• Sonuç bulunamadı

Kuşaklararası:Ermeni-Azeri kan bağı:Toto-Cem Karaca

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Kuşaklararası:Ermeni-Azeri kan bağı:Toto-Cem Karaca"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

IKUŞAKLARARASI

İt

Ermeni-Azeri kan bağı Toto - Cem Karaca

Toto Karaca

BİZ karı-koca tiyatrocuyduk. Ge­ celerimiz gündüzlerimiz tiyatroda geçerdi. Bu yüzden Cem’i büyütür­ ken çok sıkıntı çektik. Mehmet, Şe­ hir Tiyatroları’nda çalışırdı, onun hayatı biraz daha düzenliydi. Ben, sık sık turneye çıkardım, Cem’e ihep Mehmet bakardı.

Mehmet çok titiz bir insandı. . Çocukla çok fazla ilgilenirdi. Hep

kavga ederdik bu yüzden. Cem doğmadan önce çok iyi geçiniyor­ duk. Muazzam aşklar, sevgiler içindeydik. Birbirimize bir tek kö­ tü sözümüz yoktu. Ama Cem doğ­ duktan sonra çök münakaşa ettik.

Gençtim, çocuk bakmasını bil­ miyordum. Bir gün Cem’i kanepe­ ye yatırdım. Alt kata, mutfağa in­ dim ki, sıcak su filan hazırlayaca­ ğım. Bir yandan şarkı söylüyorum, bir yandan su ısıtıyorum, birden güüüm! diye bir ses duydum. "Ey­ vah!” dedim, çocuk düştü. Elim ayağım birbirine dolaşmış, yukarı­ ya bir çıktım ki, Mehmet benden evvel çocuğun yanına gelmiş, ku­ cağına almış. Suratında bir hiddet, i bir öfke, aman Allah’ım!

“ Ne yapıyorsun sen?” diye baş- ; ladı bana bağırmaya. Ben, “ İşte sı­ cak su” filan diye kekeliyorum, . “ Nasıl bırakırsın çocuğu yalnız ba- ; şına? Nasıl akıl edemezsin bunu?” diye durmadan bağırıyor. Ben de ; sustum, sustum, sonra “ Keşke do- ğurmasaydım şu çocuğu” , dedim. Hep münakaşa, hep münakaşa!

Aslında Cem’in büyümesinde babasının katkısı çok daha fazla­ dır. Yemeğiyle, uykusuyla, dersle­ riyle herşeyiyle o ilgilenirdi. Cem okuldan gelirdi, babası kahvaltısını verirdi, sonra derslerine bakardı, eğitirdi onu, “ şöyle ol oğlum, böy­ le oloğlum ” diye. Buna çok şaşı­ rırdım. Çünkü, biz Mehmet’le es­ ki arkadaştık. Hiç görmemiştim çocukları sevdiğini, ne bileyim saç­ larını okşadığını, ilgilendiğini. Cem’den sonra adam, çocuk deli­ si oldu.

Kocamın çok güzel sesi vardı, te­ nordu. Ben de primadonnaydım. Acaba derdim, Cem’in sesi nasıl, kulağı nasıl? Müzisyen olabilir mi? Daha ilkokura gitmiyordu, ona plak çalardım. “ Bu zeybek, Bu vals, bu çarliston” derdim... Dans­ ları da gösterirdim. Bir bakardım ki Cem, benim yaptıklarımın aynı­ sını yapıyor. Karıştırırdım sonra valsi, çarlistonu, zeybeği, ayırde- derdi. Tamam dedim. Bu çocukta kulak var.

Sonra piyano çalan bir teyzemiz vardı. Cem’i kucağına alır, piyano çalardı. Sonra da öğretirdi: “ Do, re mi faaa..” Cem onun kucağın­ da tekrar ederdi “ Do ye m ii...” Uzun zaman “ Do ye mi” dedik ço­ cuğa.

Sonra koleje başladı. İngilizce öğreniyordu. Ben de o sıralarda bir fim seyretmiştim. Johnny Guitar diye. Filmin şarkısı çok hoşuma gi­ diyor, bayılıyorum, ama söyleye­ miyorum. Cem’e, “ Oğlum dedim, ne olur şu şarkının sözlerini öğren, çok beğeniyorum...” Cem öğren­ di. Çok da güzel söylüyordu. Da­ vetlere gittiğimiz zaman “ Cem, bir ‘Johnny Guitar’ söyle” derdim. He­ men başlardı söylemeye. Müziğe

] Johnny Guitar’la başladı sonra' da

müzisyen oldu.

I Küçükken sorardım, “ Cem, ar-

; tist olmak istiyor m usun?" “ Ha-. ! yır!” derdi. “ Hayır!” . Ama büyük 'konuşmuş. Müzisyen oldu, cıtist oldu, tiyatro yaptı. 1963 yılında

Münir Özkul, Suna Selen, Altan Erbulak’la birlikte sahneye çıktı. İstanbul Tiyatrosu’nda oynuyor­ lardı, altılarda. Cem Amerikan se­ firinin kızıyla sevişen bir Amerikalı işadamını oynuyor. Amerikan ima­ jını versin diye çocuğun saçlarını kesmişler, oksijenle açmışlar, bir de boyamışlar. Bir gördüm ki, sap­ sarı olmuş çocuk. Çok kızdım. “ Kime sordunuz da boyadınız oğ­ lumun saçlarını? Kime sordunuz?” diye yıktım tiyatroyu. Çocuk, ta­ bii kanun biliyor söylediklerini, hiç sesini çıkarmamış. Ama olan olmuş artık, boyalı kafayla bir de Anadolu turnesine çıktı.

Askere gitmeden önce hep İngi­ lizce şarkılar söylerdi. Askerden geldi, bir takım Türkçe şarkılar söylüyor. İşte, o zaman Yok Yok çıktı. Birkaç arkadaş biraraya gel­ mişler, Yok Yok’u yapıyorlar. Al­ tın Mikrofon müsabakasına katı­ lacaklarmış. O sıralarda Cem hep gözümün önünde olsun yanımdan ayrılmasın diye, oynadığımız oyun­ da ona da bir rol verdik. Oyunda bir de gitar çalan çocuk var, İlhan Daner oynuyor. Ilhan’ın bozuk de- tone bir gitarı var. Cem, bu gitarı alıp bir odaya kapanıyor. Tıngır tıngır çalıp duruyor. Meğer Yok Yok’u yapıyormuş.

Toto’nun beğenmediği

şarkı çok tutar!

Bir gün, “ Anne, dedi. Bir beste yaptım, Altın Mikrofon yarışma­ sına katılacağım.” Aman bir hoşu­ ma gitti, bir sevindim, “ Söyle oğ­ lum, bir dinleyeyim” dedim. Tiyat­ rodayız, arkadaşlar da var. Başla­ dı Cem söylemeye. “ Kaşın var mı? Yok yok yok... Gözün var mı? Yok yok yok... Bilmem ne var mı? Yok yok y o k ...” Allah Allah, tu­ haf birşey. “ Nedir bu böyle? de­ dim. Ne biçim şarkı bu? Hiç be­ ğenmedim, değiştir bunu hemen. Bununla hiçbir şey kazanamaz­ sın!” Tabii Cem çok üzüldü, arka­ daşlar da “ Yapma Toto, dediler. Çocuğun hevesini kırma.”

Cem o şarkıyla katıldı, ikinci ol­ du. Şarkı da bir tuttu, bir tuttu, herkesin ağzında. O günden sonra Cem ne zaman bir şarkı yapsa, ön­ ce bana dinletir. “ Yok oğlum, be­ ğenmedim. Çok kötü” dersem eğer, güler, “ iyi anne, der. Bu şar­ kı çok tutacak öyleyse...”

Ben Cem’i çok severdim. Baba­ sı da severdi ama, belli etmezdi. Ben herşeye peki derdim, ne ister­ se alırdım, ne isterse yapardım. Ya­ ni, yok yok. Hayatta yegâne sev­ diğim, ağacım, dalım, herşeyim oğ­ lum Cem’dir. Derler ki, “ Torun evlattan fazla sevilir.” Hayır, öy­ le değil. Benim de torunum var. Ama oğlumun yeri başka. Hayat­ ta hiçbir şeyi oğlumdan fazla sev­ medim.

Artık çok yaşlandım. 1912 do­ ğumluyum, yani 18 M art’ta 78 ya­ şında olacağım. Ben harp gördüm, İstanbul’un işgalini gördüm. Ha­ yatta en çok korktuğum şey harp­ tir. Kimse böyle birşey görmesin is­ terim. Benim çok kısa bir müdde­ tim kaldı, nasıl olsa öleceğim. Gö­ rüyorum ki yavaş yavaş ölüme gi­ diyorum. Hepimiz öleceğiz elbet­ te. ama gençlerin önünde daha u/un seneler var. Dilerim parlak günler görürsünüz. Ama ölmeden önce kırk elli sene evvelki hayatı bir daha yaşayayım isterdim. Gençli­ ğimi... O tiyatroyu, o insanları, dünyayı... Yani cumhuriyet za­ manlarını. Ne güzel, kadın-erkek bir arada, neşeli neşeli oyun seyre­

dilirdi. Tiyatro çok güzel birşey. Ama bizim için çok kötü bitti. Biz patron da olduk. 1976 yılında ka­ pattık tiyatroyu sonunda. Ayazpa- şa’da oynuyorduk en son. Ayazpa- şa ayaz gibi aldı götürdü herşeyi. Son temsilleri İzmir’de verdik. Çok borçlandım. Çok zarar gördüm. Gelen bütün senetlere imza atar­ dım. Toto Karaca, Toto Karaca... "Biraz bak, derlerdi, neye imza ediyorsun, ne yapıyorsun?” Bugü­ ne kadar her ay Sosyal Sigortalar’a ayda otuz bin lira öderim. Bağ- Kur’dan emekli oldum, aldığım maaş ayda 141 bin lira. Bütün eş­ yalar hacizlidir.

Bizi Ayazpaşa’da o “ Doktor Kimble” var ya, o mahvetti. Kimb- le olduğu günler tiyatroda beş-altı kişi olurdu. Televizyon tiyatroyu mahvetti o zaman. Kahrolurdum sahneye çıkınca. İnsanın canı oyun istemez, oynamak istemez. Kırk- elti sene evvel öyle değildi. Biz ti­ yatro yapardık, çok eğlenirdik. Pa­ ra mara gözümüzde değildi. Oyna­ yalım da ne olursa olsun. Gençtik tabii o zamanlar, bütün yükü kal­ dırıyorduk. Ben A tatürk’ün karşı­ sında bile oynadım. Hem de iki de­ fa. Bir perde seyretmek için geldi, iiç perdeyi de seyretti. Sonra bize çiçekler, çikolatalar yolladı. O za­ manlar tiyatro güzeldi.

Şimdi tiyatro yapanlar bizden iyiler. Genç olsaydım bugün yine

tiyatro yapardım. Ama biz de çok güzel oyunlar oynardık, halktan çok iltifat görürdük. Ama para ka­ zanamadık, o başka. Gençliğimi yeni baştan yaşamayı isterdim. Ama dilerim, benden sonrakiler parlak bir dünya görürler, mutlu olurlar. Harp marp görmezler...

Cem Karaca

Turneden her gelişinde bana he­ diyeler getiren, sahneye çıktığı za­ man fırtınalar koparan kadın. An­ nem... Onu Beyoğlu Parmakkapı

Sokak’taki evimizden çok, İzmir’­ de, Ankara’da, Eskişehir’de hatır­ larım. En çok da İzmir’de. Birlik­ te İııciraitı’na giderdik, denize gi­ rerdik. O zamanlar İnciraltı’ndan denize girilirdi.

Babamsa, bir otorite merkeziy­ di benim için. Çocukken babamla daha sık birlikte oldum. Annem evde daha az kalırdı çünkü. Ama sonraları annemle aramızda daha güzel, daha iyi bir diyalog gelişti.

Kişiliğimi kanıtlama adına, ne zaman babama başkaldırsam, ya­ nımda yegâne müttefik olarak an­ nemi bulurdum. Benim başarımda da başarısızlığımda da yanımda ol­ du. Babam hiçbir zaman benim sa­ natçı olmamı istemedi. Hep poli­ tikacı, hariciyeci ya da avukat ol­ mamı isterdi. Ona göre seçtiğim meslek doğru, yaşadığım yer yan­ lıştı.

Ama babamın, benim kişiliğime katkısı çok büyüktür. Bugün zevk aldığım bir Türkçe konuşuyorsam, şarkılarımın sözlerini kendim yazı­ yorsam, iyi bir okuma alışkanlığım varsa, hepsini babama borçluyum. Hatta kültürümün bir kısmını bi­ le. Bir dönem İngilizce şarkılar söy­ lüyordum. Babam beni karşısına aldı, “ Oğlum bunları bırak” , de­ di. İngilizceleri filan... Alatur­ ka sazları da sok bu sazların arasına.” Sene ya 1962 ya 63, o za­ manlar Türkiye’de aranjman de­

nen hadise filan yok. O zaman pek ciddiye almadım bu sözleri, ama sonra ben ve benim gibi müzik ya­ panlar uzun yıllar babamın söyle­ diklerini yapmaya çalıştık. Bağla­ mayı, klarneti batılı sazlarla kay­ naştırmaya çalıştık. Babam bir yandan bana bu önerileri yapar­ ken, bir yandan da beni müzikten soğutmaya uğraşıyordu. Ters tep­ ti, müzik ağırlıklı bir hayat kurdum kendime.

Bakırköy’de bir kulüpte büyük bir inançla Elvis Presley’den şarkı­ lar söylüyorum. Babam beni yuha­ latmak için parayla adam tutmuş.

Bir gün eli tesbihli yamuk ağızlı bir adam, ben şarkı söylerken kalktı, “ Ooolum bunları geç de al şu pa­ rayı, bize bir Adanalı söyle!” de­ di. O adamı da babam tutmuş, ben kırılayım, müziğe küseyim diye. t,ok sonraları babam beni müzi­ ğimle birlikte kabul etti. Ama an­ nem için ben kötü de yapsam, iyi de yapsam, müziğimle birlikte var­ dım.

Annem bir “ showman"dir. Ba­ bamsa tiyatronun daha çok muha­ fazakâr ekolünü temsil ederdi. Me- 'd a geçenlerde annem televizyon­ da Tele Tatil programına katıldı. Kendinden, anılarından söz etti. Hatta programda yer alan bir ke­ lime oyununu büyük şevkle oyna­ dı. Oysa, 27 Mayıs’tn 12 M art’ın ve 12 Eylül’ün bütün generalleri bi­ raraya gelip emir verseler, babamı bu programa çıkartamazlardı.

Annem Almanca bilmez. Ama yetmiş küsür yaşında benimle bir­ likte Almanya’da Almanca bir mü­ zikalde çatır çatır oynadı. Kırık dö­ kük Almanca bilen, bir bakkal dükkânı işleten yaşlı bir Türk ka­ dınını oynuyordu. Ona verdiğimiz tekstlerde söyleyeceği Almanca laf­ ları yazdık, altına Almanca oku­ nuşlarını yazdık, altına da Türkçe- sini. Almanca telaffuzu çok zor bir dil olmasına rağmen, annem becer­ di. Bu kendine olan güveninden ge­ liyor elbette. Bir de genetik kodlan­

masından.

Annem sahne için kodlanmış bir insandır. Anneannem tiyatrocuy­ du. Geçenlerde 75. yılını kutlayan İstanbul Şehir Tiyatrolarının açı­ lışında Muhsin Ertugrul ile birlik­ te Çürük Temel adlı piyeste oyna­ yan Rosa Felekyan, annemin tey­ zesi. Tiyatrocu bir aileden geliyor yani. Babam ise halı tüccarıymış. Bir aşk sonucunda tiyatrocu ol­ muş. Bir kadına aşık olmuş babam, annemden çok önce. Kadın tiyat­ rocuymuş. Babam da işi gücü bı­ rakıp, kadının peşine düşmüş, böy- lece tiyatrocu olmuş.

