Fo toğ raflar : KAYIHAN GÜ V E N T
Necati Güngör
B
ir zamanlar dünya Yahudilerinin merkezlerinden biri olan Edirne’de bugün yalnızca bir tek aile yaşıyor. Çok eski lerde değil, daha 20. yüzyılın ilk yarı sında (1912) Edirne’de yirmi, yirmi iki bin ci varında Musevi yaşıyordu. Dünyanın çeşitli bölgelerine, bu kentte yetişen Musevi din adamları “ihraç” ediliyordu. 1903 yılında çı kan Kaleiçi yangınında, tam on üç sinagog yanıp kül olmuştu. Yanan bu sinagogların sa yısı, kentteki Yahudilerin nüfus yoğunluğu nu gösteren başka bir kanıt.
Musevilerin, OsmanlI’nın engin hoşgörü sünden yararlanarak yüzyıllar boyunca özgür yaşadıklarım yazar bazı kitaplar. Ortaçağda Hıristiyan bağnazlığının karanlığına gömü len Batı dünyasında işkence ve kıyım gören Yahudiler, ilk kez 1492’de gelip çalmışlardı OsmanlI’nın kapısını. Daha önce lber Yan-
madası’nda Müslüman Arapların himayesin
de yaşayan Yahudiler, önemli devlet görevle rinde bulunmuşlar, bilim ve felsefe alanında çıkışlar yapmışlardı.
Ne var ki Ispanya’da Arap egemenliği 13. yüzyılda kırılmış, bu kırılma sonucunda bu ralarda refah içinde yaşayan Yahudiler için çanlar acı acı çalmaya başlamıştı.
Ortaçağın zifiri karanlığı içinde boy atan
engizisyon gâvurluğu Yahudilerin önüne iki
seçenek sürüyordu: Ya Hıristiyan olacaksınız ya da öleceksiniz! Kışkırtılmış bağnaz Hıris- tiyanlar, toplu kıyımlara girişiyorlardı. Bin lerce Yahudi bu karanlıkta boğazlandı.
Sonunda üç yüz bin kadar Yahudi, bu ül keden ayrılmaya karar verdi. Çoğu insan da bu göç sırasında yollarda telef oldu. Akde niz’e gemilerle açılan çaresiz insanlar İtalya1 ya, Kuzey Afrika’ya dar atıyorlardı canları nı. İşte bu göç dalgasının bir bölümü de Os manlI’nın sularında karaya vurdu.
Nasıl ki OsmanlI’da oyun çoksa toprak da çoktu o çağda. Başımızda GUlbahar Hatun dan doğma II. Bayezid Veli oturuyordu, cen net mekân! II. Bayezid, kara düşler içinde kardeşi Cem Sultan’ı görüyordu sık sık. Bu korkulu düşleri görmemek için de uyanık kal mayı, tetikte bulunmayı yeğ tutuyordu. Ger çi Cem’in askerlerini iki kez bozguna uğrat mıştı; ama ikinci yenilişinin ardından kaçıp
Rodos Şövalyeleri’ne sığınmıştı. Onu ellerin
de tutmaları için maaşa bağlamıştı Rodos Şö- valyeieri’ni. İşte tam bu sıradaydı, İspanya1 da başı dara düşen Müslümanlar, II. Baye- zid’den aman dilediler. Bayezid Veli, onların
bu amanını duymazdan geldi; çünkü Hıris tiyan dünyasıyla iyi'geçinmek emelindeydi. Ola ki ellerinde tuttukları Cem Sultan’ı ör gütleyip üzerine gönderirler deyu ödü ko puyordu.
Buna karşılık 1492’de Ispanya’dan denize açılıp Osmanlı sularına kadar sürüklenen ge miler dolusu Yahudiye bağrını açtı, onları hoşgörü yağmuruna tuttu. (Gözüm nuru Sa
lâh Birsel dahi olsa, bu olayı böyle anlatır
dı.) Karaya çıkan Yahudiler, İstanbul’a, İz mir’e, Selanik’e, Edirne’ye yerleştiler. Osman lIda oyunbazlık çoktu evet, toprak da hoşgörü de... Bu enginlikte özgürce kulaç atan Muse vi toplulukları yerleştikleri kentlerde çoğal dılar, İbrani kurumlarını kurup güçlendirdi ler, kendi kültürlerini canlandırıp yaşattılar.
1917-1918 yıllarında İstanbul’da İngiliz El çiliği göreviyle bulunan Edward Wortley Montagu’nun eşi Lady Montagu, Edirne’de uzunca bir zaman geçirmiş, burada gördük lerini, yakınlarına yazdığı mektuplarda ayrın tılı biçimde anlatmıştı.
Lady Montagu’nun Edirne Yahudileri hak- kındaki gözlemleri aynen şöyle: “Zengin tüc
carların çoğunun Yahudi oluşu dikkatimi çek ti. Bunların nüfuzu çok güçlü. Ayrıcalıkları Türklerinkinden fazla. Kendi yasalarıyla yö netilen bir cumhuriyet gibüer. Türkler âtıl ya- radüışlı; sanayiye hevesli değiller. Buna kar şılık Yahudiler sıkı bir birlik oluşturdukların dan devletin tüm ticaretini ellerine almışlar...”
Bunlar, iki yüz yetmiş üç yıl önce bir İngi liz ladysinin Edirne’de görüp yazdıkları. Bi zim dememiz o değil... Demek istediğimiz, es kinin o geniş cemaatinden bugün yalnızca altı kişilik bir aile kalmış Edirne’de. Lastik tüc carı Marko ve ailesi!
Türkiye Hahambaşıhğı’ndan aldığımız bil
giye göre 1873’te 12 bin Musevi yaşıyordu Edirne’de. 1912’ye gelindiğinde bu sayı iki ka tma yaklaştı: 20-22 bin. 1917’de 17 bin kişiye düştü. 1927’de 6 bine... OsmanlI’nın can çe kişme dönemidir bu yıllar, cumhuriyet dev letinin de yeni doğduğu...
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraysa büsbü tün azalma gösterir Edirne’deki Musevi nü fusu; 1947’de 2.500 kişi, 1965’te 400.
Bu azalışın çeşitli nedenleri var kuşkusuz; toplumsal, ekonomik, tarihsel, dinsel... En önemli nedenlerden biri de İsrail devletinin kuruluşu. Büyük bir parti göç etmişti o yıl larda. Kendi yakınları da vardı gidenler için de. Söz gelimi eşinin dört kardeşi gitmişti İs rail’e. Her yıl buralardan oralara ziyarete gi
diyorlardı yakınlarını görmek üzere. Her yıl, bir ay kalmak niyetiyle gidiyor, ama yirmi gün ancak dayanabiliyordu Marko Bey. Oraların durumunu pek içine sindiremiyordu çünkü. Herkes büyük oynamak, herkes ticarete atıl mak istiyordu. Herkesin tüccar olduğu bir yerde kime, ne satacaktınız? Çöpçülük, hiz metçilik, hamallık yapmaya yanaşmıyordu kimseler. Bu işleri yapan Araplarsa nicedir kaçıp gitmişlerdi! Bir kamyonetiniz mi var, arkasında yük yükleyecek bir “Arap”a gerek sinim vardı mutlaka... Marko Bey’e göre iş bölümünün gerçekleşmesi için zenginler ka dar yoksullar da gerekliydi bir toplum için de. İsrail’i bu nedenle benimseyemiyordu.
Öte yandan Edirne’de saygın bir yeri var dı: Çarşıda pazarda, bankalarda, borsada, devlet dairesinde, konu komşu arasında say gı ve güven duyuluyordu kendisine. Boş se nede imza atan müşterileri vardı söz gelimi; hiçbir zaman bir sorun çıkmamıştı onlarla kendisi arasında. Başka yere gitse, bu saygı ve güveni bulacağından kuşkuluydu.
Ne var ki azınlığın azınlığına düşmenin de birtakım acıları vardı kendileri açısından: Kız larına damat, oğullarına gelin bulamıyorlar dı en başta. Dünya ve ahiret işlerinde başvu racakları bir hahamları yoktu. Musevi inan cına göre bir hayvanın haham tarafından ke silmesi gerekliydi etini yiyebilmek için. Baş kalarının kestiği eti yiyemezlerdi... Bu da bir sıkıntı yaratıyordu. Dini bayramlarını kutla yacak insanlara özlem duyuyorlardı zaman zaman... Yaşlılıklarında kapılarını çalacak kimseleri belki de olmayacaktı; hastalansa- lar bir bardak su verecek çocukları yanların da değildi.
Çocukları vardı elbet, yok değil... Ama İs tanbul’da okumuş, orada evlenip kalmışlar dı. Oysa kendisinin gençliğinde Musevi ço cuklar pek okumaya gerek duymazlardı. Bu biri kendi işte: 1938’de abisi askere alınmış tı. Ortaokulun son sınıfındaydı o yıl. Bitir me sınavlarına bir hafta kalmıştı. Abisini tre ne bindirir bindirmez dosdoğru dükkânda al mıştı soluğu! İş hayatına karşı büyük bir hırs vardı içinde. Bir hafta sonraki sınavlara ka dar bile bekleyememişti. O gün bugün işinin başındaydı! Hiç iş olmadığı günlerde bile tam saatinde açıyordu dükkânını.
Bazı günler evde hanımı yakınıyordu, her kes gitti, bir tek biz kaldık diye... Başkaları üniversiteye giden çocuklarının peşi sıra git mişlerdi hep. Ama Marko Bey, doğup büyü düğü yerden ayrılmayı içine sindiremiyordu açıkçası. Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah
Haham lojmanında barınan bekçi ailesi. Edirne'deki tek Yahudi ailesinin reisi, lastik tüccarı Marko Bey.
Mayıs ayı içinde, arkadaşlarımız Edirne Sinagogu’nun kapısını aralayıp bu terk edilmiş tapınağı gezdiklerinde, sina gogun haham lojmanında barınan bekçi ailesi tapınakta, “ kendi çaplarında” bir genel temizliğe başlamışlardı.
vatanım! demiş... Gideceği yerde, buraları öz leyeceğinden korkuyordu!
Musevi cemaatini göçüren Edirne’nin asıl yitiği, buradaki tarihi sinagog! Çatısı çökmüş, kapı ve pencereleri darmadağın, çiçek motifli bağdadi sıvaları dökülmüş, döşemeleri param parça, kitap sandıkları ortaya saçılmış, direk leri ortadan ikiye bölünmüş... Güvercinlerin, yarasaların meskeni olmuş! Belki bir ton kuş gübresi toplamak mümkün!
Romalı Hadrianus’un mu ordusu geçmiş buradan, yoksa Constantinus’un mu? Pers Sasanilerinin hışmına mı uğramış, Domini ken papazı Thomas’ın kışkırttığı bağnaz Hı- ristiyanlar mı kundaklamış?
Bütün olasılıklar aklınızdan geçebilir bu vi rane, bu metruk tapmak karşısında...
Kötülük simgesi Adolf un ölüm kuşlarının buralardan uçmuş olmaları da olasılıklar dı şında değil...
Hayır, ne o, ne bu... Yalmzca insansızlık ve ilgisizlik yıkmıştı tarihi “Büyük Sinagog”u!
“Şimdi orayı Tanrı bekliyor” diyordu Mar
ko Bey. Ama doğrusu Tknrı da nicedir göz den çıkarmış görünüyordu bu eski evini. Du varlar sağlamdı, ayaktaydı; ancak “imar ve
ihyası” için milyarlar gerekiyordu artık.
Musevi dünyasında “Büyük Sinagog” ola rak bilinen tarihi yapının temeli, 1906 tarihli bir fermanla atılmıştı. O ünlü Kaleiçi
yangı-nında (1903) Edirne’nin birçok mahallesiyle birlikte Yahudi Mahallesi’nde bulunan sina goglar da yanıp kül olmuştu.
Yüzyılın başlarında önemli merkezlerden biri sayılan Edirne’nin tapınaksız kalmasına gönlü razı olmayan Museviler, gerek yurtiçin- de gerekse yurtdışında pamuk elleri kadife ke selerine atmışlar ve de o vaktin hükmünce yüklü bir para toplamışlardı aralarında.
Büyük Sinagog yapılırken görkemli Viya
na Sinagog’u model alınmıştı. Dahası, kimi
lerine göre her iki tapınak da aynı mimarın elinden çıkmıştı; ama bu iddianın gerçekle bir ilgisi yoktu. Yalnızca mimari açıdan onun bir eşiydi o kadar. Bir yıl içinde yapımı tamam lanan Büyük Sinagog, 1907’de hizmete gir mişti.
Şimdiki haliyle bu ünlü tapmağın gelece ği, doğa koşullarına bırakılmış görünüyordu. Bu konuda bir tasarılarının ya da girişimle rinin olup olmadığını sorduğumuz Türkiye Hahambaşıhğı, Büyük Sinagog’un tarihi kim liğini korumak gibi bir sorunları olmadığı iz lenimini çıkardığımız bir tavır sergiliyordu. Cemaatinin bulunmadığı bir yerde bir tapı nağı korumaya kalkışmak hahambaşılığm so runu olmayabilirdi. Ancak tarihi ve turistik bir değer olarak söz konusu yapı, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kültür Bakanlığı’nı ne ölçü de ilgilendiriyordu? Orasını bilemiyorduk!. □