• Sonuç bulunamadı

Scientific Revolutions and the Neo-Kraepelinian Movement

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Scientific Revolutions and the Neo-Kraepelinian Movement"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Bilimsel Devrimler ve Yeni Kraepelincilik

Scientific Revolutions and the Neo-Kraepelinian Movement

Soli Sorias1

1Prof.Dr., Serbest Psikiyatrist, Ýzmir

SUMMARY

Although Thomas Kuhn's theory about scientific revolu-tions doesn't fit all developments in history of science, it is highly regarded because of many good examples from different scientific disciplines. The aim of this article is to examine the evolution of psychiatric diagnosis in the twentieth century and see to what degree it fits Kuhn's description of a scientific revolution. Until the end of the sixties, psychoanalysis was the dominant paradigm and diagnosis wasn't considered an important topic in American psychiatry. Since psychiatrists prefered to focus on the underlying psychodynamical conflicts and considered each patient unique, a common diagnostic label seemed useless. This attitude had prevented the development of a scientific approach to diagnosis. Reliability was low. Different studies about some proper-ty of a diagnostic category almost always yielded differ-ent results. There was no concept of the specificity or sensitivity of a symptom. The diagnosis of latent schizo-phrenia was very common. The psychiatric diagnostic system was attracting major critisims both form inside and outside the field. The pioneers of the new paradigm were Eli Robins, Samuel Guze and their collaborators from Washington University. These scientists first, defined the concept of diagnostic validity together with some means to estimate it, then they published the first diagnostic criteria. This started a huge change and led to the publishing of DSM-III in 1980. The adoption of the new diagnostic manual has been a major achievement for psychiatry. DSM-III indicated a consensus over diag-nostic procedures and eliminated the reliabity problem and most of the old critisims.

Key Words: DSM-III, diagnosis, history of medicine.

ÖZET

Thomas Kuhn'un bilimsel devrimler kuramý, bilim tarihin-deki bütün geliþmelere uymasa da deðiþik bilim dallarýn-da pek çok örneði olduðu için genellikle kabul görür. Bu yazýnýn amacý psikiyatride tanýsal yaklaþýmýn 20. yüzyýl-daki geliþimini inceleyerek Kuhn'un tanýmladýðý sürece ne denli uyduðunu incelemektir. Altmýþlý yýllarýn sonuna kadar, psikanaliz Amerikan psikiyatrisinde egemen para-digma idi. Taný çok önemli görülen bir konu deðildi. Her insanýn biricik olduðu, önemli olanýn hastanýn iç dünyasýný anlamak olduðu görüþü oldukça yaygýndý. Bu tutum bilimsel bir taný yaklaþýmýnýn geliþmesini engellemiþti. Güvenirlik çok düþüktü. Bu yüzden belli bir hastalýða iliþkin etiyolojik, biyolojik ya da tedavi araþtýr-malarý çok farklý sonuçlar verebiliyordu. Duyarlýk, özgülük ve tanýsal geçerlik kavramlarý yoktu. Latent þizofreni tanýlarý çok yaygýndý. Psikiyatrik taný sistemine içeriden ve dýþarýdan yaygýn eleþtiriler geliyordu. Yeni paradigmanýn öncülüðünü Eli Robins, Samuel Guze ve Washington Universitesindeki çalýþma arkadaþlarý yaptý. Bu çalýþmacýlar önce tanýsal geçerlik kavramý ile bir taný kategorisinin geçerliðini tahmin edecek birkaç yöntem ortaya attýlar. Sonra da ilk taný ölçütlerini yayýnladýlar. Bu, 1980'de DSM-III'ün yayýnlanmasý ile doruða ulaþan önemli bir deðiþiklik süreci baþlattý. DSM-III, taný yön-temleri üzerinde bir ortaklaþma saðlayarak düþük güvenirlik sorununu çözdü ve eski eleþtirilerin çoðunu susturdu.

Anahtar Sözcükler: DSM-III, taný, týp tarihi.

(2)

GÝRÝÞ

Amerikalý bilim tarihçisi Thomas Samuel Kuhn 1962 yýlýnda "Bilimsel Devrimlerin Yapýsý" adýný taþýyan bir kitap yayýnladý (Kuhn 1962). Bu kitap, kýsa zamanda bilim felsefesi alanýnýn en önemli eserlerinden biri haline geldi.

Kuhn kitabýnda bilimsel geliþmenin düzenli bir iler-leme biçiminde deðil, sýçramalar þeklinde meydana geldiðini iddia ediyordu. Kuhn'a göre: Bir bilim dalýnda, belli bir anda yaygýn kabul gören ve "para-digma" adýný verdiði bir takým görüþ ya da hipotez-ler vardýr. Bu fikirhipotez-ler, o bilim dalýnýn o gün için ilgilendiði sorulara oldukça tatminkar cevaplar ver-mektedir. Araþtýrmacýlarýn çoðu bu paradigmayý benimser ve bu hipotezlere uygun araþtýrmalar yapýp bilgilerini artýrmaya çalýþýrlar. Kuhn buna "olaðan bilim" adýný veriyordu.

Bir bilim dalý olaðan bilim döneminde iken, çoðunluk mutludur. Önemli mevkilerde, bilimsel örgüt ya da kürsü baþkanlýklarýnda hep bu paradig-manýn taraftarlarý bulunur. Olaðan bilimin çözüm bulamadýðý problemler, yanýtlayamadýðý sorular vardýr ama bunlar genellikle önemsenmez. "Araþtýrmalar derinleþtirilirse bunlar da hallolur" havasýndadýr herkes. Bazan birkaç karþýt görüþ duyulur ama bunlar çabuk susturulur. Ne var ki er ya da geç bu mutlu döneme gölge düþmeye baþlar. Günün geçerli paradigmasýnýn açýklayamadýðý konular çoðalýr. Olaðan bilimin hipotezleri ile çeliþen yeni kanýtlar ortaya çýkar. Karþý görüþte olanlar artar. Kuhn bu döneme olaðan bilimin "bunalým dönemi" adýný veriyor. Bu dönemde yer-leþik paradigmanýn taraftarlarý, yeni sorun ya da kanýtlarý görmezliðe gelmeðe eðilimlidirler. Eski görüþ ve tutumlarýnda direnirler. Fakat giderek zayýflar ve taraftar kaybederler. Derken birileri ortaya yeni bir görüþ atar. Bu yeni paradigma adayýnýn özelliði, eðer varsayýmlarýný kabul eder-seniz, yerleþik görüþün çözüm bulamadýðý sorunlarý kolayca çözebilmesidir. Genellikle bunun da zayýf yanlarý vardýr, fakat o bilim dalýnýn o gün için ilgilendiði sorulara daha tatminkar açýklamalar getirmektedir. Yerleþik paradigmanýn giderek aza-lan taraftarlarý, yeni görüþe þiddetle karþý çýkarlar. Yeni görüþün taraftarlarý bazan, eskilerin yöneti-minde bulunan kurum ve derneklerden ayrýlmak ve kendi örgütlerini kurmak zorunda kalýrlar. Fakat bir an gelir, egemen paradigma tümden yýkýlýr ve

yerine yenisi geçer. Bir bilimsel devrim meydana gelir. Eskisini deviren paradigmanýn yerleþik hale gelmesiyle o bilim dalý yeniden olaðan bilim döne-mine girer. Bu dönemin ilk zamanlarýnda yeni paradigma pozisyonunu giderek güçlendirir ve taraftarlarýný artýrýr. Ta ki yeni sorunlar ve yeni bunalým belirtileri ortaya çýkana dek.

Bütün bilimsel geliþmeler Kuhn'un tanýmladýðý bu sürece uymamakla birlikte, deðiþik bilim dallarýnda bir çok örneði olduðu için, bu görüþ genellikle kabul görür. Bilimsel devrimlerin belki de en güzel örnekleri fizik alanýndadýr. 17. yüzyýlda Isaac Newton bulduðu çekim ve dinamik yasalarý ile fizikte büyük bir devrim yaptý. Newton yasalarý bütün cisimlerin hareketlerini milimetrik bir kesin-likle öngörebiliyordu. Bu sayede astronomlar var-lýðýný kimsenin bilmediði gezegenleri elleriyle koy-muþ gibi buldular. Bu arada bir iki küçük sorun vardý. Örneðin, Merkür gezegeninin gözlenen hareketi, Newton yasalarýna göre hesaplanan yörüngeye uymuyordu. Fakat bu pek önemsenmedi ya da gözlem hatasýna baðlandý. Newton paradig-masý, takriben 250-300 yýl egemenliðini sürdürdü. 19. yüzyýlýn sonunda Michelson ve Morley adýnda iki araþtýrmacý, yaptýklarý bir deneyde ýþýðýn hýzýnýn, kendisini yayýnlayan kaynaðýn hýz ve yönünden baðýmsýz olduðunu gördüler. Bu bulgu Newton yasalarýna uymuyordu ve görmezliðe gelinecek gibi de deðildi. Fizik bilimi bunalým dönemine girmiþti. Nihayet 20. yüzyýlýn baþýnda Einstein'ýn görecelik kuramlarý ve buna uygun yeni formüller bu açýk-lanamayan bulgularý açýkladý. Sonuçta Newton yasalarýný özel hal olarak içeren daha kapsamlý yasalar eski paradigmanýn yerini aldý.

Bilimsel devrimlerin diðer örnekleri arasýnda, biyo-lojide Darwin devrimi ile psikobiyo-lojide davranýþçý ve ardýndan gelen biliþsel (biliþsel terapi deðil) para-digmalar sayýlabilir.

Psikiyatri için en önemli iki örnek psikanaliz ve DSM'dir. Psikiyatrinin taný konusuna yaklaþýmý, kanýmca Kuhn'un tanýmladýðý sürece oldukça ben-zeyen bir geliþim göstermiþtir. Bu yazýnýn geri kalan bölümünde psikiyatride tanýsal yaklaþýmýn geliþimi ve bunun sonunda ortaya çýkan yeni Kraepelincilik akýmý tarihsel bir perspektif içinde özetlenmeye çalýþýlacaktýr.

(3)

DSM VE MODERN PSÝKÝYATRÝK SINIF-LANDIRMALARIN GELÝÞÝMÝ

Resmi psikiyatrik sýnýflandýrmalarýn birincisi, Uluslararasý Ýstatistik Entitüsü’nün 1938'de yayýn-ladýðý ILCD-5'dir (Uluslararasý Ölüm Nedenleri Listesi- International Statistical Institute 1940). Bu bir sýnýflama deðil, istatistik amaçlarla geliþtirilmiþ bir ölüm nedenleri listesiydi. Deðiþik ölüm neden-leri arasýnda yalnýzca 3 tane ruhsal bozukluk vardý (Tablo 1). Diðer ruhsal bozukluklarýn önemli birer ölüm nedeni olmadýðý düþünüldüðünden bu listede onlara yer verilmemiþti.

Ölüm nedenleri listesinin bir sýnýflamaya dönüþme-si 1948'de, yeni kurulan DSÖ'nün yayýnladýðý ICD-6 ile olmuþ. Ýlk ruhsal bozukluklar sýnýflamasý olan ICD-6'da 3 büyük grupta toplanmýþ 27 tane ruhsal hastalýk kategorisi vardý. Basit bir listeden baþka bir þey deðildi.

