SAYFA CUM HURİYET : ' 1 ---n
---1 4
—
.
f “...
-...—
... —
Au
- (3 - V ^ 0^
KÜLTÜR
kultur@eumhuriyet.com.tr
S A H N E D E N
A Y Ş E G Ü L Y Ü K S E L
B akakalırız giden dinozorun ardından
► Birtakım
güzel insanlar
yaşamış
ülkemizde. Onlar
yaşamı
“özenti” ye
kapılmadan, ama
“özenle”
yaşamayı
seçmişler. Sırtları
pek olmasa da
gözleri tokmuş.
Onlar yaşamın
getirdiği ve
beslendikleri tüm
zenginliklere
yenilerini
katmayı “insan
onuru ”nun
vazgeçilmez bir
zorunluluğu
saymışlar. Mîna
Urgan işte bizim
topraklarımızda
yetişmiş böyle
bir kuşağın en
özel
insanlarından
biri.
Hürriyet’te “Tatlı Dino’nun Ölümü” başlı ğını gördüğümde yüreğim ısındı. Mîna Ür- gan’ın gidişi daha özlü biçimde dile getirile bilir miydi?
Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul’unda doğmuş, insan olma serüvenini Cumhuriyet Türkiyesi’nde yaşamış, 20. yüzyılın son yılla rında, 80’ini aşmışken yazdığı bir “am” bir de
“gezi” kitabıyla “çok satan” yazarlar listesine
kurularak yıllardır sürekli olarak kitapçılarda satılan çok önemli 10 bilimsel kitaba imza atan kendisi değilmişçesine ünlenip yaşamında ilk kez yazdığından adam gibi para kazanmış, bu işe de en çok kendisi şaşmış bir “olay” kadın...
Yaşamı hiç de kolay geçmemiş, çalışarak ya şayabilme zorunluluğunu küçücük, ama güçlü bedeninde yıllarca taşırken çevresini saran gü zelliklerden pay almayı hiç mi hiç ihmal etme miş, tek büyük şansı “sevdiği işi yapmak”, en büyük silahı da özgürce düşünüp düşündükle rini özgürce dile getirmek olan, “ilkeli”, “ça
lışkan”, “sevecen”, “özverili”, “ödünsüz” bir
varoluşun geçiciliğini her türlü başka çekicili ğe yeğ tutmuş, kendine ve tüm insanlara say gılı bir insan.
İşte bu kadın, “yükselen değerler”e ulaşma adına başka değerlerin ayaklar altına alınma sında sakınca görülmediği, “hâlâ annelerinin
margarinini kullananların” küçümsenerek akıl
larını başlarına devşirmeye çağrıldığı, küresel leşme düşünü topluma şırınga edenlerin, yal nız eski zoolojik çağların korkutucu canavarı değil, aynı zamanda çizgi filmlerin ve oyuncak dünyasının sevimli “soyu tükenmiş” kahrama nı olan “dinozor (dino)”a hem alay, hem haka ret içeren aşağılayıcı anlamlar yüklediği bir Türkiye’de, “Var mı diyeceğiniz, ben bir dino
zorum” diyor. Demekle kalmıyor, yazdığı “am” kitabıyla okuru öyle bir sürüklüyor ki pe
şinden, “dinozor” sözcüğüne çiğnenmekten çürümüş çikletle yapıştırılan “küçültücü” an lam düşüp yok oluyor. Mîna Urgan Ta birlikte
“dinozor” olmanın keyfi yaşanmaya başlanı
yor. “Yükselen değerler”in şampiyonları artık işlerine yarayacak yeni bir “yafta” bulmak zo runda...
Kaç gündür torunu yaşındaki öğrenciler ka pımda. Onun hiç tanımadığı, ama bilimsel ki- taplanyla sürekli olarak eğittiği, eğitmeyi de sür düreceği İngiliz Dili ve
Edebiyatı öğrencileri... Mî na Urgan’m yıllanmış pro fesörlüğü, örnek bilim adamlığı, usta yazarlığı üstüne konuşmak istemi yorlar, Onlar benim ara cılığımla Mîna Hanım Ta aralarında bir kan bağı kur mak istiyorlar. “Sizin öğ-
retmeııinizdi, değil mi” di
ye soruyorlar. Biliyorum, gün gelecek, çocuklarına
“Benim öğretmenim Mîna Urgan’m öğrencisiymiş”
diye anlatacaklar. Ne mut lu bana. Onca yüksek ni teliği arasından “öğretmen
olma” niteliğini öne çıka
rıp kavramları depreme uğram ış toplumum uzda sarsılmaz bir “değer ölçü
sü” olarak koruduğu için
ne mutlu Mîna Urgan’a... Evet, Mîna Urgan be nim öğretmenimdi...
İlk karşılaşma______
Yıl 1959. İstanbul Üni versitesi Edebiyat Fakül- tesi’nin İngiliz Dili ve Ede biyatı Kürsüsü’nde 1. sı nıf öğrencisiyim. Kürsüye her yıl 200 öğrenci almı yor. Her yıl ya da iki yıl da bir yalnızca bir ya da iki kişi mezun oluyor. Sınav lardan çok, “öğrenmek” önemli. Sınavlar dersine göre iki yılda, üç yılda bir, yazılı ve sözlü olarak ya pılıyor. Sırat Köprü- sü’nden geçmek gibi bir şey. Sınıflar aşın düzeyde kalabalık; öğretim elemaıı- lannın dünyasıyla öğren- cilerinki arasında masallar boyu bir uzaklık var...
Meğerse çeviri sınıfları küçük olsun diye grupla ra bölünürmüş. 15-20 ki şilik bir sınıfta Doç. Dr.
Mîna Irgat’ı bekliyoruz.
M îna H anım ’m Shakes-
peare uzmanı olduğundan
falan haberimiz yok. Biz ünlü ozan ve oyuncu Ca
hit Irgat’ın eşinin nasıl bi
ri olduğunu merak ediyo ruz.
İçeri girdi. Sade giyim li, süssüz makyajsız, er ken kırklarında bir hanım. Bir iskemle çekip yanımı za oturdu. Elinde Sait Fa- ik’iıı “Son Kıışlar”ı. San ki birlikte yıllardır çalışan meslek erbabıymışız gibi,
“Çok işimiz var, çocuklar”
dedi; “SaitFaik’in bir öy
küsünü İngilizceye çevir memiz gerekli. Ancak, ka fa kafaya verirsek başara biliriz bunu.” Karşımızda
o davudi sesli ozan-aktör Cahit’in kimbilir kaç dil ber arasından seçip aldığı nı merak ettiğimiz Mîna Ir
gat yok artık. Zor bir işi birlikte başarmak du rumunda olduğumuz bir kader arkadaşımız var. Böyle başladı, böyle gitti öğretmenimizle olan ilişkimiz. Mîna Hanım, nasıl saygı göster di düşüncelerimize günler boyu ve biz onun onaylayacağı çeviri önerileri kotarabilmek için ne denli yoğun bir çaba içine girdik... Öyle in ce eleyip sık dokuduk ki sanırım öykünün çe virisine son noktayı hiç koyamadık. Ama “çe viri” olayınm şakaya gelmediğini, bilgi paylaş manın önemini, öğretenle öğrenen arasındaki
güven ve saygı ilişkisinin iletişim yolunda en vazgeçilmez adım olduğunu, dayanışma olma dan hiçbir olumlu sonuca varılamayacağını, kı sacası “öğretmenlik” sanatının tüm ipuçlarını biz o dostluk duygusuyla kuşatılmış çeviri der sinde öğrendik.
Bunca yoğun enerji alışverişine karşın hoca mızın edebiyat fakültesinin labirent örneği ko ridorlarındaki hangi odada oturduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Hoca odaları kutsal uzam lardan sayılırdı bir zamanlar.
Mustafa ve Zeynep daha küçücüktü. Mîna Ir
gat bir süre sonra 147 Ter fiyaskosunun kurba nı olarak aramızdan ayrıldı. (Gidişiyle dönüşü arasında yaşadıklarını “anı”larda okuduk yıl lar sonra.) Döndüğünde Mîna Urgan’dı. Profe sördü artık. Geçen yıllar içinde, emekliliği ge rektiğinden birkaç yıl daha öne alarak araştır macılık ve yazarlık üstünde yoğunlaştı. Ama hep M ustafa’nın ve Zeynep’in annesiydi... Musta fa ozan, Zeynep tiyatrocu.
Araya yıllar girdi. Ben Ankaralı oldum. Ö m ür’le Özgür’ü büyüttüm. Yıllar içinde ne zaman karşılaşsak, hep Mühürdar’daki evinin balkonundan güneşin denize batışını izlemeye çağırdı. Güneşin doğuşunu ve batışını ender izleyebildiğim yıllardan geçiyordum. Sonunda Mühürdar’daki eve gidebildiğimde Mîna Hanım Bodrum’daydı. Balkona son yirmi yıl içinde turnelerle Ankara’ya geldiği için birlikte ola bildiğimiz Sevgili Zeynep’le çıktık. Gün orta sıydı, yağmur yağıyordu.
Son karşılaşma____________________
Tam iki yıl önce bir haziran günü. Yıllardır bir türlü gerçekleşemeyen buluşma Bodrum’da oldu. Bodrum’daki güzelim evinin minicik taş oyalı avlusunda bir öğle üstü. Değerli zamanı boşa geçirmemek için ön çalışma yapmış. “Bi
liyor musun, düşündüm de onca yıllık üniversi te öğretmenliğim içinde, benimle doğru dürüst bitirme tezi yapmış bir iki öğrencimden biriy din” dedi. “İşi zora koştuğumuz için Berna Ue benden kimse tez almak istemezdi. Sen buna ce saret ettin, üstelik de çok iyi çalıştın.”
Yüzümün kızardığı neyse ki sıcaktan belli ol madı. O zamanlar kendimi “başyapıtı”m üre ten yaman bir yazar sandığımdan, genellikle 50 sayfa uzunluğunda olması gereken bitirme te zine 200 sayfalık malzeme katmıştım. Tezi oku ması için Mîna Hanım’a verdikten sonra gün ler, haftalar, bir iki ay geçti. Hocadan ses yok. (O zamanlar şimdiki çocukların yaptığının ter sine, sabah verilenin hesabını akşama sormak saygısızlık sayılırdı.) Sonra bir gün benim tez kırmızı kalemle gelincik tarlasına döndürül müş, ama kabul edilmiş olarak geldi. “Amma
da uzun yazmışsın, düzeltmesi çok zaman aldı.”
Öyle kızmış ki tezi beğendiğini bile söylemi yor. (Kızgınlığı geçtikten 34 yıl sonra, ancak
şimdi söylüyor.) Alabildi ğine titiz, sorumluluk duy gusu uç düzeyde bir hoca dan, dört öğrenciye vere bileceği zamanı çalmışım meğerse..
Sohbet açılıyor. Demli
çay, vişneli mekik. Mîna Hanım’ın yanından ayır madığı küçük makasla iki ye kesip yarım yarım, be nim bütün bütün içtiğim si garalar... “Kitaplarım, ya
zılarını biliyorum, iyi şey ler yapıyorsun, çok mutlu oluyorum (Sevinçten uç sam mı, sevgili hocam...) ama şimdi en çok kocam, çocuklarım, öğrencilerim merak ediyorum, bana on ları anlat” diyor. Onun ya
şamı tüm cepheleriyle al gılama ve değerlendirme yeteneğinin bir gösterge si. Yazdığıma çizdiğime değil de, insan olarak var dığım noktaya, toplu bir not verecek sanki. Bu ka dın nasıl bu kadar akıllı, duyarlı, incelikli olabili yor?
“Amlar’Tnı neden bu
denli sevdiğimi soruyor. Daha önceki yazımdaki
“teşhislerimi yeterli bul
muyor. “Bu millet bu kita
bı neden böyle sevdi, anla madım gitti” demeyi sür
dürüyor. “Gezfler” o sıra da kafasında planlanmış. Ama o bana benim konu larımdan söz ediyor. Üstü ne incelemelerim olan iki büyük yazara, Haldun Ta
ner ve Melih Cevdet An- day’a ilişkin tanıklıklarını
dile getiriyor. Bu tanıklık ları bilmeyi hak ettiğimi düşünüyor... Gün bitiyor.
Gerisini biliyorsunuz. Birtakım güzel insanlar yaşamış ülkemizde. On lar yaşamı “özenti”ye ka pılmadan, ama “özenle” yaşamayı seçmişler. Sırt ları pek olmasa da gözle ri tokmuş. Onlar yaşamı, tüm şiddetine karşın, hü zünlü veya coşkulu bir ez ginin rüzgârında yaşama yı bilmişler. Onlar yaşa mın getirdiği ve beslen dikleri tüm zenginliklere yenilerini katmayı “insan
onuru”nun vazgeçilmez
bir zorunluluğu saymışlar. Mîna Urgan işte bizim top raklarımızda yetişmiş böy le bir kuşağın en özel in sanlarından biri.
Mîna Urgan benim öğ retmenimdi, çocuklar. On dan durmadan yeni şeyler öğrendim, öğreniyorum. Yaşamla bu kadar güzel hesaplaşm ış bir başka
“dinozor”a bir daha rast-
larmıyım, bilemiyorum...
Şef Leonard Slatldn, BBC Senfoni Orkestrası ’nm birinci şefliğini üstleniyor
Önemli olan bugün yaptığınızdıf
S. RAYAN YİRMİBEŞ_______________
Philarmonia Orkestrasının 1997’dcn bu yana birinci konuk şefi olan Leonard Slat-
kin, 28. Uluslararası İstanbul Müzik Fes-
tivali’nin konuğu olarak İstanbul’daydı. Dünyanın birçok yerinde yönettiği kon serlerdeki yaratıcı program seçiminin ya rn sıra klasik, romantik ve 20. yüzyıl re- pertuvarlarını olağanüstü yorumlamasıy la büyük beğeni toplayan Slatkin’in, 15 ve 16 Haziran’da Aya irini de yönettiği kon serlerde Beethoven’in yanında çağdaş bes tecilerden .Aaron Copland ve
James McMfflan’ın eserleri
yer aldı. Los Angeles’ta mü zisyen bir ailenin çocuğu ola rak dünyaya gelen Slatkin 2.5 yaşında kemanla kariyerine başlamış.
- Ekim 2000’den itibaren BBC Senfoni Orkestrası’nın birinci şefliğini üstleneceksi niz. Philarmonia Orkestra
sındaki konuk şefliğiniz sona mı erecek? LEONARD SLATKİN - Üç yıl önce
BBC ile ilk kez bir festivalde konuk şef ola rak üç konser için bir araya geldim. Çok sık çalışmadık ama iyi anlaştık. Philarmo- nia’yla olan ilişkimden de iyi diyebilirim. Geçen yaz ise BBC ile yaz programı yap tık. BBC, sanırım iki tarafın da aldığı haz zı gözlemledi. 2 hafta sonra telefon aldım. BBC Senfoni Orkestrası’nın baş şefliğini yapıp yapamayacağımı sordular. “Her şey
organize edildi, gel” dediler. Philarmonia,
çalışmaktan tat aldığım daha geleneksel tarza dayalı bir orkestra. BBC’de ise beni yerleşmiş bir repertuvar ve birçok yeni mü zik bekliyor. Bir televizyon kuruluşuyla çalışmak heyecan verici olacak. 1996’daıı bu yana Washington Ulusal Senfoni
Orkest-rası’nın da şefliğini yürütüyorum. 20 haf ta Washington, 18 hafta BBC için çalışa cağım. Konuk şeflik için çok vaktim olma yacak.
- Repertuvan nasıl belirtiyorsunuz?
-Konsere göre değişiyor. Baş şefseniz bü tün sezonun repertuvannı dengeli bir bi çimde ayarlamalı, adeta bir restoran şefi gi bi spesiyalleri de listeye dahil etmelisiniz. Konuk şefseniz ne yapıldığına odaklan manız gerekiyor. Philarmonia’nm ses ko rosu olduğundan yapacağınız konserin ku ralları çok belirgin değil. Salon dışında da
► “Oscar alırsanız film hemen tekrar vizyona girer.
Klasik müzik Grammy si kazanırsanız törenden sonra
çıkan repertuvar bir daha ele alınmaz. Bugün kayıt
endüstrisi çok iyi koşullarda değil. Birçok şirket,
klasik müzik kaydı yapan iyi isimleri bile istemiyor.
Halka ulaşmak için İnternet ve video teknolojileri gibi
yeni yollar bulmak gerekiyor.”
olabilir. Repertuvannı oluşturacağınız or kestra ve koşullar kendini sunar. Örneğin İngiliz bestecilerin neler yaptıklarını, bu günkü müzikte neler olduğunu takip et mek sizi popüler bir repertuvar oluştur maya götürür.
- Şeflikte nasıl karar kıldınız?
-2.5 yaşındayken kemanla başladım. 8 yaşındayken piyanoyu seçtim. 19 yaşında şefliğin benim için daha iyi olduğuna ka rar verdim, ilgimi çeken iki meslek kolu vardı; biri spor yayıncılığı, diğeri ise yap makta karar kıkhğım şeflik. Bu arada üç yıl radyo programcılığı da yaptım. Şeflik, yönetmenliğe benzeyen bir meslek. Hâlâ bazen piyanonun başına oturuyorum ve o zaman iyi ki devam ettirmemişim de şef olmuşum diyorum.
-16 Haziran‘da Philarmonia Korosu’nun da yer aldığı bir konser yönettiniz. Koro nun yer aldığı bir konser yönetmenin diğe rinden farkı nedir?
- Birçok insanla bir aradasınız. Genelde harika bir repertuvar var. Koro olduğu za man sözle birleşen müzik, besteciyi size da ha yakın kılıyor. Diyelim ki 9. Senfoni’yi korosuz çalıyorsunuz; bunu sadece mü zikle yapmak da mümkün. Bazen metnin anlamını çıkarmak biraz zor. içeriğe ulaş mak, bestecinin düşünce kapılarını arala mak ve bütünlükte huzur vereni yakalamak
imkânı bazı toplumlarda müm kün, bazılarında mümkün ol muyor. Öte yandan koro, or kestradan kopuk olmamalı, ya kın konumlanmaklar ki bizi duysunlar.
- 50 kez Grammy adayı ol muşsunuz ve 4 kez ödülü almış sınız...
- Akademi ödülü kazanırsa nız film derhal tekrar vizyona girer. Klasik müzik üzerinden Grammy alırsanız törenden sonra çıkan repertuvar bir daha ele alınmaz. Bugün kayıt endüst risi çok iyi koşullarda değil. Birçok şirket, klasik müzik kaydı yapan iyi isimleri bile istemiyor. Kayıt yapmak zor. Halka ulaş mak için İnternet ve video teknolojileri gi bi ilginç ve yeni yollar bulmak gerekiyor. Ödüller, heykelcikler durdukları yerden tabii ki gözüme güzel görünüyor. Başka in sanların oyuyla buna layık görülmek gü zel. insanların, yaptığınız kayıttan veya konserden keyif almasını sağlamak hoş bir duygu. Seslendirdiğiniz parça aklınızda bir fotoğraf gibi kalıyor. Geçen günlerle par çanın kafanızda şekillenmesi de değişiyor. Ama önemli olan, bugün ne yaptığınız; yarın nasıl olacağı değil.
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi