C U M H U R İYE T/8
SAİT FAİK VE ARK ADAŞLARI
SADUN
İ İ \ H
BVRGAZ'DAKİ ODASINDA — Sait Faik "in sığmağıydı Burgaz Adası ve ölünceye kadar annesiyle birlikte yaşadığı tahta köşkteki çalışma odası. İşteyine masasının başına oturmuş, elinde karıştırdığı bir kitap, dalmış gitmiş. (Fotoğraf:
Diziyi sunarken
..
ait Faik, bundan 30 yıl evvel, 11
V 'Mayıs 1954 günü sabaha karşı
k * } 2.35’de hayata gözlerini yumdu.
Öldüğü zaman, 48 yaşındaydı. Bugün
ülkede yaşayanların yarısı, 1954’ten sonra
doğmuşlardır; Sait Faik 'siz bir dünyanın
ne demek olduğunu bilemezler. Zaten, şu
son otuz yılda, yaşamanın, insan olmanın
sevincini Sait gibi başka yüreklere de
taşıran biriyle karşılaşmamışlardır. Onun
için, oturdum, bütün ömrünce yaşamın
çağırışları peşinde koşmuş bu coşkulu
adamın hikâyesini gençlere anlatayım
dedim. 1950’den bu tarafa daha mutlu,
daha özgür olmak, daha iyi yaşamak için
didişip duruyoruz. Sait Faik olsaydı,
küçük mutlulukların hikâyelerini yazarak,
savaş meydanında dolaşan bir sıhhiye eri
gibi acılarımızı dindirir, umutsuzlukların
akan kanını durdururdu. Sait Faik ’i
okumak, bize, sadece yaşamanın; ışığı,
rengi, kokuyu, sesi, sıcaklığı duymanın
şükürlerini getirirdi. Bedri Rahmi ne güzel
söylemiştir;
“Sait Reisi okumadan, onu
tanımadan İstanbul’un yerlisi olunmaz”,
sözünü ne kadar yerinde sarfetmiştir!
Bizim, kuşaklar dünyaya bakmayı ve
hayatı tanımayı biraz da Sait'ten
öğrenmişlerdir. Bu yazılar, hiçbir işe
yaramasa da, otuz yıl sonra, bir koca
yürek sahibine merhaba demek içindir.
S A D U N TANJU
YEDİTEPE ARŞİVİ)Bedri Rahmi: Sait Faik’i okum adan
İstanbul’un yerlisi olunm az
ı
-Bedri Rahmi, Sait’den sonra 21 yıl daha yaşadı. Tanışmaları 1934 baharına rastlar. Bedri, 22 yaşında, gencecik bir Akademi hocasıdır. Paris’ten yeni gelmiş, resimde devrimciliğe sıvanmıştır.
Cemal Tollu, Nurullah Berk, Sabri Berkel, Zeki Faik İzer, ZUhtü Müridoğlu ve O, kurduk ları “ D Grubu” ile, san’at çev relerinde yankılanan bir olayın kahramanlarıdırlar. Sait de o sı ralar üç yıllık bir bohem hayat tan sonra Grenoble’dan dön müş, babasının ısrarı ile Yağ İs kelesinde ticaret denemesi yapıp bu işin kendisine göre olmadığını anlayınca, Beyoğlu’nda kahve ve meyhanelerde çöreklenen san’at- çı taifesi arasına karışmıştır. Ya şı otuza merdiven dayamaktadır. Biraz sonra “ Semaver"de top lanacak hikâyelerini yazma gün- lerindedir. Cahit Sıtkı ile sık sık Saray Sineması’nın karşısındaki kahveye gidip otururlar, edebi yat konuşurlar. Cahit Mülkiye talebesidir ve Paris’te öğrenimini tamamlama projeleri yapmakta dır. Sait'den dört yaş kadar kü çüktür ve ondan Fransa anılan dinlemek hoşuna gitmektedir. Bir gün, kahvede yandaki masa da bir iki arkadaşıyla oturan
Bedri Rahmi’yi görünce Sait’e,
“ Hadi, onların masasına gidip Bedri ile tanışalım’’ demiş ve böylece, beş on dakikada kırk yıllık dost olup çıkmışlardır.
Zehir yeşili__________
Sonraki yıllar, Sait de Bedri
de mesleklerinde ilerleyip ünlen dikçe, bu dostluk, şarabın yıllan ması gibi güzelleşmiştir. Coşku sunu resimle, düzyazıyla, şiirle, sözle durmadan dışa, etrafına ta şıran “ delifişek” bir Bedri Rah mi ile bazen içki sofralarında, bazen kırda, balıkta, Bedri’nin
atölyesinde sürüp giden bu arka daşlık, iki “ çetin” kişiliğe rağ men, yirmi yıla dayanmıştır. Sa it, kısa sürelerle çalıştığı dergi ve gazeteler adına röportaj yapmak için çat kapı Bedri’nin atölyesi ne ya da sergisini açtığı salona damlar:
“ Anlat bakalım Reis, okuyu cuya ukalâlık edip resim san’a- tından ne kadar çaktığımızı gös tereceğiz!”
