıyla treytler, “sıklık, yoğunluk ve durumların ranjı” gibi üç özellikle tanımlanmaktadır. Bir bireyin kiĢiliğini tanımlarken

(29)

21 bu açıdan ele almak gerekmektedir. Bir kiĢinin, son derece uysal birisi olduğunu söylemek aslında onun her zaman ve her durumda böyle uysal olduğunu ifade etmektedir. Treyt, davranıĢın sürekliliğini anlamak için gereklidir ama davranıĢın çeĢitliliğini açıklamak için durumun öneminin anlaĢılması gereklidir. O‟na göre, davranıĢlardaki farklılıklar, normal ve yahut anormal derecede zıt olma eğilimlerimizden ve genlerden kaynaklanmaktadır. Bu görüĢ Allport‟un kiĢilik geliĢime olan yaklaĢımını yansıtmaktadır (32). KiĢiliği belirleyen üç temel treyt vardır. Bunlar kardinal treytler (baskın, kiĢinin hayatında en göze çarpan özellikler), merkezi treytler (kardinal treytlere göre daha sınırlı durumlarda ortaya çıkarlar) ve ikincil treytlerdir (en az göze çarpan, genel özellikler olarak adlandırılırlar) (44).

Aslında her ne kadar Allport, treyt psikoloğu olarak anılsa da, onun genel yönelimi hümanistliktir ve kiĢiliğin hem geçici (enlemesine kesitsel) hem de uzun süreli (boylamsal) bir organizasyonların etkisi altında olduğunu söylemiĢtir (58). Raymond Cattell (1905-1998); Cattell, kiĢiliğe iliĢkin boyutsal sınıflandırmanın öncülerindendir. KiĢiliği betimleyebilmek için 4.500 sözcük bulmuĢ, daha sonra bu sıfatlar aracılığıyla binlerce kiĢiyi değerlendirmiĢtir. Buradan yola çıkarak, istatistiksel analizleri kullanarak aynı sıfatlar ile aynı karakter boyutunun ne olduğu hakkında fikir yürütmüĢtür. Cattell treytleri ikiye ayırmıĢtır; Yapı treytleri ve yüzeysel treytler. Yapı treytleri kiĢiliğin temel taĢıdır ve çok sayıda yüzeysel treytten oluĢurlar. Yüzeysel treytler ise kendi aralarında tutarlı olmayan ve sınırsız sayıdaki davranıĢı içeren özelliklerdir (44). Cattell de Eysenck gibi, kiĢilik geliĢiminde genetik ve kalıtımsal etkilerin önemine vurguda bulunmaktadır. Ayrıca kiĢilik geliĢiminde ailenin de payı olduğunu, anne ve babanın uyguladığı tutarlı eğitimin de etkili olduğunu belirtmiĢtir. Hans J. Eysenck (1916-1997) (Üç-faktör teorisi); Eysenck kiĢilik geliĢiminden çok, kiĢilik ve treytlerin nasıl daha iyi ölçüleceği üzerinde durmuĢtur. BaĢlangıçta kiĢiliğin en temel 2 boyutu üzerinde durarak içe dönük-dıĢa dönük ve nörotizmden bahsetmiĢ, sonra üçüncü boyut olan psikotizmi eklemiĢtir. Buna göre psikotik boyuttakiler duyarsız, yalnız, sosyal geleneklere uyumsuz; dıĢa dönük boyuttakiler, sosyal, çok arkadaĢı olan, heyecanı seven ve dürtüsel davranan; içe dönük boyuttakiler, sessiz sakin, çekingen, az konuĢan kiĢilerdir (32). Eysenck, kiĢilik farklılıklarını fizyolojik olarak açıklamaya çalıĢmıĢtır. O‟na göre içe dönüklük ve dıĢa dönüklük arasındaki farkı kalıtım belirler. Bu farklar, serebral kortekstedir. Dolayısıyla kiĢilik geliĢimi üzerinde daha çok kalıtımın, daha az ise sosyal çevrenin etkisi olduğuna vurguda bulunmuĢ ancak buna rağmen çevrenin etkisini tamamen yok saymamıĢtır. Eysenck, treytlerin genetik ve

(30)

22 kalıtımsal yanlarına vurguda bulunmuĢtur. Ġkizler üzerinde yapılan çalıĢmalardan yola çıkarak, bireysel farklılıkların zaman içinde sabit kaldığını, genetik faktörlerin de bunda oldukça etkili olduğunu savunmuĢtur. Goldberg ve arkadaĢlarının (BeĢ faktör modeli) yaptığı çalıĢmalar sonucunda beĢ treyt ele alınmıĢtır. Digman (1990)‟a göre beĢ-faktör modeli üç önemli alandan gelmektedir. Bunlar, treytlerin faktör analizi, treyt testlerinin diğer testlerle olan iliĢkisi, kiĢiliğe genetik yatkınlık oluĢturan durumların katkısıdır (32). Bu beĢ treyt, dıĢa dönüklük, uyumluluk, özdisiplin, nörotizm ve (deneyime) açıklıktır. DıĢa dönüklük; sosyal, konuĢkan, iyimser, hareketli olarak, uyumluluk; yardımsever, yumuĢak kalpli, affedici, doğru sözlü olarak, özdisiplin; çalıĢkan, güvenilir, disiplinli, dakik, düzenli olarak, nörotizm; endiĢeli, sinirli, duygusal, güvensiz, hipokandriak olarak, açıklık (deneyime açıklık); meraklı, yaratıcı, hayalgücü kuvvetli olarak tanımlanmaktadır. Goldberg ve arkadaĢları, her ne kadar kiĢiliği anlamak için bir model geliĢtirmiĢ de olsa kiĢilik geliĢimi hakkında herhangi bir Ģey söylememiĢlerdir. Cloninger kiĢiliğin yapısını ve geliĢimini tanımlamak için, genel bir psikobiyolojik kuram geliĢtirmiĢtir (37). Bu kuram kiĢililiğin yedi bileĢenini açıklamaktadır. Bu yedi-faktör modeli, aile çalıĢmaları, boylamsal ve geliĢimsel araĢtırmaları, nörofarmakolojik ve nöroanatomikal araĢtırmaları ve pre-kavramsal (örn: bilinçsiz) ve pre-kavramsal (örn: bilinçli ) öğrenmeyi içeren çok geniĢ bir alandaki teoriler göz önünde bulundurularak oluĢturulmuĢtur (59). Cloninger‟ın oluĢturduğu kuramın kiĢilik geliĢimine olan yaklaĢımı, adından da anlaĢılacağı üzere hem psikolojik faktörlerin hem de biyolojik değiĢkenlerin etkili olduğunu söylemektedir. Bu model, genetik olarak birbirinden bağımsız, yaĢam boyunca orta düzeyde durağan, sosyo-kültürel etkiler karĢısında değiĢmez oldukları ve algısal bellekte kavram öncesi yanlılıkları içerdikleri varsayılan dört mizaç boyutu (yenilik arayıĢı, zarardan kaçınma, ödül bağımlılığı ve sebat etme) ve yetiĢkinlikte olgunlaĢtıkları ve kendilik kavramları hakkında içgörü öğrenmesi ve kiĢisel ve sosyal etkinliği etkiledikleri varsayılan üç karakter boyutunu (kendini yönetme, iĢ birliği yapma ve kendini aĢma) içermektedir (60).

Psikobiyolojik kurama göre, mizaç boyutları erken çocukluk döneminde gözlenebilmektedir. Çünkü bunlar kalıtımsaldır, yaĢamın erken yıllarında ortaya çıkarlar. Karakter boyutları ise yetiĢkinlikte olgunlaĢır. Cloninger tarafından tanımlanan dört önemli mizaç treyti (ayırıcı özellik) vardır. Bunlar acıdan kaçma; yenilik arayıĢı; ödül bağımlığı; sebat etmedir. Bu dört treyt, öfkeye, yeniliğe ve çeĢitli ödül tiplerine karĢı bireyin otomatik olarak verdiği tepkiyle ve bu tepkinin altında yatan kalıtımsallıkla tanımlanmaktadır.

Referanslar

Benzer Belgeler

NEROX Döner Başlıklı.

(BU MİKTARLARIN YETERLİ OLMAMASI HALİNDE AYRICA TAHSİL EDİLECEKTİR.) AKSİ HALDE DAVA AÇILMASI DURUMUNDA FAZLAYA DAİR HAKLAR DA SAKLI OLMAK ŞARTIYLA İDARENİN UĞRADIĞI HER

Genel olarak lezzet; koku- ağza alınan bir gıda maddesinden çıkan uçucu bileşenlerin koklama yoluyla algılanması, tat- ağızda çözünen maddelerin tatma

[r]

TUİK tarafından bildirilen yazıda her ay Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’ndan ilgili ay verileri ile birlikte firmaların daha önceki aylarda gerçekleştirdikleri ihracat ve

[r]

The highest match victories by superiority The highest technical points scored The fewest technical points given The lowest seeds number (if applicable) The lowest draw number..

Yıl *Tekirdağ Altınova *Edirne Merkez * Edirne Uzunköprü *İzmir Buca Yıldız *İzmir Buca Kozağaç *İzmir Şemikler *İzmit Tütünçiftlik *Kadırga. *Büyükçekmece