Bir tarihte ilk eşimle flört ediyo­ ruz. Sıradan bir adam olmadığımı anlatmak için kızcağızı aldım an­ nemin bir oyununa götürdüm. O1 zamanlar benim bir marifetim yok. Annemin babamın hünerleriyle bö­ bürleniyorum. Annem de oyunda bir cazgır kaynanayı oynuyor, bir cadaloz kadını oynuyor, felaket! Oyundan sonra kızcağız sustu sus­ tu, sonra “ Cem, annen evde de böyle midir?” dedi.

Tiyatro annemin dünyasıdır. Hatırlarım, İzmir’de, fuarın için­ deki Açık Hava Tiyatrosu’nda oy^ nârlardı. Annem, Muzaffer Hep- güler, Celal Sururi, Ali Sururi, İl­ han Daner, Aziz Basmacı, Tevhid Bilge, hep birlikteydiler. Kapıda oyuna giremeyen, yer bulamadığı için oyuna giremeyen kalabalığı atlı polis dağıtırdı. Bu macera sonra­ ları annemi iflasa kadar sürükledi. Tiyatrodan hiçbir zaman para ka­ zanamadılar. Şakır şakır müzikal oynadıkları zamanlarda bile, geçin­ mek için dublaj yaparlardı. Sabah­ tan akşama kadar dublaj stüdyo­ sunda çalışırlar ve üç lira yövmiye alırlardı.

Ben, gelecek kuşakların daha az sıkıntı çekmesini, işin maddi kül­ fetlerine, zorluklarına daha az za­ man ayırıp, estetiğine daha çok za­ man ayırmalarını temenni ediyo­ rum. Babamdan dinlerdim, dekor­ ları sırtlarında taşırlarmış. Turne­

lere üçüncü mevki trenlerle gider­ lermiş. Bardak alacak paraları ol­ mazmış çoğu zaman, salatalıkların içini oyar, onunla rakı içerlermiş. I vet, bir bohemdir bu, ama bir ya­ şa kadar çekiliyor.

Annem “ atlet kom ple”

bir insandı

Annem "atlet komple” dedikleri cinsten bir insandı. Dans ederdi, şarkı söylerdi, oyun oynardı. Üs­ telik konservatuvar filan da yoktu o zamanlar. Şimdi bakıyorum da bunların üçünü birden yapabilen insan çok az. Annemler biraz cins atlardı galiba.

Çok zor günler yaşadılar.Televiz­ yonun çıkışı onları bitirdi. Aslın­ da televizyon şimdi de benim yap­ tığım müzik için bir tehlike. Düşü­ nün haftada 250 saat yayın yapan bir kutu. Bu kutu haftada en az on caat pop müzik yayını yapıyor. Bu

on saatte sunulanlarla rekabet ede­ bilmeliyim. Edemezsem, beni niçin dinlesinler, niçin seyretsinler?

Bir zamanlar birşeyler yaptık. Cem Karaca ve Moğollar, Cem Ka­ raca ve Apaşlar olarak birşeyler yapmaya çalıştık. Şimdi durup dü­ şünüyorum, acaba biz, körler memleketinde kral olan şaşılar mıydık?

Benim geçmişim 60’lı yıllara da­ yanır. O altın çağda çok güzel gün­ ler yaşadık. Yeni bir Türk kültü­ rünün peşindeydik. Gerçi 27 Ma­ yıs ile Cumhuriyetin ilk yıllarını ay­ nı kefeye koymak mümkün değil­ dir. 27 Mayıs kendi içinde belli bir özgünlük taşıdığı halde, onu da di­ ğerlerinin 12M art’ın, 12Eylül’ün yanına koym akta fayda var.

Gelecekte askeri müdahalelerden kesinlikle ama kesinlikle arınmış bir Türkiye istiyorum. Sivil idare­ ler istiyorum. Hangi parti olursa olsun, yeter ki sivil olsun. Tabii gönlümde yatan partiler var, o ay­ rı. Dünyaya bakıyorum, yukarıda patronlar anlaşıp nükleer savaşı buzdolabına koydular. Ama dün­ ya yine de bir sürü olaya gebe. Bu işe kafalarını benden fazla yoran­ lar, sosyologlar, politologlar, kö­ şe yazarları çelişkili düşünceler ileri sürdükçe, kafamda yanan soru işa­ retleri beliriyor. Ben sol bir dünya görüşüne sahibim. Gorbaçov’u da yirminci yüzyılın süper adamı ola­

rak görüyordum. Kızılordu Azer­ baycan’a girene kadar. Bu müna­ sebetsizliği en oportünistken opti­ mist, en devrimci tavrımla bile içi­ me sindiremiyorum, hazmedemi­ yorum. Anlıyorum ki, insanoğlu düşmansız yaşayamıyor. Üstelik benim bir sorunum daha var. Be­ nim annem Ermeni, babam Azeri. Ben kimden yana olayım şimdi? Bu elbette işin esprisi ama bir ger­ çek de. Bende hem Ermeni hem Azeri kanı v ar. Dünyada da en çok bu ikisi konuşuluyor.

Pembe bir geleceğe inanmak is­ tiyorum. İnanıyorum da. Eğer manyağın biri bir gün kırmızı bir düğmeye basacaksa ve milyonlar­ ca insanla birlikte ben de yok ola­ caksam niçin uğraşıyorum? Keyfi­ me bakarım, Robinson gibi yaşa­ rım, kalan günlerimi ölüme göre programlarım. Ama ben var olmak için pembe bir geleceğe, pembe bir dünyaya inanmak zorundayım.

Toto Karaca

1912 yılında İstanbul'da

doğan İrma Toto Karaca, tiyatrocu bir aileden gelir. Sahir Opereti, Süreyya Opereti, Halk Opereti, Toto Revüsü, Muammer Karaca Tiyatrosu ve İstanbul Tiyatrosu başta olmak üzere birçok toplulukta oyna­ mıştır. 1980'den sonra Almanya’da oğluyla birlikte oynadığı son oyundan sonra, sahneden çekilmiştir.

Cem Karaca

1945 yılında İstanbul’da doğan

Cem Karaca müzik hayatına Jaguarlar adlı toplulukla başladı. 1967’de "Emrah"adlı bestesiyle Altın Mik­ rofon Yarışmasında derece aldı. Bir dönem Moğol­ lar topluluğuyla çalıştı. 12 Eylül'den sonra yurt dışı­ na çıktı, ardından yurttaşlıktan çıkarıldı. Geçen yıl Türkiye 'ye dönerek çalışmalarına yeniden başladı.

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

* 0 0 1 5 1 0 4 5 2 0 0 6 O sm an B a n ko m u

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu hu- susla ilgili olarak, 30 Nisan 1912 tarihinde Ayd~n valisi taraf~ndan Dâhiliye Nezareti'ne gönderilen yaz~da, Saruhan'da sekiz, Denizli'de üç, Mente~e'de bir, ~zmir'de be~~

Terahertz görüntüleme sistemi ilk olarak 2018 yılı başında Kapıkule Gümrük Kapısı yolcu salonunda kullanılmaya başlandı. Kapıkule Gümrük Kapısı yolcu salonunda iki adet

Sunumuzda akut apandisit nedeniyle opere edilen Friedreich ataksili 24 yaşındaki kadın hastada anestezik yaklaşımımızı aktarmak istedik.©2008, Fırat Üniversitesi,

Bu çalışmada; inşaat sektörünün alt kollarından biri olarak görülen madencilikte (mermer) atık/artık malzemelerin geri dönüştürülmesi süreci irdelenerek

si göstermeleriydi. Yavaşlatmak iste- dikleri moleküllerse en düşük enerjili titreşim durumuna sahip amonyum molekülleriydi. Bu durumdaki mole- küller bir atımdaki

Ü stat Sermet Muhtar, yakın tarihin oyuncaklarını, oyuncakçı dükkânları­ nı ve Işimdi pek görünmez olan oyuncak satıcı tiplerini kuvvetli hafızası­ nın

[r]

Çünkü o kadar çok soru var ki cevabını bilemediğimiz, düşünemedi­ ğimiz, yeterince düşünmediğimiz için de -örneğin türban gibi - demokrasi ve ba-. nş içinde