ICD sürümleri ile DSM sürümleri ilk günden itibaren biribirlerini yakýndan izledi. Tablo 2'de günümüze kadar yayýnlanan ICD ve DSM sürüm-leri ile bunlarýn yayýn tarihsürüm-leri görülüyor.

DSM'lerin birincisi Amerikan Psikiyatri Birliði tarafýndan 1952'de, ICD-6'dan 4 yýl sonra yayýn-landý. ICD, DSM'den farklý olarak yalnýz ruhsal bozukluklarý deðil, tüm týbbi hastalýklarý içeren çok kapsamlý bir sýnýflamadýr. Amacý öncelikle ölüm ve hastalýk istatistikleri ile bunlarýn tüm dünyadaki daðýlýmýný araþýtýrmaktýr. ICD tüm dünyada (bu arada geliþmekte olan ülkelerde de) kullanýldýðý ve kullanýþlý olmayý ön planda tuttuðu için fazla ayrýn-týya girmeyen nisbeten daha sade bir sistemdir. DSM-I ile DSM-II bugünkü gibi birer taný koyma rehberi deðildi (APA 1952, APA 1968). Yalnýzca basit birer sýnýflama idiler. Ýkisi de ince birer kitapçýktý. DSM-II'deki taný kategorileri ICD-7'den aynen alýnmýþ, deðiþtirilmeye çalýþýlmamýþtý. Kate-gorilerin çoðu için birkaç satýrlýk, kýsa tanýmla-malardan fazla bir þey yoktu. Fakat DSM-II'nin yayýnlamasýndan sonra durum deðiþmeye baþladý: Yetmiþli yýllarýn baþýna kadar Amerikan psikiyat-risinde taný çok önemli görülen bir konu deðildi. 20. yüzyýlýn baþýnda önemli bir devrim yapmýþ olan psikanaliz, deskriptif tanýyý bilerek ve isteyerek ikinci plana itmiþti. "Her insan biriciktir, önemli olan elimizdeki hastanýn iç dünyasýný anlamaktýr.

Buna bir etiket koymanýn fazla bir yararý yoktur." görüþü oldukça yaygýndý (Kendler ve ark. 2010, Mayes ve Horwitz 2005, Wilson 1993).

Gene de tanýlara ihtiyaç vardý. En azýndan hastane dosyalarý, adli raporlar ve saðlýk sigortalarý, diðer týp dallarýnda olduðu gibi hastalara birer taný kon-masýný istiyordu. DSM-I ve DSM-II genellikle bu amaçla kullanýlýyordu. Psikanalizin etkisi sonucu bu iki sýnýflama semptomlarý, ya psikolojik çatýþ-malarýn sonucu ya da zor yaþam koþullarýna birer reaksiyon olarak görüyorlardý. Bu görüþe göre, semptomlar, her hastada farklý olan, bilinç dýþý çatýþmalarýn simgesel dýþavurumlarýdýr. Bunlarýn anlamý ancak her hastanýn özel yaþam öyküsü ince-lenerek anlaþýlabilir. Bu nedenle DSM-I ve II ayrýn-týlý hastalýk sýnýflamalarý yapmaya çalýþmadýlar. Bu tutum bilimsel bir taný yaklaþýmýnýn geliþmesini engellemiþti. Genel týpta iyi bilinen, duyarlýk (sen-sitivity), özgülük (specificity) ve pozitif öngörme gücü (positive predictive value) gibi temel kavram-lar psikiyatride kullanýlmýyordu. Tanýsal geçerlik kavramý bilinmiyordu. Benzer þekilde taný katego-rilerinin homojen olduðu, yani ayný hastalýðý taþýyan bireylerin birbirlerine çok benzemeleri gerektiði

Tablo 1. DSÖ'nün 1938'de yayýnladýðý Uluslararasý Ölüm Nedenleri Listesinin ruhsal bozukluklar bölümü ILCD-5

Uluslararasý Ölüm Nedenleri Listesi, 5. Gözden Geçirme (1938)

Zeka geriliði

Þizofreni (erken bunama) Manik-depresif psikoz Diðer ruhsal bozukluklar

Tablo 2. Günümüze kadar yayýnlanan ICD ve DSM sürümleri ile yayýn tarihleri

ICD-6 (1948) DSM-I (1952) ICD-7 (1955) DSM-II (1968) ICD-8 (1965) DSM-III (1980) ICD-9 (1977) DSM-III-R (1987) ICD-10 (1994) DSM-IV (1992)

(4)

görüþü yaygýndý (Örneðin ayýrýcý tanýda, "Bu hasta-da depresyon olamaz, çünkü anlattýðý olayla ilgili hiçbir suçluluk belirtisi göstermedi." gibi akýl yürüt-meler çok kullanýlýrdý). Taný ölçütleri de yoktu. Çünkü konan tanýlarýn mutlak doðru olduðu düþünülüyor ve ölçütlere gereksinim duyulmuyor-du.

Taný koyma iþi bir anlamda klinisyenin subjektif yargýsýna ve sezgisine býrakýlmýþtý. Ne var ki, hastalýklarýn klinik tablolarý üzerinde anlaþma saðlanmamýþ olduðu için, tanýlarýn güvenirliði düþüktü. Yani farklý hekimler ayný hastaya farklý tanýlar koyabiliyorlardý. Bunu ilk fark edenlerden biri, sonradan biliþsel terapiyi geliþtirecek olan Aaron Beck oldu (Beck 1962). Ancak Beck bu düþük güvenirliði daha çok psikiyatristlerin aldýðý eðitimin yetersizliðine ve muayene yöntemlerinin geliþmemiþ olmasýna baðladý. Bu nedenler her ne kadar güvenirliði bozan hata kaynaklarý olsa da, asýl neden (yani hastalýklarýn taný koydurucu özellik-leri üzerinde bir anlaþma olmayýþý) üzerinde dur-madý (Beck ve ark. 1962).

Altmýþlý ve yetmiþli yýllarýn bir baþka sorunu "latent þizofreni" sorunuydu. O dönemde ruhsal hastalýk-larýn, týpký fizik hastalýklarda olduðu gibi, birtakým latent ya da gizli formlarý olduðu görüþü yaygýndý. Bir insanda nasýl latent diyabet ya da gizli kanser olabiliyorsa, latent þizofreni de olabilir diye düþünülüyordu. DSM-II'de bu, þizofreninin klinik tiplerinden biri olarak kabul edilmiþti ve kitapta "295.5 Þizofreni, latent tip" diye geçiyordu (APA 1968 s.34). "Borderline (sýnýr) þizofreni" terimi bu kavram için en çok kullanýlan isimdi. Bunun yanýsýra "Psödo nevrotik þizofreni" ve "Psödo psikopatik þizofreni" terimleri de benzer anlamlar-da kullanýlýyordu. Psödo nevrotik þizofreni ile, nevroz gibi bir klinik tablo gösteren (yani psikotik bulgularý olmayan), fakat "asýl" hastalýðý þizofeni olan hastalar kastediliyordu (Hoch ve Polatin 1949). Benzer þekilde psödo psikopatik þizofreni de, görünür tablosu psikopati (günümüzün anti sosyal kiþilik bozukluðu) olsa da "temelde" þizofrenik olan hastalar için kullanýlýyordu (Dunaif ve Hoch 1955).

Bu, mantýken yanlýþ bir yaklaþýmdý. Çünkü bir hastalýðýn latent formunun yakalanabilmesi için, klinik tablodan baðýmsýz bir dýþ ölçüt, kesin tanýyý koyan bir laboratuvar yöntemi gerekir. Latent

diya-bet, klinik tablosu normal ya da normale yakýn olmasýna karþýn, laboratuvar yöntemleri ile diya-betik olduðu ortaya konmuþ hastadýr. Latent þizofreni bu özellikleri taþýmamasýna raðmen çok yaygýn kullanýlýyordu. Bunlarýn sonucu olarak ABD'de (ve kýsmen Türkiye'de de) þizofreninin taný eþiði çok düþürülmüþ, yanlýþ þizofreni tanýlarý da çok artmýþtý.

Yetmiþli yýllarýn baþýnda, David Rosenhan adýnda bir psikoloji profesörü ilginç bir deney yaptý. Rosenhan birkaç öðrencisini eðitip bunlarý deðiþik hastanelere gönderdi. Bu öðrenciler, polikliniklere hasta gibi baþvurup, sesler duyduklarýný söylediler. Ses dýþýnda da bir semptom belirtmediler. Bu öðrencilerin hemen tümü psikoz ya da þizofreni tanýsý ile tedaviye alýndý ya da alýnmak istendi. Rosenhan bunun üzerine psikiyatrik taný sistemine ciddi bir saldýrý baþlattý. Psikiyatrik tanýlarýn, yalnýz-ca hekimin öznel yargýsýna dayandýðýný, hataya çok açýk olduklarýný ve gerçek hastalýklar olmadýðýný ileri sürdü (Rosenhan 1973). Aslýnda yöntemi biraz hileliydi. Çünkü o deneyden Rosenhan'ýn çýkardýðý bütün sonuçlar çýkmazdý. Ancak temelde haklýydý, psikiyatrik taný gerçekten bir karmaþa içindeydi. Spitzer, cevap niteliðinde bir yazý yazýp, bu deney-deki hileyi ya da yanlýþý göstermeye çalýþtý (Spitzer 1975). Ancak Rosenhan'ýn olumsuz etkisini hafif-letemedi.

Psikiyatri dýþýndan da tepkiler geliyordu. Antipsikiyatri akýmý en güçlü dönemini yaþýyor ve ciddi bir baský unsuru oluþturuyordu. Bu akýmýn en önemli sözcülerinden biri Thomas Szazs adýnda bir psikiyatri (evet psikiyatri) profesörüydü. Szazs'a göre, ruhsal bozukluk diye bir þey yoktu. Ruhsal hastalýk kavramý bir efsaneden baþka bir þey deðil-di. Szazs'a göre, psikiyatri, egemen sistemin, düzene uymayanlarý kontrol etmek için kullandýðý bir araçtý. Taný kategorileri, hastalardan çok, psiki-yatri profesyonellerinin ve egemen gruplarýn iþine gelen uydurma etiketlerdi. Akýl hastaneleri birer hapishane, psikiyatristler ve yardýmcýlarý da hapis-hane personelinden baþka bir þey deðildi (Szasz 1961). Antipsikiyatri akýmýnýn öncüleri, aklý baþýn-da düþünürlerden oluþuyordu ve görüþleri devrin otorite karþýtý entellektüelleri arasýnda çok taraftar bulmuþtu (Szazs psikiyatriye yönelik eleþtirilerini sonraki elli yýl boyunca da sürdürdü. 2008'de yayýn-ladýðý son kitabýnýn adýný "Psikiyatri: Yalanlar Bilimi" koydu (Szazs 2008).)

(5)

Bu dönemde tüm bunlardan rahatsýz olan bazý çalýþmacýlar taný sorunlarýnýn nasýl aþýlacaðýný düþünmeye baþladýlar. Bunlar içinde en önemli rolü St. Louis'deki Washington Üniversitesinde çalýþan bir ekip oynadý. En önemli iki üyesi Eli Robins ile Samuel Guze adýnda iki araþtýrmacýydý (Kendler ve ark. 2010). Robins ve Guze uzun zamandýr taný konularýna kafa yoruyorlardý. 1970 yýlýnda çok önemli, fakat önemi o zaman pek anlaþýlmayan teorik bir yazý yayýnladýlar ve "tanýsal geçerlik" kavramýný ortaya attýlar (Robins ve Guze 1970). Tanýsal geçerlik, kullandýðýmýz bir taný kate-gorisinin, yani bir hastalýk tanýmlamasýnýn, gerçeðe yani doðadaki aslýna ne kadar yakýn olduðudur. Örneðin Alkol yoksunluk deliryumunun yahut da Alzheimer'e baðlý demansýn tanýsal geçerliði yük-sektir, çünkü bu bozukluklar oldukça iyi anlaþýlmýþtýr, tüm hastalarda hemen ayný tabloyu ve ayný gidiþi gösterirler, yanlýþ tanýlar çok azdýr. Öte yandan, örneðin bir baðýmlý kiþilik bozukluðu ya da dissosiyatif kimlik bozukluðu kategorilerinin tanýsal geçerliði düþüktür. Çünkü bunlarýn doðal hastalýk-lar olduðuna iliþkin fazla kanýt yoktur. Bir taný kategorisinin geçerliði, yani doðadaki aslýna ne kadar benzediði ancak dolaylý birtakým yöntemler-le tahmin ediyöntemler-lebilir. Ýþte Robins ve Guze yazýlarýn-da, tanýsal geçerlikle birlikte bunu tahmin edecek birkaç yöntem ortaya attýlar ve bunu þizofreniye uyguladýlar. Bugün taný konusunda yazý yazanlarýn tekrar tekrar atýfta bulunduðu bu yazý baþlangýçta pek kimsenin dikkatini çekmemiþti.

Bir baþka önemli kiþilik (ve sonradan DSM-III devriminde en önemli rolü oynayacak olan çalýþ-macý) New York Psikiyatri Enstitüsünden Robert L. Spitzer'dir. Spitzer kanýmca, önemli bir tarihsel figür olduðu kadar ilginç bir kiþilik: Akýllý, kararlý, düþman edinmekten korkmayan ve polemiði seven bir çalýþmacý. Spitzer þimdiden 20. yüzyýl psikiyat-risini en çok etkilemiþ birkaç kiþiden biri olarak kabul ediliyor (Spiegel 2005).

Spitzer ve takýmýnýn birincil ilgi alaný metodolo-jiydi. 1960'da, bir tanýda uyuþma ölçüsü olan Kappa hesabýný geliþtiren Cohen de bu takýmýn üyele-rinden biriydi (Cohen 1960). Bu araþtýrmacýlar 1964 yýlýnda, DIAGNO adýný verdikleri, otomatik taný koyan bir bilgisayar programý yazmaya koyul-dular (Spitzer ve Endicott 1968). Belki de psikiyat-rik tanýnýn bunalým dönemini sonlandýracak olan

formül buydu. Bu önceleri, kolay bir þey gibi görün-müþtü. "Taný koymak dümdüz bir akýl yürütme iþidir, taný için gerekli bütün bilgileri bilgisayara verirsek, programýn taný koymasý zor olmamalýdýr" diye düþünmüþlerdi.

Fakat sonuç umulduðu gibi olmadý. Program kolay yazýldý ama yazdýklarý programýn klinisyenlerle tanýda uyuþma düzeyi düþüktü. Yani ayný hastaya klinisyen baþka, bilgisayar baþka taný koymaktaydý. Bu önce programýn kusuru gibi düþünüldü, fakat sonra görüldü ki deðiþik hekimler arasýndaki tanýda uyuþma düzeyi de bundan daha fazla deðil. Eðer her hekim farklý bir taný koyacaksa taný koymak ne iþe yarar? Yazarlar gördüler ki bunun nedeni, psikiyatrik hastalýklarýn taný koydurucu özellikleri üzerinde anlaþma saðlanmamýþ olmasýdýr (Fleiss ve ark. 1972, Spitzer ve Endicott 1974).

Yetmiþli yýllarýn baþýna gelindiðinde hemen bütün çalýþmacýlar psikiyatrik tanýnýn ilk halledilmesi gereken sorununun bu güvenirlik sorunu olduðunu kabul etmiþti. Çözümü ilk bulanlar, iki yýl önce tanýsal geçerlik kavramýný ortaya atmýþ olan Robins, Guze ve St. Louis ekibinin diðer çalýþ-macýlarý oldu. Bulduklarý yöntem, standart taný ölçütleri geliþtirmekti. Diðer çalýþma arkadaþlarý ve John Feighner adýnda bir asistanlarý ile birlikte, literatürü inceleyip, en sýk görülen 14 tane ruhsal bozukluða iliþkin taný ölçütleri geliþtirdiler ve 1972 yýlýnda bunlarý yayýnladýlar (Feighner ve ark. 1972). Bu yazýda Feighner birinci isim olarak çýktý. Bazý yazarlara göre, bu yazýnýn asýl sahibi Robins ve Guze sayýlmalýdýr (Healy 2002). Öyle olsa bile, bu ölçütler tarihe "Feighner ölçütleri" olarak geçti. Feigner ölçütleri yayýnlanýr yayýnlanmaz inanýlmaz bir kabul gördü. Sanki herkes bunu bekliyordu. Pek çok araþtýrmacý artýk, çalýþmalarýna aldýklarý hasta-larý Feighner ölçütlerine göre belirlediklerini yaz-maya baþladýlar. Bu yazý, yayýnlandýðý dergide yayýnlanan yazýlarýn ortalama atýf sayýsýndan 70 misli fazla atýf aldý. O denli ilgi çekti ki zamanla yazýnýn kendisi inceleme konusu oldu (Blashfield 1982, Kendler ve ark. 2010).

Feighner ölçütlerinin baþarýsý üzerine Spitzer, Robins ve Spitzer'in ekibinden Jean Endicott hem daha kapsamlý, hem de daha saðlýklý belirlenmiþ yeni bir ölçütler seti geliþtirmeye koyuldular ve 1975'de RDC (Research Diagnostic Criteria

(6)

-Araþtýrma Taný Ölçütler) adýný verdikleri taný ölçüt-lerini yayýnladýlar (Spitzer ve ark. 1975). RDC de büyük bir kabul gördü ve uzun süre kullanýldý. 1975'e gelindiðinde, artýk taný ölçütlerine dayalý bir sýnýflama geliþtirmenin gerekli olduðu kanýsýna varan Amerikan Psikiyatri Birliði, DSM-III projesi-ni baþlattý ve baþýna Spitzer'i geçirdi. Bu çalýþ-macýlar 1975'den 1980'e kadar, eski yeni birçok taný kategorisinin geçerliðini belirlemek için birçok çalýþma yaptýlar. Bu çalýþmalarýn kanýmca en önem-lisi, latent þizofreni kavramýna açýklýk getirmeye çalýþan bir çalýþmaydý (Spitzer ve ark. 1979a). "Borderline" terimi o güne dek yalnýzca latent ya da sýnýr þizofreni için kullanýlýrdý. Çalýþmanýn sonucu, Borderline ve Þizotipal Kiþilik Bozukluklarý adý verilen iki yeni kiþilik bozukluðunun tanýmlanmasý-na yol açtý (Spitzer ve Endicott 1979b). Latent þizofreni kavramý tamamen çöpe atýldý. Þizofreni-nin sýnýrlarý ise daraltýldý. Þizofreni tanýsý eskiye kýyasla çok daha zor konur oldu. Buna karþýlýk duygudurum bozukluklarýnýn kapsamý geniþletildi. 1980'de yayýnlanan DSM-III tam anlamýyla Kuhn'vari bir devrimdi. Bu, DSM-I ve II'den farklý olarak, sýnýflamanýn ötesinde bir taný koyma sistemi idi (APA 1980). Ýlk kez bütün kategoriler için açýk ölçütler getiriyordu. Bunlar olabildiðince bilimsel kanýtlara, yani ya araþtýrma sonuçlarýna ya da kap-samlý literatür taramalarýna dayanýyordu. Ölçüt-lerin "iþevuruk" (operational) olmasýna özellikle dikkat edilmiþti. Ýþevuruk bir ölçüt, anlamý açýk ve herkes tarafýndan ayný þekilde anlaþýlan bir ölçüt-tür. Örneðin, DSM-III'de þizofreninin taný ölçütleri arasýnda, Bleuler'in dört A'sýndan biri olan ve 1910'lardan beri, herkesin tartýþmasýz kabul ettiði, otizm (autism) yoktu.

"Haklýsýnýz", diyordu Spitzer, "Ben de kendi hesabý-ma, þizofreninin kliniðinde, otizm kavramýnýn önemli olduðunu düþünüyorum. Eðer siz, otizmi iþevuruk, yani pratikte kullanýlabilecek biçimde tanýmlayabilirseniz, biz de onu DSM-III'e hemen koyarýz" (Klerman ve ark. 1984).

DSM-III yalnýz latent þizofreniyi deðil, tanýsal geçerliði kanýtlanamayan birçok kategoriyi, hatta koca sýnýflarý kaldýrdý. Bunlarýn en önemlisi, nevrozlar sýnýfý idi. DSM-III'ü hazýrlayanlara göre nevrozlar, psikoz ya da organik bozukluk olmama dýþýnda, ortak özellikleri olmayan bir grup taný

kategorisi idi. Ortak bir baþlýk altýnda toplanmalarý için bir neden yoktu. Psikanalitik kavramlara ve diðer etiyolojik kuramlara atýf yapmamaya çok özen gösterildi. Sýnýflama tamamen betimsel ve "kuramsýz" (ateorik) hale getirildi.

Bu köklü deðiþiklikler büyük oranda Spitzer'in kiþiliðinden ve kararlýlýðýndan kaynaklandý. Nevrozlar sýnýfýnýn kaldýrýlmasý için çok kavga etti. Konuya tarihçi gözüyle yaklaþan bir yazara göre pek çok konuda son kararý tek baþýna verdi (Spiegel 2005).

DSM-III, yalnýz Amerika'da deðil bütün dünyada inanýlmaz bir kabul gördü. Ýlk baský hemen tüken-di. Amerikan Psikiyatri Birliði, matbaasýný gece-gündüz çalýþtýrdýðý halde 6 ay boyunca sipariþleri yetiþtiremedi. Pek çok dile çevrildi. Pek çok ülkede gayrý resmi sýnýflama sistemi olarak benimsendi. Ve zamanla egemen paradigma haline geldi. Günlük hekimlikte, taný karmaþasý ve bitmeyen taný tartýþmalarý sona erdi. Yanlýþ tanýlar ve onlara baðlý yanlýþ tedaviler azaldý. Þizofreni tanýsý daha az konur oldu. Duygudurum bozukluklarýnýn ise önemi arttý. Dergiler, DSM-III ölçütlerini kullan-mamýþ araþtýrmalarý kabul etmemeye baþladýlar. Kirk ve Kutchins'e göre, 1990 yýlý itibariyle, 2300 den çok bilimsel makale DSM-III'den ya baþlýkta ya da özette söz ediyordu (Kirk ve Kutchins 1992). Standart tanýlar sayesinde bilgisayarlý hasta veri tabanlarý oluþturularak hastalarýn taný dökümleri kolayca alýnabilir hale geldi.

Ölçütler sayesinde düþük tanýsal güvenirlik ortadan kalktý. DSM-III ölçütlerini kullanan SCID, DIS ya da CIDI gibi görüþme çizelgelerinin kullanýma girmesiyle de, farklý hekimlerin ayný hastaya koy-duðu tanýlar arasýndaki uyuþmazlýk çok azaldý. Bu durum araþtýrmalara nesnellik getirdi. Ayný tanýya iliþkin farklý araþtýrmalarýn sonuçlarý kýyaslanabilir hale geldi. Hatta, ayný ölçüt ve veri toplama araçlarýný kullanan araþtýrmalar bir araya getirilip meta analizler yapýlabildi. Araþtýrmalarýn kalitesinin artmasý, çok kiþi tarafýndan önemli bir bilimsel ilerleme olarak görüldü. Örneðin Sabshin, DSM-III'ün baþarýsýný "Bilimin ideolojiye zaferi" olarak nitelendirdi (Sabshin 1990).

DSM-III'ten sonra 1987'de yayýnlanan DSM-III-R (APA 1987) ve 1994'te çýkan DSM-IV (APA 1994) bu anlayýþý aynen devam ettirdiler. Bu yeni

(7)

versi-yonlarda, bazý ölçütlerle, bazý tanýmlar deðiþti. Birkaç yeni ölçüt ve yeni kategori eklendi, kimileri de çýkarýldý. Fakat felsefe ve yaklaþým ayný kaldý. DSM-IV bu devrimin artýk olaðan bilim ve egemen paradigma haline geldiðini bir kez daha tescil etti. Tarihsel olarak bakýnca, bunun yetmiþli yýllarda baþlayan, bütün dünya psikiyatrisini etkileyen ve etkisi hala devam eden önemli bir akým olduðu görülüyor. Bu nedenle özel bir ismi hak ediyor. Gerald Klerman 1978'de, bu akýmdan "yeni Kraepelincilik", önde gelen çalýþmacýlardan da "yeni Kraepelinciler" diye söz etti. Klerman bu ismi, Kraepelin'in deskriptif yaklaþýmý, yýllar sonra daha modern bir biçimde yeniden canlandýrýldýðý için seçmiþ (Klerman 1978). Öte yandan bu akýmýn mensuplarý, "yeni Kraepelinci" sözünü, her ne kadar "yeni" olsa da bir geri gidiþi ima ettiði için pek sevmediler ve çok kullanmadýlar. Klerman, yeni Kraepelinciliðin savlarýný da saydý. Bu savlarýn en önemlileri þunlardýr:

" Medikal Model.

" Bilimsel metodoloji ve istatistik " Biyolojik yaklaþým

" Taný ölçütleri

Medikal Model "Ruhsal bozukluklarýn týbbi hastalýklar olduðu" görüþüdür. Bugün bize çok doðal gelen bu görüþ, zamanýnda tartýþmalýydý. Antipiskiyatri akýmý bunun tam tersini iddia

edi-yordu. Medikal Modelin en büyük avukatý Guze idi. Bu konuda bir çok yazý ve "Psikiyatri niçin bir týp dalýdýr" adýný taþýyan bir kitap da yazdý (Guze 1992).

1994'te yürürlüðe giren ICD-10'da yeni Kraepelinciliðin bir parçasý sayýlýr (WHO 1992). ICD-10 temel anlayýþ olarak DSM-IV'ten pek fark-lý deðildir. Her ne kadar kategoriler, kategori isim-leri ve tanýmlamalar bir miktar farklýysa da anlayýþ ayný. DSM ile ICD ayný taný paradigmasýnýn iki farklý yorumu olarak kabul edilebilir.

Aradan 30 yýl geçtiði halde, 1980'deki anlayýþýn bugün de devam ettiðini görüyoruz. Yeni Kraeplincilik egemen paradigma olmaya devam ediyor. Fakat baþlangýçta hararetle kabul edilen bu yaklaþýmýn, yýllar geçtikçe kusur ve yetersizlikleri daha çok göze batmaya baþladý. Eleþtiriler giderek çoðaldý. Sýnýflamanýn ve Kraepelinci yaklaþýmýn köklü bir deðiþikliðe ihtiyacý olduðunu düþünenler çoðunluða geçti. 2013'te yayýnlanmasý planlanan DSM-V ile ICD-11'in bu eleþtirileri göz önüne ala-caðý beklentisi giderek yayýldý. Yeni Kraeplinci paradigmanýn bunalým belirtileri baþka bir yazýda ele alýnacaktýr.

Yazýþma adresi: Dr. Soli Sorias, Serbest Psikiyatrist, Ýzmir, solisorias@yahoo.com

KAYNAKLAR American Psychiatric Association (APA) (1952) Diagnostic and

Statistical Manual of Mental Disorders. Washington DC, American Psychiatric Association Mental Hospital Service. American Psychiatric Association (APA) (1968) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 2. Baský, Washington DC, American Psychiatric Association.

American Psychiatric Association (1980) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 3. Baský, Washington DC, American Psychiatric Association.

American Psychiatric Association (1987) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, Gözden geçirilmiþ 3. Baský, Washington DC, American Psychiatric Association. American Psychiatric Association (1994) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 4. Baský, Washington DC, American Psychiatric Association.

Beck AT (1962) Reliability of psychiatric diagnoses: 1. A cri-tique of systematic studies. Am J Psychiatry, 119:210-216.

Beck AT, Ward CH, Mendelson M ve ark. (1962) Reliability of psychiatric diagnoses: 2. A study of consistency of clinical judg-ments and ratings. Am J Psychiatry, 119:351-357.

Bender L (1959) The concept of pseudopsychopathic schizo-phrenia in adolescents. Am J Orthopsychiatry, 29:491-512. Blashfield RK (1982) Feighner et al., invisible colleges, and the Matthew effect. Schizophr Bull, 8:1-6.

Cohen, J. (1960) A coef?cient of agreement for nominal scales. Educ Psychol Meas, 20:37-46.

Dunaif SL, Hoch PH (1955) Pseudopsychopathic schizophrenia. Proc Annu Meet Am Psychopathol Assoc, 1955:169-195. Feighner JP, Robins E, Guze S ve ark. (1972) Diagnostic criteria for use in psychiatric research. Arch Gen Psychiatry, 26:57-63. Fleiss JL, Spitzer RL, Cohen J ve ark. (1972) Three computer diagnosis methods compared. Arch Gen Psychiatry, 27:643-649. Guze SB (1992) Why Psychiatry is a Branch of Medicine. New York, Oxford University Press.

(8)

Healy D (2002) The Creation of Psychopharmacology. Cambridge MA, Harvard University Press. s.300.

Hoch P, Polatin P (1949) Pseudoneurotic forms of schizophre-nia. Psychiatr Q, 23:248-276.

International Statistical Institute (1940) International List of Causes of Death. The Hague.

Kendler KS, Munoz RA, Murphy G (2010) The development of the Feighner criteria: A historical perspective, Am J Psychiatry. 167:134-142.

Kirk SA, Kutchins H (1992) The Selling of DSM: The Rhetoric of Science in Psychiatry. New York, Aldine de Gruyter. s.11. Klerman GL (1978) The evolution of a scientific nosology. Schizophrenia: Science and Practice. JC Shershow (Ed), Cambridge Mass, Harvard University Press, s.99-121.

Klerman GL, Vaillant GE, Spitzer RL ve ark. (1984) A debate on DSM-III. Am J Psychiatry, 141:539-553.

Kuhn TS (1962) The Structure of Scientific Revolutions. Chicago, University of Chicago Press.

Mayes R, Horwitz AV (2005) DSM-III and the revolution in the classification of mental illness. J Hist Behav Sci, 41:249-267. Robins E, Guze SB (1970) Establishment of diagnostic validity in psychiatric illness: its application to schizophrenia. Am J Psychiatry, 126:983-987.

Rosenhan DL (1973) On being sane in insane places. Science, 179:250-258.

Sabshin M (1990) Turning points in twentieth-century American psychiatry. Am J Psychiatry, 147:1267-1274.

Spiegel A (2005) The dictionary of disorder: How one man rev-olutionized psychiatry. The New Yorker, (3 Ocak 2005):56-63. Spitzer RL (1975) On pseudoscience in science, logic in remis-sion, and psychiatric diagnosis: a critique of Rosenhan's "On being sane in insane places". J Abnorm Psychol, 84:442-452. Spitzer RL, Endicott J (1968) DIAGNO. A computer program for psychiatric diagnosis utilizing the differential diagnostic pro-cedure. Arch Gen Psychiatry, 18:746-756.

Spitzer RL, Endicott J (1974) Can the computer assist clinicians in psychiatric diagnosis? Am J Psychiatry, 131:523-530. Spitzer RL, Endicott J, Robins E (1975) Research diagnostic cri-teria. Psychopharmacol Bull, 11:22-25.

Spitzer RL, Endicott J, Gibbon M (1979a) Crossing the border into borderline personality and borderline schizophrenia. The development of criteria. Arch Gen Psychiatry, 36:17-24. Spitzer RL, Endicott J (1979b) Justification for separating schizotypal and borderline personality disorders. Schizophr Bull, 5:95-104.

Szasz T (1961) The Myth of Mental Illness: Foundation of a Theory of Personal Conduct. New York. Harper & Row. Szasz T (2008) Psychiatry: The Science of Lies. Syracuse, NY, Syracuse University Press.

Wilson M (1993) DSM-III and the transformation of American psychiatry: a history. Am J Psychiatry, 150:399-410.

World Health Organization (WHO) (1992) The ICD-10 Classification of Mental and Behavioural Disorders: Clinical Descriptions and Diagnostic Guidelines. Geneva. World Health Organization.

Referanslar

Benzer Belgeler

Mahsusa'nın önde gelen isimlerinden Celal Bayar, Demokrat Partiyi kurunca Said Nursi ve taraftarları

Son olarak, Viyanalı bilgin, “Türk cümlesinin melodisini tetkik etmek ve bundan ruhi bazı hususiyetler çıkarmak” ister: “Bir cümlenin başında ‘fakat’,

In addition to the two reasons given above, the following cultural, historical and social factors could also have played an important role in Turkey's relations with the

The characters try to brüıg back the reality of the universe but they always fail, for Genet's message is that reality is unattainable for he has no controlover it.. The play

He was most successful in his work on planetary longitude, which, as Swerdlow and Neugebauer (77) commented, was “Copernicus’s most admirable, and most demanding,

The enormous impact of Kuhn's work can be measured in the changes it brought about in the vocabulary of the philosophy of science: besides "paradigm shift", Kuhn

Kuhn considered that the bulk of scientific work was that done by the 'normal' scientist, as they engaged with the threefold tasks of articulating the paradigm, precisely

During this phase, proponents for competing paradigms address what Kuhn considers the core of a paradigm debate: whether a given paradigm will be a good guide for