“ Bak Reis,” der Bedri Rah mi, “ Sen buradan çıkarken bir kaç renk, birkaç biçim götürebi liyor musun? lilan ben bunu ilk kez görüyorum, bu mavi benim bildiğime benzemiyor, bu kırmı zı, bu yeşil bir başka türlü diyor musun?”
“ Dedik, n ’olacak?” “ N ’olacağı var mı reis! Gö rünce tanıyacak, tanıyınca sevi neceksin. Sen şimdi söyle baka lım bana, burada sevdiğin renk hangisi?”
“ Yeşil,” der Sait.
“ Hangi yeşil?”
“ Na işte şu zehir yeşili!”
Hikâye yazılıyor
Derken, birgün, Bedri ile Sa it Beyoğlu’nda piyasa ederken,
Sait heyecanlanır:
“ Bak reis, senin zehir yeşili, anam avradım olsun, senin zehir yeşili..”
Bedri bakar. Genç bir çinge ne kadını, sırtında dağ gibi “ ko- kina” lar, kucağında da iki üç aylık bir bebek, atölyenin soka ğından çıkmak üzeredir. Birden, ucunda boncuk boncuk kırmızı
tohumlar sarkan bu dikenli sert yeşil yaprakların ve binbir ren ge bulanmış çingene kadını ile bebeğinin resmini yapmak iste ği uyanır Bedri Rahmi’de, bol ca para verip kadını kandırır, atölyede karşısına geçip desenler çizmeye koyulur. Fakat Sait tek durmaz:
“ Kimin kız, bu kucağındaki çocuk?”
“ Kimin olacak beycağzım, be nimdir. Babası askerdedir.”
“ Peki, karnındaki?” “ O da kocamdandır, tübe tü- be„”
“ Atma! Hem kocam askerde diyorsun..”
“ Tübe, tübe..İftira edersin bana! İftira edersen eline ne ge çer benim çakır gözlü beycağ zım?”
Bedri de bilir ki, Sait, o sıra da bir hikâye yazıyordur. Bu ka dar gerçek yeter. Gerisini artık
Sait tamamlayacaktır.Küçük bir olay, bir raslantı, bir göz takılı şı, Sait’i düşlere götürür. Sabah sabah Galata’da karşısına çıkan köpekli bir serseri çocuk, mani ler söyleyerek geçen bir keten helvacı onu bir ortazaman ken tine, bir masal dünyasına sürük leyebilir. Yoksuf insanların ah lâk ve yasak dinlemezliğini bilir. Onlara karşı, yaşamda seçtikle ri yol için bir tavır takınmaz, ta rafsızlığını daha baştan ilân eder. Doğal olan, Sait için ger çektir. Bir hikâyesinde, Ada’ya çiroz kurutmak için gelen çinge neleri anlatır. Zehra, güzel bir
çingene kızıdır. Çingene Rüstem onu Adalı gençlere çıplak yüzer ken seyrettirip kazandığı paray la beyaz bir pantalon ve gömlek alır; Hüseyin pantalonu çalmak isteyince de bıçağı çekip öldürür.
Doğada olan biteni anlamak güçtür belki, ama apaçık gerçek- •tir doğa._______ ____________
Sait Reissiz İstanbul
Bedri Rahmi, Sait’in bir gün
kendisini Ziba Mahallesi’ne gö türüp gezdirdiğini, oradaki ah baplarıyla tanıştırdığını söyler ve
şunları ekler: “ Anladım ki, Sa it Reis’i tanımadan ve okuma dan İstanbul’un yerlisi olun maz!” Gerçekten de o gün Bed ri Rahmi şaşıp şaşıp kalmıştır. İstanbul’da böyle bir yer, böyle bir hayat olduğunu bilmez. Gi rip çıktıkları kahvelerde, meyha nelerde bıçkın ağır kamyon şo
förlerine benzeyen yığınla bela lı adam Sait’le selâmlaşır ve şa kalaşırlar. İkramlar, rakılar ke- mençeyle hora tepmeler, el şaka ları, küfürler, senli benli konu şup gülüşmeler gırla gider.
“ Taksim’de ayrılıyorken şafak söküyordu” der Bedri; “ İstan bul’u karış karış biliyordu. İs tanbul’u turist gibi değil, yerlisi gibi değil, polisi, jandarması, bekçisi gibi değil, babasının evi gibi, cebinin içi gibi biliyordu.”
Birgün de Sait onu Sivriada’- ya götürür. “ Altında motörün
var, ama Allah bilir sen Sivria- da’yı bile bilmiyorsun,” demiş ve Bedri de Sait’in hikâyelerine salkım saçak giren bu esrarengiz kara parçasını görme hevesleri ne düşmüştür. Çünkü Sait, bir Sivriada sabahını şöyle anlatmış tır:
“ Martdar ve karabataklar de
nizin yüzünde zaman zaman sıç rayan, kaynaşan, dalan, yeniden çıkan balık kümelerine doğru hızla süzülüyorlar, batıyorlar, kanat çırpıyorlar, dalıyorlardı. Bir denizüstü canlı sabah kah valtısı iştahı içinde bütün canlı lar faaliyetteydi. Bu kaynaşma daki gizli vahşilik hiç belli değil di. Milyonla canlıyı milyonla canlı kovalıyordu. Mavi denizin üstünde bir damla al gözükme den, yüzbinlerce küçük balığı büyük balık yutuyordu. Bin ta ne mikroskobik hayvanı yutmuş bir tırnak uzunluğundaki binler ce balığı bir Kolyaz yutuyor; su dan sıçramış kocaman bir Kol yozu bir martı denize hiç kon madan havada yakalıyor; gaga sında iki defa salladıktan sonra üç kere yutkunarak yarı canlı kursağına atıyordu. Hepsinin ar kasında bir küçük Orkinos, za man zaman gökyüzüne sıçrarca- sına denizde havalanıp yıldırım hızıyla balık kümelerine saldırı yordu. Etrafımızda balık, kuş, daha doğrusu deniz ve gök mil leti birbirine giriyor.. Güneş uzak kel tepelerin arkasından daha tek sarı ışık salar salmaz, denizdeki kaynaşma bir ihtilâl hali alıyor. Kıraçalan İstavritler, İstavritleri Uskumrular, Uskum ruları Kolyozlar, Kolyozları Pa lamutlar, Palamutları Sinagrit- ler, Sinagritleri Yunuslar, Yu nusları Orkinoslar kovalıyor. Daha doğrusu ben atıp tutuyo rum. Kimin kimi kovaladığı, ki min kimi yuttuğu belli değil. Bel ki de bir parmak kadar Çaça
Yunus balığını, belki de bir İs tavrit bir Kılıç balığını yutuyor- dur. Bir kaynaşma, bir kıyamet.. Hiç bir şey belli değil. Bir şıkır tı, bir oyun, bir bayram, bir sa vaş alanı..”
Sivriada’ya çıkınca, kıyıda dört beş martı ölüsü görürler ve Sait’in bütün neşesi kaçar; “ Yi ne buraya gelip tabancalarını tecrübe etmiş pezevenkler!” di ye küfrü basar. Günbatımında martılar büyük bir uğultu çıka
rarak Adanın üzerinde dönüp dururlar. Kıyıda kocaman bir ateş yakılır. Kolyoslar, karagöz ler ateşe verilir. Domatesler hı yarlar, doğranır. Meyveler yıka nır, rakı bardaklara dökülür. Deniz kabarır, sertleşir. Sait, “ Sıkıldım, döneceğim” , der. Önce biraz direnenler olur, ba lıkçılar, “ Yapma bre Sait Bey, bu havada çıkılmaz!” dediyse de, Sait bir kere bunaldı mı önünde durulmaz. İki saatlik yo lu, battık batıyoruz korkusuyla, karanlık ve fırtınalı denizde dört saatte alırlar. Sabaha doğru eve vardıklarında Sait’in annesi pen cerededir.
“ Biz sana geceyi Adada geçi receğiz demedik mi ana?”
Makbûle Hanım hiç oralı olmaz:
“ Nasıl olsa döneceğinizi bili yordum da, bu havada nasıl be cerdiniz, okuyup okuyup üfle dim arkanızdan” der.
Y a rın :
“Ağbi, bey”
denilmesinden hoşlanmazdı
“
İstan bul’u karış karış biliyordu. İstanbul’u turist
gibi değil, yerlisi gibi değil, polisi, jandarması, bek
çisi gibi değil, babasının evi gibi, cebinin içi gibi bi
liyordu..”
B edri Rahmi, S ait’in bir gün kendisini Ziba M a
hallesine götürüp gezdirdiğini anlatır. Gerçekten de
o gün Bedri Rahmi şaşırıp kalmıştır. İstanbul'da
böyle bir yer, böyle bir hayat olduğunu bilmez. Gi
rip çıktıkları kahvelerde, meyhanelerde bıçkın ağır
kamyon şoförlerine benzeyen yığınla belâlı adam
Sait’le selâmlaşır ve şakalaşırlar. İkramlar, rakılar
kemençeyle hora tepmeler, el şakaları,küfürler senli
benli konuşup gülüşmeler gırla gider.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi