3
J WIK■° Ü «
V
| j SKÜDAR'DA Doğancılar semtinde, ^ yeni yeni binaların birbiriyle yarış ettiği dar bir sokakta, o eski İstanbul'un güzel havasını yansıtan ve artık unutu lan bir hayatın, terkedilen bir mimarînin son hâtıralarını yaşatan, küçük, ahşap bir ev vardır. Her an üzerine yıkılacak mış gibi tehdit eden beton yığınlarının gölgesine sığınmış olan bu ev, ilk bakış ta sokaktan geçenlerin dikkatini çeker. Türk musikisinin büyük sanatçılarından biri olan Neyzen Niyazi Sayın yaşamak tadır. Musiki otoriteleri, onun Türkiye' nin en büyük ney virtüözü olduğunu söy lüyor.
Bu, şirin evin tokmaklı kapısını çalıp, yılların derdinden aşınmış eşiğinden adı mınızı attığınız anda, hoş bir hava bü tün benliğinizi sarar. Bakla gibi bir so fadan geçip, nohut kadar bir odaya gi rersiniz. Uzun boylu bir insanın elini kaldırsa çarpacağı, alçak tavanlı bu oda göz okşayıcı bir tarzda döşenmiştir. Çi zerleri hasırla kaplı iki uzun sedirde canfes kumaştan minderler, bugünün koltuklarının, kanepelerinin yerini al mıştır. Bir köşede zarif bir çini soba i- çinde yanan odunların çatırtısı dikkati nizi çekerken, gözleriniz öbür köşedeki Kütahya işi, üzeri mavi çinilerle bir renk cünbüşü yaratan eşsiz bir kahve ocağı nın güzelliğine takılır.
Niyazi Sayın, baba yadigârı bu evde doğmuş, büyümüş... Bugün de «Hayatı mın önemli bir parçası» dediği bu yer den ayrılmayı aklından bile geçirmemek tedir.
Onunla eskilerin, «yazdan çalma bir gün» dedikleri güneşli ılık bir kış gü nünde, işte bu evin âsûde havasında otu rup sohbet ettik. Sedef kakmalı sehpa ların üzerine konulan zarflı fincanlar dan kahvelerimizi yudumlarken, bir kö şede duran neylere, duvarları süsleyen ve ünlü hattatların usta ve sabırlı elle rinden çıktığı belli olan yazılara, üst üs te üç rafı dolduran plak koleksiyonları na bakıp Niyazi Sayın'm dünyasını daha
yakından tanımaya çalıştık. Sonra o, 14 yaşında henüz bıyıklarının yeni terlediği zamanlarda içmeye başladığı söylediği ve o zamandan sonra bir daha elinden bı rakmadığı sigarasından derin bir nefes çekip, keyifle dumanını havaya savurdu ve ağır ağır hayatını anlatmaya başladı:
— 1927 senesinde Üsküdar'da doğ dum. Bu hesapla şimdi 48 yaşındayım. Babam komiserdi. Üç kardeşim vardı ve hep birlikte bu evde mütevazı bir hayat sürüyorduk. İlk ve ortaokul çağlarım yi ne Üsküdar'da geçti. Sonra Haydarpaşa Lisesi'ne yazıldım, ikinci Cihan Harbi yıllarıydı. Güç günler yaşıyorduk. Kon- servatuvara da yazılmıştım. İki karpuzu bir koltukta taşımaya gayret ediyordum. Ama haylazlık tarafım daha ağır basmış olmalı ki, okulu bıraktım. Açıkçası iki dersten belge aldım. Sonra bahriye as keri oldum. Babamı kaybetmem de aynı yıllara rastlar.
— Peki ney çalmanız?
— Ney derslerine başlamam da yine bu devrededir. O zamanlar gün geçmezdi ki, büyük ustam Halil Dikmen'in kapısı nı arşındırmıyayım. Ondan ney sesinin aşkından mahrum kalayım.
Niyazi Sayın bir sanat müzesi kadar zengin olduğu halde sadeliğinden kay betmeyen evi gibi, kendisi de yaşayışın da olsun, giyinişinde olsun gösterişten uzak olgun bir insan. Hayatının çağılda yıp giden akışını yine aynı tevazu ile an latıyor, ama bir sanatçı duygusu içinde de gene heyecanlanmaktan geri kalmı yordu.
Gençliğinde sarı olduğu belli olan, ama şimdi hafif kır düşmüş saçlarını eliyle karıştırıp, sislerin arasında kalmış hatıralarını toparlamak istercesine bir an gözlerini yumdu. Sonra:
— Bakın ilk ustam Halil Dikmen'in bendeki emekleri bir gerçektir, diye de vam etti. Ancak dinî musiki üstatların dan aldığım derslerin de benim yetiş memde, içimdeki ateşi körüklemekteki payını inkâr edemem. Çünkü musiki
sa-Niyazi Sayın bir müza değerindeki koleksi yonları hakkında bilgi veriyor.
natı içinde esas hareket dinî musikiden başlar. Bu Batı'da da böyledir, Doğu'da da. Hendel'in dünyanın hayranlığını ka zanan ölümsüz besteleri hep dinî müzi ğin etkileri altında yapılmıştır.
— Peki bu alanda feyz aldığınız ho calar?
— Beni yetiştiren hocalarım arasında, dinî musiki şevkini aşılayan Müzikali Mu- hiddin Efendi başta gelir. Sonra Kadır galı Hüseyin Fahri Bey, Udî Vahid Bey, Mes'ud Cemil, Üsküdarlı Hayrullah Efen di ve Konservatuvar'daki hocam Şefik Gürmeriç hâtıralarını her zaman min netle andığım ustalarımdır.
Neyzen Niyazi Sayın böyle ünlü hoca ların yanında çalışırken, bir yandan da Konservatuvarı ihmal etmemiş. Bir yılda üç sınıf birden geçip, askerliği bitme den, Konservatuvarı bitirmiş. Ondan sonra da o neyden, ney ondan ayrılma mış.
TANBÛRÎ CEMİL KOLEKSİYONU — Peki Niyazi Bey, Türk musikisine karşı İlk merakınızın nasıl başladığını hatırlıyor musunuz?
— Efendim, çocukluğumda evimizde borulu bir gramafonumuz vardı. Babam bize ondan hep Tanburî Cemil Bey'i din letirdi. Üzerinde Cemil Bey'in fesli res minin bulunduğu seksen altı plağının hepsi bizde vardı. Hattâ bugün bile onla rı üzerinde kıskançlıkla titrediğim bir musikî hâzinesi olarak saklarım. Akşam ları evde yemekten sonra babam köşesi ne geçer ve gramafonda plaklar çalar ken, göz yaşlarını tutamaz ağlardı. Bu anlar üzerimde büyük etki yaratmıştır.
— Babanız Cemil Bey'le konuşur muydu?
— Evet. Bizim ailemizin aslı Rumeli bölgesine dayanır. Hürriyet'in ilânında Resne'de büyük bir davet verilir ye Ce mil Bey de burada çalması için davet edilir. Fakat o içine kapanık, sessiz bir adamdır. Pek gitmek istemez. Sonra babamın refakatinde biraz da zorla gö türülür. Babam orada Tanburî Cemil Bey'e ve onun sanatına hayran olur. Ce mil Bey çalarken biz de sessizce dinler dik. Gün geçtikçe içimde büyük bir sev ginin dalga dalga kabardığını anlıyor ve Türk musikisi dinlemeden duramıyor dum.
Tanburî Cemil Bey'in bizde kıymeti nin henüz tam olarak bilinmediğini de Niyazi Sayın yana yakıla şöyle anlattı:
— Tanburî Cemil Bey bir tanbur vir tüözüdür. Onun Londra'da bile büstü ko nulmuşken, ne yazık ki, biz gereken ö- nem ve değeri vermiyoruz. Gerçi bugün onun saçtığı ışıktan feyzalmak isteyen ler var ama ne yazık ki parmakla sayıla cak kadar az.
Niyazi Sayın bu büyük ustaya gerçek ten hayran, onun özelliklerini şöyle an latıyor:
— Cemil Bey besteciliğinin yanında, tanbur, kemençe, yaylı tanbur, viyolon sel, zurna ve hattâ perdeli bir ut diye
tâbir edebileceğimiz lavta'yı mükemmel bir şekilde çalardı. Onun eline aldığı âle ti çalarken dinleyenler, güzelliğinin sih rine kendilerini kaptırırlardı.
« D İN LE N E Y D E N ...»
Dinî musikiyi meşkederken, dinî tasav- vufî güfteleri hazla, âdeta yudum yudum sindirerek öğrenen sanatçı, Mevlânâ'nın Mesnevisini de o zamanlar okumuş.
Sayın:
— Mevlânâ, «Dinle ney'den» diyerek mesnevisine başlamıştır, diyor. Burada «ney» insandır.
Sonra bir hâtırasını anlattı:
— Sanat çevrelerinin, keman dâhisi olarak kabul ettikleri Yahudi Menuhin İstanbul'a geldiği zaman Muharrem Nu ri Birgi'nin Çürüksulu yalısında bir da vet verildi. Orada kendisiyle tanıştık. Sonra, benim ney çaldığımı duyunca, dinlemek istediğini söyleyerek rica etti. Ben neyi dudaklarıma götürüp üfleme ye başlarken, o ilgisizdi ama ilk sesleri
Niyazi Sayın neyini üflerken
duyunca bütün dikkatini vererek dinle di. Ney'i bıraktığım zaman yanıma gelip elimi sıktı ve hararetle tebrik edip, «Dünyada bundan güzel bir ses duyma dım,» diyerek hayranlığını belirtti.
— Peki üstadım, iyi bir neyin nasıl olması gerektiği hakkında bilgi verir mi siniz biraz.
— Ney, görünüşte basit bir sazdır. Tarihi de çok eskidir. Kamıştan ya pılır ve insanı remzeder. 9 deliklidir. 3 oktav ses çıkar. Esas yapılış birimi iki delik arasında 3 sm. mesafe olmasıdır. Buna göre de boyu hesap edilir. Paraz- van denilen sonra bir gümüş baş başpa- re diye tanınan boynuz veya fildişinden yapılma perdeleri bulunur.
— Her kamıştan ney yapılır mı? — Hayır. En iyi ney Antakya'nın Samandağ yöresinde yetişen kamıştan yapılıyor. B ird e , Şam civarındaki batak lıklardaki kamış ney yapımında iyi neti ce veriyor.
— Peki Niyazi Bey, neyin çeşitleri var mıdır?
— Elbette. Piyano akordunun karşı lığı olan Mansur Ney en tanınanıdır. Pi yanonun «la» sesi ile bu sazın verdiği ses aynıdır. Bundan başka, Şah akordu, Davut akordu, Bolahenk, Süpürde, Müs- tahzen ve Kız Ney gibi çeşitleri vardır. Bir de iki ney arası yarım sesli neyler vardır. En tanınmış Mansur Ney ile Şah arası «Mansur Şah Mabeyni»dir.
Niyazi Sayın iyi bir sanatçının kendi neyini kendisinin yapması görüşünü sa vunuyor. Şimdiye kadar çaldığı neyleri büyük bir özenle yaptığını belirterek:
— Hattâ arkadaşlarımın neylerini bi le tamir ediyorum ve ney yapmak iste yenlere de bu sanatı öğretiyorum, diye rek yeni bir yönünü de açıklıyor.
Bugün yalnız yurdumuzda değil, bü tün dünyada sanatının gücünü kabul et tirmiş olan Niyazi Sayın, yine o müte vazı tavrıyla:
Ebruculuk değerli virtüözün büyük bir sanatkârlıkla gerçekleştirdiği en büyük merakı.
kendini alamıyor. Bir sanatçının yan sa natlara karşı da ilgisi ve hevesi olmalı. Ama bunu yanlış bir tabirle, «hobi» ola rak kabul etmemek gerek. Benim gibi, Tanburî Cemil Bey de sazını kendi ya pardı.
Biraz kemençe ve biraz da flüt çala bildiğini anlatan Niyazi Sayın> flüt ile ney arasındaki farkı şu sözlerle açıklı yor:
— Flüt çalmak ney çalmaktan çok kolaydır. Çünkü flütte perde vardır. Neyde ise, sesin çıkması size bağlıdır. Başınızı biraz eğerseniz bemol diyez, bi raz kaldırırsanız başka bir ses elde eder siniz. Ben şimdi Haydn'ın Obua Konçer- tosu'nu ney ile çıkarmaya çalışıyorum. TÜRK MUSİKİSİ YOK ARTIK
Şöhretli sanatçıyla biraz da Türk mu sikisi üzerinde konuşmak istiyordum.
— Türk musikisinin bugünkü duru mu nedir? diye soracak oldum; Sayın şu cevabı verdi:
— Türkiye'de Türk musikisi yoktur, oldu.
Hayret etmiştik. O da bunu anlamış olmalı ki, bizim şaşkınlığımızı giderme ye çalıştı:
— Sözlerim size şaka gibi gelmesin. Gerçekten de bizdeki müzik, Türk mu sikisi değildir. Radyolarda, gazinolarda, plakta ve pikapta dinlediğimiz müziğin Türk musikisi ile uzaktan yakından alâ kası yoktur. Sebebine gelince, konserva- tuvarlarda Türk musikisi enstrümanları nın eğitimi yasaklanmıştır. Yıllardan beri Türk musikisinin kapısına kocaman bir kilit asılmıştır. Nasıl olur da, kendi musikisi kendi enstrümanlarından öğre tilmeyen bir ülkede m illî bir musikiden bahsedilir.
Niyazi Sayın bu konuda çok dertliydi. Yana yakıla anlatmasına devam etti:
— Sanatın milliyeti yoktur. Ama his ler vardır. M illî hislerden uzaklaşma mak lâzımdır. Şimdi bizim musikimiz, nota bilmeyen bestecilerin eline kalmış tır. Artık sanat seviyesi minibüs plakla rı üstünde dolaşmaktadır.
Sanatçının halkı kendine çekmesine ve memlekette kültür çalışmalarının
hız-landırılması gerektiğini söyleyen Niyazi Sayın şöyle anlatıyor:
— Rahmetli Şerif Muhiddin Targan daima, «sanat aristokrattır, avama hitap etmez» derdi. Ben bu görüşü hiçbir za man paylaşmadım. Çünkü benim naza rımda bilgisiz, boş oturan bir kadın ya nında, köyünde kilim dokuyan kadın da ha aristokrattır. Gerçi sanatçı asla hal kın seviyesine inmemeli ama onları ken di seviyesine çıkarm alıdır. Eskiden halk seviyeliydi ve sanattan anlardı. III. Se lim devrinde çalınan müzik, Üsküdar fu karasının müziğiydi. Yoksa çok kişinin iddia ettiği gibi yalnız bir zümrenin de ğil. Buna misal olarak eski bestekârları gösterebiliriz. İşte bir aktarolan Itrî, Kö mürcü Hafız Şeyda, Şerbetçi İbrahim Ağa, Hammâmîzâde İsmail Dede. Bunlar hep halk çocuklarıdır. Hattâ Şeyh Galib bile böyledir. Bugün tahsilli fakat bom boş, tıkır tıkır ses veren nice kişilere rastlıyoruz; öğrenim var ama kültür yok.
— Peki Türk musikisinin bu çöküntü den kurtulması için nasıl bir çözüm yo lu düşünüyorsunuz?
— Önce konservatuvara bir Türk mu sikisi kürsüsü koymak lâzımdır. Hâlen, konservatuvarda tam 6 yıl Türk musiki si okutulur. Ama batı enstrümanları ile. Bu gariplik ortadan kaldırılm alıdır. Batı solfejleri ile hayâlî bir okuma artık ger çeğe çevrilmelidir.
Bunu 1956 yılından 1968 yılına kadar ders verdiği İstanbul Konservatuvarı'n- dan ayrıldıktan sonra daha iyi anladığı nı söyleyen Niyazi Sayın:
— Amerika'nın Miami Üniversitesin de bile Türk el sanatları ve musikisi kür süleri var ama bizim burada bir sandal yemiz bile yo k ...
Acı gerçek b unlar... Sormaya devam ediyorum:
— Son yılların moda akımı olan, a- ranjmanlar ve Türkçe sözlü hafif Batı musikisi parçaları hakkında ne düşünü yorsunuz?
— Ben, her güzele âşıkım. Ama gü
zel olması ve tek olması şartıyle. Eskiden bir besteyi yapan, belki en iyisi olmasa bile, kendine has, kendi dokusunu, duy gusunu taşıyanı yapmış. Ondan fayda lanmak zararlı değil. Ama onu bozmak affedilmeyecek bir suçtur. Bu, musikiyi yozlaştırmak demektir. Batı kopyacılığı ise, bir değer kazandırmaz. Bunun sebe bi de şudur: Orada bestelenen bir eser, o ülkenin sesi ve duygusu demektir. O- ranın enstrümanlarına göre bestelenmiş- tir. Biz ise ne kadar taklit etsek asla o başarıyı gösteremeyiz.
Niyazi Sayın sanki eskinin içinde yeni yi, dünün içinde bugünü yaşayan bir in san.
«Bir Türk, yine bir Türk gibi yaşama lı» diyor. Evinden hiç ayrılmamış. Ger çi yurt dışında onun sanat gezileri ol muş ama dönüp dolaşıp, koşarcasına o vâhaya ulaşmış. Ve susuzluğunu hep çı rada gideriyor. Hattâ bu yüzden radyo dan aldığı maaşının tam 10 katını veren Bağdat Konservatuvarı'nın teklifini bile kabûl etmemiş. Şimdi de Amerika'dan gelen yeni bir daveti de yine aynı sebep ten kabûl etmek istemiyor.
Neyzen Niyazi Sayın arkadaşımıza kolek siyonları hakkında bilgi veriyor.
Niyazi Sayın kendi emeğinin mahsulü olan neyleriyle.
Bahçeye bakan bu oda, Sayın'ın atöl yesidir. Resimde sanatçı teşbih yapımı sırasında görülüyor.
TEŞBİH VE EBRÛ
Niyazi Sayın musiki dışında, yine sa nat içinde yoğruluyor. Onun birbirinden zarif ve kıymetli teşbihler yaptığını bili yorduk. Ama öğrendik ki, yalnız bu us tası azalan sanatta değil, Ebrû sanatını da son bilenlerden biri. Garip bir tesa düf olarak, Ebrû denince şimdi akla ge len Mustafa Düzgünman gibi o da Üskü darlı.
Evinin arka tarafında bahçeye bakan bir odayı kendine atölye yapan Niyazi Sayın burada teşbih tornasında birbirin den zarif teşbihleri büyük bir maharet ve çabuklukla yapıyor. Ayrıca evinde ha tırı sayılır sayıda bir teşbih koleksiyo nu da var.
Niyazi Sayın'a boş zamanların ızdıra- bını çekmek çok zor geliyor. Ama yine de fırsat bulup ebrû yapmaktan geri kalmıyor. Şimdiye kadar yapılmamış 25 çeşit ebrûyu yapması da onun bu işte ne kadar usta olduğunu ortaya koyar. Hattâ «Hatîb Ebrûsu» denen ve Ayasof- ya İmamı Hatîb Mehmed Efendi'nin ya pıp sırrını uzun zaman herkesten gizle diği ebrûyu da yapmış.
Sanatı dışında onun zevklerinden biri de yıllardan beri oynadığı tenis. Eline raketini aldı mı, saatlerce kortlarda ra ket sallıyor.
İçi millî hislerle dolu bu çok yönlü virtüozumuza, başarılarının devamlı ol masını diliyor, ayrılıyorum ...
41
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi