• Sonuç bulunamadı

Yok edilen Boğaziçi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yok edilen Boğaziçi"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

29 NİSAN 1989

YÜZYIL ÖNCESİNİN BOĞAZİÇİ MİMARİSİ BİTKİ ÖRTÜSÜNE VE DOĞAYA KARIŞMAK

İSTER CİBİDİRYALILAR SUYUN ÜSTÜNDE YÜZÜYORMUŞÇASINA BİR İZLENİM BIRAKIR..

Boğaziçi yeşildi

1800'lerde İstanbul'a gelen Italyan yazar Edmondo de

Amicis ayrılırken, "Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan

değiştirsin ve çocuklarım seni bir gün benim sem

gördüğüm ve terkettiğim aynı delikanlı heyecanının

sarhoşluğu içinde görebilsinler" diye dua etmişti

Yalı mimarisi, sahil saraylar, kent mimarlığının İstanbul Boğaziçi’nde adeta özel bir verimi, daha doğrusu şaheseriydi.

TUZUNA yaklaşmışken İstan­ bul’a gelen Italyan edibi Ed­ mondo de Amicis, imparatorluk başkentini büyüleyici bir belde olarak yorumlar. Büyülenişine yer yer yıkık yıprak, bayındırlık­ tan uzak, karanlık, kasvetli gö­ rünümler eşlik etse bile, yazar bu kenti, bu kentin doğal güzelliklerini hayran­ lıkla ifade etmekten kaçınmaz. “Bir göl gibi dur­

gun ve mavi lon denizi”nden, “gün batışıyla yal­ dızlanmış Ege”den geçerek İstanbul Boğazı na

varmıştır, on günlük deniz yolculuğu, geçen yüz­ yılın son çeyreği.

O zamanın seyyahları için sağda Asya'nın, sol yakada Avrupa sahillerinin karşı karşıya be­ lirmesi, iki uygarlığın bir mucize gibi sarmaşma­ sıyla eşanlamlıdır. De Am icis beyaz, yeşil, pem­ be pırıltılara boğulur. Selvi, sakız, çam ağaçları, ulu çınarlar gönlünü çeler. Korular ortasında kay­ bolmuş köşklerin çatıları, süslü küçük kasırlar, gümüş alacası kubbeler gezgini heyecanlandırır. Sır ve hüzün dolu bu kentte bembeyaz birtakım yapılar ilk bakışta dikkat çekmektedir.

“Pera tepesinin en yukarısındaki Bizans Oteli’ne” inen Italyan edibi hepi topu beş saat

sonra, dalıp g ittiğ i rüyadan, sisler içindeki eşsiz İstanbul hayalinden uyanacaktır. Işık ve güzellik, bayındır alanlar gitgide seyrelir. Karmaşık bir or­ tamda yol alındığına bakılırsa, şehrin mimarisi konusu o günlerde de tehlike çanlarıyla donan­ mıştır. Mezarlıklar, harabeler, yangın enkazları... Daha da ilginci, İstanbul'un silinip giden semt­ lerle, yeni yeni mahallelere, üslupsuz binalara, yok edilen yeşillik ortasından geçmiş sözümo- na büyük yollara açılıyor olmasıdır: Günümüzde- kine benzer bir görünüm.

Gelgelelim 1874 İstanbul’unun metropol ha­ vası kolay kolay yadsınamaz:

“Her yüz adımda bir şey değişiyor. Burada, bir Marsilya mahallesinin sokağındasınız; dönün, işte bir Asya köyü, tekrar dönün, bir Rum mahal­ lesi, bir daha dönün, bir Trabzon mahallesi. Ko­ nuşulan dilden, görünen yüzlerden, evlerin man­ zarasından memleket değiştirdiğinizi kabul eder­ siniz: Fransa’dan, İtalya’dan, Ingiltere ve Rusya’­ dan yama parçaları.” (Prof. Dr. Beynun Akyavaş

çevirisi.)

Metropol havasında kendini asıl koruyama­ yan Müslüman Türk İstanbul'dur. Ahşap anlamını yitirm iştir. Handiyse yıkılmakta olan Müslüman Türk İstanbul’da pislikle yoksulluk iç içe, evle­ rin rengi solgun, çökük çardaklar, yalakları yo­ sunla örtülü çeşmeler, çatlak duvarlar, çevresi çalılarla, ısırgan otlarıyla kaplı o küçük camiler, bakımsız türbeler, kırık merdiven, daha bir sürü ayrıntı eski mimarinin ne kadar gözden çıkarıl­ dığına tanıktır. Şehir bir bakıma silüetini yitirmek üzeredir.

SAKIZ, CEVİZ, ÇINAR...

Boğaziçi'nin bir Türk köyü olduğu söylene- gelmiştir. Silüetini yitirmek üzere olan İstanbul’­ da Edmondo de Amicis de orayı öyle görür. Ana- doluhlsarı yakınındaki Küçüksu mesiresine gider ve doğuya tutkun ressamların pek hoşlanacak­ ları bir tabloyla karşılaşır. Müslüman Türk kadın­ ları mesire yerindedirler. Renk ve doğa bir kez da­ ha etkiler.

Küçüksu sık korusu, küçük deresi, çeşmele­ ri ve oraya buraya serpiştirilmiş kahveleriyle kos­ kocaman bir bahçe gibidir. Sık koruların belki de en büyük özelliği, sıcak yaz günleri, güneş ışık­ larını geçirmiyor oluşudur. Yeşilden kubbeyi yi­ ne çayırın yeşili bütünler ve koruluk yeşil bir fa­ nus çağrışımı yaratır. Seyyahın andığı ağaçlar sa­ kız, ceviz, çınar ve akçaağaçtır, hepsi de uzun ömürlü bu ağaçların şimdiki yitim i bizi elbette şa­ şırtmak...

Küçüksu'da bugünün tutucularını, bağnazla­ rını hayli İrkiltecek bir bayram havası eser. İstan­ bullu hanımlar, halayıklar, haremağaları, küçük çocuklarla birlikte eğlenmektedirler. Beyaz yaş­ maklar, erguvani, sarı, yeşil, kurşuni feraceler ge­ çer. Zaten sahile yanaşan her boyalı kayıktan ye­ ni renkler, yeni ışıklar yağmaktadır. Yerlere bü­ yük İzmir kilim leri serilmiştir. Elden ele gümüş­ lü, altınlı kaplar dolaşır. Çingeneler göbek atmak­ ta, Bulgar çobanlar şarkı söylemektedir. Müslü­ man kahveciler meyva ve dondurma koşturur. Pa­ şalar, beyler, delikanlılarla bu hareketli kalabalı­ ğı seyyah kamelya ve gül tarlalarının dalgalan­ masına benzetir. Yeşillik ve gölgelik Küçüksu’- ya tiyatro sahnesinin feerik görüntülerini kazan­ dırmaktadır, o kadar ki, De Am icis alkışlamak,

"Bravo!" diye bağırmak isteği duyar.

Giyimkuşamla Boğaziçi'nin tuhaf ilişkisine değinilebilir. Italyan edibi yakın bir gelecekte Av­ rupa modasının yerli kılığı silip süpüreceğini bi­ lir ve törel değerler adına değil, ama ressamlar için üzülür. Pembe ipekliden bol şalvar, beyaz şam ipeklisinden giysi, yeşil atlastan kuşak er- geç unutulacaktır. Ne selvi gibi narin, ne gül yap­ rağının bütün renkleriyle renklenmiş...

Nitekim iddiasız bir kitabın, Yaşadığım Boğa­

ziçi'nin yazarı iffet Evin de maşlahları anımsaya­

caktır. “Çiçeklerin, renklerin tablosunda maşlah­

ların da yeri vardı,” diyor İffet Evin. “Meşlah, es­ kiden Boğaziçi’nde veya İstanbul’un Adalar, Erenköy ve Çamlıca gibi sayfiyelerinde, hanım­ ların giydikleri ince ipekli, işlemeli, bol kollu ha­ fif ve çok zarif bir yeldirme idi.” Bahçe yolundan

eve gelen bir öbek m isafir hanım, havai mavi, -

_

___ ________________ ______ ™

açık pembe, açık sarı, fes rengi, deniz mavisi ta f­ talardan sim işlemeli maşlahlarıyla belleği yıllar yılı altüst edecektir. Salkımlar, güller... Henüz yağmacı bir yapılaşma Boğaziçi'ni kasıp kavur­ madığından sokaklar tenhadır. Dar yolun yemye­ şil bir köşesinden krem rengi ya da uçuk eflatun maşlahlı hanım çıkarak adeta bir peyzajı figürüy­ le tamamlar...

De Am icis İstanbul'dan ayrılırken Boğaziçi'­ ne tekrar sayfalarını açar. O 1874 senesinin Üs­ küdar'ı bahçelerle, köşklerle set set yükselir. O zaman gezgin yürek yakıcı, bizim için adamakıl­

lı düşündürücü bir dua mırıldanır:

“Elveda İstanbul! Aziz ve büyük şehir, çocuk­ luğumun rüyası, gençliğimin emeli, hayatımın unutulmaz hatırası! Elveda, Şark’ın güzel ve ölümsüz kraliçesi! Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan değiştirsin ve çocuklarım seni bir gün benim seni gördüğüm ve terk ettiğim aynı deli­ kanlı heyecanının sarhoşluğu içinde görebilsin­ ler.”

Sol yakada Beşiktaş’ta Barbaros'un türbesi ağaçlar ve evler arasındadır; türbeyi bir çınar top­ luluğu gölgelemektedir. Denizin üstüne doğru uzanan kahvede oturanlar, tepe yeşillikle kaplı.

Artık kentin değil, kentten bağımsız, kentin için­ de bir başka kent olan Boğaziçi’ nin manzarası hüküm sürmeye koyulmuştur. İnsan hangi yaka­ ya bakacağını bilemezmiş. Silüet iyice incelir, ye­ şil gürleşir, renkler canlanırmış. Beyaz mermer­ den sütun dizileriyle Çırağan Sarayı'nın taraça- larını uçuşan Boğaz kuşları bezemektedir. Kar­ şıda Kuzguncuk süsen çiçeğinin bütün renkle- rivle valazlanır. ________ ^ .. _______

BOĞAZİÇİ TASVİRLERİ

Fakat ille yeşil. “Küçük yeşil tepelerin eteğin­

de toplanmış veya dağılmış ve kendilerini gizle­ mek istermiş gibi görünen pek sık bir yeşillik ör­ tüsüyle örtülmüş bütün bu köyler birbirlerine çi­ çek çelenkleri gibi köşkler ve küçük evlerle, sa­ hil boyunca uzanan veya dama tahtası gibi ya­ hut kat kat düzenlenmiş ve yeşilin her türlüsüy­ le boyanmış birçok bahçe, bostan ve ufak çayır­ lıkların arasından geçip tepelerden denize kadar zikzaklar çizerek inen uzun ağaç dizileriyle bağ­ lanmıştır.” Bu muhteşem görünümün yerini yüz­

yıl geçmeden çorak, kel tepeler alacak, uzun ağaç dizilerine kıyılacak, bahçeler, bostanlar, ça­ yırlıklar öncesız sonrasız kaybolacak, çiçek çe­ lenkleri köşklerin, yalıların, evlerin mimarisi ucu­ be yapıların dehşet uyandırıcı mimarisizliğine ev- rilecektir. Akıllara durgunluk verici bir doğa ve bayındırlık yıkımı.

Bütün Boğaziçi baştan başa iskelelerle ku­ şanmıştır. De Am icis yirmi iskele sayar. İstanbul yalnız bir payitaht değil, aynı zamanda dünya başkentidir. Boğaz’ın her biri olağanüstü zarif va­ pur iskelelerine gezgin gözüyle baktığınızdaTürk hanımları, AvrupalI hanımları, zabitleri, din adam­ larını, haremağalarını, züppeleri görürsünüz. Fes, sarık, kadın ve erkek şapkası bir aradadır. Yolcu vapurundan kalabalık iner, diğer kalabalık vapu­ ra binmektedir... Beyazla deniz mavisinin uyum sağladığı bu İskeleler sadece elli altmış yıl için ­ de birer birer işlevsizleştirllecektlr. Bazılarının önünden 'kazıklı yol’ geçiyor bugün, iskeleyle ka­ zıklı yol arasında bir karış deniz ve akıntısıyla ün­ lü Boğaziçi denizi burada çerçöple durgunlaş­ mış.

Yüzyıl öncesinin Boğaziçi mimarisi bitki ör­ tüsüne ve doğaya karışmak ister gibidir. Yalılar suyun üstünde yüzüyormuşçasına bir izlenim bı­ rakır. Sarı, mavi, erguvani evlerin sarmaşıklarla, çiçek dolu taraçalarla örtündüğü gözlenebilir. Selvi, defne, portakal ağacıormanları. Italyan edi­ binden iç burkucu bir saptayım daha: “Yalılar,

köşkler, saraylar birbiri arkasına yükselir, en ya- kındakilerden en uzaktakilere kadar bütün evle­ rin arasında her şey yeşildir, her tarafta, arala- nnda çeşmelerin beyaz ortaya çıktığı ve ıssız tür­ belerle camilerin kubbelerin pırıl pırıl parladığı meşe, çınar, akçaağaç, kavak, çam, incir tepele­ ri yükselir.”

Yarım daire şeklindeki Bebek küçük bir vadi­ nin gün yeşilliğine gizlenmiştir. Sonra semt, me­ şe ağaçlarıyla örülü bir tepenin sırtlarına kadar uzanır. Karşı yakada kıpkırmızı gül bahçeleri. Anadoluhisarı'na doğru gül bahçelerinin kıpkır­ mızısına başka canlı, göz alıcı renkler de karışa­ caktır. Fıstık çamları, zeytinlikler, hatta bağlar Boğaz'ın köyleri boyunca bir geçit töreninin duy­ gulanımlarını bırakır.

Geçit töreni sürüp gider: “Bu, bahçelerle taç­

lanmış incirköy’dür, Incirköy’ün yanında, bir or­ manın içine saklanmış gibi duran Sultaniye, Sul- taniye’den sonra, bahçeler ve bağlarla çevrilmiş, koca ceviz ağaçlarının altındaki büyük Beykoz köyü. (...) Beykoz’un öbür tarafında, uzakta, artık büyük yeşil bir halının üzerindeki sarı ve kırmızı çiçek yığınından başka bir şey değilmiş gibi du­ ran, eski Ameae, Yalı köyü var. Ama bu, büyük tablonun sadece bir taslağıdır.” Tabloyu her ik­

limin bitki örtüsü, suyun eşsiz görünümleri, o çağlayanlar, dereler, o su yolları, daima bahçe­ ler, kat kat bahçeler, koyu gölgelikler, denize var­ dıkça beliren hepsi de beyaz yelkenler, yelkenli­ lerin akıp gidişi usul usul tamamlar. Nihayet ba­ tan güneş gökyüzünü uçsuz bucaksız pembeye boyayacaktır

Seyyahın duasına kimse kulak asmaz: Deği­ şirken özelliklerini korumasını kent de, Boğazi­ çi de çapulcuların eline düşmüşçesine harap edi­ lir. Önce ahşabın tarihi silinir. Ne var ki zamana dayanıklı yapılar da göçmeye, kavşamaya mah­ kûmdur: Bir zamanların “Korent alınlıklı ve be­

yaz mermer sütunlarla süslü binalar"ı yok olur,

o beyaz mermer sütunlar yeni zengin evlerine inanılmaz bir eklektizm örneği şeklinde ilave edil­ mek istenir. Derken sıra yeşile gelecektir. Yeşi­ lin saldırıya uğrayışı, eşine ender rastlanılacak bir doğa düşmanlığıdır.

Belki de asıl bu acıklı öyküyü anlatmak gere­ kiyor.

Daha bu yüzyılın ortalarına kadar İstanbul.bir deniz şehri, bir su beldesiydi. Kentin peyzajı da doğanın bu eşsiz armağanından alabildiğine yararlanıyor, İstanbul'da ya­ şayanlar gözü daima okşayan görüntülerle her fırsatta yüz yüze geliyordu.

(2)

30 NİSAN 1989

DİZİ YAZILAR:

ÇAMLICA ANCAK RECAİZADE MAHMUT EKREM'İN "ARABA SEVDASI”

ROMANIYLA TASVİRİNE KAVUŞACAKTIR

Romanlara geçen Boğaziçi

Tarabya'daki Summer Palace, Mehmed Rauf'un “Eylül" romanında bir yalnızlık mekânıdır. Yaz günlerinde şenlenen otel,sonbaharla birlikte boşalır. Summer Palace bugün hatırlanmıyor bile:

0 0 zavallı Göksu, Mehmed Ra­

uf'un "Genç Kız Kalbi” adlı ro­

manında da Pervlnin kalbini

oynatacaktır

# Göksu'yu şimdi görünüz-. Bos-

tanlara, mısır tarlalarına sey­

rek

seyrek

rastlayacak

olursanız, hele derenin dur­

gunlaşmış suyunda bir arılık

gözünüze çarpıyorsa sevinç­

ten deliye dönüyorsunuz.

Göksu, mavi su...

1

9’uncu yüzyılın son çeyreğinde ya­yımlanmış ilk romanlarımız, konunun geçtiği ana mekânların tasviriyle baş­ lar. Namık Kemal’in “intibah”ında Çamlıca’nın betimlenmesi, böylesi bir modanın ya da eğilim in doğması­ na yol açmış gibidir. Ne vâr ki, inti­ b a htaki Çamlıca, edebiyat tarihçile­ rinin saptayımıyla yöresel özellikle­ rinden soyutlanmış, tepeden deniz görür herhangi bir mekân gibidir. Çamlıca, ancak

Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası” ro­

manıyla tasvirine kavuşacaktır.

Boğaziçi’ni kuş bakışı gözler önüne seren Çamlıca Bahçesi'nin açılışı, promenad yeri olu­ şu, 1870'lerde bütün İstanbul’u meşgul eder. Bahçede, çınar, kavak, mobilya, salkımsöğüt, at- kestanesi familyalarından genç ağaçlar bulun­ maktadır. Kameriyemsi bir yapıda çalgıcı takımı, küçük kulübelerde meşrubat satan büfeler, bir lâk, bir adacık, çitten yapılma doğal köprüler, dal ve kütüklerden inşa olunmuş zarif bir köşk... Bu bahçenin gece gündüz pek moda bir gezinti yeri olacağını sezen büyük aileler, Bulgurlu'da, Kısık- lı’da, Bağlarbaşı'nda köşkler edinirler. Recaiza­ de, herkeslerin Üsküdar'dan, Kadıköyü'nden, Bey­ lerbeyinden, hatta uzaklardan, Boğaziçi'nden Çamlıca'ya geldiklerini söyler. Çamlıca’da, süs­ lü hanımları, şık beyleri gezdiren birkaç yüz ka­ dar araba...

Bu gezintiler Çamlıca’ya olduğu kadar ve da­ ha çok Boğaziçi'ne yapılmaktadır. Gerçekçi bir tornan yazma kaygısındaki Nâbizade Nâzım da,

Zehra’ya “Boğaziçi” betimlemesiyle yön verir.

Yüzyıl sonunun herhangi bir yılında betimlenen

“ Boğaziçi”, o mevsim havaların hep ilkbaharı an­

dırdığı bir yazla yaşanmaktadır. Bütün Boğaziçi, tazelikle, iç açıcılığıyla dolup taşmaktadır. Rume­ li ve Anadolu “ sahilhaneleri” (yalı) siime dolmuş­ tur. Bu yalıların kim ileri kiralıktır. Erken davran­ mayanlar, değil kiralanacak yalı, “bir evcik" bile bulamamışlardır. Gündüzler apaydınlık, geceler yıldızlıdır.

Göksu Deresi, Beykoz, Büyükdere Limanı, Küçüksu, Kefeliköy, Sultaniye çayırları, Sarıyer'­ in suları, Kavaklar ın Sütlücesi artık inanılmaz gü­ zelliktedir. Boğaz'ın kıyıları nice zamanların akın­ tılarıyla şekil kazana kazana yılankavi bir harita çizer. Tepelerde gölgeli orma/ıcıklar, korular ade­ ta yorgunluk gidermektedir. Sahil boyunca uza­ nan bazı koycuklar, vadiler “bu manzaraları gö­

ğüs geçir geçire temaşa” edenleri ince duygu­

lara, duygulanışlara çekmektedir.

