• Sonuç bulunamadı

Konya örneğinde kent-siyaset ilişkisi üzerine sosyolojik bir çalışma

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Konya örneğinde kent-siyaset ilişkisi üzerine sosyolojik bir çalışma"

Copied!
89
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI

KONYA ÖRNEĞİNDE KENT-SİYASET İLİŞKİSİ ÜZERİNE

SOSYOLOJİK BİR ÇALIŞMA

ÜMMÜ ERKAN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

DOÇ. DR. MAHMUT HAKKI AKIN

(2)
(3)
(4)
(5)

ii ÖNSÖZ

Kent ve siyaset birbirinden ayrı düşünüldüğünde hep eksik kalan olgulardır. Kentin görünümünü siyaset oluşturduğu kadar, siyasette kendine mekan olarak kenti seçer. Bu iki olgu birbirinden ayrı düşünülemez. Ancak bu iki kavramın ele alış biçimi genelde gösterişli yapılar, siyasetin rant sağlama biçimi olarak ele alınarak sosyolojik bakış açısından eksik kalmıştır. Bu çalışmada kent ve siyaset ilişkisi sosyolojik bir bağlamda ele alınmıştır.

Bu konunun ortaya çıkmasına lisans eğitimimi aldığım şehrin iktidara muhalefet bir parti olması ve bunun kente yansımasının yanında, memleketim Konya’nın iktidarla olan siyasi ilişkisiyle kentsel görünümün hızla değişmesi esin kaynağı olmuştur. Buradan yola çıkarak kentleşmenin, kentsel politikaların siyasetle ne ölçüde ilişkili olduğu ilgimi çekmiş ve bu çalışma ortaya çıkmıştır. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalında yüksek lisans tezi olarak hazırlanan bu çalışma, kent ve siyasete dair kavramların açıklandığı teorik bölüm ile Konya’da yaşayanlar üzerinde yapılan bir saha araştırma uygulamasının verilerinin analiz edildiği uygulamalı bölümden oluşmaktadır.

Bu çalışmada ilk olarak danışman hocam Doç. Dr. Mahmut H. Akın’a sadece bir akademisyen olarak değil, lisan üstü eğitimim boyunca bana yol gösterici olduğu için ve her konuda desteğini esirgemediği için teşekkür ediyorum. Ardından Prof. Dr. Mahmut Atay hocama, bütün samimiyetiyle yaptıkları ve paylaştığı her şey için teşekkür ediyorum. Ayrıca ismini sayamadığım hocalarıma ve arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Son olarak da, varlığıyla hayatımı anlamlı kılan, en çıkmaz anlarımda kocaman gülüşüyle her şeyi kolaylaştıran yeğenim Fatih Davşancı’ya ve elbette beni ben yapan birçok şeyi borçlu olduğum annem Keziban Erkan’a teşekkür ederim.

(6)
(7)
(8)

v İÇİNDEKİLER

Bilimsel Etik Sayfası………..…...i

Önsöz………ii Özet………..iii Summary………..iv Tablolar Listesi………..……..vii Giriş………...1 BİRİNCİ BÖLÜM KENT-SİYASET İLİŞKİSİNİN SOSYOLOJİK ANALİZİ 1.1.Kent………..3 1.1.1.Kentleşme………..………6 1.1.2.Kentlileşme……….…….….10 1.1.3.Kent Kültürü……….…....12 1.2.Siyaset……….14 1.2.1. Siyasallık………...…………...17 1.2.2. Siyasal Kültür………....18 1.2.3. Kent-Siyaset İlişkisi………..……...…..20 1.3.Muhafazakarlık………....…..22 1.3.1. Türkiye’de Muhafazakarlık……….…….…..25 1.4.Konya………..…27

1.4.1. Konya’da Muhafazakar Siyasal Kültür………..…30

İKİNCİ BÖLÜM METODOLOJİ………....34

2.1.Hipotezler………....34

2.2.Örneklem……….35

2.3.Anket Soru Formunun Özellikleri………...35

2.4.Araştırmada Kullanılan İstatistik Teknikler………...36

2.4.1. Ki-Kare Testi………...36

2.4.2. T-Testi……….…....36

(9)

vi ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

KENT VE SİYASET İLİŞKİSİ ANKETİNİN ALAN ARAŞTIRMASI BULGULARI

3.1.Sosyo-Ekonomik ve Demografik Değişkenler……….38

3.2.Kent-Siyaset İlişkisine Dair Bulgular………..46

3.3.Kent Aktörlerine Dair Bulgular………...50

SONUÇ VE ÖNERİLER………54

EK-1: Alan Araştırmasında Kullanılan Tablolar……….56

EK-2: Anket Formu Örneği………72

(10)

vii Tablolar Listesi

Tablo 1.1. 2007 Genel Seçimleri……….……….……31

Tablo 1.2. 2011 Genel Seçimleri……….……….32

Tablo 1.3. 2004 ve 2009'da Partilerin Konya Büyükşehir Belediye Başkanlığı Seçimlerindeki Oy Oranları………...33

Tablo 3.1. Cinsiyet Dağılımı………38

Tablo 3.2. Yaş Dağılımı……….…..…39

Tablo 3.3. Medeni Durum………..…..39

Tablo 3.4. Eğitim Durumu……….…..40

Tablo 3.5. Meslek……….………….…...40

Tablo 3.6. Aylık Gelir……….….41

Tablo 3.7. Doğum Yeri………41

Tablo 3.8. Konya’da yaşama süresi………..………..…….42

Tablo 3.9. Konya’da ikamet edilen ilçe………...…………42

Tablo 3.10. Siyasi Kimlik Tercihi………....43

Tablo 3.11. Siyasi Parti Tercihi………..….….44

Tablo 3.12. Kent-Siyaset İlişkisine Dair Kanaatler……….….46

Tablo 3.13. Kent politikalarını belirleyen irade olarak kişi ve kurumlara dair kanaatler….50 Tablo 3.14. Mevcut Belediye Başkanları hakkındaki kanaatler……….…..51

Tablo 3.15. Konya milletvekillerinin Konya’yı temsil edip etmediğine dair algı……...….52

Tablo 3.16. Akla ilk gelen milletvekili………..52

(11)

1 GİRİŞ

Kent ve siyaset ilişkisinin kökenleri kentlerin doğuşuna kadar uzanır. Kentin ortaya çıkışı toplumsal bir örgütlenme ile meydana gelir. Bu toplumsal örgütlenme kenti yönetebilme, kentin sorunlarına çözüm üretebilme mekanizması olarak siyaseti geliştirir. 1950’ler ile başlayan 1980 sonrasında hız kazanan kentlere göç olgusu aynı zamanda kentleri siyasetin mekanı haline getirmiştir. Kırdan kente gelen ve kente uyum sürecinde siyasallaşma mekanizmalarıyla karşı karşıya kalan bireyler bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda siyaset yapma eğilimi içine girerler. Kentte kabul görebilme adına kentin aktörleri (siyasetçileri) tarafından güdülen siyasal politikaların bir parçası haline gelirler. Kentte yaşayan, sorun üreten bu mekanizmalar siyasetçiler tarafından çözüme kavuşturulur ve seçim zamanlarında çözüme kavuşan sorunlar siyasetçilere oy olarak geri döner ve siyaset kendini bu noktada kentte devamlı kılar.

Kent kültürü bireye zengin bir kültürel çeşitlilik sunar. Kültürel düzeyde bireyin “kendini gerçekleştirebilmesi” örgütlenme düzeyinin derecesine ve bireyselleşebilmeye bağlıdır. Türk kentsel yaşamında, bireyin, bireyselleşme olanağı bulunmasına karşın; örgütlü olma açısından kentli insanımız son derece dar bir çerçeveyle sınırlandırıldığından birey kimliği de siyasal öğeler içinde işlevini yapamamaktadır. Oysa kentsel kültür; siyasal kültür üzerinde temellenmeden gelişmesi sınırlı kalır.

Kent, doğuşuyla yaşayanlarına birtakım hak ve yükümlülükler getirmiştir. Bu hak ve yükümlülükler kent halkına kentteki siyasal iktidardan birtakım şeyleri talep etme imkanı tanımıştır. Zamanla kent halkı bu yönü ile siyasi toplumun karşısında bir sivil toplum unsuru olarak belirmiştir. Kentleşmenin siyasal açıdan en önemli yönü işte bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Kent siyasi toplumun karşısında ona muhatap olacak “sivil toplum”u ifade etmektedir. Sivil toplum anlayışı kent kültürü ile gelişmektedir.

Türkiye’de devlet, bu zamana kadar kentleşmeyi sadece fiziksel mekanların düzenlenmesi olarak algılandığından kentleşmenin sosyal, ekonomik ve ideolojik boyutlara sahip bir kavram olduğunu görememiş veya görmek istememiştir. Ülkemizde kentleşme, siyasal ve bürokratik karar alıcılarının aldıkları ya da alamadıkları kararlardan etkilenmektedir. Devletin iki kademesi olan merkezi hükümet ve yerel yönetimler birbirini tamamlayıcı ve eşgüdümlü politika ve mekanizmalarla kaynak ve görev bölüşümünü gerçekleştirip etkin hizmet sunmaları beklenir. Fakat bu durum her siyasal iktidar döneminde değişir.

(12)

2

21. yy’da kentleşme olsun mu, olmasın mı, diye tartışmaya girilemez. Çünkü kentleşmenin önünde durulamaz, kentleşme olagelmektedir ve olacaktır. Bu noktada önem verilmesi gereken, kentleşmenin siyasal güdümlerden uzak toplumsalcı bir bakışla gerçekleşmesini sağlamaktır. Kent politikalarını siyasal politikalardan arındırarak kentleşmenin sürekliliğine istikrar kazandırılmalıdır. Buda yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının işlevselliğini artırmasıyla sağlanır. Böylece kentleşme olgusu siyasal iktidar değişse de devam eder.

Çalışmanın ilk bölümünde yukarıda bahsedilenlerden yola çıkılarak, kent, kentleşme, kentlilik, siyaset, siyasallık, kent ve siyaset kültürü kavramları açıklanmaya çalışılmıştır. Ayrıca çalışmanın örneklemi olan Konya ili tanıtılmış ve Konya’nın kimliği haline gelmiş olan muhafazakarlık kavramı açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın ikinci bölümünde ise metodolojik çerçevesi belirlenmiş ve kullanılan istatistiksel yöntemler açıklanmıştır.

Çalışmanın üçüncü bölümünde kent ve siyaset ilişkisini ortaya koyan anket araştırmasının bulguları yer almaktadır. Kent ve siyaset ilişkisini Konyalıların nasıl algılandığı, hangi unsurlar çerçevesinde farklılaştıkları tespit edilmiştir. Ayrıca kent aktörlerinin etkinliği, mevcut belediyelere dair algılar ve memnuniyet düzeyleri ele alınmıştır. Çalışmanın son bölümü olan dördüncü bölümde saha araştırmasından elde edilen bulgular tartışılmış ve hipotezlerle sınanmıştır.

(13)

3 I.BİRİNCİ BÖLÜM

KENT-SİYASET İLİŞKİSİNİN SOSYOLOJİK ANALİZİ

1.1.KENT

Geçmişten günümüze çeşitli biçimlerde tanımlanan kent kavramı hakkında evrensel bir tanıma ulaşılamamıştır. Çünkü kent oldukça zor ve karmaşık bir olgudur. İçinde barındırdığı ve kendini var ettiği bir çok dinamik mevcuttur. Bu nedenle her dönemde ve her ülkede farklı tanımlarda ortaya çıkar.

Kentin ilk olarak nerede ve ne zaman oluştuğuna dair kesin bilgi bulunmamakla birlikte, M.Ö. 7000-6500 yılları arasında şimdiki Konya sınırları içinde bulunan Çatalhöyük’de 1000’den fazla konut ve 5-6 bin nüfusu ile kent sıfatını hak edecek bir yerleşim olduğundan bahsedilmektedir (Aktüre, 1997: 8). Medeniyet tarihinde gerçek anlamda kentlerin M.Ö. 4000-3000 yılları arasında. maden devri ile birlikte ortaya çıktığı kabul edilmektedir (Yörükan, 2005: 33). Bu anlamda, maden bilgisinin ve kullanımının gelişmesi, bazı coğrafi, ekonomik ve kültürel şartların bir araya gelmesi, kent topluluklarının oluşumuna yol açmıştır.

Kentbilim Terimleri Sözlüğü (Keleş, 1998) kenti, “Sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme, barınma, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinmelerinin karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşlarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşme birimi” olarak tanımlamaktadır.

Sanayi sonrası kenti tanımlamaya çalışan her bilim dalı, kenti tanımlama noktasında merkeze kır-kent ayrımını koymakla birlikte kentin değişik işlevlerini konu almıştır. Bu anlamda kenti, sadece nüfusun belli bir yerde toplanması ile açıklanabilecek bir alan olmayıp, kendine özgü yapısı, işleyişi, işgücü biçimi olan, toplumsal örgütü, kültürü bulunan çok nüfuslu yerleşmeler olarak niteleyen kent bilimcilerin yanında, ticaret ve endüstri gibi tarım dışı üretim ve ekonomi kapasitesi ile ilgili uğraşları olan yerleşim yerleri olarak sınırlayan ekonomistler ve kentin diğer yerleşme biçimlerinden ayrılmasında belli bir topluluk olarak taşıdığı kendine özgü nitelikleri ön plana çıkaran toplumbilimciler bulunmaktadır (Keleş: 2004). Bu bağlamda farklı açılardan yapılan kent tanımlarına yer vermek gerekir.

(14)

4

Kıray’a göre kentler, tarımsal olmayan üretimin yapıldığı ve daha önemlisi hem tarımsal hem de tarım dışı üretimin dağıtımının kontrol fonksiyonlarının toplandığı, belirli teknolojik gelişme seviyelerine göre büyüklük, heterojenlik ve bütünleşme düzeylerine varmış yerleşme biçimleridir (Kıray, 1972: 1). Kent; sanayi, ticaret, hizmet gibi ekonomik etkinliği olan, tarımsal ürünler de dahil olmak üzere her türlü ürünün dağıtıldığı, sınırları belirlenmiş bir alanda yoğunlaşmış nüfusun sosyal bakımdan tabakalaştığı, mesleksel rollerin artarak farklılaştığı, dikey ve yatay hareketliliğin yaygın olduğu, çeşitli sosyal grupları barındıran, sivil toplumun organize olduğu, merkezi ve yerel yönetimi temsil eden yönetsel, hukuksal vb. kurumların bulunduğu, bölgesel ya da uluslar arası ilişki ağlarına sahip, kendine özgü bir yaşam biçiminin ve bilincinin gelişmekte olduğu heterojen bir toplumdur (Bal, 2003: 23). Pirene’ye göre kent, egemen yurttaşın kendi benliğini ve kişisel geleceğini belirlemede özgür olduğu toplumsal alandır (Pirene, 2000: 28). Laborit’e göre insan, doğrudan doğruya kent kurmak içgüdüsüyle yaşamını şekillendirmemektedir ve yaşamsal gereklerinin yanında, kurduğu toplumsal yapıyı korumak, sürdürmek amacını gütmektedir (Laborit, 1990: 21). Bu noktada kenti bir canlı yapının, bir toplumsal kümenin ürünü saymak, toplumsal ürünün bir çıktısı olarak düşünmek, bir anlamda kentin toplum tarafından toplumun yapısını korumak üzere kullanılan ‘bir araç’ durumunda olduğunu ifade eder.

Kent merkezdir, dünyanın en uzak yerlerini kendine çeken, türlü bölgeleri, insanları ve etkinlikleri bir düzene göre biçimlendiren, ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamın öncüsü ve denetleyicisi konumunda olan bir merkezdir (Wirth, 2002: 78). Kent, insanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli en büyük fiziki ürünü ve insan hayatını yönelten, çerçeveleyen yapıdır. Bu yapıya biçim veren tercihleri ise, insan ve toplumlar, inancından, dininden hareket ederek belirlerler. Kent; toplumsal hayata, insanlar arasındaki ilişkilere biçim veren, sosyal mesafelerin en aza indiği, bu ilişkilerin en büyük yoğunluk kazandığı yerdir (Cansever, 1996: 125). Kentler, insanın yaşamını sürdürdüğü ve yeryüzünden yararlandığı odak noktalardır. Çevresindeki bölgelerin bir ürünü olan ve buraları etkileyen kentler, ekonomik ve toplumsal gereksinimlere yanıt verecek biçimde gelişirler (Ullman, 2002: 55). Bu gelişme kentleri ve toplumu daha karmaşık yapılar haline getirir.

Kentin neden oluştuğu, nasıl oluştuğu, hangi amacı gerçekleştirdiğine yönelik bilimsel ve tarihsel savlar oldukça yeni fakat çok çeşitli bakış açıları sunmaktadır. Maunier, daha önce yapılmış kent tanımlarında ortak özelliğin, şehrin tek bir özelliğine göre, morfolojik ve fonksiyonel özelliklerine göre ve her iki tipten özellikleri de içine alan karma bir esasa dayanmış olmalarına göre üç grupta değerlendirmiştir. Yapılan ayrımlar ile şekillenen

(15)

5

tanımlarda daha çok nüfus yoğunluğu ve bir merkezde toplanma dikkate alınmış, sur ve kalelerle meydana gelen morfolojik köy-kent farklılığı üzerinde durulmuş, kimi tanımlarda demografik özellikler dikkate alınmış, fonksiyonel ayrıştırmalarla tanımlamalar yapılmış, değişim ve tüketim kavramlarıyla kent her yönüyle açıklanmaya çalışılmıştır. Şehrin hukuki bir yapı, askeri bir oluşum, pazar olgusuna bağlı bir yapı, zanaatla açıklanabilecek bir kurum, ekonomik faktörlerle açıklanabilecek bir yapı, ticari bir oluşum olduğu üzerine düşünüşler özellikle Avrupa’da kent kuramlarının bir ön hazırlığını teşkil etmiştir (Yörükan, 2005: 44-46). Öte yandan buna ek olarak, sanayi öncesinin geleneksel toplumlarında kent yerleşimi, din, etnisite, kan bağı-kabile, meslek ilişkileriyle ortaya çıkan mekansal ve toplumsal ayrışma üzerine kurulu idi (Alada, 2007: 28). Günümüzde ise kentler içinde bulundurdukları dinamiklerle bunların hepsini içinde barındıran mekanlar halini almıştır.

Kent, mesleki örgütlenmenin ön plana çıktığı, sosyal baskı mekanizmasının sınırlandığı, bireyin “ben” olarak toplumsal ilişkilerde yer aldığı örgütlü toplumdur (Tatlıdil, 1989: 386). Kentler, insanlar için vazgeçilmez önem taşıyan, felsefe, din ve sanatların vücut bulduğu, varolduğu, yaratıldığı yerlerdir (Kartal, 1992: 25). Kent; mekân ve zaman içindeki insan yerleşmesinin belli özellikler taşıyan bir özel durumu olarak anlatılabilir. Bu durumu tanımlayabilmek için, önce genel durumu, başka bir deyişle insan yerleşmesini, bu yerleşmeyi karakterize eden bütün öğeleri, değişkenleri tanımlamak; sonra bu değişkenlerin tek tek ve birlikte hangi değerleri almaları durumunda insan yerleşmesinin bir kent olarak tanımlanması gerekir (Suher, 1991: 20). Kentin farklı özellikleri, işlevleri, yapıları ön plana çıkarılarak yapılan tanımlamaları birbirinden farklıdır. Örneğin Sjoberg (2002) kenti tanımlarken merkeze sanayi öncesi ve sonrası kent karşıtlığını koyarken, Pirenne (2000) kenti tüccar sınıfının oluşumu, burjuvazinin doğuşu gibi iktisadi süreçlerle açıklamış, Weber (2000) ise, kenti; kent için vazgeçilmez unsurları olarak belirlediği pazar ve kale etrafında tanımlamaya çalışmıştır.

Duby’e göre; kent kır savaşımı arasında kent hep kıra egemenmiş gibi gösterilmiştir. Bunun nedeni ise, bütün zamanlarda en sağlam kültürel nesneler ve egemen ideolojinin bütün ifadelerinin kentlerde biçimlenmiş olmalarıdır. Bunun sonucu olarak da tarihçilerin büyük bir kısmı, kentin gelişiminin büyümenin sürükleyicisi, ileri bir kültürün oluşumunun sağlanacağı yegane yer olduğu kanısını paylaşmışlardır. Bunun karşıtı olarak da, kırsal ortamı inatçı, sınırlı, pasiflik ve rutinlerin odağı olarak ele almışlardır. Bu anlamda kent, yavaşlıkları içine gömülmüş kırsalın karşısında, mübadeleye geniş ölçekte açık pazar, parasal dolaşımın düğüm

(16)

6

noktası, çalışkan insanın doğal düzenin zorlamalarından kurtularak nesneleri serbestçe biçimlendirdiği geniş atölye, hem girişimcilerin, hem de işçilerin, sermayenin ve emek gücünün en aktif biçimlerinin, yani ekonomik gelişme ile karışık bir ilerlemenin sürükleyici güçlerinin yoğunlaştıkları nokta ve bizatihi bu nedenlerle, özgürlük mücadelelerinin ayrıcalıklı alanıdır (Duby, 1995: 87). Bookchin (1999: 9) ise kenti en basit anlamıyla bir eko-topluluk olarak görmektedir. Şöyle ki, kent etik bir insan birliği olarak görüldüğünde toplumsal nitelikli bir eko-topluluktur, içinde yasayanlara salt mal ve hizmet sağlayan yapılar topluluğu değildir.

Bu tanımlardan anlaşıldığı üzere, kentin evrensel bir tanımını yapmak güçtür. Bu farklılığın arkasında kent kavramına değişik disiplinlerden bakılması yatmaktadır. Gerçekten de tanımları incelediğimiz zaman kent kavramının nüfusa göre, ekonomik ölçütlere göre, yönetsel sınır ölçütüne göre, sosyologlara göre, coğrafyacılara göre, toplum bilimcilere göre farklı tanımlara konu edindiğini görmekteyiz. Bir yerleşme biçimi ve bir topluluk türü olarak kent, az çok yeni bir olgudur. İnsan toplumlarının gelişme süreci içinde yakın çağların ve belli bir aşamanın ürünü olan kent, kısa bir dönem içinde gösterdiği yığışımlı büyümeyle günümüzün egemen bir yerleşme ve topluluk tipi olmuştur. Kent, farklı sosyal sınıflardan oluşan toplumun, yapay çevreyi doğal çevreye egemen kılması ve bu ortamda kentsel yasam kurallarına uyumlu bicimde yaşaması halidir.

1.1.1.Kentleşme

Kentleşme sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan son iki yüzyılın önemli bir olgusudur. Büyük ölçüde kır nüfusunun kente kaymasıyla kentlerdeki yoğunlaşmayı, uzmanlaşmayı, örgütlenmeyi; başka bir deyişle geleneksellikten modernliğe geçişin ilk aşamasını ifade eder.

Batıdaki sanayi devrimini bir “kentleşme devrimi” olarak yorumlayan sosyal bilimciler oldukça büyük bir çoğunluk teşkil etmektedir. Gerçekten de o güne kadar insanlık tarihinde en çok şeyi değiştiren yüzyıl olarak nitelendirilen 18. Yüzyıl batı kentleşmesinin de en hızlı dönemini yaşadığı yüzyıl olmuştur (Ekin, 1989: 4). Bu yüzyılda o güne kadar insanlık tarihinin kaydetmediği bir göç hareketi başlamış, sanayi bölgelerinde kentleşme ile kendini ortaya koyan büyük nüfus birikimleri görülmüştür.

Türkiye’de bir toplumsal değişme süreci olarak kentleşmenin başladığı yıllar 1950’lerdir. 1980’lerde kentleşme daha da yoğunlaşmış ve 1985 nüfus sayımında kent nüfusu

(17)

7

kır nüfusunu geçmiştir. 2010 yılına ulaşıldığında Türkiye’de %70’ten fazla bir nüfus kentlerde yaşamaktadır ve hızı azalsa da göçün yönü yine kırdan kente doğrudur (Akın, 2012: 63). Genel olarak, kentleşmenin özelliklerine bakarsak; Türkiye’de sosyo-ekonomik gelişmeler içinde kentleşme olgusu yeni sayılır. İster ekonomik kavramlarla ifade edilsin. İsterse sosyolojik olarak ifade edilsin kentleşme 1950’lerde başlayıp gelişen bir olay olmuştur (Sezal, 1992: 49). Türkiye’de kentleşme 1950’lere gelinceye değin yavaş bir tempoda devam etmiştir. Savaş yılları içinde ise özellikle büyük kentlerin savunma zorlukları altında boşaltılmaları kentsel nüfusta önemli bir artışın olmadığı gözlenir. Cumhuriyetin kurulduğu yıllar ile II. Dünya savaşının bulunduğu yıllar arasında kentleşmede görülen hafif canlılık ise devlet eliyle kurulan temel sanayi kuruluşlarına bağlanabilir. Savaşın sona ermesiyle, savunma kaygılarının ortadan kalkması ve bir önceki dönemin küçük kentsel nüfusu, savaş sonrası kentleşmenin hızını artırmıştır (Keleş, 1998: 59). Bu noktadan kentleşmeyi ekonomiye dayandırmak mümkündür.

Kentleşme, demografik olarak kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfus sayısının artmasıyla birlikte bu dar anlamıyla beraber ekonomik ve toplumsal bir çok boyutuyla ele alınması gerekmektedir. Sadece demografik olarak ele aldığımızda kentleşmenin bir çok eksik yönü kalacağı açıktır. Gerek demografik nitelikleriyle birlikte gerekse ekonomik, toplumsal faktörlerin göz önüne alarak yapılmış bir tanım verecek olursak; kentleşme, endüstrileşmeye ve ekonomik gelişmeye koşut bugünkü kentlerin büyümesi ve kent sayısının artması sonucunu doğuran, toplumun yapısında artan oranda örgütlenme iş bölümü ve uzmanlaşma yaratan insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus birikimi sürecidir (Keleş, 2004: 5). Kentleşme olgusunun varlığı için belirli bir nüfusun olması gerektiğini belirten Keleş, bunun dinamiklerini de ekonomiye dayandırır.

Yine kentleşmenin sadece demografik niteliklerinden ziyade bir toplumun ekonomik ve sosyal yapısındaki değişmelerle birlikte ele alan bir tanım vermek yerinde olur: Üretimin, ticaret ve hizmetlerin süratle büyümesini sağlayan endüstrileşmenin etkisiyle, doğum oranının fazla olması ve bu fazlalığın kent dışı yerleşme yerlerinde iskan edilememeleriyle nüfusun kentlerde birikip, çoğalmasına neden olan aynı zamanda da buralarda yaşayanların özel hayatlarını, ekonomik, sosyal ve siyasal davranış açısından etkileyen ve beraberinde de belirli bir takım faaliyetleri gerektiren değişmelerdir (İsbir, 1989: 8-9). Kentleşme aynı zamanda siyasal davranışların değişmesine ya da toplumsal siyasallaşma dediğimiz olgusunu ortaya çıkarır.

(18)

8

Bir ülkenin ekonomik, teknolojik ve toplumsal yapısında meydana gelen değişmelerin sonucunda ortaya çıkan bir süreç olarak kentleşme iki ucu olan, bir çözülme, yoğunlaşma ve akım olayıdır. İki uçtan birisi “kır”dır, ötekisi de “kent”tir. Çözülme kırda olmaktadır, yoğunlaşma ise kentte gerçekleşmektedir. Çözülmenin ve yoğunlaşmanın özelliklerine göre uygun ve bunlara bağımlı biçimde akımda kır ile kent arasında olmaktadır. Bu üç olgu “kırda çözülme”, “kentte yoğunlaşma” ve “kır ve kent arasındaki akım” bir bütünün parçasıdır. Birbirinden ayrı olarak düşünülemezler. Bunların birbirine bağlı olarak işleyişi bir ülkede kentleşme sürecinin işleyiş biçimini oluşturur (Kartal, 1992: 33). Yani kentleşmeyi bir kırdan kente göç olgusu olarak görmek de mümkündür.

Kentleşmede mekan içerisinde bir kentsel nüfus toplanması ve yoğunluk durumu söz konusudur. Kent olarak demografik yönden ve yasal boyut içinde yer almayan yerleşmelerde, zaman içinde büyüyecek nüfus artımı ile kentler arasına girer ve böylece, kentlerin sayısı artar, kentsel yerleşim merkezlerinde, nüfus büyür ve kent alanı yayılır ve bu büyüme, yayılma yanı sıra mekan içinde, kentleşmeye bağlı olarak, yeni kentler kurulur (Suher, 1991: 3). Böylece kentleşme; mekanda yeni bir yerleşme, bir nüfus toplanması ve nüfus yoğunluğu, yerel örgütlenme, sosyal tabakalaşma, kurumlaşma, üretimde farklılaşma, uzmanlaşma, yeni bir yerleşme biçimlenmesi ve sosyo-ekonomik ve kültürel değişime yol açan bir nüfus toplanması süreci olarak tanımlanabilir.

Kentleşme tüm ülke çapındaki değişimleri, nüfus ve kaynak akımlarını, ekonomik ve sosyal açıdan ortaya çıkan ciddi dönüşümleri kapsar. Kentin ekonomik, sosyal, idari ve siyasi fonksiyonlarının olduğu ve dolayısıyla kentleşmenin bir değişimin ifadesi olduğu ortaya çıkmaktadır (Görmez, 1997: 11). Kentleşme her şey den önce demografik bir olaydır. Kent nüfusunda meydana gelen doğal artış ve göç kent nüfusunun büyümesinde etkilidir. Bu büyüme beraberinde nüfusun tarımdan endüstri ve hizmet kesimine kaymasını ve kentsel işgücünü artırarak ekonominin etkinlik kazanmasını sağlamaktadır. Modern anlamda Kentleşme Sanayi Devriminin ve bu devrimle birlikte gelişen sanayileşme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan kentleşme, modern çağımızın temel karakteristik olayıdır. Çünkü daha önceleri dünyanın tüm bölgelerinde nüfusun büyük bir çoğunluğu, kırsal topluluklarda ve köylerde yaşıyordu. Sanayi Devrimi, kentsel alanlarda geniş işçi kitleleri için büyük bir talep yarattı. Böylece kırsal alanlardan kentsel alanlara büyük bir nüfus akımı olmuştur. Kentleşmeyi olumlu bir süreç olarak değerlendirenlere rağmen, toplumsal ekoloji kuramını savunanlar tarafından kentleşme olumsuz bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Bookchin’e

(19)

9

göre, kentleşme olumlu ilişkiler ve değerler üreten kenti ve kırsal kesimi ölümcül bir şekilde tehdit eder. Kentleşme sadece coğrafi bir genişleme olmayıp, aynı zamanda kent yaşamının insani niteliğini yitirmesi, tarımsal yaşamın doğal halinden uzaklaştırılması anlamına gelen tehdidi içerir (Bal, 2003: 7). Kentleşme insanı rasyonel ve bireyci düşünmeye ve bu davranış kalıplarını benimsemeye yöneltir.

Marshall’a göre kentleşme dar anlamıyla şehrin oluşumunu anlatır. Kentleşme, ileri sanayi ekonomisinin ve modernleşmiş toplumsal yapının varlığını gösterdiği için kentleşmiş toplumlarda daha geniş bir anlam taşıyabilmektedir (Marshall, 1999: 399). Kentleşme, büyük kentler yararına beliren ve kentsel yerleşmenin büyüklüğü ile doğru orantılı olan yığışımı bir süreç olarak belirmektedir (Sencer, 1979: 84). Türkiye’de kentleşme oranı halen, batılı sanayileşmiş ülkelere göre düşük olmasına rağmen, kentleşme hızı oldukça yüksektir (Keleş, 1998: 42). Bu hız kırsal alanların boşalması ve kent merkezlerine yoğun göçle anlamlandırılabilir.

Suher ve Ertürk, kentleşme olgusunu beş aşamada tanımlar, bunlardan birincisi, bir toplumsal değişme ve yeni bir biçimlenme süreci olmasıdır. Kentleşmeyle nüfus, geliştirdiği yeni toplumsal ilişkiler ve örgütlenmeyle giderek yeni bir topluluk oluşturmaktadır. Kır topluluklarından farklı ve onlara aykırı özellikleriyle kent, her şeyden önce geniş ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Kentleşme olgusunun ikincisi, yönetimsel bir örgütlenme sürecini içermesidir. Kentleşme sürecindeki hızlanmaya paralel olarak kentlerdeki büyüme de hızlanmıştır. Hızla büyüyen kentlerde sorunlarda hızla artış göstermektedir. Böylece artan sorunlara çözüm bulmak amacıyla yeni yönetimsel örgütlenmelere gidilmektedir. Kentleşme olgusunun üçüncüsü, kentleşme demografik bir olaydır. Kent nüfusundaki artışın iki ana kaynaktan doğduğu açıktır. Bunlardan birincisi, doğum – ölüm farkının yarattığı doğal artış, ötekiyse göçlerdir. Ancak kent nüfusundaki yoğunlaşmada doğal artıştan çok, kente yönelik göçlerin önemli bir rol oynadığı açıktır. Kentleşmenin dördüncü temel özelliği de insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir süreç olmasıdır. Bu bağlamda kentleşme bir toplumsal değişim ve biçimlenme sürecini de kapsamaktadır. Kentleşmenin beşinci temel özelliği de kentleşme sürecinin, kırda çözülme olayının bir sonucu olarak, kentte yoğunlaşma sonucunu yaratan ve aynı zamanda kır ve kent arasında nüfus ve kaynak akımlarına yol açan bir süreci içeriyor olmasıdır.

(20)

10

Bu tanım ve açıklamalarda görüldüğü üzere kentleşme sadece bir nüfus birikimi, nüfus yoğunlaşması olayı değildir. Bir ülkenin ekonomik, teknolojik ve toplumsal yapısında meydana gelen değişmelerin sonucunda ortaya çıkan bir süreçtir. Yine bununla beraber kentleşme, toplumun, ekonomik, sosyal ve siyasal yapısında değişmelere yol açtığı gibi toplumu oluşturan bireylerin tutum ve davranışlarında da değişmelere yol açmaktadır.

1.1.2.Kentlileşme

Kentleşme ve kentlileşme birbiri içinde yer alan ancak farklı olan iki olgudur. Kentleşme terimi kentteki kültürel değişme, adaptasyon gibi konuları kapsayamadığından kentlileşme kavramı karşımıza çıkmaktadır. Kentlerin tarihinin çok eskilere uzandığı düşünülürse kentli olmanın da çok eski bir sosyal yaşam biçimi olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında kentlileşme kente göç edenlerin, kentin değer-norm sistemine, davranış örüntülerine kısaca kentin yaşam biçimine adaptasyon sürecidir. Bu durum iki yönlü olarak gelişir; ilki ekonomik boyutludur kentte varolan iş kollarında çalışmayı bir nevi uzmanlaşmayı doğurur; diğeri ise sosyal açıdan gelişen kente özgü davranış kalıplarını benimseme ile gerçekleşir.

Kentlileşme, kente göç etmiş ve yaşamakta olan insanların her alanda kente özgü davranışlar sergilemelerini yani kentli gibi davranmalarını anlatır. Tavır ve davranışlarında kentlere özgü değişikliklere rastlanır. Kentinin sorunlarına ilgi duymaya başlayan, kent yönetiminde karar alma süreçlerine katılma isteğine sahip olan insan, gerçekten kentli, kenttaş durumuna gelmiş olan kimse sayılır (Keleş, 1998: 10). Bir başka tanıma göre ise kentlileşme, bir toplumsal değişme, uyum ve bütünleşme süreci, kente göç eden nüfusun yeni koşullara uygun ilişkiler biçimi geliştirerek kentin bir öğesi olma sürecidir (Erkan, 2004: 26). Bu anlamda kentlileşme, insanın kent yaşantısı içinde kente ilişkin tutum ve davranışlar sergilemesidir.

Kartal’a göre (1992) ise kentlileşme, “ ‘kırda çözülme’ ve ‘kentte yoğunlaşma’ nedeniyle kırdan kente göçen nüfusun ekonomik ve sosyal yönlerden kırın özelliklerinden arınarak kentin özelliklerini kazanması sürecidir.” Kentlileşme, en basit deyimiyle kırdan kente göç eden nüfusun içerisinde bulunduğu değişim sürecidir. “kentlileşme”, “kırdan çözülme” ve “kentte yoğunlaşma” nedeniyle kırdan kente göçen nüfusun ekonomik ve sosyal bakımlardan kırın özelliklerinden arınarak kentin özelliklerini kazanma sürecidir.

Karpat kentlileşmenin dört aşamasını ortaya koyar; İlk aşamaya, kent görüş ve tutumlarına bir hazırlık adımı olarak kent kıyafetini ve bazı kent alışkanlıklarını benimseme

(21)

11

damgasını vurmaktadır. Yapay bir değişiklik olmasına rağmen, kent kıyafeti göçmen için daha yüksek bir toplumsal varoluş biçimine geçişi simgeler. Kentlileşmenin ikinci aşaması, göçmenin su, elektrik ve ulaşım gibi kent hizmet ve olanaklarını benimsemesi ve mevcut iseler bunları paylaşması, yiyecek ve giyeceklerini dükkanlardan satın almasından oluşur. Bu aynı zamanda bir konut inşa etme ve yerleşim yeriyle yakın bir özdeşim geliştirme zamanıdır. Bu aşama kent ile bütünleşmenin fiziksel yönünü temsil eder. Üçüncü aşama (ki ilk iki aşama ile paralellik gösterir), göçmenin kentin diğer insanlarıyla ilişki kurmaya istekli oluşundan meydana gelir. Göçmen, kendisi hakkında kendisi için üstün ya da ideal olarak düşündüğü kent biçimlerine göre şekillendirilmiş yeni bir fikir oluşturur. Dördüncü ve son aşama, göçmenin kentle bütünüyle özdeşleşmesinden, yani kendisinin köye değil, kente ait olduğuna dair kişisel inanç ve kanısından oluşur. Bu dönüşümün derecesi, bireylerin köylerine yabancılaşması ölçüsünde kentlileştiklerini ortaya koyar (Karpat, 2004: 216). Kentlileşme kişinin yaşadığı mekana her anlamda aidiyetiyle sağlanır.

Kendini kentle özdeşleştirmek, kenti yalnızca konut, işyeri ve ulaşım olanakları sunan bir şey olmanın ötesinde algılayıp onun politik düzlemdeki temsiline de sağlıklı bir yaklaşım geliştirmek kentte yaşayanların kentlileştiklerini gösterir (Helle, 1996: 71). Kentlileşme, özellikle kırsaldan gelen nüfus açısından uzun bir süreci ve hatta birkaç nesil geçmesini gerektirir, kentlileşmeden önce kentlilik bilincinin kazanılmasına önem verilmesi gerekmektedir. Kentlilik bilinci (Aydoğan, 2005), kişinin kendini kente karşı sorumlu ve kenti de kendisine ait hissetme durumudur. Bu bilinç, kentlileşme sürecini hızlandıran bir olgudur.

Kentlilik, kent topluluklarının tipik toplumsal yaşam kalıplarını anlatan bir terimdir. Kentli yaşam tarzı, oldukça uzmanlaşmış bir iş bölümünü, toplumsal ilişkilerde araççılığın gelişmesini, akrabalık ilişkilerinin zayıflamasını, gönüllü birliklerin çoğalmasını, normatif çoğulculuğu, sekülerleşmeyi, toplumsal çatışmaların artışını ve kitle iletişim araçlarının gün geçtikçe daha önemli bir rol oynamasını kapsamaktadır (Marshall, 1999: 400). Kent kültürünü benimseyip buna dahil olmak kentliliği meydana getiren başat unsurdur.

Kentlileşme süreci hızlandıkça bütünleşme de artmaktadır. Fakat özellikle büyük kentlerin sürekli göç alması nedeniyle kentte yaşayan insanlarda tam bir kentlileşme, kent ve nüfusun bütünleşmesi zorlaşmaktadır. Genellikle kente göç eden aileler de ikinci hatta üçüncü kuşakta kentlileşmenin olduğu söylenebilir (Erkan, 2004: 27). Bireylerin kentlileşebilmesinin önemli unsurları arasında eğitim ve kültür düzeyi de yer almaktadır. Bunlarsa uzun bir süreç sonunda elde edilebilen özelliklerdir. Dolayısıyla özellikle ilk nesillerde kentlileşmeyi

(22)

12

beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bireyin, kente özgü davranış kalıplarını edinmesi, kentlileşmenin son aşamasıdır. Bu aşama da bir nesilde gerçekleşemeyecek kadar uzun bir süreç gerektirmektedir.

Kentlileşme, temelde bireyin kentsel yaşam içindeki etkileşimleriyle ortaya çıkan bir kültür değişmesidir. Kentlileşme için gereken etkileşimin varolan kentten, kentsel yaşamdan yana sonuç vermesi, kent kültürünü geliştirmesi ve kentte yaşayanların hem fiziksel hem de davranış olarak uyum içinde bulunması, bir dizi toplumsal, ekonomik ve fiziksel öğenin bir araya gelmesine, toplumun örgütlenmiş ve bilinçlenmiş olmasına bağlıdır. Örgütlenme ve bilinçlenme kent kültürünün bağımsız değişkenleridir (Erkan, 2004: 38). Bu noktada kentlileşme kent kültürü bağlamında ele alınması gereken bir kavram niteliği taşır.

1.1.3. Kent Kültürü

Çok genel bir anlatımla kültür, doğanın insanlaştırılması ve buna ilişkin süreç, üretim ve verimdir. İnsanın; düşünüşü, duyusu, eyleyişi, istekleri, kendisini ve özünü nasıl gördüğü, buna ilişkin değerleri ve bunları nasıl düzenlediği ile ilgilidir (Uygur, 1996: 17). Kültür, insan yaşamının farklı biçimlerine ve boyutlarına ilişkin farklı anlamlar ifade edebilir. Bu açıdan öncelikle bir sürecin ifadesi olarak kültür, bir toplumun ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır. Belli bir toplumun kendisi, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir. Kültür, tarihi ve süreklidir. Eğer kültür bir kuşaktan diğerine geçiyorsa yani sürekliyse onun her kültürde nedenleri ve sonuçları vardır (Es, 2007: 50). Bu bağlamda insan, kendisine aktarılanı simgeleştirip, öğretilebilir hale getirdiği sürece onu korur ve geleceğe aktarır. İşte kültürün simgelere ait boyutu, yaşam biçimleri ve yaşamın anlamlaştırılması ile ilintilidir. Bunların davranışlara dökülmesi kültürel olguya da kaynaklık eder (Tatlıdil, 1992: 30). Kültür, insanların sembolik temsil pratikleri yoluyla anlam inşa etmeye çalıştıkları bir yaşam düzeni olarak görülebilir (Tomlinson, 2004: 33). Bu noktada kültürün değişebilirlik niteliği, maddi ve sembolik değerlerin, bireylerin davranışlarıyla örtüşen şartların değişebilirliğine paraleldir. Semboller ve anlam kodları, kuşaklar arası geçişi sağlayabildiği gibi kültürün analitik bağlantılarını ahenkli hale getirmektedir.

Kente ilişkin kültürel yapıyı anlayabilmek ve devamında açıklayabilmek, kültürün kendisini, kökenini, kültürel yaratımın başlangıcını ve işleyişini anlayabilmeye dayanmaktadır. Buna bağlı olarak genel bir kavram olan “kültür”ün, kavramsal karakterini yaratan “insan” olgusu kadar derin ve çok boyutlu özellikleri de önem taşımaktadır. Kendisine

(23)

13

atfedilen anlam kodlarını karşılamak adına bu geniş kapsamlılık, “kültür” kavramını dalgalı ve bulanık bir yüzeye taşıyor gibi görünse de; toplumsal ya da sosyokültürel yapıyı da kurduğundan zenginleşmesine ve derinleşmesine imkan tanımaktadır. Bu sayede kültür, farklı içeriklerle karşımıza çıkmaktadır.

Kültür bize, kuşaklar arası aktarılan ve paylaşılan bir mirası, tinsel ve zihinsel anlam kodlarını ve davranış kalıplarını, yaşam boyunca sürdürülmüş bir edim sürecinin çıktılar toplamını sunar. Bütün bunlar bir dizi sosyal sürecin eklemli durumu ve bileşkesidir. Kendisine, bir zihinsel meşruiyeti dayanak alan insan (bu meşruiyet biyolojik gereksinimler, bireysel menfaatler, akraba ilişkileri temelli olabilir) davranışlarını semboller sistemi ve anlam kodları ile paylaşıp aktarmakta ve ekolojik kaynaklara adaptasyon, yaşam tarzlarının biçimlendiricisi olarak kültürün kaynaklığını yapmaktadır. İnsan da ekolojik bir varlık olduğuna göre, kendi yaşamını en başta biyolojik gereksinmelerine göre ve çevresel faktörlerle birlikte düşünerek şekillendirmektedir. Kentin (ki bu kent doğal cevreden bağımsız değildir artık) kültürel sürecin ifade mekanı olması, dile, davranışa, üretim gücüne, maddi imkanlara, ilişki ağlarına, eğitime, değerlere, belleğe ilişkin verileri sağlaması, onun kendi kültürel birikimini sağlaması anlamına da gelir.

Kentin kendisini de ifade eden fiziki mekan sembolik anlamlarından arındırılmış “boş” bir mekan değildir ve “kültürel gözlüklerle” okunabilirse ancak anlaşılabilir (Öncü, 2005: 31). Bu açıdan zamana ilişkin kuvvetli ifade, uzamla yani mekansallaşmış olanın zamanla bağlantılı olarak orada olması haliyle, orayı dönüştürmesi haliyle anlamlı duruma gelmektedir. Kent kültürü zaman ve mekanla çerçevelenip kültürün kendisine, kendini yaratabilmesi için hareket alanı sağlamaktadır.

Kent kültürü, kırsal kültüre göre daha fazla işlenmiş, kurumlaşmış ve bu nedenle de daha karmaşık bir yapıdadır (Karatepe, 2001: 59). Çoğulcu bir kültür yapısı içinde yaşama biçimi olan kentin içinde yaşayan kentlinin tanımını ise; kentli kültürle bütünleşme düzeyinde yapmak yerine; kentli fırsatlarını kullanmak olarak da ele alabiliriz. Bu anlamda, kentin fırsatlarını kullanan bu grupların kentli olarak değerlenebileceği söylenebilir. Sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkilerle ortaya çıkan mekanizmaların, tampon kurumların zaman içinde üstesinden gelinecek ve düzeltilecek olgular olarak tanımlamak yerine, bu mekanizmaların yerel kimlikleri yeniden üretebileceği ve kentsel fırsatları elde etme noktaları olabileceği düşüncesi; kentin çoğulcu kültürün yeri olduğu düşüncesini doğrulamaktadır.

(24)

14

Dünyadaki yeni yapılanmada kentlilerin değişen rolleri ve kültürleri çerçevesinde, önemli olan kentteki fırsatlardan yararlanmayı, uzlaşma ve yaşayarak öğrenmeyi sağlayacak mekanizmaların kurulmasıdır (Aslanoğlu, 2000: 98). Kentlinin bu mekanizmalara uyumu sürecinde kentin kültür yapısı da değişecektir.

Kentlilik bilincinin kentli olma durumuna vurgu yapan noktası; kente içkin davranışların kent sakinleri tarafından sergilenmesini, kentli olmanın farkındalığını, kent ile birey arasındaki anlamlı ve güçlü bir bağı, sonucunda kentin bir parçası gibi hissetmeleri halini kapsar. Kent kültürünün oluşmasında siyasal faktörlerin önemi oldukça fazladır. Bir kentin kültüründen söz ederken onun siyasal kültüründen bahsetmeden geçemeyiz. Çünkü kent kültürü siyasal kültür üzerinden temellenir.

1.2.SİYASET

İnsanlığın varlığıyla paralel bir olgu olan siyaset, insanın toplum içinde yaşamasına bağlı olarak, ortaya çıkan farklılaşma, çatışma, tercih yapma zorunluluğu gibi koşullara dayanarak kendini var etmiştir. Siyaseti anlamaya dair çalışmalar Antik Yunan düşüncesine kadar uzanır. Platon’un Devlet’inden Farabi’nin Medinetü’l- Fazıla’sına, Saint Agustin’in Tanrı Devleti’nden Nizamülmülk’ün Siyasetname’sine kadar bir çok örnekte siyasetin bazen tamamen ütopik, bazense mevcut sisteme meşruiyet sağlamak gibi tamamen pratik amaçlar doğrultusunda ele alındığını görürüz.

Siyaset Arapça kökenli bir kelimedir ve sözlük karşılığı eğitmek, yetiştirmek, düzenlemek anlamına gelir. Eski dilde terim olarak buradan geliştirilmiş şekliyle “yönetme bilgisi ve tekniği” anlamında kullanılagelmiştir (Aydın, 2006: 20). Bu kavramın Batı dillerindeki karşılığı ise Yunanca “politica” sözcüğüne dayanmaktadır. Politica Yunanca’da siyasal şeyler, vatandaşlık hakkıyla ilgili, devlet ve devlet yapısı, egemenlik ile ilgili şeyler anlamına geliyordu. İslam düşünürleri göre ise siyaset sosyal hayatın düzeni için vazgeçilmez, (toplum içindeki dayanışmayı yardımlaşmayı sağlayan şerefli bir meslek) bir uğraş olarak yorumlanmaktaydı. İbn-i Haldun ise siyaseti, devlet yönetiminde izlenen yol olarak tanımlar.

Siyaset kelimesi az çok farklı anlamları çağrıştırmaktadır. Bir anlayışa göre siyaset insanlar arasında bir “çatışma” bir mücadele ve kavgadır; bunun için güç elde etmek, iktidarı ele geçirmek ve onun sağladığı çıkarları paylaştırmaktır. İkinci bir eğilime göre ise toplumda

(25)

15

bütünlüğü dengeyi sağlamak; nimetleri kişisel olmaktan çıkarıp genelleştirmektir (Kapani, 1997: 17). Siyaset kavramı bir bilgiyi içerdiği kadar bir pratik ve tekniği de ifade etmektedir. Esasen klasik tanımlarda o bir sanat veya bir teknik olarak da nitelenmektedir. Mesela Fransız Akademisi sözlüğü siyaseti “devleti yönetme ve diğer devletlerle olan ilişkilerine yön verme sanatına ait her şeyin bilgisi” olarak tanımlar (Aydın, 2006: 20-21). Eski Yunanda ise siyaset, siyaset sınıfının (sitede siyasete katılma hakkına sahip yurttaşların) yaptıkları ne ise oydu; Siyaset veya “siyasal” olan o sınıfın vücut verdiği yönetim aygıtı (Polis/Devlet) ile özdeşti. Bu özdeşlikten hareketle, eski Yunanlılar için temel mesele de devletin ne olduğu değil, kimin olduğu idi (Sarıbay, 1998: 13). Siyaset bir yönüyle otoriteden ve iktidar mücadelesinden kaynağını almakta ve bu bağlamda konusu itibariyle yöneten-yönetilen ilişkilerini de kapsamaktadır.

Komünist Manifestoda Marx siyasi gücü, sadece organize bir sınıfın diğerleri üzerinde baskı kurması olarak tanımlar. Marx için siyaset, hukuk ve kültürle birlikte üst yapının bir parçasıdır; sosyal hayatın gerçek temeli olan ekonomik alt yapıya göre şekil almaktadır. Bu durumda siyaset, sınıf çelişkilerinde kök salmaktadır. Lenin, bu derinliği şu sözle ifade eder: “ Siyaset, ekonominin en yoğunlaşmış halidir”. İnsanların bir arada yaşaması ile oluşan toplumun mensuplarına huzur, refah, adalet temin etmek için imkanların en iyi biçimde kullanılması kararını vermek siyasetin temel sorumluluk alanıdır. Ancak, karar vericiler bu kararlarını toplumun iradesine dayandırmak ve toplum adına siyasi tavır almak zorundadır. Siyasetin, iki yüzü vardır: bir yüzünde çatışma, öbür yüzünde uzlaşma bulunur. Bir tarafta çatışan fikirler, farklı istekler, birbirine zıt çıkarlar galip gelmek için kıyasıya yarışır. Diğer tarafta insanlar ortak kurallar etrafında barış içinde yaşamaya, işbirliği yapmaya ve uzlaşmaya çaba harcar. Bu yüzden siyasetin özü “çatışmaların çözüme kavuşturulma süreci” olarak tarif edilebilir (Türköne, 2010: 6-11). Siyaset bir dizi amaca varmak maksadıyla, kaynak kullanımında öncelikleri belirlemek ve tüm bunları sağlamak amacı ile karar alma süreçlerini işleterek güç kullanmak anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

İslam felsefe geleneği içinde yer alan her filozof, insanın doğası itibariyle siyasi bir varlık olduğuna inanır. Zira insan, sosyal yapı itibariyle örgütlenmek zorundadır. Bu nedenle filozoflar, diğer felsefi disiplinler kadar siyaset felsefesiyle ve siyasi yönetim ile de ilgilenmişler (Şulul, 2009: 15). Siyaset felsefesiyle ilgilenen bu filozoflar ideal siyaseti kent ütopyaları üzerinde kurarlar. İslam filozoflarından İbn Rüşd siyaset ile kastedilen şeyin, devlet yönetimi olduğunu belirtir. Fakat devlet ile kastedilen şeyin, devletin arazisi, büyüklüğü,

(26)

16

evleri ve binaları değil burada yaşayan insanlardır. Siyaset bilimi ise bireylerden meydana gelen toplumsal hayatın yönetilmesidir.

Siyaset, toplumsal bir kurum olması dolayısıyla, toplumda bir işlevler ve ilişkiler örüntüsüne karşılık gelmektedir. Bu açıdan siyaset, insan-toplum ilişkisi bağlamında ele alınabilir. Siyaset, “kamu düzenini ve genel yönetimi sağlama gereksinimine yönelik işlevlerde bulunan temel kurumdur” (Fichter, 2002: 131). Toplumda yönetim ilişkilerinin kaynağı ve düzenleyicisi bir kurum olarak kabul edilen siyaset, toplum düzeni ve toplumun sürekliliği açısından merkezi öneme sahiptir. Bu yüzden klan ve kabileler gibi birliktelikler de dâhil olmak üzere her tür topluluk ve toplum türünde siyaset kurumuna rastlanmaktadır. Çünkü yöneten-yönetilen ilişkisine tarih boyunca her toplumda rastlanmıştır. Siyasetin doğası gereği, herkesi tatmin edecek ve herkesin üzerinde mutabakat sağladığı bir siyaset tanımı şimdiye kadar ortaya çıkmadığı gibi, bundan sonra da böyle bir şeyin olması ihtimali zayıftır Siyaset bir yönüyle uzlaşmaya atıfta bulunan bir kavram olsa da çatışma ve mücadele de siyasetin olmazsa olmaz unsurlarıdır (Akın, 2013: 41). Bütün bu tanımların birer genelleme olduğunu ve her tanımın özelde farklılaştığını dikkate alırsak hepsini kapsayacak bir siyaset tanımı yapmak zordur.

Siyasetin ne olduğu konusunda farklılaşan iki temel görüşten birincisi çatışma’yı temel aldığı ve çatışmacı olduğu için, diğeri de fazla ütopik olduğu için eleştirilmiştir. Aristoteles’ten beri siyasetin bir toplumsal düzene karşılık geldiği; ancak söz konusu düzenin bir üst otorite aracılığıyla mümkün olduğu kabul edildiğinde, yaklaşımların doğruluk payının olduğu kabul edilebilir. Her iki yaklaşım da siyasetin bir yüzünü görmekte ve bir yönünü açıklayabilmektedir. Bu durumu aşma amacıyla Fransız sosyolog Maurice Duverger, siyaset konusunda birbirine zıt iki görüşün bir sentezini yapmış ve siyasetin hem bir çatışma ve iktidar mücadelesi olduğunu, ancak aynı zamanda toplumda düzeni oluşturmanın bir aracı olarak da kabul edilebileceğini savunmuştur. Ancak, kabul edilmesi gereken bir gerçek de şudur ki; en uyumlu birlikteliklerde ve düzenlerde bile farklılaşmalar, fikir ayrılıkları her zaman var olmuştur. Ayrılıkların var olmasının mutlak anlamda çatışmayı doğuracağı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır (Akın, 2013: 42). Siyaseti var eden ayrılıklar onu sürdürülebilir kılar.

İki farklı yaklaşımla ele alınan siyaset ilk olarak bir çatışma, iktidar elde etme mücadelesi olarak tanımlanırken; toplumsal düzeni sağlayan mekanizma olarak da tanımlanmaktadır. Modernleşme ile birlikte devletin otoritesini hissettirme gücünün toplumun her kesimi açısından artması, siyaset ile devletin aynı şeylermiş gibi ele alınmalarına da sebep olmuştur. Doğaldır ki, insanlığın binlerce yıla yayılmış olan tarihinde yaşanan büyük tecrübelerden siyaset ve siyasal düşünce de etkilenmiştir. Bu durum, siyaset’in ne olduğuna

(27)

17

ilişkin tanımlama çabalarını ve siyaset etrafında yapılan tartışmaları da belirlerken “siyasallaşma” kavramını da ortaya çıkarmıştır.

1.2.1.Siyasallık

Siyasallık kavramı siyasal toplumsallaşmayla eş değer tutulan bir kavram olmasının yanında kentte kendini var eden bir olgudur. Bireyin kendini kentte bir taraf olarak belirlemesiyle ortaya çıkan siyasallık, siyaseti kendi benliğinde algılayışıyla toplumsallaşması anlamına gelir. Yine siyasallıkta siyaset gibi Aristoteles’e kadar dayanan bir kavramdır. Siyasallığı anlamak için siyasal davranış, yurttaşlık kültürü gibi kavramları irdelemek gerekir. Ancak burada siyasallığın kentte görünümü üzerinden bir açıklamaya gitmek daha doğru olacaktır.

Kendini kentle özdeşleştirmek, kenti yalnızca konut, işyeri ve ulaşım olanakları sunan bir şey olmanın ötesinde algılayıp onun politik düzlemdeki temsiline de sağlıklı bir yaklaşım geliştirmek kentte yaşayanların siyasallaşmasına sebep olmaktadır (Helle, 1996: 71). Siyasallık, toplumda insanı bir taraf olarak belirler. İnsan, siyasallık gibi kendisini diğer canlılardan ayıran, onların üstünde sorumluluk sahibi yapan bir konuma kentte ve kent sayesinde ulaşmaktadır (Akın, 2012: 277). Bununla beraber kent, insanı siyasallaşmaya yönlendiren bir mekandır.

Siyasallığın temeli, her şeyden önce insanın kendini bildiği, bir kimlik veya benlik unsuru olarak kendini başkalarından ayırt ettiği ve bu kimlik ve benliğin çıkarını gözettiği anda ortaya çıkan en temel insanlık durumunda aranmalıdır. Benliğin (veya bizliğin) oluşumu ise “biz” ve “onlar” arasındaki ilişkide insanlarla olan ilişkilerin dost ve düşmana denk gelecek şekilde algılanmasına tekabül eder (Aktay, 2005: 41). Siyasal davranış, siyasal sürece herhangi bir şekilde katılmayı veya hükümet ve politikayla ilişkili siyasal sonuçlar doğuran bir etkinliği gösterir. Siyasal toplumsallaşma, hem bireysel bir öğrenme süreci, hem de topluluğun bir bütün olarak kültürel yayılması şeklinde görülerek incelenebilir (Marshall, 1999: 663-666). Siyasal toplumsallaşma kavramını tanımlama çabalarını, bireye toplumsal ve siyasal alan içerisinde verilen roller açısından değerlendirmek gerekir. Bu anlamda siyasal toplumsallaşma pek çok farklı tanıma konu edilmektedir. Sözgelimi Sigel, siyasal toplumsallaşmayı, siyasal sistem tarafından uygulanan ve kabul gören ilke, değer, tutum ve davranışların aşamalı bir biçimde öğrenilmesi süreci olarak tanımlar. Greenberg ise siyasal toplumsallaşmanın, bireyin kendisine biçilen “yurttaşlık rolü” ve “toplum üyeliği”

(28)

18

kimliklerini kazanmak için siyasal sistemin değerleri, inançları ve davranış kalıplarına uymak ve egemen siyasal kültürle uyumlu yaşamaya çalışmak olduğunu belirtir. (akt. Türköne, 2010: 237). İnsanların siyasal hale gelmeleri ya da getirilmeleri süreci olarak siyasal toplumsallaşma, genel toplumsallaşmanın alt bir süreci olarak kabul edilmiştir. Siyasal toplumsallaşma, bir insanlık durumu olan siyasallığın toplumsallaşma yoluyla inşa edilmesi sürecidir ve belli bir siyasal kültüre dahil olmayı, vatandaşlık rollerinin öğrenilmesi, siyasal bir ideolojinin benimsenmesini ya da reddedilmesini içermektedir (Akın, 2011: 129). Yurttaşlık rolleri, gerçek otoriteye karşı duyulan saygı ve demokratik ruhun bir karışımı olan ve serbestçe manevra yapabilen örgütlenmiş baskı grupları dahilinde, değişmez geleneklerin çoğulcu ideallerine bağlıdır (Jasper, 2002: 121). Bu tanımlamalar doğrultusunda siyasallığın, bir ideoloji karşısında sergilenen tutumun yani siyasal bir kimlik kazanımıyla ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.

1.2.2. Siyasal Kültür

İnsanın doğaüstüne eklediği her şey’i kapsayan kültür, belirli bir toplumda zaman içinde kazanılmış davranışlar bütününü ifade eder. Bu anlayış bireyin cemaatine/topluluğuna aidiyetini sabitleyen inanç ve değerleri referans alır (Bilgin, 2005: 2). Kültür toplumsal yapıları ayrıştırabileceği gibi, toplumsal yapılarda kültürü ayrıştırabilir (Köktürk, 2007: 17). Kültür insanın toplumsallığı bağlamında insan olabileceğini açıklayan bir kavramdır. İnsanı diğer insanlardan ayıran en önemli özelliklerden birisi onun kültür sahibi bir varlık olması ve kültürü sayesinde varlığının anlam kazanmasıdır (Akın, 2007: 95). Bireyin toplumsallaşma sürecinde topluma uyum sağlaması aynı zamanda onun kültürlenme süreciyle eş değer tutulabilir. Bu yüzden siyasal kültürün oluşumu, kendini var etmesi ve sürekliliğini sağlaması siyasi semboller, siyasal iletişim ve siyasal etkileşimle yakından ilgilidir. Toplumun düzenlenmesi işlevsel kılınması ve sürdürülmesi siyasal kültürle olagelen bir süreçtir.

Bir karar mekanizması olarak siyaset toplumun bugününü olduğu gibi ufkunu da belirlemektedir. Aynı zamanda kültür ile benzer amaca dönük bir şekilde toplumun geliştirilmesi ve yetiştirilmesi işlevini de üstlenmektedir. Kültür oluşumunda siyasetin rolünü tespit etmesi açısından önemsenmesi gereken bir görüş olduğu düşünülmelidir. Siyaset bütün bir hayatın düzenleme görevini üstlendiğinden kültüre kayıtsız kalmamaktadır. Topluma nasıl bir kültür sunulacağı yahut var olan kültürün ne şekilde değiştirileceği gibi çok temel meselelerde siyaset doğrudan karar alma mekanizması olmaktadır. Dolayısıyla bir şekilde kültür, siyasetin girişimleri sonucunda şekillenmektedir. Bu açıdan kültür ile siyaset arasında

(29)

19

sürekli bir bağın bulunduğu görülmektedir (Alver, 2007: 134-135). Söz konusu bağ, kültürün tüm zamanlarda siyasi içeriğe sahip olduğunu, siyasi açıdan da yorumlanması gerektirdiğini doğurmaktadır.

Siyasal kültür, tarihsel süreçte sistem ve sistemi oluşturan üyelerin katkılarıyla oluşan tutumlar, inançlar ve normları/kuralları içinde barındırır. Bir sosyal bilim alt disiplini ve çalışma alanı olarak siyasal kültür, siyasal değerlerin toplumsallaşması ve etkileşimi süreçleri üzerine yoğunlaşan bir alandır. Her ne kadar kavram olarak siyasal kültürün ortaya çıkışının temelinde resmi kurum düzenlemeleriyle gerçek davranışlar arasındaki bağlantıyı anlama durumu bulunsa da; siyasal kültürü tanımlamak ve kavramsal sınırlarını tespit etmek oldukça güç bir iştir (Akın, 2013: 78). Bu yüzdendir ki siyasal kültür tanımlamaları siyasal etkileşimler, semboller ve siyasal iletişime dayandırılarak yapılır.

Siyasal kültür denildiğinde; bazen bir ulusun siyasal gelenekleri veya kamu kurumlarına ruh veren özellikleri anlatılmaktadır. Bunun yanında, siyasal hayata damgasını vuran resmi olmayan kurallara; o toplumda hâkim olan siyasal ideolojinin dile getirdiği amaçlar da siyasal kültür kavramı içinde düşünülmektedir (Sarıbay, 1998: 47). Siyasal kültür çift yönlüdür ve “genel anlamda kültürün bir parçası olarak insanların (halkın) siyasal kurum ve olaylara psikolojik yönelimini ifade ederken”, diğer yandan “insanların siyasal süreçlere, değerlere ve olaylara yönelik tavır, duygu ve bilgilerinden oluşan bütün”e karşılık gelmektedir (Yayla, 2005: 207). Siyasal kültürü oluşturan en önemli unsurlardan birisi de siyasal değerlerdir. Siyasallığın eyleme dönüşmesinde de siyasal değerlerin önemli bir yeri vardır. Nitekim siyasal toplumsallaşma sürecinin bir yönü de siyasal değerlerin öğrenilmesi ve içselleştirilmesidir. Bir siyasal sembol türü olarak kabul edilen sloganların da siyasal kültür bağlamında siyasal toplumsallaştırıcı etkileri vardır (Akın, 2013: 72). Siyasal değerlerin, sloganların ve siyasal toplumsallaşmanın etkileriyle birlikte siyasal kültür dönüşerek sürekliliğini sağlar.

Siyasal gücün kültür üzerindeki etkisi, devlet kavramı etrafında daha net bir şekilde görülebilir. Siyasi tavrın örgütlü hali olan ve meşru güç kullanma hakkını elinde bulunduran devlet, doğrudan kültürü kendi bünyesine katmış, kültür ile ilgili temel meseleleri kendi alanı içine almış durumdadır (Alver, 2007: 136). Siyaset herhangi bir ideolojinin oluşturulması, ideolojik bir bakışın yaratılması, ideolojik bir kimlik inşası noktasında doğrudan kültüre başvurmaktadır.

(30)

20

Her kentin sahip olduğu fiziksel, ekonomik, sosyal birtakım özellikler vardır. Bu özellikler ve onların mekâna yansıma biçimleri kentin kültürünü oluştururken bu kültürün devamı da siyasal kültürün devamlılığıyla oluşturmaktadır. Kentin kültürü daha çok bir idea olarak siyasal yapılanmanın üzerine kurulmaktadır. Siyasetin kültür içinde oluştuğu net bir şekilde gözlemlenirken, kültürün siyasal bir eylem alanı olduğu, siyaseti içerdiği de kabul edilmelidir. Kültür ve siyaset bağlantısının kurulması toplumu anlamak ve açıklamak adına önemli bir bağdır.

1.2.3. Kent-Siyaset İlişkisi

Kent ile siyasetin ilişkisi kentlerin varoluşuna kadar uzanır. Kentlerin ortaya çıkışı ile kenti yönetme dinamiği siyaseti doğurur. Yöneten ve yönetilen olarak konuyu ele aldığımızda kent yönetilen siyaset ise kenti yöneten mekanizmadır. Aristoteles’e göre (2012: 8) yönetenle yönetilenin birleşmesi ortak güvenliklerinin korunması amacından meydana gelir. Yine Aristoteles’e göre kenti yönetme bir ortaklık meselesidir. Kenti yönetmek iktidar olgusunu doğurur. Ortaya çıkan bu iktidar ise kente hizmet vererek devamlılığını sağlar. Kent ve siyaset ilişkisini bu açıdan okumak ortaya koyduğumuz ilişkiyi göstermesi açısından önemlidir.

Kent ve siyaset, yöneten ve yönetilen kavramlarıyla bütünleşmiş ve biri olmadan diğerinin varlığının mümkün olmadığı kabul edilir. Kenti kurmak, yenilemek, düzenlemek ülkemizde yerel siyasetin görevi olarak benimsenmiştir. Bu noktada kentlinin ne istediği göz ardı edilmiştir. Siyasal kadroların kendi çıkarları doğrultusunda yapılan yatırımlar kentlinin kente yabancılaşmasına sebep olmuştur. Asıl sorunsalımız bu noktadan doğmuştur. Kürşat Bumin (2013), kentsel devrimlerin aynı zamanda bir bürokratik devrim olduğu vurgusunu yapar. Merkeziyetçi yapıda olan devletlerin despotlarına, sınırsız iktidarların cismanileşeceği bir merkez gereklidir. Bu merkez, kentin mimari üslubu da yine despotun sınırsız iktidarına tanıklık edecek biçimde anıtsal olmalıdır (Bumin, 2013: 19). Bu durum kentlerin siyasal iktidarın bir görünümü haline gelmesini sağlar. Konya bu olguya örnek verilebilecek kentlerin başında gelir. Siyasal iktidarla kent aktörlerinin yakınlığı, kentin bu doğrultuda geliştirilmesi Konya’yı iktidarın yuvası haline getirmiştir. Son iki dönemdir seçim sonuçları ile Konya’nın kentleşme hızının aynı doğrultuda gözlemlenmesi de bunu kanıtlar niteliktedir.

Türkiye’nin siyasal yaşamında gelişmiş bir söylem var çok kaba çizgileriyle söylenen şu; Plancılar bürokratlardır seçilmiş kişiler ise halkı temsil etmektedir. Siyasal gücü kullanması gerekenler bu seçilmiş kişilerdir dolayısıyla bürokratlar onların emirlerini ne olursa olsun yerine getirmelidir. Bürokratların bu seçilmiş kişilere direnmesi halkın isteklerine

(31)

21

dolayısıyla demokrasiye karşı gelme demektir (Tekeli, 2001: 198). Bu söylem siyasal kadroların kentlerin planlanması açısından önemli ölçüde etkili olduklarını ortaya koymaktadır. Siyasi karar alıcılar kentlerin düzenlenmesi, yenilenmesi konusunda en baştaki söz sahipleridir. Bu yüzdendir ki kent ile siyaset ayrılmaz bir bütün olarak ele alınır.

1950’ler ile başlayan 1980 sonrasında hız kazanan kentlere göç olgusu aynı zamanda kentleri siyasetin mekanı haline getirmiştir. Kırdan kente gelen ve kente uyum sürecinde siyasallaşma mekanizmalarıyla karşı karşıya kalan bireyler bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda siyaset yapma eğilimi içine girerler. Kentte kabul görebilme adına kentin aktörleri (siyasetçileri) tarafından güdülen siyasal politikaların bir parçası haline gelirler. Kentte yaşayan, sorun üreten bu mekanizmalar siyasetçiler tarafından çözüme kavuşturulur ve seçim zamanlarında çözüme kavuşan sorunlar siyasetçilere oy olarak geri döner ve siyaset kendini bu noktada kentte devamlı kılar.

Kent ve siyaset ilişkisi doğrudan kent üzerinde siyasetin, siyasal algının, projelerin görünmesidir. Bu durumda kent bir uygulama alanıdır. Siyasetin ağırlığı iyiden iyiye belirgindir. Siyasal erk, kenti düzenler, planlar, bozar, değiştirir, yeniler, yıkar ve yeni bir yapı ortaya koyar. Siyaset eğer bir düzen sağlama, bir düzen verme mekanizması ise buna önce kentle başlanmıştır (Alver: 2012: 12). Siyasi olarak kentler artık sadece yerel özerkliği olan birer idari merkez durumundadır. Gerçek siyasi nüfusları ise bütün bir ülkenin bileşimine, özellikle de kentleşmenin derecesine bağlıdır (Begel: 1996: 14). Siyasal iktidar dönemleri siyasi çalışmaları etkilemektedir. Bir yandan sağ ya da solun güçlü olmasına bağlı olarak siyaset ve politikaların kendileri değişirken, diğer yandan toplumsal ve politik üstünlük, toplumdaki demokratik ilerlemeler ve refah devleti uygulamalarından, özelleştirme ve piyasa usullerine doğru kayabilmektedir (Hicks vd; 2012; 11). Bu durum kentin aktörlerini ortaya çıkarmaktadır.

Kentler aktörlerin stratejik olarak aktivitelerini organize ettikleri bir mekansal ölçek haline gelmiştir. Kentsel aktörler arasındaki yeni birliktelikler, gerilimler, çatışmalar, sürtüşmeler, yeni kurumsallaşmalar, organizasyonlar, kentsel koalisyonlar ve ilişki ağları, kentsel mekanın ve kentsel bölgelerin yeni dinamiklerini belirler (Keyman; 2010; 24). Mekansallıkla mobilize olan yerel aktörler, ulus devletin ötesinde, zaman zaman da ulus-devletle farklı etkileşimler, gerilimler ve müzakereler yaşayarak, değişik ölçeklerde tezahür eden süreçler ve aktörlerle etkileşime girer. Bu dinamiklerin en yoğun ve çarpıcı şekilde ortaya çıktıkları mekanlar ise kentler olur (Keyman: 2010: 16). Kentler, etkileşime giren bu

(32)

22

kentsel aktörler değişen siyasal iktidarla birlikte bir dönüşüm yaşar. Bu ise kentin gelişimini olumsuz etkiler. Değişen siyasal kadrolarla birlikte yarım kalan projeler kentleri, yapılması planlanan değişimler kentin aktörlerinin değişimiyle bir türlü tamamlanamaz.

Devlet ve toplum inşası süreci geliştikçe, toplumsal gündemi oluşturan sorunların çözümünün devlet piyasa, sivil toplum örgütleri ve bir takım kamusallaşmamış ve toplumsal dayanışma ağları arasında dağıtılır (Oszlak; 2012; 529). Böylelikle belediyecilik önem kazanır. Yerel siyasetin önem kazanması kentin siyasi iktidarın değişiminden daha az etkilenmesini sağlar. Kent ve siyasetin bu denli ilişkisi birbirinden kopmaz bir bağ oluşturmuştur. Kenti yönetme güçlüğü siyasetin önemini artırır. Siyasetin ise kendine yandaş bulma çabası kentte görünüm kazanır.

1.3. MUHAFAZAKARLIK

Ülkemizde adından sık sık söz edilen muhafazakarlık bazı zamanlar övülen bazı zamanlar yerilen ama yeterince tanınmayan bir düşünce geleneği ve siyasi bir ideolojidir. Kökeni Fransız İhtilaline dayanmasına rağmen hakkında net bir algılama mevcut değildir. Çoğunlukla muhafazakarlık, “tutuculuk”, “gericilik” ya da “dincilik” ile karıştırılmaktadır. Oysa muhafazakârlık köklü bir siyasi geleneği temsil etmektedir. Popüler bir kullanımla muhafazakarlık, dindar olmayı ya da geleneksel dinin belirlediği bir tutumu ifade eden bir tavra dönüşebilmektedir.

Kavramsal olarak; “Mevcut yapıya hayat veren geleneksel değer ve normları koruma taraftarlığı ya da hızlı değişimle geleneklerden kopmaya karşı çıkmak anlamlarına gelen “muhafazakarlık” (Demir; Acar, 2005: 129), gündelik dilde “korumak” ya da “olduğu gibi muhafaza etmek” anlamlarına gelir. Bir düşünce stili ve düşünce tutumu olarak muhafazakarlığın başlangıcını, insanlık tarihinin bilinebilir ilk dönemlerine kadar geriye doğru izlemek mümkünse de, siyasi bir doktrin ve spesifik bir ideoloji olarak muhafazakarlığın tarihi nispeten yenidir (Özipek, 2011: 66). Doğuşu itibariyle aristokratik bir kökene sahip olan muhafazakar ideoloji, devrimlere öncelik eden Fransız ihtilaline ve geleneğin ve her alandaki geleneksel otoritenin bilinçli reddine karşı “akla” dayalı “ütopik” devletler kurmanın peşinde olan düşünürlerine ve radikal güçlere karşı bir argüman geliştirmek amacıyla doğmuştur. “Eski rejim” ve onun Aydınlanma çağındaki Muhafazakar temsilcileri, devrimci başkaldırıya karşıydılar (Helvacı, 2004: 194-195). Muhafazakarlığın

Şekil

Tablo 1.2. 2011 Genel Seçimleri  2011 Genel Seçimleri
Tablo 1.3. 2004 ve 2009'da Partilerin Konya Büyükşehir Belediye Başkanlığı  Seçimlerindeki Oy Oranları  2004*  2009**  AK Parti  % 62,0  % 68,4  Saadet Partisi  % 26,4  % 14,8  MHP  % 6,0  % 10,9  CHP  % 2,3  % 3,2  *http://rapor.tuik.gov.tr/reports/rwserv
Tablo 3.1. Cinsiyet Dağılımı  Sayı   Yüzde
Tablo 3.3. Medeni Durum
+7

Referanslar

Benzer Belgeler

Pisidia Antiocheia's~~ heykellerini ara~t~ nrken bu kentte bulunan baz~~ yontulann malzemesinin, Dokimeon mermer ocaklannda elde edilen be- yaz kaliteli mermerden olmalar~, aynca

Aşağıdaki cümlelerde yazım yanlışı yapılan sözcükleri düzeltip cümleyi tekrar yazalım.. Aşağıdaki cümlelerde yazım yanlışı yapılan sözcükleri düzeltip

333 Involves Identifying Important areas of Artificial Intelligence that can be used in Cyber Security and role played by Expert systems, Machine Learning, Deep

The Step Up Circuit 2 or called the High Voltage Boost Converter Circuit is a circuit for increasing and changing the voltage that can increase and change the small input

- 2008 yılı sonunda işletmede olan üretim tesislerinden oluşan mevcut elektrik enerjisi üretim sistemimize EPDK tarafından 2013 yılına kadar işletmeye gireceği

H4: Kriz dönemlerinde otellerin müşteri ilişkileri uygulamaları içinde müşteri tutma, müşteri kazanma ve müşteri derinleştirme uygulamalarının müşterilerin medeni

İlk başlarda kent kutsal konuların arkasında bir fon olarak kullanılsa da, daha sonraları kent ve kent yaşamı birçok sanatçı tarafından çalışılmıştır.. İlk kent resmi

Olur olmaz kitabı almayınca da hangisi iyidir, hangisi kötüdür, nasıl anlayacaksınız. Benim de şu sorduğuma