Nâbizade Nâzım, İstanbul’a İlk gelen herhan­ gi birini düşünür. Doğa güzelliklerine vurgun o l­ duğunu varsaydığı bu kişi, Fener’ler hizasından Boğaziçi’ne girdikçe yürek çarpıntılarına tutula­ caktır. Denizle gökyüzü burada birbirine benzer, birbirine karışır. Nihayet ay ışıklı gecede en az 300 kayık denizde bambaşka bir âlem yaratır. Ke­ man, kanun, nısfiye, tef, ud, mandolin... Bebek Koyu’nda, Emirgân önlerinde, Kalender’de, yalı­ larda, köşklerde eğlence sürüp gider.

PARLAK MEHTAPLI GECELER

Yazarımız, Büyükdere’ye, Tarabya’ya, Yeni- köy’e ufak çapta olumsuz eleştiriler yöneltir. Bu semtlerde, Boğaz’ın bu köylerinde o günün mi­ marisi birdenbire değişiklik göstermiş, değişime uğramış ve doğayla uyumunu bir ölçek yitirm iş­ tir. Neyse ki, söz konusu yitiriş, “sanatın şu gay­

reti tabiat güzelliklerini" yenememiştir.

O zamanlar bağları ve çam ormanlarıyla ünlü Yeniköy, kayalık sahil üzerinde, Rum, Ermeni ai­ lelerinin yaşadığı bir köydür. Tarabya’da ise pek Avrupai bir görünüm karşımıza çıkacaktır. Kıyı şeridi boyunca lüks kahveler, monden oteller, görkem li konutlar, az beride, Fransa, İtalya, İn­ giltere sefarethaneleriyle Tarabya, Boğaziçi'nde, Büyükdere'yle birlikte bambaşka bir resim gibi­ dir. Büyükdere'deki konutların her biri, göz ka­ maştırıcı bir zenginliğe işaret eder. Saraylar, ka­ sırlar, villalar yanyanadır ve bu ihtişam silsilesi, Boğaziçi'nin öteki semtlerindeki huzur, dingin­

lik dünyasından epey farklı bir yaşama biçim ini de simgelemektedir.

Zehra'nın yazılışından yarım asır önce İstan­

bul'u ziyaret eden Lamartine, söz konusu semt­ leri daha başka gözlemlerle değerendirmiştir:

“Karadeniz’e dökülmek İçin akıp gittiği buru­ nun çevresinde dolanan Boğaziçi, İki karanlık da­ ğın eteğinde, şirin Tarabya şehri, saray ve yalı­ lardan kurulu bir perde gerer. Yapılarla deniz ara­ sında güzel bir rıhtım var. Beş büyük, üç küçük yelkenli ile iki buharlı savaş gemisinden kurulu bir Rus filosu, Rusya Sarayı önünde demirli; bu gemiler, Büyükdere’nin evleri, güzel gölgelikleri karşısında sular üstüne kurulu bir şehir gibi. (...) Solda, bir teki bile bütün bir alayın askerlerini gölgeleyecek büyüklükte harikulade çınarlar kü­ mesi ile güzel Büyükdere Çayırı; tepenin üstleri­ ni dantela gibi oyan Rusya ve Avusturya elçilik saraylarının haşmetli ormanları; gülleri ve leylâk­ ları taraçalardan dökülen, rıhtımdaki balkonlar­ la süslü yalılar kalabalığı; dallar, çiçeklerle dolu kayıklarda boyuna gelen ve giden çocuklu Erme­ ni aileleri...” (Nurullah Berk çevirisi.)

Lamartine, Büyükdere’de bunları görür. Oku­

duğunuz yazı dizisini kaleme alan kişiyse, 2 yıl önce, yani 1987'de bir Boğaziçi gezintisi sonra­ sında güncesine şu satırları eklemiştir:

“Bebek'ten başlayarak, yol boyunca, Çin lo­ kantaları, Japon lokantaları başgöstermişken; Tarabya’da Arap sosyetesiyle yüz yüze gelinmek­ tedir. Birbirinden cazip entarileri, çarşafları, meb­ zul miktardaki çocuklarıyla sosyete, Tarabya’da bir aşağı, bir yukarı, dondurma yalaya yalaya do­ laşır. Yüzyıl başlangıcında Necip’in Suat’ı tahay- lül ettiği (Eylül romanı) eski otelin yerine kurulmuş yenisi, bir süre yeni zengin Türk sos­ yetesinin düğün salonu ve ilk gece taleplerini gi­ dermiş, bugünse — 'casino’su bir yana— çokluk Arapların misafirhanesi olup çıkmıştır.”

Aynı gün, bir zamanların Büyükdere'sinden

günümüzdekine, aynı kişinin saptayımı:

“Cadde boyunca ucube onanmlardan geçmiş bazı evler, emlak komisyoncusu kapılarında Arapça yazılar... Denize bir dakikalık mesafede, koru yamaçlarındaki apartman sitelerinde özel yüzme havuzu vardır. Doğa, yapayıyla yer değiş­ tirmektedir. Bir zamanlar Avrupai yaşayışın tem­ silcisi ve kılavuzu sefarethaneler suskunluğa gö­ mülmüştür. Kozmopolitliğin sağlayabileceği renk çokluğundan pek de eser kalmamıştır.”

Fakat parlak mehtaplı geceler yine yaşan­ maktadır Denizde 300 kayık ve alaturka musiki değil; karada sayısız otomobil, tekdüze disco mü­ ziği, tavernalardan yollara taşan ne arabesk, ne şu, ne bu, taverna müziği... “Yandan-yandan Rüs-

tem Bey! Haydi, oyna yavrum!”

Lamartine’in gördüğü Büyükdere'de, doğa, dinginlikle hırçınlık arasında ürperti verici bir gel gite kapılmıştır. Karadeniz’in sisli çevrenlerine, koyu renkli, göklere yükselen ormanlar karışır. Köysüz, evsiz yeni dağ zincirleri. Koyu mavi su­ larda kayalıklar uzadıkça uzar. Birden bastıran fır­ tınalarda deniz bu kayalıkları dövmektedir. Yağ­ murlarda o koyu, kopkoyu ormanlar yeniden ha­ yat bulmaktadır.

Lamartine, “Asya kıyısı”nda eşsiz bir resim­

le, bir peyzajla yüz yüze geldiğini de söyler: “sa­ dece dağlar, dağları birbirinden ayıran boğazlar,

kayalıkların köklerine oyulmuş, çimenlerle süs­ lü küçük vadiler, ovalarda kıvrılan dereler, beyaz köpüklerini saçan seller, kıyının çeşitli körfezle­ rine kadar inen ormanlar van bir görünüm ressa­ mı fırçasının bulamayacağı değişiklikte bir biçim, renk, yaprak ve yeşillik topluluğu..."

GÖKSU’DA VENEDİK GONDOLÜ

Boğaz’ın Anadolu yakası, olasıya dinginliği, yalınlığıyla 19’uncu yüzyıl sonunda yalınkat garp­ lılaşma taraftarlarını tedirgin edecektir. Halit Zi- ya’nın Aşk-ı Memnu’unda Göksu Deresi'ne me­

sireye gidilir. Adnan Bey'le, çok genç karısı Bih-

terim birinci evlilik yıldönümüdür; dört sandal, iki

aileyi, Adnan Bey ailesiyle, Melih Bey takımını Göksu'ya getirir. “Tenha bir gün olmak üzere” perşembe seçilm iştir.

Adnan Bey’in bacanağı Nihat Bey, kendinden

menkul teşebbüslerin adamıdır. Yükselme hırsıy­ la dolup taşan bu genç adam, yükseliş uğruna her türlü çirkinliği göze almaya hazırdır. Çevre­ sini değerlendirişte de bu sakat tutum belirecek:

Nihat Bey’in Göksu'yu kalkındıracak girişimci dü­

şünceleri vardır. Adnan Bey'e Göksu'nun tıpkı Venedik ya da büsbütün karma bir eğlenti yeri gibi yeniden kurulabileceğini söyler. Bu önerisin­ de kendi kültür düzeyinin eklektik özelliklerini de dışa vurur. Göksu'da gondollar, Çin'den, H int'­ ten, Aden’den, Japon'dan alınmış köşkler, Vene­ dik sarayları... Halit Ziya, Nihat Bey’in söylemin­ den yararlanarak, Boğaziçi’ni git git özelliksizleş- tirecek, bugünkü inanılmaz görünüşüne sürük­ leyecek tavrı bir b ilici gibi, kâhin gibi, 90 yıl ön­ cesinden söylüyor:

“Bilmem, dere, yapmak İstediğim şeylerle gözlerinizin önüne geliyor mu? Denizin suların­ dan İstifade etmek, dereye o kadarcık bir derin­ lik vermek kâfidir zannediyorum. Sonra bunun İçin mini mini muşlar (çatana), zarif gondollar, dünyanın muhtelif memleketlerine mahsus bin türlü kayıklardan sandallardan bir numune koyu­ nuz, burasını bir küçük gemiler meşheri haline getiriniz. Sahillere de Çin’den, Hint'ten, Aden’­ den, Japon’dan alınmış köşkleri koyunuz; mesela şurada hurma ağaçlarının ortasında bir pagod

(Uzakdoğu tapınağı biçiminde, kat kat, saçaklı köşk), bir kenarda eteğine bir gondol yanaşmış

bir Venedik sarayı... Gûya bu dere şark ve gar­ bın, şimal ve cenubun, nafais sergisi olsun, bu muhtelif şeylerin gölgeleriyle televvün ederek akıp gitsin. Sahillerinde elektrikle müteharrik omnibüsleri koşarken bir taraftan esiri bir balon yükselerek, Boğaz’ı, İstanbul’u, Hallç’i, Adalar'ı, Marmara’yı seyretsin, isterseniz bunu sırtında minimini bir köşkle, bir fil, çıplak ayaklarıyla Hintlilerin omuzlarında bir tahterevan, bir Arap mahmili, geyik koşulmuş bir kızak, daha bilir mi­ yim, dünyanın her tarafından bir şey ilave ediniz. İşte o zaman buraya bir mesire diyebilirsiniz...”

Bu şizofrenik rüya, birtakım eksikliklere kar­ şın bugün gerçeklik kazanmıştır. Filleri, geyikleri de yakın bir gelecekte, tahterevanlarıyla, mini m i­ ni köşkleri, kızaklarıyla Boğaz sırtlarındaki yeni zaman yapımı sitelerin yollarında, bahçelerinde görmemiz pek muhtemeldir.

O zavallı Göksu, MehmedRauf’un “Genç Kız

Kalbi” adı romanında da Pervln’ln sinirini oyna­

tacaktır. Pervin, Göksu'nun, İstanbul'un en kibar, en zarif bir eğlenti, seyir yeri sayılmasına anlam veremez. Göksu'da, çok şık kayık ve sandallar, bostanlar, mısır tarlalarıyla çevrili kıyılar boyun­ ca dolaşmaktadır.

Göksu’yu şim di görünüz; bostanlara, mısır tarlalarına seyrek seyrek rastlayacak olursanız, hele derenin durgunlaşmış suyunda bir arılık gözünüze çarpıyorsa, sevinçten deliye dönüyor­ sunuz. Göksu, mavi su...

Tarabya Koyu’nda otomobiller, yatlar, sıra sıra İçkili lokantalar ve otel... Eski Tarab­ ya'nin kendine özgü levanten dünyası bugün arabeskleşiyor, Doğu-Batı sentezinden anladığımız da bu olsa gerek...

(3)

1 MAYIS 1989

DİZt YAZII4AK

Tarihim izle sık sık övünürüz ama, tarihi günüm üze bağlayan eserleri korumayı

asla önemsemeyiz. Doğrudan doğruya tarihle övünenlerim iz esere düşm andır

Köklü

geçmişinden,

özel

uygarlığından,

başlı başına bir

kültür beldesi

olduğundan

onca söz açılmış

Boğaziçi, böylesl

niteliklere sahip

hiçbir beldede

örneğine

rastlanmayacak

bir kıyıcılıkla,;

yok edişle yüz

yüze gelir

R

UŞEN Eşref Onaydın Ağustos sonunda Boğaziçi’nde sabahla­ rın biraz daha geç doğduğunu, akşamların daha çabuk bastırdı­ ğını görerek sonbahara adım adım yaklaştığımızı belirtir. Su­ lar şimdi daha hızlı çağıldamak­ tadır. Onu bütün Boğaziçi'nde gezdiren sandal Ağustos sonu

günü Göksu'ya da uğrar. Yazar Göksu üzerine ta­ rihimiz boyunca ne çok kişinin yazıp çizdiğini dü­

şünür. Evliya Çelebi, Nedim, Recaizade, Tevfik Fikret... Elbette Yahya Kemal. Comtesse de No- ailles, Lucie Delarue-Mardrus, Pierre Loti, The- ophille Gautier gibi yabancı edipler. Bir gün biri çıkıp bir Göksu kitabı meydana getirse, yaprak­ larında Van Mour'un, Kastellan'ın, M eling'in re­ simleri, estampları göz okşayacaktır.

“Ona yaklaştıkça, birde kendinden gelen ma­ nayı dinliyorum. Görüyorum ki ona apayrı benli­ ğini veren en başlıca hususiyet, bir coğrafya şek­ lidir.

“Boğaz’ın en dar yerindeki bu karşılıklı man­ zara, tabiat kadar tarihle de süslü. Ona, şiirin ver­ diği bütün bir tarih güzelliği kadar tarihin verdi­ ği bir şiir güzelliği de, bir peyzaja seyrek nasip olur eşsiz üstünlükte, bir zenginlik katıyor.”

Boğaz'da yalnız yeşil, ağaç, koru, doğa göz­ den çıkarılmamıştır. Tarihimizle sık sık övünürüz ama, tarihi günümüze bağlayan eserleri koruma­ yı asla önemsemeyiz. Doğrudan doğruya tarihle övünenlerimiz esere düşmandır. Göksu'daki ta­ rihi eserlerin de çoğu bugün kayıplara karışmış durumda. Sonra yalılar. 1928 yılı Ağustos sonu gününde Ruşen Eşref, yalıların yakın gelecekte ‘yeni’ mimariye kurban edileceklerini sezinler:

“Birkaç kürek daha sonra, çürükleşmiş bir su ko­ kusu teneffüs ediyoruz. Bu havanın içinde, bir ya­ lıyı tepesinden paralamaya başlamış enkazcıla- n, yırtıcı kuşların ağır ye keyifli yiyişleri ile temel­ lere doğru iniyorlar: Üzgün sudan bir akis daha eksiliyor, sanki kocamış bir hafızadan bir hatıra­ nın daha nasıl silindiğini görüyoruz.”

Bu yıkımlar, bu paralayışlar git git dehşet ve­ rici bir görüntü sunacaktır. Köklü geçmişinden, özel uygarlığından, başlı başına bir kültür beldesi olduğunda onca söz açılmış Boğaziçi, böylesi ni­ teliklere sahip hiçbir beldede örneğine rastlanı- lamayacak bir kıyıcılıkla, yok edişle yüz yüze ge­ lir. Yeniden yapmak edimi, burada, o köklü geç­ mişi, özel uygarlığı, kendine özgü kültürü, daha acısı coğrafyayla sosyolojiyi bir arada ve bir da­ ha geri gelmemek üzere yerle bir eder.

Oysa o mevsimlerde Boğaz ın semtlerinde gezinen Ruşen Eşref, “mesela, akasyaların çiçek

açmış bulundukları bir gün”u unutamaz. Bend-

ler yolundadır. Akasyalar som ilkyaz gelmeden bembeyazlılıklarını sezdirmişlerdir. Baharın yarı ılıklaşmasına kapılan bademler birden çiçeklenir, güneş yol boyu altın bir toz serper. “Yaz sonları­

na doğru bir gün” Anadolu yakasında bir kahve.

Boğaziçi kahvesinde tahtaboşun suya ilerleyişi, suya kavuşması. Burada sardunya ve hortansi- ya saksıları, nar rengi bir parmaklık önüne dizili durmaktadır, Çınar yaprakları kahveye adeta ye­ şil bir tente örter. Deniz suyu çırpıntıları sanıldı- ğınca tekdüze değildir, dikkatli gözlemci önünüz­ deki denizin koştuğunu, usul usul fark eder ve bu koşan denizde yürüyormuşçasına bir sanıya kapılır.

Sıra yalıların bahçelerinde bir manolya ağa­ cı Eylül sonunda bile hâlâ çiçekli durmaktadır.

“O bahçelerde yaz mevsiminin, bu derece geci­ kecek kadar oyalanmış olmasına insanın İnana­ mayacağı gelir.”

Lise son sınf edebiyat kitaplarında Mehmed Rauf'un Eylüf’ü ilk psikolojik roman olma n ite li­

ğini bugün de koruyor. Eylül de Süreyya ile Su­ at, Bakırköy'ünde bağevinde birbirinin hep aynı günler geçirirler, Süreyya için sıkıcı bir hayattır bu. Suat kocasını mutlu kılmak isteğiyle Boğa­ ziçi'nde Yeni Mahalle'de ufak bir ev kiralar. Ora­ da bütün bir yaz ve Eylül geçer. Karıkocanın ya­ kın arkadaşları Necip sık sık yazevine gelmekte,

Genç Werther'in Acıları’nı çekmektedir. Eylül bu­

nunla birlikte yalnızca ruh çözümlemelerinin ro­ manı değildir, Boğaziçi'nin pitoreskiyle şaşırtı­ cı bir gönül bağı kurmuştur.

Geçen yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başlangı­ cındaki Boğaziçi Mehmed Rauf'a uçsuz bucak­ sız tasvir olanakları sağlar. Sözgelimi o zaman­ lar Kanlıca, Çubuklu gibi köyler eski itibarlarını yitirmek üzeredir. Asıl zenginler, asıl kibarlar Ta- rabya’yı, Büyükdere'yi tercih ederler, Büyükada1- ya akın başlamıştır. Ne var ki bu seçimlerin bir öz yitim ine gebe kaldığı pek fark edilmez. Eylül'- ün kahramanları "fildişi yuva" diye tarif ettikleri evi boş yere Yeni Mahalle'de aramamışlardır: Kanlıca'dan uzak, Büyükdere'ye hayli yakın.

Süreyya küçük yalının balkonundan Boğazi­ ç i’nin peyzajını “çok büyük, geniş” bir göle ben­ zetir. Süreyya, Suat ve Necip balkonun kenarına kadar yürürler. Henüz yazdır. Hafif bir rüzgârın okşamasıyla “dalgacıklanan” deniz, güneş altın­ da durgun, baygın uzanmaktadır. Dalgacıklar gü­ neş ışınlarıyla gümüş yaylar halinde gerilir. Işık oyunları, tepelerin her birinde başka gölgeler, gölgelenişler yaratıp eflatun, kurşuni, sarı dağ çizgileri çizmektedir. Sonunda deniz ateşten renkler edindiğinde, kıyıda kesin bir sessizlik sal­ tanat kurar.

Rüzgâr bir durur bir başlar. Başladıkça, bal­ konun bir tarafındaki tentenin çırpınarak patırda­ dığı işitilir. Zaten yaz çabuk bitecek, Boğaziçi'­ nde Eylül hissedilecektir. O zaman rüzgâr “ Ka­

radeniz’in bütün hiddeti ve körpeliği ile tepeler­ den koparak” saldırır.

Necip’in Yeni Mahalle'de m isafir kaldığı gün­ lerde Büyükdere'ye çıkılır. Suat siyah, beyaz ve kurşuni renklerle satrançlı küçük şemsiyesini açar. Sandal gezintisinde çırpıntılı sesler bitevi­ ye musiki gibi dağılır, oyalar. Beykoz çayırında birçok çiçeklerin, otların katımlanan kokusunu genizlerine çekerler, serin, taze, yaş çayır, sarı çiçeklerle bir fulya tarlasını anımsatır. İlerledik­

çe o sarı çiçeklere kırmızı, mor, beyaz çiçekler, kırçiçekleri de eşlik eder ve hepsi rüzgârla bay- raklanarak bol yeşil ortasında uçuşur. Dere ke­ narında yeşil söğütler damla damla ağlar. Şimdi mor ve beyaz çiçekler ayrı ayrı öbeklenmektedir. Mehmed Rauf bir seccadenin incelikli m otifle ri­ ni alımiar.

Tarabya’da, kıyıdan geçen bir römorkörün se­ si handiyse adım adım sayılmaktadır. Sığ sahil­ de kumlar camgöbeği bir alaca bırakır. Sığlıkta, hatta derinlere doğru en ufak taşlar bile elle gös terilecek kadar seçiktir. Buradaki kırmızı duba suda kanlı akisler bırakır. Derken deniz, rüzgârın kırıştırmasıyla kimileyin yeşil, kimileyin mavi, ki- mileyin mor, kimileyin çok açıklarda bile filizidir. Akşam olmaktadır. Büyükdere koyunun üstünde hafif dumanlarla sarmaşarak güneş, bir kırmızı b illu r gibi kararır. Denizin kokusu şimdi varlığını daha yoğun hissettirecektir.

Necip ayışıklı gecede yalnızlığını büsbütün duyumsar. Beyaz bir sis çizgisi alçak, ağır kıyı­ lara sokulur. Deniz ayışığının gümüşi parıltısıy­ la giderek kararmış, iyice kararmış, vahşi, pek vahşi bir görünüm edinm iştir. Beyaz sisle, siya­ hında lacivert yaldızlar çakan bu vahşi deniz cenk eder gibidir.

Sonra yağmurlar da başlar. Gökyüzü duman rengidir, damlalar “bir ağaçtan meyve düşer g i­

bi patırdayarak nazla düştükçe yolların biriken toprakları delik deşik olarak hafif bir toz” kalk­

maktadır. Boğaziçi yağmurda, deniz kadar top­ rak da kokar.

KIRLANGIÇLAR DA GİDER

Yağmur öncesinde Boğaziçi ansızın değişir. Sözgelimi sandal süratle yükselmeye başlar. Va­ di üzerindeki bulutlar hızla yaklaşır ve rüzgâr ar­ tık ıslak esmeye koyulur. Artık kırlangıçlar da gi­ der.

Ekim... “Bu ay sabahları sisler, sisler yırtan

canavar iniltileriyle vapurlar, buhan andırır gibi iken birden bütün mevsimlerin renkleriyle can çekişip nihayet siyah bir kış akşamıyla bunalan günler ile” ölünceye kadar hatıraya nakşedilmiş

kalacak bir sonbahar ayı.

A.Hisarı’nın bu eski peyzajı Boğaziçi uygarlığının son günlerini saptıyor. Çok değil, on-on beş yıl sonra Küçüksu’ya doğru uzanan bu şerit bütün bütüne ihmal edilecek. Çok sonraları yeniden onarım çalışmalarına başiansa bile sonuç eski peyzaja benzemeyecek. Mehmed Rauf Eylül'den senelerce sonra yaz­ dığı Genç Kız Kalbi’nde Boğaz'ı eskisi kadar gü­ zel, eşsiz bulmayacaktır. Son güzelliklere tanık­ lığını da unutmuşçasına doğa, çevre kirlenmesi­ ni, işte Göksu'nun kokuşuk bir dere olup çıkışı­ nı acımasızlıkla dile getirir. Herkesin ayılıp ba­ yıldığı, yabancı sefirlerin bile aileleriyle üşüştük­ leri Göksu, hazin sonuna doğru yaklaşmaktadır. Üstelik yabancı sefir aileleri oraya güzelliği de­ ğil,Türklerin nasıl eğlendiklerini görmeye, azıcık da hava almaya gelir olmuşlardır. “Çünkü siz on­

ların böyle kokmuş değil, hakikaten cennet ka­ dar güzel ve ne kadar temiz ne dereleri vardır, ve bu derelerde ne temiz ve ne güzel eğlenceleri ol­ duğunu bilseniz...”

Boğaziçi'nin suları da dereleri ölçüsünde et­ ki bırakmıştır. Bir zamanlar sulara gitmek başlı başına bir üslup sorunuyken, günümüzdeki man­ zara varılan noktayı her anlamda gözler önüne se­ rer. Beykoz sırtlarına, oradaki içme sularımıza gi­ din. Su başında kendin pişir-kendin ye et çevrili­ yor, rakı içiliyor, pijamalarla oturuluyor, lastik sa­ bolarla dolaşılıyor, plastik bidonlara su dolduru­ luyor. 1902 kışını Sarıyer'de “sulara giden yolun

üstünde”, ahşabı kararmış bir köşkte geçiren

Yahya Kemal, bu köşkteki işret sofralarından bahsederken, saz ve söz müdavimlerinin iyi bir musiki dinledikleri gibi, hiç de yabana atılmaya­ cak meseleleri, özellikle sanat konularını tartış­ tıklarını ifade eder. O musikinin yerine şimdi Em­ rah ya da Küçük Ceylan dinlenmekte.

Yine Ruşen Eşref sandalla geçip giderken

Anadolu yakasında bazı yalılar görür ki tümü de ya suyun b ittiğ i yerde başlamakta, ya da yalıla­ rın başladığı yerde su durmaktadır. Suyla bunca

içli dışlı yalılarda, “Bazılarının, üç ayak merdiven­ le denize inilen ve mermer basamaklarım deni­ zin ara sıra yükselerek ince sesli köpüklerle ıs­ latıp temizlediği engin gölgeli sofralannda insan­ lar, önlerindeki su gibi uslu ve düşünceli duru­ yorlar. Sandaldan da seziliyor ki az ve yavaş ko­ nuşuyorlar. Ihtiyariarırıin başında yemeniler... Şe­ hirden yeni dönüp de bir erguvanın altında din­ lenen geçkince hanımların omuzlarında siyah çarşaflar...”

O zamanki Boğaziçi’nin mutlu bir azınlığın te­ kelinde olduğunu düşünmek mümkün. Ne var ki günümüzün Boğaziçi mutlu azınlığıyla oranlana- mayacağı da kesin bir gerçeklik.

Kamunun yararlanabileceği alanlarda ise bambaşka bir yaşama tarzının verilerini yakalıyo­ ruz: Beylerbeyi'nde işkembeciler, tavukçular ayak üstü yemek ihtiyacını gideriyor. Kanlıca yo­ ğurtçusunun az ötesinde kıymalı, sucuklu, pas­ tırmalı pideci tabela asmış. Birahaneler-biraha- neler... Ve birahanelerin önlerinden geçen, ama artık erguvan ağaçları altında oturmayan, bu yüz­ den de çarşaflarının siyahı sanki başka bir siyah, kara çarşaflara bürünmüş hanımlar.

Çubuklu'da tepelere lüks villa inşaatları ege­ menlik kurmuş; Anadolu yakasının koruları yer yer göz açıp kapayana ortadan kadırılmakta, çıp­ lak alanlar yeni lüks villa yapımlarına hazır tu tu l­ makta. Vilların berisinde, sağında solunda gece­ kondu mahalleleri; gecekonduların küçümen bahçelerinde saksı çiçekleri mazinin görkemli bahçelerini elbette hatırlatmıyor, fakat hiç olmaz­ sa bir avuç çiçek. Zira Beykoz’un iyice sırtlarına vurup sarp yollara karıştığınızda, çamlıklar için ­ deki inanılmaz çöplük yöresini görecek, çam ko­ kusu yerine leş kokusu duyacaksınız. Gecekon­ duların bahçelerine razı olun...

TASIN: YOLLAR,

BAHÇELER, RIHTIMLAR

Boğaz’daki yeşil kıyımı önce yamaçlarda, tepelerde başlamıştır. Gecekondular birer- ikişer biter. Gecekondularla iç içe beliren günümüzün IOks"villa"larıysa yeni zengin­ liğin kökenine işaret ediyor... '

(4)

2 MAYIS 1989

;OT7T YAZIT A P

PIRNALI BOL YERLERDEKİ BÜLBÜLLER, İSPİNOZLAR, SAKA, İSKETE, FLORYALAR, SERÇELER,

BAŞTANKARALAR GİTGİDE YAŞAYAMAZ OLUR...

Yollar, bahçeler, nhhmlar

•B u g ü n k ü Boğaziçi'nin bayındır­

lıktan uzak görünüşünü, üslup­

suz yaşamasını, inanılmaz kültür­

süzlüğünü, yoz değerlerini oluş­

turanlar ise yine büyük kitleden

sivrilmiş, benden sonra tufan sa­

vaşımlarıyla para kazanmış, gös­

termelik, düzmece girişimlerle

Boğaz a yeni çehre verdiklerini

sanmışlardır

R

UŞEN Eşref Boğaziçi’nin bah­çelerinden de geçip gitm iştir; o bahçeler bugünün Boğaziçi parklarına benzemez, o bahçe­ ler sanki uzak bir geçmişte kal­ mıştır... Bahçelerden yaprak hı­ şıltıları işitilir, gölge dalgalanış- ları boyuna yer değiştirerek göz okşar. Bazı günler deniz ada ça­ mının kokusunu çağrıştırırken, ıhlamurların, türlü çiçeklerin ve bütün yaprakla­ rın kokuları da gelip çarpar. Kucak dolusu demet­ lerle doğanın büyük armağanı çiçeğin renk cüm­ büşü bir kez daha karşınıza çıkabilir: “ Erguvan­

lar, zambaklar, hanımelleri; daha sonra da güller, karanfiller; bir sabah da bunların renk renk kıv­ rımları arasında dik yapraklarının parıltısı içinde tepeleme dolgun manolyalar, o beyaz alevler!.. Sonra da hortansiya demetleri; ta lüle lüle krizan­ temlere kadar mevsimlerin yürüyüşünü bildiren koku ve renk kervanı...”

Çiçeğin yanı sıra meyve. Mesela sepetteki ç i­ lek kimileyin küçük bir gül ehramını hatırlatmak­ tadır. Kayısılar altın, şeftaliler yanak allığında, in­ cirler dudak yumuşacığındadır.

Yol boyu giderken, buz renkli çamlarla, gök­ yüzüne engin fıskiyesini yayarak yere engin göl­ gesini döken çınarla, yelpazeleri andırır fıstık çamlarıyla, yaprakları altında dikenli fiske topları gizleyen atkestaneleriyle, kelebek yapraklı ve üç gövdeli ıhlamurla, testere yapraklı aylandosla, iç çeken serviyle, yeşil çadırlı cevizle ve nihayet avi­ ze kristalleri gibi sarkan, akan, titreşen salktmlı çamla birlikte olacaksınız. Bu ağaçlıklı yollar uza­ dıkça uzar, nerelere vardıklarını yeşillikler bilir, bu yollar hatıralar gibi, duman gibi dalgalanır, dalga gibi savrulur. Birkaç ışık öbeği, dökülmüş yapraklar, sonra yeniden körpe renkli yeşil.

Büyük Çamlıca’da, Küçük Çamlıca’da, Yuşa - da yine kestane ağacının yanı sıra, daha otuz kırk yıl öncesine kadar karaağaç, gürgen, akasya, diş­ budak korularına rastlamak olasıdır. Ne var ki, çınarlar, dişbudaklar, ıhlamurların tahrip edilme­ sine de aynı zamanlarda başlanmıştır. Dört yüz­ yıl yaşamış ağaç gönül rahatlığıyla ortadan kal­ dırılır. Yabangüllerinin, leylakların karmaştığı ça­ lılıklar, pırnallar, kocayemiş, muşmula, süpürge, karaçalı, katırtırnağı yığınları, doğanın bu bitek verimleri anlamsız bulunarak insafsızca yok edi­ lir, tem m uz boyunca güzel mor çiçek açan ko- lonberiya ağaçlarının bir tekine bile otuz-kırk yıl öncesinde de artık rastlanılamaz. Sıra erik, şef­ tali, kayısı, elma, armut, kiraz, vişne, dut, nar, ay­ va, kızılcık, incir, ceviz, fındık ağaçlarına gelecek­ tir. Bitki örtüsünün korunmayışı kara kuşlarını, deniz kuşlarını da etkiler. Pırnalı bol yerlerdeki bülbüller, ispinozlar, saka, iskete, floryalar, ser­ çeler, baştankaralar gitgide yaşayamaz olur. Ko­ ruluklar seyreldikçe ağaçkakan, çavuşkuşu el ayak çeker. Boğaziçi denizinin ziyneti yelkovan-- kuşları, yalıçapkınları, bahriler ve balıkçıllar her geçen gün biraz daha anılara karışmakta...

Ruşen Eşref Boğaziçi’nin tekrar geliştirilece­

ği, güzelleştirileceği inancını taşımıştır. Yıkıntı­ lar ortasında “Bununla beraber", diyor, “Boğaz’-

ın ölüm istemeyen öyle imrenilecek diri, coşkun bir tabiatı var ki: Sarmaşıklar, yabanileşmiş ha- nımelleri, güller, incirler bu yıkıntılara sarılıyor, harabenin acı çıplaklığını bir garip şenliğe bürüyor.

“Yıkıntıların ey gür tesellisi! Başka çağların başka ölçülerine göre kurulmuş o eski biçimle­ rin kaditlerini ört, ta o günlere kadarki Cumhuri­ yet nesilleri, dünyanın en güzel yaz şehri olan Bo­ ğaziçi kıyılarında, yeni anlayışlarının ve dileyiş- lerinin sürekli ümranını, onun tükenmez şirinli­ ğine yaraşacak bir üslupta, yeniden diriltecek- tlr...”

Kara alay gibi geliyor okura.

LİMONLUKLAR, CAM KÖŞKLER

Boğaziçi üzerine düşünenler, yazıp çizenler, yirm inci yüzyılın ilk yarısında bir hayatın önce- siz sonrasız çekildiğini ayırt etmişlerdir. Bu yı­ kılış, bu çözülüş, öncesiz sonrasız bu ayrılış her şeyi dokunaklı kılar; bahçeleri de. Kubbesini ne- nekşegüllerinin örttüğü viran lim onluk seyrek camlarıyla parıldar. O seyrek camlar sanki

göz-Her şey suya ve denize uyum sağlamak ister gibidir eski Boğaziçi'nde. Bu büyük mi­ mari mirası bakım görmedikçe her şey ağır ağır suya ve denize karışır.

yaşlarıdır. Bahçeler bazı bazı denize uzanır ve bir duvardan sarkan delişmen narları, kayıkla geçer­ ken el uzatıp koparmak istersiniz.

Abdülhak Şinasi Hisar “Boğaziçi Mehtapla-

rı” nı kaleme getirir. “Boğaziçi Mehtapları”nın kâ­ ğıt üstünde d iriltilm ek istendiği günlerde, yalı­ ların birçokları harap olmuş, sözgelimi Şair Ni-

gâr Hanım’ın bir akşamüstü hotozu ve yaşmağıy­

la geçtiği o rıhtımlar bozulmuş, bahçelerin süs­ lü parmaklıkları kaldırılmış, büyük taş saksılar kı­ rılmış, çiçekler yeniden ekilmemiş, mezarlıkları kimseler ziyaret etmez olmuş, yüksek duvarlar göçmeye koyulmuştur. Şimdi sadece hatıralar belirir. İlkyaz geldiğinde baharlar açınca, işte er­ guvanlar eflatun ateşten renkleriyle fışkırınca, çocuklukta kalmış görüntüler belleği işgal etme­ ye koyulur. Sözgelimi büyük bir zafer doğar gibi sabah olur. Akşamleyin mor salkımların kokusu, sardıkları balkondan içeriye dolar, hatta yollara bile taşar. “ Rumeli kıyısından bakılınca da Ana­

dolu sahilinde, güneş aksiyle, ötede beride öbek öbek birçok camlar altın kesilir, altınlar gibi pa­ rıldar.”

Fakat hatıraların hülyası sonsuz değildir. Ab­

dülhak Şinasi bile daha çocukluğunda açık ka­

yıkhanelerin “siyah deliği kör olmuş bir göze" benzediğini itiraf etmek durumunda kalır. Kabar­ mış, yosunların yürüdüğü bahçe duvarlarında

boş yere eski ermişlerin huzur dünyasını arar.

“Daha, içil bir iki harabe, viran blr-iki yangın ye­ ri, uhrevi bir-iki mezarlık ve tarihi kaleler önün­ den geçerdik. Bazen, her tarafından açık, duvar- sız, yalnız bir mezarlıkta bir fener içinde bir mum; yahut doğrudan doğruya bir mezartaşının üstü­ ne konmuş bir kandil yanardı.”

Önlerinden geçilip gidilmiş yalılar, kıyıla­ rına varıldığında taşlarına çıkılmış rıhtımlar, dö­ nemeçlerinde doğa manzaralarının bitmeztüken- mezliğine erişilmiş yollar, ışık ve yansı hiçbir za­ man gerçek anlamda kamuya açılamamıştır. Açı­ lamadan, bayındırlığını, özel yaşama biçimini, kendine özgü kültür ve uygarlığını, törel değer­ lerini büyük kitleye ifade edemeden son bulmuş­ tur. Bugünkü Boğaziçi'nin bayındırlıktan uzak gö­ rünüşünü, üslupsuz yaşamasını, inanılmaz kül­ türsüzlüğünü, yoz değerlerini oluşturanlar ise yi­ ne büyük kitleden sivrilm iş, benden sonra tufan savaşımlarıyla para kazanmış, göstermelik, düz­ mece girişim lerle Boğaz'a yeni çehre verdikleri­ ni sanmışlardır. Asırlar boyu incelmiş görgünün yerine, paranın bir anda sağladığı, ama özdeğe- rinden çok şeyi har vurup harman sâvurduğu bir ortam. O geniş yollar, asfalt, tartlarında ekildiği gün kuruyacağı besbelli hazin yeşerti, parkların­ da ilk soğuk mevsimin hışmına uğrar uğramaz ■ dermeçatmalığı ortaya çıkacak rengârenk düzen­

lemeler, banklar, şemsiyeler, çocuk kuleleri, ka­ ba saba heykeller, hunhar villa mezarlıkları, öbek öbek de — şu ilkyaz günlerinde— lale. Akla ne­ dense ilk gelen bu laleler Boğaziçi tarihiyle, Bo- ğaz’ın bitki örtüsüyle, o bitki örtüsünün tarihiy­ le yalınkat ilintim izi elbette belgeliyor...

Bir de Refik Halit Karay’ın cam köşküne uğ­ rayınız. “ Bu, Bizim Hayatımız” romanında Hay­

ret Paşa yalısının kış bahçesi eskiden beri meş­

hurdur. Orada bir zamanların gözde çiçeği kamel­ yalar üretilm iştir. Şimdi orkide de yetişiyor. Cam

köşke girer girmez rayihalı bir rutubet. Sıcak du­

man alttan dolaşarak yaş toprak dolu fidelikleri, sulanmış çiçek saksılarını çeviriyor. Lim onlukta neler yok! Sıcak iklimlerin ağaçlaşan bitkileri bi­ raz bodur, ama olsun Yerliler: Lalenin yanı sıra menekşe, sümbül, fulya, zerrin. Güller... Şu, uzak­ tan beyaz görünmekle birlikte, iyice yakından ba­ kıldığında, belli belirsiz mor damarlarını, tirşe sis­ lerini gösteriyor; kenarları da incecik bir bordür- le altın yıldızlı.

BİRÇOK MEVSİM, BİRÇOK RENK

Boğaziçi m ucizesinin şaşılacak bir başka özelliği det>*rçok mevsimi, birçok rengi aynı an­ da, hep bir arada yaşatabiliyor olmasıdır. “ Yaşa­

dığım Boğaziçi” yazarı iffet Evin yosun kokan mi­ safir odalarına uğrayarak, eskilik ve temizlik ko­ kan hasır kaplı sofalardan geçerek engin bahçe­

lere ulaşır ve bugün artık eriklerin, mis kokan ay­ vaların, dutların, cevizlerin tükenmiş olduğunu söyler. Arka bahçeyse, özel yalı mimarisi saye­ sinde, rüzgârlardan, cereyanlardan kuytu tu tu l­ muştur. iri saksılarda mandalina, limon ve turunç ormanlığı yaşar. “O bahçelerde,” diye sürdürü­ yor eski İstanbul hanımefendisi, “Büyük saksı­

lar içinde, turunçgiller bol yemiş verir, boy atar­ dı da biz çocuklar saksıların ve yemiş yüklü dal­ ların arasında saklambaç oynardık.”

Çengelköy bostanlarında bahar şeftali ağaç­ larının tomurcuklanmasıyla kesenkes gelmiştir. Bostanların çevirdiği ova pembe alacalara bürü­ nür, lal rengi bir gölü andırır, pembe alaca gün- hatunlarıyla gündoğumlarıyia boyuna değişir. Kış, Trabzon hurmalarının turuncu rengidir bos- tanlarda. Lahanalar limonküfü, karnabahar, yeşil- turuncu-sarı... Sonra ne mi olmuştur?

“Çengelköy’ün kıyı tarafına, Saduliah Paşa yalısının arkasına düşen bostanların yerine şu son beş-altı yıldır futbol sahası yapıldı. Oraları tesfiye edilirken üç bostan kuyusu dolduruldu. Çengelköy’ün ayazmaları, suları, lezzet ve şifa bakımından tarihe geçmiştir. Yeraltı suları bos­ tan kuyularını besler. İç taraflarda ise bazı köşk kuyuları birbirlerine, insan geçecek kadar dar tü­ nellerle bağlıdır. Çengelköy’ün şimdi tarihe ka­ rışan bostanları ile beraber yüzyıllar boyunca ün salmış zerzavat ve yemişleri de kaybolmuştur.

Bir zamanlar bostanların ve ağaçların arasın­ dan dolana dolana denize varan derecik, bir sü­ re oraları kaplayan yol ve yeni yapıların çöplüğü olmuştu. Sonraları yatağı kurudu. Şimdi izi bile yok.”

Bütün Boğaziçi'nde bostanlardan en küçük belirti kalmaz. Şifalı sular bütün Boğaziçi'nde ko- runaksız bırakılır. Her istenilen anda mevsimin körpe, taze sebzesinin elde edileceği o bostan- lar, billur sular, ayazmalar artık kimselerin, özel­ likle de Boğaziçi'nin bugünkü sakinlerinin hiç mi hiç ilgisini çekmeyen incelikli anı kitaplarında kalır.

Sözgelimi Kanlıca'nın Hamam bostanında göveren yeşil salata, patlıcan; M üftü bostanın- da yetişen taze bakla o kadar ünlüyken tümü de kayıplara karışır. Tıpkı Kanlıca yoğurdunun ne­ den ünlü olduğunu artık kimselerin bilmediği, öğ­ renmek istemediği gibi ve zaten şimdinin Kanlı­ ca yoğurdu da, kekik ve yonca kokan sütle mi ko­ tarılmaktadır ki? Bunlar, bu, hayatı incelten gü­ zellikler gündeme getirilmek istendiğinde ya ma- ziperestlik suçlaması yüreği burkar ya da bir bu­ nağın sayıklaması yerine geçer.

Ama o çeşmelerde, Kanlıca'nın Baba Ali çeş­ mesinde “Çeşme-i Baba Ali’den iç âbı-hayat” ya­ zılıymış, kimin umuru? Yine Kanlıca’da, Mescit çeşmesi kitabesinde: “ Besmele ile iç bu sudan

afiyet olsun sana...” Yine Kanlıca'da Haiepli çeş­

mesi servi ağacı m otifi, ayna taşı, mermer, be­ yaz üstüne maviyle betimlenmiş çeşme, ağaç tasvirli dört sıra Kütahya çinisiyle bezeliyken, 1930'larda belediye tarafndan — şose yapımı dolayısıyla— betonarme yöntemiyle yeniden “in­

şa edilir” . Şimdiki durumunu araştırmaya gerek

yok.

Boğaziçi çeşmelerinin ayna taşları, kaktüslü, zakkumlu villa bahçelerinde, şimdi bir köşeye atı­ lı duruyor. Hayrat da göçüyor.

YARIN:

ATEŞ OPERASI DİNDİ

Bebek'teki "Valde Paşa Yalısı” bugün M ısır Konsolosluğu'dur. M ısır H ıdivi’nin annesi

Valde Paşa Yalısı'ndan çıkıp Yıldız Sarayı'na tiyatro izlemeye gidermiş, bazı yaz akşam­ larında...

(5)

•KAZIKLI YOL, AMATÖR BALIKÇILARIN ÇOĞALDIĞI AKINTIBURNU-BEBEK ARASINDAKİ

KAZIKSIZ YOLDA DA PEK HIRÇIN OLTA ATIŞLARLA BALIK TUTTUKLARI YER OLUP

ÇIKTI. OLTALARLA YÜRÜYÜŞÇÜLERİN MÜCADELESİ HEM ACIKLI, HEM GÜLÜNÇ...

Ateş operası dindi...

EŞRİNLER geldi, lüfer mevsimi başlayacak...”

Ya da: “Ntsan’dayız, Boğaz

sırtlarında erguvanlar açmış­ tır...”

Bu sözler Ahmet Hamdi Tanpınar için yalnız Boğaziçi’n­ de değil, bütün İstanbul’da, es­ ki İstanbul’da asıl takvimin mevsimler ve renkler, kokular, tatlar hayali ola­ rak yaşandığına işarettir. Beyoğlu’nu “hamlesi

yarı yolda kalmış Paris taklidi" ne benzetir, ha­

yatımızın böylesi bir yoksulluğuna şaşar, ama Üsküdar’da, Hisar ların karşısında, Vaniköy iske­ lesinde, Emirgân kahvesinde tekrar benliğe dön­ menin özlemlerini duyumsar. “Hangi İstanbullu,

Beykoz korusunda veya Bebek sırtlarında dola­ şırken kendisini dış Alemin o kavurucu zaruret­ lerine karşı müdafaa edecek zengin ve çalışkan bir uzleti özlememiş, kısa bir an için olsa bile çe­ lik zırhlarını glyinmemlştlr?”

Tanpınar Boğaz'a değişik dönemlerde deği­ şik yargılar, bakışlarla yaklaşmıştır. Sözgelimi

Huzur romanında “Boğaz’ı tatmak” ülküsü, acı

sonu belirleyecek yıkımları sezmekten doğmuş bir kaçış gibidir. Mehtapsız gecelerde, kayık ışık­ ları denizde bir “ışık operası” meydana getirir. Ne var ki gün ışığında çıplak gerçeklik ortaya çı­ kar. Sözgelimi Mümtaz, romanın bu kederli kah­ ramanı “sefil, perişan mahalleler, yoksuzluk tö­

zünden bir insan çehresini andıran eski evler arasından” sık sık geçer.

Boğaziçi'ne sığınış insan elinin şekil verdiği yeşil ve özel mimari uğrunadır. Orada yoksuzluk doğa bereketi nedeniyle bir bakıma gözden ırak kalır. Küçük camileri hep bodur ve tek minareli semtlerde kireç sıvalı, yarı örenleşmiş duvarlar bile Boğaziçi köylerine eşsiz bir huzur duygusu getirir. Bazan geniş mezarlıklar bir uçtan bir uca bütün görünümü kaplar, fakat insan ölüm fikrin ­ den ürperti hissetmez. Bazan ayna taşları çok­ tan kırık, susuz çeşmeler yanı başlarındaki ulu çınar ağaçlarıyla bizi yeniden su hasretinden kur­ tarırlar. Çünkü çınarlı yeşil yelpazesi o susuz çeş­ meye bile asıl işlevini kazandırmış gibidir. “ Za­

ten Boğaz’da her şey bir akisti. Işık akisti, ses akisti; burada insan bile zaman zaman bilmedi­ ği bir yığın şeyin aksi olabilirdi.”

Bazan ulu çınarlardan birini sokak feneri ay­ dınlatır ve aydınlık yaprak yaprak dökülüşür. Ba­ zı günler çocuklar uçurtma uçurur, meyve ağaç­ ları çiçek açar, oltayla sabır terbiyesi edinenlere tesadüf edilir. Doğa daima renk yansımalarıyla sağanaklara tutar insanı. Huzur’da Boğaziçi hem mor, hem kırmızı, hem narçiçeği, hem erguvani, hem de her yerde yeşilin bütün ayırtılarıyla do­ nanmıştır. Sözgelimi Boyacıköyü'ndeki küçük kahveden sandallara, su motorlarına, balık ağla­ rına, ıstakoz avı için kullanılan sepetlerin sıralan­ dığı balıkçı kayıklarına dakikalarca bakılabilir ve

f

löz yorulmak şöyle dursun, dinlendikçe dinlenir, şte yol kenarında balıkçılar, yosun, kabuklu hay­ van ve deniz kokulu ağlarını onarırlar.

Beş Şehir’de Boğaziçi’nin derin anlamı deniz­

le baş başa yaşayabilmekte aranır. Sisli lodos sa­ bahı da, günbatımında alacanın kanlı cümbüşü de, erguvanlı tepeden kuşbakışı sahili seyrediş de ergeç denizle buluşur, denizle noktalanır. Do­ ğada ve yaşamda insan eli değerek sanatkârlaş- tırılm ış olanı biraz da belleğin unutkanlığı nede­ niyle koruyamamışızdır:

“Yazık kİ Venedik ve Napoli’den başka hiç­ bir memlekette rastlanılmayan şekilde denizle böyle baş başa yaşamak imkânını veren Boğazi­ çi’nin açık bir tesirini edebiyatımızda görmek İm­ kânsızdır. Nesrin ve resmin yokluğu, şiirin bir sa­ nat oyunu oluşu yaşanmışı çok gerilere atar. Onun için Boğaz tesirini sanatkârlarımızda ancak kanşık bir rüyanın tesadüfleri İçinde seçilen gün­ lük hatıralar gibi en tanınmayacak terkipler için­ de ararsak bulabiliriz.”

’TÜRK İSTANBUL” NASIL

KAYBOLUR?

Tanpınar, “İstanbul'un dört asır kendi bünye­

sinde yabancı bir örgü gibi taşıdığı Beyoğlu’nun birdenbire, Tanzimat’ın verdiği yeni imkânlarla”

genişledikçe kıyılara, denize doğru indiğini söy­ ler. Bu aşamada terkip, hele hele en gündelik bir eşyaya, en kaba işlevi! bir yapıya titiz ustalıkla

“sanat çeşnisi" veren çaba bütün bütüne farklı

bir zevk anlayışının emrine girer.

Boğaziçi de Tarabya'nın lüks rıhtımını oluş- turur oluşturmaz Anadoluhlsarı’nın alçakgönül­ lü dünyasını unutmuş, yadsımış gibidir. Sentd- ze ulaşılamadığından, “hiçbir asaleti olmayan

İstanbullulara

“fen er alayı”

sevinci yaşatan

o eski lüfer

avlarının son

kalıntılarını

bizim kuşak da

anımsayacak

manasız ve havasız bir lüks”, “küçük imkânların gelişigüzel tasarrufu”, “kolay faydaların telkini” Boğaziçi’nde hüküm sürecektir. Oysa Boğaz ve Üsküdar kaybolmadıkça “Türk İstanbul” da ayak­ ta kalabilecektir. Mimariye sızan o karmakarışık

NIs, Holoholo, İsviçre, İtalya, Hollanda çizgileri

“kapalı pancurları, vakur cephesini en zarif Ve­ nedik veya Viyana dantelasından daha zarif şe­ kilde süsleyen o nispet mucizesi, rahat, oturaklı Türk köşk ve yalısını, beş asır bu toprakta da de­ neye deneye bulduğumuz en güzel ev şek­ lini” usul usul istila etmeye koyulmuştur.

“Meğer ki iklimimize, şehrin kendisine, mi­ marimizin geleneğine uygun, eldeki eserlerle uyuşabilecek, onları tekzip etmeyecek bir veya birkaç yapı şeklini tespit edelim ve inşaat dedi­ ğimiz şey, resmi, şahsi her şekilde tam bir kont­ rol altına girsin.”

Bu kontrol, bu gözetim şehrin insanı tarafın­ dan doğrudan doğruya talep edilmez ve şehrin İnsanı, ister kişisel kimliği, ister resmi sıfatıyla Boğaziçi'ni, çoğu kez de bütün kenti çok kolay­ cı bir pragmatizme feda eder.

Feda edişin zararları her alanda, her olguda ağır sonuçlar yaratacaktır. Geçen yıl bütün kış, bütün ilkyaz Ulus’tan AmavutköyO’ne iniyor, her sabah erken saat, yürüyebildiğimiz kadar yürü­ yorduk. Yol arkadaşım ‘kazıklı yol'a klmlleyin şükrediyordu; ben de ona kazıklı yolun henüz ol­ madığı sabahlarda, Arnavutköyü’nün arka sokak­ larındaki dolaşmalarımızı, eklektik bir tutum için­ de sözümona restore edilm iş yapılar dışında na­ sılsa kalabilmiş o köhnemiş, o kavşamış evleri nasıl tek tek keşfettiğimizi, Boğaziçi’nden bizim payımıza ancak bu kadarının düştüğünü ne çok konuştuğumuzu hatırlıyordum. Sonra ‘kazıklı yol’ amatör balıkçıların çoğaldığı, Akıntıburnu - Be­ bek arasında kazıksız yolda da pek hırçın olta atışlarla balık tuttukları yer olup çıktı. Oltalarla yürüyüşçülerin mücadelesi hem acıklı, hem gü­ lünç. Ne var ki, Boğaz ın kirli suyundan edinilen istavrit hepsinin üstünde acıklı gülünç.

Daha yıllar önce hesapsız kitapsız balıkçılı- ğııyBoğaz’dan geçen nice balığı yakın gelecek- teıoptan tüketeceği konusu gündeme getirilmiş- zfır. Boğaziçi Konuşuyor monografisinin yazarı A. Cabir Vada, lüferin neredeyse bu yüzyılın İlk on yılında Boğaziçi'ne uğramaz olduğunu söyler. Bir zamanlar “Koruk lüferi lezzetli olur” denirmiş. Koruk zamanı, yani Temmuz... Lüfer 1940’larda

ne Temmuz’da ne Ağustos’ta ortaya çıkmaz, Ey- lü l’de de pek seyrek avlanabilmektedir. Lüfer av­ cılığı başlı başına bir folklormuş. “Lüfer avcılı­

ğına balıkçı esnafı kadar, meraklılar da İltihak

eder. Hatta sandala mangal alınarak, çilingir sof­

rasından atıştırıldığı zaman tutulan lüferin he­ men temizlenerek mangalda ızgarası yapılıp me­ ze olarak yenilmesi, pek çok kimsenin zevki idi.”

Ayışıksız gecelerde, yakamozu kesmek için sandalın küpeştesinden denize doğru içinde zey­ tinyağı yakılan kandil sarkıtılırmış. Gömlekli lam­ balar, karpit fenerlerle Boğaziçi bir ışık yağmu­ ru, “ışık adası”, “ışık operası” olup çıkarmış. Lü­ ferin yemi ise, şimdiki amatör balıkçıların cırtlak renkli plastik kovalara doldurdukları izmaritmiş, istavritmiş.

USKUMRU, ISTAKOZ,

GELİNCİK...

Lüfer Boğaziçi'nin canlı, kıpırdak yaşamasın­ dan söz açmış herkesi ilgilendirm iştir. Tanpınar lüfer avını yalnız Huzur'da uzun uzadıya betim­ lemekle yetinmez, başka yazılarında da tekrar tekrar o sahneleri, o görüntüleri kaleme getirir. İstanbullulara “fener alayı” sevinci yaşatan o es­ ki lüfer avlarının son kalıntılarını bizim kuşak da anımsayacak. Güz başlangıçlarında akşamüzer- leri ille Kavaklar'a kadar bir kez olsun g idilir ve hava karardıktan, balıkçılar lambalarını yaktıktan sonraya kadar beklenirdi.

Uzman kişiler Boğaziçi'nde uskumrunun en besili, en yağlı olduğu zamanları sonbaharda gündönümüne rastlatırlar. Uskumrunun cılızın­ dan kurutularak sergilerden satışa sunulan çiroz bir yaz şenliğiydi. Çiroz ateşten geçirilir, dereo­ tu, sirkeyle terbiye edilir ve tadına doyum olmaz­ dı. Uskumru çirozları şimdi ender bir meze olup çıktı. Tıpkı uskumrunun ızgarası, pilakisi, tepsi­ sine de ender sofralarda rastlanıldığı gibi. Us­ kumru dolması eski romanlarda geçiyor. Haşla­ nıp derisi çıkarılmak yöntemiyle ceviz taratorlu salatasının yapıldığını ise ilk kez bu yazılar do­ layısıyla öğrendim.

Deniz mahsulleri arasında ıstakozun erişil- mezliği son yıllarda erişilmezlikten sıyrılıp ula­ şılmazlık katına yükselmiştir. Özel sepetlere ko­ nan yemlerle tutulan ıstakozun Boğaziçi'nde ya­ bana atılamayacak kadar çok olduğu son dönem­

leri de biliyorum. O zamanlar orta halli memur ai­ lesi mevsiminde bir-iki defa ıstakoz yiyebilirdi. Yeniköy’e hangi mevsim giderdik, hangi mevsim ıstakozun etinin zehirli olduğu ileri sürülürdü, şimdi pek kestiremiyorum. Üstelik bu zehirlen­ me hikâyesi de gerçek değilmiş. Yaşadığımız günlerde bizim gibiler vitrindeki görüntüsüne bi­ le yaklaşamıyor. “Kauçuk kılıklı etini zaten hiç sevmem” demek de yine bizlere düşüyor.

Boğaziçi’nde hiç bilmediğim bir balık ise ge­ lincik. Gelincik kırmızı ve siyah renkli derisi olan, beyaz etli balıklardanmış. Müsavilerin makbulüy­ müş. Yaşadığım Boğaziçi’nde İffet Evin “dip balığı” olduğunu da belirtiyor. İffet Evin Boğazi­ çi dalyanlarını da anlatır. Dalyanlar birer ikişer yok olm uştur. Boğaz’da “dans eden” kılıç balığı inanılmaz kertede azalmıştır. Anılardaki kılıçlar

“Akıntının İçinden birdenbire pırıl pınl bir ok gi­ bi gökyüzüne doğru fırlar, İki-Uç saniye havada bir kavis çizdikten sonra sulara dalar.” Erken ilk­

yazın gümüş balığı Çubuklu'da, Kandilli’de, Nak- kaştepe’de ve Şemslpaşa akıntılarında beklenir.

Yine yeni öğrendim kİ bizim çingene palamu- tu bildiğim izin asıl adı gacoymuş. Biraz büyüğü­ ne palamut, daha İrisine torik, torikten büyüğü­ ne sivri, battalına altıparmak, on kilo ağırlığında olanına peçota denirmiş. Dil de zenginliğini kay­ bedebilir. Torikten köfte, to rik şiş, to rik yahnisi kadar lezzetliymiş. A. Cabir Vada lakerda üstü­ ne çerez bulunmaz görüşüne katılır, ama İslisi­ nin de hakkını yemez.

Bana öyle geldi ki denizde avın lüfer kadar görsel bir karşılığı da sardalya avıymış. Temmuz’­ da büyük alamanaların arkasına dev ızgaralar yer­ leştirilirm iş. Denize doğru uzatılmış ızgaralarda çalı çırpı büyük bir ateş halinde tutuşturulurmuş. İffet Evin, “ Defterdarburnu ile Amavutköy arası,

özellikle ateş balığının sardalya' çok tutulduğu bir alandı. Karanlıkta, arkasındaki kıpkızıl alevler­ le oradan oraya gidip gelen ve böylelikle balık sü­ rülerini şaşırtıp ağlara yönelten bu ateş adacık­ larının kapkara sulardaki akislerini uzaktan seyrederdik” diyor.

Referanslar

Benzer Belgeler

Öğrencilerin bu teknikle okuma yazma öğrenebilmeleri için öncelikle alfabedeki harflerin tümünü ezberlemeleri gerekir. Alfabedeki harflerin büyük ve küçük

O halde, ekvatorda bulunan bir gözlemci için bütün yıldızların gün ve gece yayları eşittir, batmayan ve doğmayan

takımyıldızını gökyüzünde kapladığından Boğa hariç tüm zodyak üzerinde yer alan takımyıldızları görülür. Fakat süreleri

Peki,“ özel ağaçlandırma” alanlarında başka ne gibi uygulamalar var bir bakalım, “Açma ve işgal suretiyle orman sayılan yerlerde kurulu fındık ve çay

Bir kalibrasyon metodunun özgünlüğü kesinlik, doğruluk, bias, hassasiyet, algılama sınırları, seçicilik ve uygulanabilir konsantrasyon aralığına

• Bir türü veya türleri gövde sayısı ı tespit et ek içi kulla ılır.. • Özellikle otsu topluluklara

Daha sonraki aylarda tepkilerin artması sonucun- da; tepkileri azaltmak istediğinden olsa gerek, yeni yapılacak olan binanın proje- sinde yer almadığı halde, caddeden

Yapılan Yönetmelik değişikliklerinin ardından, çeklerin fiziken ibraz edilmeden sadece çek bilgilerinin elektronik ortamda işlem görmesini kabul eden bankalar