29 NİSAN 1989
YÜZYIL ÖNCESİNİN BOĞAZİÇİ MİMARİSİ BİTKİ ÖRTÜSÜNE VE DOĞAYA KARIŞMAK
İSTER CİBİDİRYALILAR SUYUN ÜSTÜNDE YÜZÜYORMUŞÇASINA BİR İZLENİM BIRAKIR..
Boğaziçi yeşildi
1800'lerde İstanbul'a gelen Italyan yazar Edmondo de
Amicis ayrılırken, "Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan
değiştirsin ve çocuklarım seni bir gün benim sem
gördüğüm ve terkettiğim aynı delikanlı heyecanının
sarhoşluğu içinde görebilsinler" diye dua etmişti
Yalı mimarisi, sahil saraylar, kent mimarlığının İstanbul Boğaziçi’nde adeta özel bir verimi, daha doğrusu şaheseriydi.
TUZUNA yaklaşmışken İstan bul’a gelen Italyan edibi Ed mondo de Amicis, imparatorluk başkentini büyüleyici bir belde olarak yorumlar. Büyülenişine yer yer yıkık yıprak, bayındırlık tan uzak, karanlık, kasvetli gö rünümler eşlik etse bile, yazar bu kenti, bu kentin doğal güzelliklerini hayran lıkla ifade etmekten kaçınmaz. “Bir göl gibi dur
gun ve mavi lon denizi”nden, “gün batışıyla yal dızlanmış Ege”den geçerek İstanbul Boğazı na
varmıştır, on günlük deniz yolculuğu, geçen yüz yılın son çeyreği.
O zamanın seyyahları için sağda Asya'nın, sol yakada Avrupa sahillerinin karşı karşıya be lirmesi, iki uygarlığın bir mucize gibi sarmaşma sıyla eşanlamlıdır. De Am icis beyaz, yeşil, pem be pırıltılara boğulur. Selvi, sakız, çam ağaçları, ulu çınarlar gönlünü çeler. Korular ortasında kay bolmuş köşklerin çatıları, süslü küçük kasırlar, gümüş alacası kubbeler gezgini heyecanlandırır. Sır ve hüzün dolu bu kentte bembeyaz birtakım yapılar ilk bakışta dikkat çekmektedir.
“Pera tepesinin en yukarısındaki Bizans Oteli’ne” inen Italyan edibi hepi topu beş saat
sonra, dalıp g ittiğ i rüyadan, sisler içindeki eşsiz İstanbul hayalinden uyanacaktır. Işık ve güzellik, bayındır alanlar gitgide seyrelir. Karmaşık bir or tamda yol alındığına bakılırsa, şehrin mimarisi konusu o günlerde de tehlike çanlarıyla donan mıştır. Mezarlıklar, harabeler, yangın enkazları... Daha da ilginci, İstanbul'un silinip giden semt lerle, yeni yeni mahallelere, üslupsuz binalara, yok edilen yeşillik ortasından geçmiş sözümo- na büyük yollara açılıyor olmasıdır: Günümüzde- kine benzer bir görünüm.
Gelgelelim 1874 İstanbul’unun metropol ha vası kolay kolay yadsınamaz:
“Her yüz adımda bir şey değişiyor. Burada, bir Marsilya mahallesinin sokağındasınız; dönün, işte bir Asya köyü, tekrar dönün, bir Rum mahal lesi, bir daha dönün, bir Trabzon mahallesi. Ko nuşulan dilden, görünen yüzlerden, evlerin man zarasından memleket değiştirdiğinizi kabul eder siniz: Fransa’dan, İtalya’dan, Ingiltere ve Rusya’ dan yama parçaları.” (Prof. Dr. Beynun Akyavaş
çevirisi.)
Metropol havasında kendini asıl koruyama yan Müslüman Türk İstanbul'dur. Ahşap anlamını yitirm iştir. Handiyse yıkılmakta olan Müslüman Türk İstanbul’da pislikle yoksulluk iç içe, evle rin rengi solgun, çökük çardaklar, yalakları yo sunla örtülü çeşmeler, çatlak duvarlar, çevresi çalılarla, ısırgan otlarıyla kaplı o küçük camiler, bakımsız türbeler, kırık merdiven, daha bir sürü ayrıntı eski mimarinin ne kadar gözden çıkarıl dığına tanıktır. Şehir bir bakıma silüetini yitirmek üzeredir.
SAKIZ, CEVİZ, ÇINAR...
Boğaziçi'nin bir Türk köyü olduğu söylene- gelmiştir. Silüetini yitirmek üzere olan İstanbul’ da Edmondo de Amicis de orayı öyle görür. Ana- doluhlsarı yakınındaki Küçüksu mesiresine gider ve doğuya tutkun ressamların pek hoşlanacak ları bir tabloyla karşılaşır. Müslüman Türk kadın ları mesire yerindedirler. Renk ve doğa bir kez da ha etkiler.
Küçüksu sık korusu, küçük deresi, çeşmele ri ve oraya buraya serpiştirilmiş kahveleriyle kos kocaman bir bahçe gibidir. Sık koruların belki de en büyük özelliği, sıcak yaz günleri, güneş ışık larını geçirmiyor oluşudur. Yeşilden kubbeyi yi ne çayırın yeşili bütünler ve koruluk yeşil bir fa nus çağrışımı yaratır. Seyyahın andığı ağaçlar sa kız, ceviz, çınar ve akçaağaçtır, hepsi de uzun ömürlü bu ağaçların şimdiki yitim i bizi elbette şa şırtmak...
Küçüksu'da bugünün tutucularını, bağnazla rını hayli İrkiltecek bir bayram havası eser. İstan bullu hanımlar, halayıklar, haremağaları, küçük çocuklarla birlikte eğlenmektedirler. Beyaz yaş maklar, erguvani, sarı, yeşil, kurşuni feraceler ge çer. Zaten sahile yanaşan her boyalı kayıktan ye ni renkler, yeni ışıklar yağmaktadır. Yerlere bü yük İzmir kilim leri serilmiştir. Elden ele gümüş lü, altınlı kaplar dolaşır. Çingeneler göbek atmak ta, Bulgar çobanlar şarkı söylemektedir. Müslü man kahveciler meyva ve dondurma koşturur. Pa şalar, beyler, delikanlılarla bu hareketli kalabalı ğı seyyah kamelya ve gül tarlalarının dalgalan masına benzetir. Yeşillik ve gölgelik Küçüksu’- ya tiyatro sahnesinin feerik görüntülerini kazan dırmaktadır, o kadar ki, De Am icis alkışlamak,
"Bravo!" diye bağırmak isteği duyar.
Giyimkuşamla Boğaziçi'nin tuhaf ilişkisine değinilebilir. Italyan edibi yakın bir gelecekte Av rupa modasının yerli kılığı silip süpüreceğini bi lir ve törel değerler adına değil, ama ressamlar için üzülür. Pembe ipekliden bol şalvar, beyaz şam ipeklisinden giysi, yeşil atlastan kuşak er- geç unutulacaktır. Ne selvi gibi narin, ne gül yap rağının bütün renkleriyle renklenmiş...
Nitekim iddiasız bir kitabın, Yaşadığım Boğa
ziçi'nin yazarı iffet Evin de maşlahları anımsaya
caktır. “Çiçeklerin, renklerin tablosunda maşlah
ların da yeri vardı,” diyor İffet Evin. “Meşlah, es kiden Boğaziçi’nde veya İstanbul’un Adalar, Erenköy ve Çamlıca gibi sayfiyelerinde, hanım ların giydikleri ince ipekli, işlemeli, bol kollu ha fif ve çok zarif bir yeldirme idi.” Bahçe yolundan
eve gelen bir öbek m isafir hanım, havai mavi, -
_
___ ________________ ______ ™açık pembe, açık sarı, fes rengi, deniz mavisi ta f talardan sim işlemeli maşlahlarıyla belleği yıllar yılı altüst edecektir. Salkımlar, güller... Henüz yağmacı bir yapılaşma Boğaziçi'ni kasıp kavur madığından sokaklar tenhadır. Dar yolun yemye şil bir köşesinden krem rengi ya da uçuk eflatun maşlahlı hanım çıkarak adeta bir peyzajı figürüy le tamamlar...
De Am icis İstanbul'dan ayrılırken Boğaziçi' ne tekrar sayfalarını açar. O 1874 senesinin Üs küdar'ı bahçelerle, köşklerle set set yükselir. O zaman gezgin yürek yakıcı, bizim için adamakıl
lı düşündürücü bir dua mırıldanır:
“Elveda İstanbul! Aziz ve büyük şehir, çocuk luğumun rüyası, gençliğimin emeli, hayatımın unutulmaz hatırası! Elveda, Şark’ın güzel ve ölümsüz kraliçesi! Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan değiştirsin ve çocuklarım seni bir gün benim seni gördüğüm ve terk ettiğim aynı deli kanlı heyecanının sarhoşluğu içinde görebilsin ler.”
Sol yakada Beşiktaş’ta Barbaros'un türbesi ağaçlar ve evler arasındadır; türbeyi bir çınar top luluğu gölgelemektedir. Denizin üstüne doğru uzanan kahvede oturanlar, tepe yeşillikle kaplı.
Artık kentin değil, kentten bağımsız, kentin için de bir başka kent olan Boğaziçi’ nin manzarası hüküm sürmeye koyulmuştur. İnsan hangi yaka ya bakacağını bilemezmiş. Silüet iyice incelir, ye şil gürleşir, renkler canlanırmış. Beyaz mermer den sütun dizileriyle Çırağan Sarayı'nın taraça- larını uçuşan Boğaz kuşları bezemektedir. Kar şıda Kuzguncuk süsen çiçeğinin bütün renkle- rivle valazlanır. ________ ^ .. _______
BOĞAZİÇİ TASVİRLERİ
Fakat ille yeşil. “Küçük yeşil tepelerin eteğin
de toplanmış veya dağılmış ve kendilerini gizle mek istermiş gibi görünen pek sık bir yeşillik ör tüsüyle örtülmüş bütün bu köyler birbirlerine çi çek çelenkleri gibi köşkler ve küçük evlerle, sa hil boyunca uzanan veya dama tahtası gibi ya hut kat kat düzenlenmiş ve yeşilin her türlüsüy le boyanmış birçok bahçe, bostan ve ufak çayır lıkların arasından geçip tepelerden denize kadar zikzaklar çizerek inen uzun ağaç dizileriyle bağ lanmıştır.” Bu muhteşem görünümün yerini yüz
yıl geçmeden çorak, kel tepeler alacak, uzun ağaç dizilerine kıyılacak, bahçeler, bostanlar, ça yırlıklar öncesız sonrasız kaybolacak, çiçek çe lenkleri köşklerin, yalıların, evlerin mimarisi ucu be yapıların dehşet uyandırıcı mimarisizliğine ev- rilecektir. Akıllara durgunluk verici bir doğa ve bayındırlık yıkımı.
Bütün Boğaziçi baştan başa iskelelerle ku şanmıştır. De Am icis yirmi iskele sayar. İstanbul yalnız bir payitaht değil, aynı zamanda dünya başkentidir. Boğaz’ın her biri olağanüstü zarif va pur iskelelerine gezgin gözüyle baktığınızdaTürk hanımları, AvrupalI hanımları, zabitleri, din adam larını, haremağalarını, züppeleri görürsünüz. Fes, sarık, kadın ve erkek şapkası bir aradadır. Yolcu vapurundan kalabalık iner, diğer kalabalık vapu ra binmektedir... Beyazla deniz mavisinin uyum sağladığı bu İskeleler sadece elli altmış yıl için de birer birer işlevsizleştirllecektlr. Bazılarının önünden 'kazıklı yol’ geçiyor bugün, iskeleyle ka zıklı yol arasında bir karış deniz ve akıntısıyla ün lü Boğaziçi denizi burada çerçöple durgunlaş mış.
Yüzyıl öncesinin Boğaziçi mimarisi bitki ör tüsüne ve doğaya karışmak ister gibidir. Yalılar suyun üstünde yüzüyormuşçasına bir izlenim bı rakır. Sarı, mavi, erguvani evlerin sarmaşıklarla, çiçek dolu taraçalarla örtündüğü gözlenebilir. Selvi, defne, portakal ağacıormanları. Italyan edi binden iç burkucu bir saptayım daha: “Yalılar,
köşkler, saraylar birbiri arkasına yükselir, en ya- kındakilerden en uzaktakilere kadar bütün evle rin arasında her şey yeşildir, her tarafta, arala- nnda çeşmelerin beyaz ortaya çıktığı ve ıssız tür belerle camilerin kubbelerin pırıl pırıl parladığı meşe, çınar, akçaağaç, kavak, çam, incir tepele ri yükselir.”
Yarım daire şeklindeki Bebek küçük bir vadi nin gün yeşilliğine gizlenmiştir. Sonra semt, me şe ağaçlarıyla örülü bir tepenin sırtlarına kadar uzanır. Karşı yakada kıpkırmızı gül bahçeleri. Anadoluhisarı'na doğru gül bahçelerinin kıpkır mızısına başka canlı, göz alıcı renkler de karışa caktır. Fıstık çamları, zeytinlikler, hatta bağlar Boğaz'ın köyleri boyunca bir geçit töreninin duy gulanımlarını bırakır.
Geçit töreni sürüp gider: “Bu, bahçelerle taç
lanmış incirköy’dür, Incirköy’ün yanında, bir or manın içine saklanmış gibi duran Sultaniye, Sul- taniye’den sonra, bahçeler ve bağlarla çevrilmiş, koca ceviz ağaçlarının altındaki büyük Beykoz köyü. (...) Beykoz’un öbür tarafında, uzakta, artık büyük yeşil bir halının üzerindeki sarı ve kırmızı çiçek yığınından başka bir şey değilmiş gibi du ran, eski Ameae, Yalı köyü var. Ama bu, büyük tablonun sadece bir taslağıdır.” Tabloyu her ik
limin bitki örtüsü, suyun eşsiz görünümleri, o çağlayanlar, dereler, o su yolları, daima bahçe ler, kat kat bahçeler, koyu gölgelikler, denize var dıkça beliren hepsi de beyaz yelkenler, yelkenli lerin akıp gidişi usul usul tamamlar. Nihayet ba tan güneş gökyüzünü uçsuz bucaksız pembeye boyayacaktır
Seyyahın duasına kimse kulak asmaz: Deği şirken özelliklerini korumasını kent de, Boğazi çi de çapulcuların eline düşmüşçesine harap edi lir. Önce ahşabın tarihi silinir. Ne var ki zamana dayanıklı yapılar da göçmeye, kavşamaya mah kûmdur: Bir zamanların “Korent alınlıklı ve be
yaz mermer sütunlarla süslü binalar"ı yok olur,
o beyaz mermer sütunlar yeni zengin evlerine inanılmaz bir eklektizm örneği şeklinde ilave edil mek istenir. Derken sıra yeşile gelecektir. Yeşi lin saldırıya uğrayışı, eşine ender rastlanılacak bir doğa düşmanlığıdır.
Belki de asıl bu acıklı öyküyü anlatmak gere kiyor.
Daha bu yüzyılın ortalarına kadar İstanbul.bir deniz şehri, bir su beldesiydi. Kentin peyzajı da doğanın bu eşsiz armağanından alabildiğine yararlanıyor, İstanbul'da ya şayanlar gözü daima okşayan görüntülerle her fırsatta yüz yüze geliyordu.
30 NİSAN 1989
DİZİ YAZILAR:
ÇAMLICA ANCAK RECAİZADE MAHMUT EKREM'İN "ARABA SEVDASI”
ROMANIYLA TASVİRİNE KAVUŞACAKTIR
Romanlara geçen Boğaziçi
Tarabya'daki Summer Palace, Mehmed Rauf'un “Eylül" romanında bir yalnızlık mekânıdır. Yaz günlerinde şenlenen otel,sonbaharla birlikte boşalır. Summer Palace bugün hatırlanmıyor bile:
0 0 zavallı Göksu, Mehmed Ra
uf'un "Genç Kız Kalbi” adlı ro
manında da Pervlnin kalbini
oynatacaktır
# Göksu'yu şimdi görünüz-. Bos-
tanlara, mısır tarlalarına sey
rek
seyrek
rastlayacak
olursanız, hele derenin dur
gunlaşmış suyunda bir arılık
gözünüze çarpıyorsa sevinç
ten deliye dönüyorsunuz.
Göksu, mavi su...
1
9’uncu yüzyılın son çeyreğinde yayımlanmış ilk romanlarımız, konunun geçtiği ana mekânların tasviriyle baş lar. Namık Kemal’in “intibah”ında Çamlıca’nın betimlenmesi, böylesi bir modanın ya da eğilim in doğması na yol açmış gibidir. Ne vâr ki, inti b a htaki Çamlıca, edebiyat tarihçile rinin saptayımıyla yöresel özellikle rinden soyutlanmış, tepeden deniz görür herhangi bir mekân gibidir. Çamlıca, ancakRecaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası” ro
manıyla tasvirine kavuşacaktır.
Boğaziçi’ni kuş bakışı gözler önüne seren Çamlıca Bahçesi'nin açılışı, promenad yeri olu şu, 1870'lerde bütün İstanbul’u meşgul eder. Bahçede, çınar, kavak, mobilya, salkımsöğüt, at- kestanesi familyalarından genç ağaçlar bulun maktadır. Kameriyemsi bir yapıda çalgıcı takımı, küçük kulübelerde meşrubat satan büfeler, bir lâk, bir adacık, çitten yapılma doğal köprüler, dal ve kütüklerden inşa olunmuş zarif bir köşk... Bu bahçenin gece gündüz pek moda bir gezinti yeri olacağını sezen büyük aileler, Bulgurlu'da, Kısık- lı’da, Bağlarbaşı'nda köşkler edinirler. Recaiza de, herkeslerin Üsküdar'dan, Kadıköyü'nden, Bey lerbeyinden, hatta uzaklardan, Boğaziçi'nden Çamlıca'ya geldiklerini söyler. Çamlıca’da, süs lü hanımları, şık beyleri gezdiren birkaç yüz ka dar araba...
Bu gezintiler Çamlıca’ya olduğu kadar ve da ha çok Boğaziçi'ne yapılmaktadır. Gerçekçi bir tornan yazma kaygısındaki Nâbizade Nâzım da,
Zehra’ya “Boğaziçi” betimlemesiyle yön verir.
Yüzyıl sonunun herhangi bir yılında betimlenen
“ Boğaziçi”, o mevsim havaların hep ilkbaharı an
dırdığı bir yazla yaşanmaktadır. Bütün Boğaziçi, tazelikle, iç açıcılığıyla dolup taşmaktadır. Rume li ve Anadolu “ sahilhaneleri” (yalı) siime dolmuş tur. Bu yalıların kim ileri kiralıktır. Erken davran mayanlar, değil kiralanacak yalı, “bir evcik" bile bulamamışlardır. Gündüzler apaydınlık, geceler yıldızlıdır.
Göksu Deresi, Beykoz, Büyükdere Limanı, Küçüksu, Kefeliköy, Sultaniye çayırları, Sarıyer' in suları, Kavaklar ın Sütlücesi artık inanılmaz gü zelliktedir. Boğaz'ın kıyıları nice zamanların akın tılarıyla şekil kazana kazana yılankavi bir harita çizer. Tepelerde gölgeli orma/ıcıklar, korular ade ta yorgunluk gidermektedir. Sahil boyunca uza nan bazı koycuklar, vadiler “bu manzaraları gö
ğüs geçir geçire temaşa” edenleri ince duygu
lara, duygulanışlara çekmektedir.
Nâbizade Nâzım, İstanbul’a İlk gelen herhan gi birini düşünür. Doğa güzelliklerine vurgun o l duğunu varsaydığı bu kişi, Fener’ler hizasından Boğaziçi’ne girdikçe yürek çarpıntılarına tutula caktır. Denizle gökyüzü burada birbirine benzer, birbirine karışır. Nihayet ay ışıklı gecede en az 300 kayık denizde bambaşka bir âlem yaratır. Ke man, kanun, nısfiye, tef, ud, mandolin... Bebek Koyu’nda, Emirgân önlerinde, Kalender’de, yalı larda, köşklerde eğlence sürüp gider.
PARLAK MEHTAPLI GECELER
Yazarımız, Büyükdere’ye, Tarabya’ya, Yeni- köy’e ufak çapta olumsuz eleştiriler yöneltir. Bu semtlerde, Boğaz’ın bu köylerinde o günün mi marisi birdenbire değişiklik göstermiş, değişime uğramış ve doğayla uyumunu bir ölçek yitirm iş tir. Neyse ki, söz konusu yitiriş, “sanatın şu gay
reti tabiat güzelliklerini" yenememiştir.
O zamanlar bağları ve çam ormanlarıyla ünlü Yeniköy, kayalık sahil üzerinde, Rum, Ermeni ai lelerinin yaşadığı bir köydür. Tarabya’da ise pek Avrupai bir görünüm karşımıza çıkacaktır. Kıyı şeridi boyunca lüks kahveler, monden oteller, görkem li konutlar, az beride, Fransa, İtalya, İn giltere sefarethaneleriyle Tarabya, Boğaziçi'nde, Büyükdere'yle birlikte bambaşka bir resim gibi dir. Büyükdere'deki konutların her biri, göz ka maştırıcı bir zenginliğe işaret eder. Saraylar, ka sırlar, villalar yanyanadır ve bu ihtişam silsilesi, Boğaziçi'nin öteki semtlerindeki huzur, dingin
lik dünyasından epey farklı bir yaşama biçim ini de simgelemektedir.
Zehra'nın yazılışından yarım asır önce İstan
bul'u ziyaret eden Lamartine, söz konusu semt leri daha başka gözlemlerle değerendirmiştir:
“Karadeniz’e dökülmek İçin akıp gittiği buru nun çevresinde dolanan Boğaziçi, İki karanlık da ğın eteğinde, şirin Tarabya şehri, saray ve yalı lardan kurulu bir perde gerer. Yapılarla deniz ara sında güzel bir rıhtım var. Beş büyük, üç küçük yelkenli ile iki buharlı savaş gemisinden kurulu bir Rus filosu, Rusya Sarayı önünde demirli; bu gemiler, Büyükdere’nin evleri, güzel gölgelikleri karşısında sular üstüne kurulu bir şehir gibi. (...) Solda, bir teki bile bütün bir alayın askerlerini gölgeleyecek büyüklükte harikulade çınarlar kü mesi ile güzel Büyükdere Çayırı; tepenin üstleri ni dantela gibi oyan Rusya ve Avusturya elçilik saraylarının haşmetli ormanları; gülleri ve leylâk ları taraçalardan dökülen, rıhtımdaki balkonlar la süslü yalılar kalabalığı; dallar, çiçeklerle dolu kayıklarda boyuna gelen ve giden çocuklu Erme ni aileleri...” (Nurullah Berk çevirisi.)
Lamartine, Büyükdere’de bunları görür. Oku
duğunuz yazı dizisini kaleme alan kişiyse, 2 yıl önce, yani 1987'de bir Boğaziçi gezintisi sonra sında güncesine şu satırları eklemiştir:
“Bebek'ten başlayarak, yol boyunca, Çin lo kantaları, Japon lokantaları başgöstermişken; Tarabya’da Arap sosyetesiyle yüz yüze gelinmek tedir. Birbirinden cazip entarileri, çarşafları, meb zul miktardaki çocuklarıyla sosyete, Tarabya’da bir aşağı, bir yukarı, dondurma yalaya yalaya do laşır. Yüzyıl başlangıcında Necip’in Suat’ı tahay- lül ettiği (Eylül romanı) eski otelin yerine kurulmuş yenisi, bir süre yeni zengin Türk sos yetesinin düğün salonu ve ilk gece taleplerini gi dermiş, bugünse — 'casino’su bir yana— çokluk Arapların misafirhanesi olup çıkmıştır.”
Aynı gün, bir zamanların Büyükdere'sinden
günümüzdekine, aynı kişinin saptayımı:
“Cadde boyunca ucube onanmlardan geçmiş bazı evler, emlak komisyoncusu kapılarında Arapça yazılar... Denize bir dakikalık mesafede, koru yamaçlarındaki apartman sitelerinde özel yüzme havuzu vardır. Doğa, yapayıyla yer değiş tirmektedir. Bir zamanlar Avrupai yaşayışın tem silcisi ve kılavuzu sefarethaneler suskunluğa gö mülmüştür. Kozmopolitliğin sağlayabileceği renk çokluğundan pek de eser kalmamıştır.”
Fakat parlak mehtaplı geceler yine yaşan maktadır Denizde 300 kayık ve alaturka musiki değil; karada sayısız otomobil, tekdüze disco mü ziği, tavernalardan yollara taşan ne arabesk, ne şu, ne bu, taverna müziği... “Yandan-yandan Rüs-
tem Bey! Haydi, oyna yavrum!”
Lamartine’in gördüğü Büyükdere'de, doğa, dinginlikle hırçınlık arasında ürperti verici bir gel gite kapılmıştır. Karadeniz’in sisli çevrenlerine, koyu renkli, göklere yükselen ormanlar karışır. Köysüz, evsiz yeni dağ zincirleri. Koyu mavi su larda kayalıklar uzadıkça uzar. Birden bastıran fır tınalarda deniz bu kayalıkları dövmektedir. Yağ murlarda o koyu, kopkoyu ormanlar yeniden ha yat bulmaktadır.
Lamartine, “Asya kıyısı”nda eşsiz bir resim
le, bir peyzajla yüz yüze geldiğini de söyler: “sa dece dağlar, dağları birbirinden ayıran boğazlar,
kayalıkların köklerine oyulmuş, çimenlerle süs lü küçük vadiler, ovalarda kıvrılan dereler, beyaz köpüklerini saçan seller, kıyının çeşitli körfezle rine kadar inen ormanlar van bir görünüm ressa mı fırçasının bulamayacağı değişiklikte bir biçim, renk, yaprak ve yeşillik topluluğu..."
GÖKSU’DA VENEDİK GONDOLÜ
Boğaz’ın Anadolu yakası, olasıya dinginliği, yalınlığıyla 19’uncu yüzyıl sonunda yalınkat garp lılaşma taraftarlarını tedirgin edecektir. Halit Zi- ya’nın Aşk-ı Memnu’unda Göksu Deresi'ne me
sireye gidilir. Adnan Bey'le, çok genç karısı Bih-
terim birinci evlilik yıldönümüdür; dört sandal, iki
aileyi, Adnan Bey ailesiyle, Melih Bey takımını Göksu'ya getirir. “Tenha bir gün olmak üzere” perşembe seçilm iştir.
Adnan Bey’in bacanağı Nihat Bey, kendinden
menkul teşebbüslerin adamıdır. Yükselme hırsıy la dolup taşan bu genç adam, yükseliş uğruna her türlü çirkinliği göze almaya hazırdır. Çevre sini değerlendirişte de bu sakat tutum belirecek:
Nihat Bey’in Göksu'yu kalkındıracak girişimci dü
şünceleri vardır. Adnan Bey'e Göksu'nun tıpkı Venedik ya da büsbütün karma bir eğlenti yeri gibi yeniden kurulabileceğini söyler. Bu önerisin de kendi kültür düzeyinin eklektik özelliklerini de dışa vurur. Göksu'da gondollar, Çin'den, H int' ten, Aden’den, Japon'dan alınmış köşkler, Vene dik sarayları... Halit Ziya, Nihat Bey’in söylemin den yararlanarak, Boğaziçi’ni git git özelliksizleş- tirecek, bugünkü inanılmaz görünüşüne sürük leyecek tavrı bir b ilici gibi, kâhin gibi, 90 yıl ön cesinden söylüyor:
“Bilmem, dere, yapmak İstediğim şeylerle gözlerinizin önüne geliyor mu? Denizin suların dan İstifade etmek, dereye o kadarcık bir derin lik vermek kâfidir zannediyorum. Sonra bunun İçin mini mini muşlar (çatana), zarif gondollar, dünyanın muhtelif memleketlerine mahsus bin türlü kayıklardan sandallardan bir numune koyu nuz, burasını bir küçük gemiler meşheri haline getiriniz. Sahillere de Çin’den, Hint'ten, Aden’ den, Japon’dan alınmış köşkleri koyunuz; mesela şurada hurma ağaçlarının ortasında bir pagod
(Uzakdoğu tapınağı biçiminde, kat kat, saçaklı köşk), bir kenarda eteğine bir gondol yanaşmış
bir Venedik sarayı... Gûya bu dere şark ve gar bın, şimal ve cenubun, nafais sergisi olsun, bu muhtelif şeylerin gölgeleriyle televvün ederek akıp gitsin. Sahillerinde elektrikle müteharrik omnibüsleri koşarken bir taraftan esiri bir balon yükselerek, Boğaz’ı, İstanbul’u, Hallç’i, Adalar'ı, Marmara’yı seyretsin, isterseniz bunu sırtında minimini bir köşkle, bir fil, çıplak ayaklarıyla Hintlilerin omuzlarında bir tahterevan, bir Arap mahmili, geyik koşulmuş bir kızak, daha bilir mi yim, dünyanın her tarafından bir şey ilave ediniz. İşte o zaman buraya bir mesire diyebilirsiniz...”
Bu şizofrenik rüya, birtakım eksikliklere kar şın bugün gerçeklik kazanmıştır. Filleri, geyikleri de yakın bir gelecekte, tahterevanlarıyla, mini m i ni köşkleri, kızaklarıyla Boğaz sırtlarındaki yeni zaman yapımı sitelerin yollarında, bahçelerinde görmemiz pek muhtemeldir.
O zavallı Göksu, MehmedRauf’un “Genç Kız
Kalbi” adı romanında da Pervln’ln sinirini oyna
tacaktır. Pervin, Göksu'nun, İstanbul'un en kibar, en zarif bir eğlenti, seyir yeri sayılmasına anlam veremez. Göksu'da, çok şık kayık ve sandallar, bostanlar, mısır tarlalarıyla çevrili kıyılar boyun ca dolaşmaktadır.
Göksu’yu şim di görünüz; bostanlara, mısır tarlalarına seyrek seyrek rastlayacak olursanız, hele derenin durgunlaşmış suyunda bir arılık gözünüze çarpıyorsa, sevinçten deliye dönüyor sunuz. Göksu, mavi su...
Tarabya Koyu’nda otomobiller, yatlar, sıra sıra İçkili lokantalar ve otel... Eski Tarab ya'nin kendine özgü levanten dünyası bugün arabeskleşiyor, Doğu-Batı sentezinden anladığımız da bu olsa gerek...
1 MAYIS 1989
DİZt YAZII4AK
Tarihim izle sık sık övünürüz ama, tarihi günüm üze bağlayan eserleri korumayı
asla önemsemeyiz. Doğrudan doğruya tarihle övünenlerim iz esere düşm andır
Köklü
geçmişinden,
özel
uygarlığından,
başlı başına bir
kültür beldesi
olduğundan
onca söz açılmış
Boğaziçi, böylesl
niteliklere sahip
hiçbir beldede
örneğine
rastlanmayacak
bir kıyıcılıkla,;
yok edişle yüz
yüze gelir
R
UŞEN Eşref Onaydın Ağustos sonunda Boğaziçi’nde sabahla rın biraz daha geç doğduğunu, akşamların daha çabuk bastırdı ğını görerek sonbahara adım adım yaklaştığımızı belirtir. Su lar şimdi daha hızlı çağıldamak tadır. Onu bütün Boğaziçi'nde gezdiren sandal Ağustos sonugünü Göksu'ya da uğrar. Yazar Göksu üzerine ta rihimiz boyunca ne çok kişinin yazıp çizdiğini dü
şünür. Evliya Çelebi, Nedim, Recaizade, Tevfik Fikret... Elbette Yahya Kemal. Comtesse de No- ailles, Lucie Delarue-Mardrus, Pierre Loti, The- ophille Gautier gibi yabancı edipler. Bir gün biri çıkıp bir Göksu kitabı meydana getirse, yaprak larında Van Mour'un, Kastellan'ın, M eling'in re simleri, estampları göz okşayacaktır.
“Ona yaklaştıkça, birde kendinden gelen ma nayı dinliyorum. Görüyorum ki ona apayrı benli ğini veren en başlıca hususiyet, bir coğrafya şek lidir.
“Boğaz’ın en dar yerindeki bu karşılıklı man zara, tabiat kadar tarihle de süslü. Ona, şiirin ver diği bütün bir tarih güzelliği kadar tarihin verdi ği bir şiir güzelliği de, bir peyzaja seyrek nasip olur eşsiz üstünlükte, bir zenginlik katıyor.”
Boğaz'da yalnız yeşil, ağaç, koru, doğa göz den çıkarılmamıştır. Tarihimizle sık sık övünürüz ama, tarihi günümüze bağlayan eserleri koruma yı asla önemsemeyiz. Doğrudan doğruya tarihle övünenlerimiz esere düşmandır. Göksu'daki ta rihi eserlerin de çoğu bugün kayıplara karışmış durumda. Sonra yalılar. 1928 yılı Ağustos sonu gününde Ruşen Eşref, yalıların yakın gelecekte ‘yeni’ mimariye kurban edileceklerini sezinler:
“Birkaç kürek daha sonra, çürükleşmiş bir su ko kusu teneffüs ediyoruz. Bu havanın içinde, bir ya lıyı tepesinden paralamaya başlamış enkazcıla- n, yırtıcı kuşların ağır ye keyifli yiyişleri ile temel lere doğru iniyorlar: Üzgün sudan bir akis daha eksiliyor, sanki kocamış bir hafızadan bir hatıra nın daha nasıl silindiğini görüyoruz.”
Bu yıkımlar, bu paralayışlar git git dehşet ve rici bir görüntü sunacaktır. Köklü geçmişinden, özel uygarlığından, başlı başına bir kültür beldesi olduğunda onca söz açılmış Boğaziçi, böylesi ni teliklere sahip hiçbir beldede örneğine rastlanı- lamayacak bir kıyıcılıkla, yok edişle yüz yüze ge lir. Yeniden yapmak edimi, burada, o köklü geç mişi, özel uygarlığı, kendine özgü kültürü, daha acısı coğrafyayla sosyolojiyi bir arada ve bir da ha geri gelmemek üzere yerle bir eder.
Oysa o mevsimlerde Boğaz ın semtlerinde gezinen Ruşen Eşref, “mesela, akasyaların çiçek
açmış bulundukları bir gün”u unutamaz. Bend-
ler yolundadır. Akasyalar som ilkyaz gelmeden bembeyazlılıklarını sezdirmişlerdir. Baharın yarı ılıklaşmasına kapılan bademler birden çiçeklenir, güneş yol boyu altın bir toz serper. “Yaz sonları
na doğru bir gün” Anadolu yakasında bir kahve.
Boğaziçi kahvesinde tahtaboşun suya ilerleyişi, suya kavuşması. Burada sardunya ve hortansi- ya saksıları, nar rengi bir parmaklık önüne dizili durmaktadır, Çınar yaprakları kahveye adeta ye şil bir tente örter. Deniz suyu çırpıntıları sanıldı- ğınca tekdüze değildir, dikkatli gözlemci önünüz deki denizin koştuğunu, usul usul fark eder ve bu koşan denizde yürüyormuşçasına bir sanıya kapılır.
Sıra yalıların bahçelerinde bir manolya ağa cı Eylül sonunda bile hâlâ çiçekli durmaktadır.
“O bahçelerde yaz mevsiminin, bu derece geci kecek kadar oyalanmış olmasına insanın İnana mayacağı gelir.”
Lise son sınf edebiyat kitaplarında Mehmed Rauf'un Eylüf’ü ilk psikolojik roman olma n ite li
ğini bugün de koruyor. Eylül de Süreyya ile Su at, Bakırköy'ünde bağevinde birbirinin hep aynı günler geçirirler, Süreyya için sıkıcı bir hayattır bu. Suat kocasını mutlu kılmak isteğiyle Boğa ziçi'nde Yeni Mahalle'de ufak bir ev kiralar. Ora da bütün bir yaz ve Eylül geçer. Karıkocanın ya kın arkadaşları Necip sık sık yazevine gelmekte,
Genç Werther'in Acıları’nı çekmektedir. Eylül bu
nunla birlikte yalnızca ruh çözümlemelerinin ro manı değildir, Boğaziçi'nin pitoreskiyle şaşırtı cı bir gönül bağı kurmuştur.
Geçen yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başlangı cındaki Boğaziçi Mehmed Rauf'a uçsuz bucak sız tasvir olanakları sağlar. Sözgelimi o zaman lar Kanlıca, Çubuklu gibi köyler eski itibarlarını yitirmek üzeredir. Asıl zenginler, asıl kibarlar Ta- rabya’yı, Büyükdere'yi tercih ederler, Büyükada1- ya akın başlamıştır. Ne var ki bu seçimlerin bir öz yitim ine gebe kaldığı pek fark edilmez. Eylül'- ün kahramanları "fildişi yuva" diye tarif ettikleri evi boş yere Yeni Mahalle'de aramamışlardır: Kanlıca'dan uzak, Büyükdere'ye hayli yakın.
Süreyya küçük yalının balkonundan Boğazi ç i’nin peyzajını “çok büyük, geniş” bir göle ben zetir. Süreyya, Suat ve Necip balkonun kenarına kadar yürürler. Henüz yazdır. Hafif bir rüzgârın okşamasıyla “dalgacıklanan” deniz, güneş altın da durgun, baygın uzanmaktadır. Dalgacıklar gü neş ışınlarıyla gümüş yaylar halinde gerilir. Işık oyunları, tepelerin her birinde başka gölgeler, gölgelenişler yaratıp eflatun, kurşuni, sarı dağ çizgileri çizmektedir. Sonunda deniz ateşten renkler edindiğinde, kıyıda kesin bir sessizlik sal tanat kurar.
Rüzgâr bir durur bir başlar. Başladıkça, bal konun bir tarafındaki tentenin çırpınarak patırda dığı işitilir. Zaten yaz çabuk bitecek, Boğaziçi' nde Eylül hissedilecektir. O zaman rüzgâr “ Ka
radeniz’in bütün hiddeti ve körpeliği ile tepeler den koparak” saldırır.
Necip’in Yeni Mahalle'de m isafir kaldığı gün lerde Büyükdere'ye çıkılır. Suat siyah, beyaz ve kurşuni renklerle satrançlı küçük şemsiyesini açar. Sandal gezintisinde çırpıntılı sesler bitevi ye musiki gibi dağılır, oyalar. Beykoz çayırında birçok çiçeklerin, otların katımlanan kokusunu genizlerine çekerler, serin, taze, yaş çayır, sarı çiçeklerle bir fulya tarlasını anımsatır. İlerledik
çe o sarı çiçeklere kırmızı, mor, beyaz çiçekler, kırçiçekleri de eşlik eder ve hepsi rüzgârla bay- raklanarak bol yeşil ortasında uçuşur. Dere ke narında yeşil söğütler damla damla ağlar. Şimdi mor ve beyaz çiçekler ayrı ayrı öbeklenmektedir. Mehmed Rauf bir seccadenin incelikli m otifle ri ni alımiar.
Tarabya’da, kıyıdan geçen bir römorkörün se si handiyse adım adım sayılmaktadır. Sığ sahil de kumlar camgöbeği bir alaca bırakır. Sığlıkta, hatta derinlere doğru en ufak taşlar bile elle gös terilecek kadar seçiktir. Buradaki kırmızı duba suda kanlı akisler bırakır. Derken deniz, rüzgârın kırıştırmasıyla kimileyin yeşil, kimileyin mavi, ki- mileyin mor, kimileyin çok açıklarda bile filizidir. Akşam olmaktadır. Büyükdere koyunun üstünde hafif dumanlarla sarmaşarak güneş, bir kırmızı b illu r gibi kararır. Denizin kokusu şimdi varlığını daha yoğun hissettirecektir.
Necip ayışıklı gecede yalnızlığını büsbütün duyumsar. Beyaz bir sis çizgisi alçak, ağır kıyı lara sokulur. Deniz ayışığının gümüşi parıltısıy la giderek kararmış, iyice kararmış, vahşi, pek vahşi bir görünüm edinm iştir. Beyaz sisle, siya hında lacivert yaldızlar çakan bu vahşi deniz cenk eder gibidir.
Sonra yağmurlar da başlar. Gökyüzü duman rengidir, damlalar “bir ağaçtan meyve düşer g i
bi patırdayarak nazla düştükçe yolların biriken toprakları delik deşik olarak hafif bir toz” kalk
maktadır. Boğaziçi yağmurda, deniz kadar top rak da kokar.
KIRLANGIÇLAR DA GİDER
Yağmur öncesinde Boğaziçi ansızın değişir. Sözgelimi sandal süratle yükselmeye başlar. Va di üzerindeki bulutlar hızla yaklaşır ve rüzgâr ar tık ıslak esmeye koyulur. Artık kırlangıçlar da gi der.
Ekim... “Bu ay sabahları sisler, sisler yırtan
canavar iniltileriyle vapurlar, buhan andırır gibi iken birden bütün mevsimlerin renkleriyle can çekişip nihayet siyah bir kış akşamıyla bunalan günler ile” ölünceye kadar hatıraya nakşedilmiş
kalacak bir sonbahar ayı.
A.Hisarı’nın bu eski peyzajı Boğaziçi uygarlığının son günlerini saptıyor. Çok değil, on-on beş yıl sonra Küçüksu’ya doğru uzanan bu şerit bütün bütüne ihmal edilecek. Çok sonraları yeniden onarım çalışmalarına başiansa bile sonuç eski peyzaja benzemeyecek. Mehmed Rauf Eylül'den senelerce sonra yaz dığı Genç Kız Kalbi’nde Boğaz'ı eskisi kadar gü zel, eşsiz bulmayacaktır. Son güzelliklere tanık lığını da unutmuşçasına doğa, çevre kirlenmesi ni, işte Göksu'nun kokuşuk bir dere olup çıkışı nı acımasızlıkla dile getirir. Herkesin ayılıp ba yıldığı, yabancı sefirlerin bile aileleriyle üşüştük leri Göksu, hazin sonuna doğru yaklaşmaktadır. Üstelik yabancı sefir aileleri oraya güzelliği de ğil,Türklerin nasıl eğlendiklerini görmeye, azıcık da hava almaya gelir olmuşlardır. “Çünkü siz on
ların böyle kokmuş değil, hakikaten cennet ka dar güzel ve ne kadar temiz ne dereleri vardır, ve bu derelerde ne temiz ve ne güzel eğlenceleri ol duğunu bilseniz...”
Boğaziçi'nin suları da dereleri ölçüsünde et ki bırakmıştır. Bir zamanlar sulara gitmek başlı başına bir üslup sorunuyken, günümüzdeki man zara varılan noktayı her anlamda gözler önüne se rer. Beykoz sırtlarına, oradaki içme sularımıza gi din. Su başında kendin pişir-kendin ye et çevrili yor, rakı içiliyor, pijamalarla oturuluyor, lastik sa bolarla dolaşılıyor, plastik bidonlara su dolduru luyor. 1902 kışını Sarıyer'de “sulara giden yolun
üstünde”, ahşabı kararmış bir köşkte geçiren
Yahya Kemal, bu köşkteki işret sofralarından bahsederken, saz ve söz müdavimlerinin iyi bir musiki dinledikleri gibi, hiç de yabana atılmaya cak meseleleri, özellikle sanat konularını tartış tıklarını ifade eder. O musikinin yerine şimdi Em rah ya da Küçük Ceylan dinlenmekte.
Yine Ruşen Eşref sandalla geçip giderken
Anadolu yakasında bazı yalılar görür ki tümü de ya suyun b ittiğ i yerde başlamakta, ya da yalıla rın başladığı yerde su durmaktadır. Suyla bunca
içli dışlı yalılarda, “Bazılarının, üç ayak merdiven le denize inilen ve mermer basamaklarım deni zin ara sıra yükselerek ince sesli köpüklerle ıs latıp temizlediği engin gölgeli sofralannda insan lar, önlerindeki su gibi uslu ve düşünceli duru yorlar. Sandaldan da seziliyor ki az ve yavaş ko nuşuyorlar. Ihtiyariarırıin başında yemeniler... Şe hirden yeni dönüp de bir erguvanın altında din lenen geçkince hanımların omuzlarında siyah çarşaflar...”
O zamanki Boğaziçi’nin mutlu bir azınlığın te kelinde olduğunu düşünmek mümkün. Ne var ki günümüzün Boğaziçi mutlu azınlığıyla oranlana- mayacağı da kesin bir gerçeklik.
Kamunun yararlanabileceği alanlarda ise bambaşka bir yaşama tarzının verilerini yakalıyo ruz: Beylerbeyi'nde işkembeciler, tavukçular ayak üstü yemek ihtiyacını gideriyor. Kanlıca yo ğurtçusunun az ötesinde kıymalı, sucuklu, pas tırmalı pideci tabela asmış. Birahaneler-biraha- neler... Ve birahanelerin önlerinden geçen, ama artık erguvan ağaçları altında oturmayan, bu yüz den de çarşaflarının siyahı sanki başka bir siyah, kara çarşaflara bürünmüş hanımlar.
Çubuklu'da tepelere lüks villa inşaatları ege menlik kurmuş; Anadolu yakasının koruları yer yer göz açıp kapayana ortadan kadırılmakta, çıp lak alanlar yeni lüks villa yapımlarına hazır tu tu l makta. Vilların berisinde, sağında solunda gece kondu mahalleleri; gecekonduların küçümen bahçelerinde saksı çiçekleri mazinin görkemli bahçelerini elbette hatırlatmıyor, fakat hiç olmaz sa bir avuç çiçek. Zira Beykoz’un iyice sırtlarına vurup sarp yollara karıştığınızda, çamlıklar için deki inanılmaz çöplük yöresini görecek, çam ko kusu yerine leş kokusu duyacaksınız. Gecekon duların bahçelerine razı olun...
TASIN: YOLLAR,
BAHÇELER, RIHTIMLAR
Boğaz’daki yeşil kıyımı önce yamaçlarda, tepelerde başlamıştır. Gecekondular birer- ikişer biter. Gecekondularla iç içe beliren günümüzün IOks"villa"larıysa yeni zengin liğin kökenine işaret ediyor... '
2 MAYIS 1989
;OT7T YAZIT A P
PIRNALI BOL YERLERDEKİ BÜLBÜLLER, İSPİNOZLAR, SAKA, İSKETE, FLORYALAR, SERÇELER,
BAŞTANKARALAR GİTGİDE YAŞAYAMAZ OLUR...
Yollar, bahçeler, nhhmlar
•B u g ü n k ü Boğaziçi'nin bayındır
lıktan uzak görünüşünü, üslup
suz yaşamasını, inanılmaz kültür
süzlüğünü, yoz değerlerini oluş
turanlar ise yine büyük kitleden
sivrilmiş, benden sonra tufan sa
vaşımlarıyla para kazanmış, gös
termelik, düzmece girişimlerle
Boğaz a yeni çehre verdiklerini
sanmışlardır
R
UŞEN Eşref Boğaziçi’nin bahçelerinden de geçip gitm iştir; o bahçeler bugünün Boğaziçi parklarına benzemez, o bahçe ler sanki uzak bir geçmişte kal mıştır... Bahçelerden yaprak hı şıltıları işitilir, gölge dalgalanış- ları boyuna yer değiştirerek göz okşar. Bazı günler deniz ada ça mının kokusunu çağrıştırırken, ıhlamurların, türlü çiçeklerin ve bütün yaprakla rın kokuları da gelip çarpar. Kucak dolusu demet lerle doğanın büyük armağanı çiçeğin renk cüm büşü bir kez daha karşınıza çıkabilir: “ Erguvanlar, zambaklar, hanımelleri; daha sonra da güller, karanfiller; bir sabah da bunların renk renk kıv rımları arasında dik yapraklarının parıltısı içinde tepeleme dolgun manolyalar, o beyaz alevler!.. Sonra da hortansiya demetleri; ta lüle lüle krizan temlere kadar mevsimlerin yürüyüşünü bildiren koku ve renk kervanı...”
Çiçeğin yanı sıra meyve. Mesela sepetteki ç i lek kimileyin küçük bir gül ehramını hatırlatmak tadır. Kayısılar altın, şeftaliler yanak allığında, in cirler dudak yumuşacığındadır.
Yol boyu giderken, buz renkli çamlarla, gök yüzüne engin fıskiyesini yayarak yere engin göl gesini döken çınarla, yelpazeleri andırır fıstık çamlarıyla, yaprakları altında dikenli fiske topları gizleyen atkestaneleriyle, kelebek yapraklı ve üç gövdeli ıhlamurla, testere yapraklı aylandosla, iç çeken serviyle, yeşil çadırlı cevizle ve nihayet avi ze kristalleri gibi sarkan, akan, titreşen salktmlı çamla birlikte olacaksınız. Bu ağaçlıklı yollar uza dıkça uzar, nerelere vardıklarını yeşillikler bilir, bu yollar hatıralar gibi, duman gibi dalgalanır, dalga gibi savrulur. Birkaç ışık öbeği, dökülmüş yapraklar, sonra yeniden körpe renkli yeşil.
Büyük Çamlıca’da, Küçük Çamlıca’da, Yuşa - da yine kestane ağacının yanı sıra, daha otuz kırk yıl öncesine kadar karaağaç, gürgen, akasya, diş budak korularına rastlamak olasıdır. Ne var ki, çınarlar, dişbudaklar, ıhlamurların tahrip edilme sine de aynı zamanlarda başlanmıştır. Dört yüz yıl yaşamış ağaç gönül rahatlığıyla ortadan kal dırılır. Yabangüllerinin, leylakların karmaştığı ça lılıklar, pırnallar, kocayemiş, muşmula, süpürge, karaçalı, katırtırnağı yığınları, doğanın bu bitek verimleri anlamsız bulunarak insafsızca yok edi lir, tem m uz boyunca güzel mor çiçek açan ko- lonberiya ağaçlarının bir tekine bile otuz-kırk yıl öncesinde de artık rastlanılamaz. Sıra erik, şef tali, kayısı, elma, armut, kiraz, vişne, dut, nar, ay va, kızılcık, incir, ceviz, fındık ağaçlarına gelecek tir. Bitki örtüsünün korunmayışı kara kuşlarını, deniz kuşlarını da etkiler. Pırnalı bol yerlerdeki bülbüller, ispinozlar, saka, iskete, floryalar, ser çeler, baştankaralar gitgide yaşayamaz olur. Ko ruluklar seyreldikçe ağaçkakan, çavuşkuşu el ayak çeker. Boğaziçi denizinin ziyneti yelkovan-- kuşları, yalıçapkınları, bahriler ve balıkçıllar her geçen gün biraz daha anılara karışmakta...
Ruşen Eşref Boğaziçi’nin tekrar geliştirilece
ği, güzelleştirileceği inancını taşımıştır. Yıkıntı lar ortasında “Bununla beraber", diyor, “Boğaz’-
ın ölüm istemeyen öyle imrenilecek diri, coşkun bir tabiatı var ki: Sarmaşıklar, yabanileşmiş ha- nımelleri, güller, incirler bu yıkıntılara sarılıyor, harabenin acı çıplaklığını bir garip şenliğe bürüyor.
“Yıkıntıların ey gür tesellisi! Başka çağların başka ölçülerine göre kurulmuş o eski biçimle rin kaditlerini ört, ta o günlere kadarki Cumhuri yet nesilleri, dünyanın en güzel yaz şehri olan Bo ğaziçi kıyılarında, yeni anlayışlarının ve dileyiş- lerinin sürekli ümranını, onun tükenmez şirinli ğine yaraşacak bir üslupta, yeniden diriltecek- tlr...”
Kara alay gibi geliyor okura.
LİMONLUKLAR, CAM KÖŞKLER
Boğaziçi üzerine düşünenler, yazıp çizenler, yirm inci yüzyılın ilk yarısında bir hayatın önce- siz sonrasız çekildiğini ayırt etmişlerdir. Bu yı kılış, bu çözülüş, öncesiz sonrasız bu ayrılış her şeyi dokunaklı kılar; bahçeleri de. Kubbesini ne- nekşegüllerinin örttüğü viran lim onluk seyrek camlarıyla parıldar. O seyrek camlar sanki
göz-Her şey suya ve denize uyum sağlamak ister gibidir eski Boğaziçi'nde. Bu büyük mi mari mirası bakım görmedikçe her şey ağır ağır suya ve denize karışır.
yaşlarıdır. Bahçeler bazı bazı denize uzanır ve bir duvardan sarkan delişmen narları, kayıkla geçer ken el uzatıp koparmak istersiniz.
Abdülhak Şinasi Hisar “Boğaziçi Mehtapla-
rı” nı kaleme getirir. “Boğaziçi Mehtapları”nın kâ ğıt üstünde d iriltilm ek istendiği günlerde, yalı ların birçokları harap olmuş, sözgelimi Şair Ni-
gâr Hanım’ın bir akşamüstü hotozu ve yaşmağıy
la geçtiği o rıhtımlar bozulmuş, bahçelerin süs lü parmaklıkları kaldırılmış, büyük taş saksılar kı rılmış, çiçekler yeniden ekilmemiş, mezarlıkları kimseler ziyaret etmez olmuş, yüksek duvarlar göçmeye koyulmuştur. Şimdi sadece hatıralar belirir. İlkyaz geldiğinde baharlar açınca, işte er guvanlar eflatun ateşten renkleriyle fışkırınca, çocuklukta kalmış görüntüler belleği işgal etme ye koyulur. Sözgelimi büyük bir zafer doğar gibi sabah olur. Akşamleyin mor salkımların kokusu, sardıkları balkondan içeriye dolar, hatta yollara bile taşar. “ Rumeli kıyısından bakılınca da Ana
dolu sahilinde, güneş aksiyle, ötede beride öbek öbek birçok camlar altın kesilir, altınlar gibi pa rıldar.”
Fakat hatıraların hülyası sonsuz değildir. Ab
dülhak Şinasi bile daha çocukluğunda açık ka
yıkhanelerin “siyah deliği kör olmuş bir göze" benzediğini itiraf etmek durumunda kalır. Kabar mış, yosunların yürüdüğü bahçe duvarlarında
boş yere eski ermişlerin huzur dünyasını arar.
“Daha, içil bir iki harabe, viran blr-iki yangın ye ri, uhrevi bir-iki mezarlık ve tarihi kaleler önün den geçerdik. Bazen, her tarafından açık, duvar- sız, yalnız bir mezarlıkta bir fener içinde bir mum; yahut doğrudan doğruya bir mezartaşının üstü ne konmuş bir kandil yanardı.”
Önlerinden geçilip gidilmiş yalılar, kıyıla rına varıldığında taşlarına çıkılmış rıhtımlar, dö nemeçlerinde doğa manzaralarının bitmeztüken- mezliğine erişilmiş yollar, ışık ve yansı hiçbir za man gerçek anlamda kamuya açılamamıştır. Açı lamadan, bayındırlığını, özel yaşama biçimini, kendine özgü kültür ve uygarlığını, törel değer lerini büyük kitleye ifade edemeden son bulmuş tur. Bugünkü Boğaziçi'nin bayındırlıktan uzak gö rünüşünü, üslupsuz yaşamasını, inanılmaz kül türsüzlüğünü, yoz değerlerini oluşturanlar ise yi ne büyük kitleden sivrilm iş, benden sonra tufan savaşımlarıyla para kazanmış, göstermelik, düz mece girişim lerle Boğaz'a yeni çehre verdikleri ni sanmışlardır. Asırlar boyu incelmiş görgünün yerine, paranın bir anda sağladığı, ama özdeğe- rinden çok şeyi har vurup harman sâvurduğu bir ortam. O geniş yollar, asfalt, tartlarında ekildiği gün kuruyacağı besbelli hazin yeşerti, parkların da ilk soğuk mevsimin hışmına uğrar uğramaz ■ dermeçatmalığı ortaya çıkacak rengârenk düzen
lemeler, banklar, şemsiyeler, çocuk kuleleri, ka ba saba heykeller, hunhar villa mezarlıkları, öbek öbek de — şu ilkyaz günlerinde— lale. Akla ne dense ilk gelen bu laleler Boğaziçi tarihiyle, Bo- ğaz’ın bitki örtüsüyle, o bitki örtüsünün tarihiy le yalınkat ilintim izi elbette belgeliyor...
Bir de Refik Halit Karay’ın cam köşküne uğ rayınız. “ Bu, Bizim Hayatımız” romanında Hay
ret Paşa yalısının kış bahçesi eskiden beri meş
hurdur. Orada bir zamanların gözde çiçeği kamel yalar üretilm iştir. Şimdi orkide de yetişiyor. Cam
köşke girer girmez rayihalı bir rutubet. Sıcak du
man alttan dolaşarak yaş toprak dolu fidelikleri, sulanmış çiçek saksılarını çeviriyor. Lim onlukta neler yok! Sıcak iklimlerin ağaçlaşan bitkileri bi raz bodur, ama olsun Yerliler: Lalenin yanı sıra menekşe, sümbül, fulya, zerrin. Güller... Şu, uzak tan beyaz görünmekle birlikte, iyice yakından ba kıldığında, belli belirsiz mor damarlarını, tirşe sis lerini gösteriyor; kenarları da incecik bir bordür- le altın yıldızlı.
BİRÇOK MEVSİM, BİRÇOK RENK
Boğaziçi m ucizesinin şaşılacak bir başka özelliği det>*rçok mevsimi, birçok rengi aynı an da, hep bir arada yaşatabiliyor olmasıdır. “ Yaşa
dığım Boğaziçi” yazarı iffet Evin yosun kokan mi safir odalarına uğrayarak, eskilik ve temizlik ko kan hasır kaplı sofalardan geçerek engin bahçe
lere ulaşır ve bugün artık eriklerin, mis kokan ay vaların, dutların, cevizlerin tükenmiş olduğunu söyler. Arka bahçeyse, özel yalı mimarisi saye sinde, rüzgârlardan, cereyanlardan kuytu tu tu l muştur. iri saksılarda mandalina, limon ve turunç ormanlığı yaşar. “O bahçelerde,” diye sürdürü yor eski İstanbul hanımefendisi, “Büyük saksı
lar içinde, turunçgiller bol yemiş verir, boy atar dı da biz çocuklar saksıların ve yemiş yüklü dal ların arasında saklambaç oynardık.”
Çengelköy bostanlarında bahar şeftali ağaç larının tomurcuklanmasıyla kesenkes gelmiştir. Bostanların çevirdiği ova pembe alacalara bürü nür, lal rengi bir gölü andırır, pembe alaca gün- hatunlarıyla gündoğumlarıyia boyuna değişir. Kış, Trabzon hurmalarının turuncu rengidir bos- tanlarda. Lahanalar limonküfü, karnabahar, yeşil- turuncu-sarı... Sonra ne mi olmuştur?
“Çengelköy’ün kıyı tarafına, Saduliah Paşa yalısının arkasına düşen bostanların yerine şu son beş-altı yıldır futbol sahası yapıldı. Oraları tesfiye edilirken üç bostan kuyusu dolduruldu. Çengelköy’ün ayazmaları, suları, lezzet ve şifa bakımından tarihe geçmiştir. Yeraltı suları bos tan kuyularını besler. İç taraflarda ise bazı köşk kuyuları birbirlerine, insan geçecek kadar dar tü nellerle bağlıdır. Çengelköy’ün şimdi tarihe ka rışan bostanları ile beraber yüzyıllar boyunca ün salmış zerzavat ve yemişleri de kaybolmuştur.
Bir zamanlar bostanların ve ağaçların arasın dan dolana dolana denize varan derecik, bir sü re oraları kaplayan yol ve yeni yapıların çöplüğü olmuştu. Sonraları yatağı kurudu. Şimdi izi bile yok.”
Bütün Boğaziçi'nde bostanlardan en küçük belirti kalmaz. Şifalı sular bütün Boğaziçi'nde ko- runaksız bırakılır. Her istenilen anda mevsimin körpe, taze sebzesinin elde edileceği o bostan- lar, billur sular, ayazmalar artık kimselerin, özel likle de Boğaziçi'nin bugünkü sakinlerinin hiç mi hiç ilgisini çekmeyen incelikli anı kitaplarında kalır.
Sözgelimi Kanlıca'nın Hamam bostanında göveren yeşil salata, patlıcan; M üftü bostanın- da yetişen taze bakla o kadar ünlüyken tümü de kayıplara karışır. Tıpkı Kanlıca yoğurdunun ne den ünlü olduğunu artık kimselerin bilmediği, öğ renmek istemediği gibi ve zaten şimdinin Kanlı ca yoğurdu da, kekik ve yonca kokan sütle mi ko tarılmaktadır ki? Bunlar, bu, hayatı incelten gü zellikler gündeme getirilmek istendiğinde ya ma- ziperestlik suçlaması yüreği burkar ya da bir bu nağın sayıklaması yerine geçer.
Ama o çeşmelerde, Kanlıca'nın Baba Ali çeş mesinde “Çeşme-i Baba Ali’den iç âbı-hayat” ya zılıymış, kimin umuru? Yine Kanlıca’da, Mescit çeşmesi kitabesinde: “ Besmele ile iç bu sudan
afiyet olsun sana...” Yine Kanlıca'da Haiepli çeş
mesi servi ağacı m otifi, ayna taşı, mermer, be yaz üstüne maviyle betimlenmiş çeşme, ağaç tasvirli dört sıra Kütahya çinisiyle bezeliyken, 1930'larda belediye tarafndan — şose yapımı dolayısıyla— betonarme yöntemiyle yeniden “in
şa edilir” . Şimdiki durumunu araştırmaya gerek
yok.
Boğaziçi çeşmelerinin ayna taşları, kaktüslü, zakkumlu villa bahçelerinde, şimdi bir köşeye atı lı duruyor. Hayrat da göçüyor.
YARIN:
ATEŞ OPERASI DİNDİ
Bebek'teki "Valde Paşa Yalısı” bugün M ısır Konsolosluğu'dur. M ısır H ıdivi’nin annesiValde Paşa Yalısı'ndan çıkıp Yıldız Sarayı'na tiyatro izlemeye gidermiş, bazı yaz akşam larında...
•KAZIKLI YOL, AMATÖR BALIKÇILARIN ÇOĞALDIĞI AKINTIBURNU-BEBEK ARASINDAKİ
KAZIKSIZ YOLDA DA PEK HIRÇIN OLTA ATIŞLARLA BALIK TUTTUKLARI YER OLUP
ÇIKTI. OLTALARLA YÜRÜYÜŞÇÜLERİN MÜCADELESİ HEM ACIKLI, HEM GÜLÜNÇ...
Ateş operası dindi...
EŞRİNLER geldi, lüfer mevsimi başlayacak...”
Ya da: “Ntsan’dayız, Boğaz
sırtlarında erguvanlar açmış tır...”
Bu sözler Ahmet Hamdi Tanpınar için yalnız Boğaziçi’n de değil, bütün İstanbul’da, es ki İstanbul’da asıl takvimin mevsimler ve renkler, kokular, tatlar hayali ola rak yaşandığına işarettir. Beyoğlu’nu “hamlesi
yarı yolda kalmış Paris taklidi" ne benzetir, ha
yatımızın böylesi bir yoksulluğuna şaşar, ama Üsküdar’da, Hisar ların karşısında, Vaniköy iske lesinde, Emirgân kahvesinde tekrar benliğe dön menin özlemlerini duyumsar. “Hangi İstanbullu,
Beykoz korusunda veya Bebek sırtlarında dola şırken kendisini dış Alemin o kavurucu zaruret lerine karşı müdafaa edecek zengin ve çalışkan bir uzleti özlememiş, kısa bir an için olsa bile çe lik zırhlarını glyinmemlştlr?”
Tanpınar Boğaz'a değişik dönemlerde deği şik yargılar, bakışlarla yaklaşmıştır. Sözgelimi
Huzur romanında “Boğaz’ı tatmak” ülküsü, acı
sonu belirleyecek yıkımları sezmekten doğmuş bir kaçış gibidir. Mehtapsız gecelerde, kayık ışık ları denizde bir “ışık operası” meydana getirir. Ne var ki gün ışığında çıplak gerçeklik ortaya çı kar. Sözgelimi Mümtaz, romanın bu kederli kah ramanı “sefil, perişan mahalleler, yoksuzluk tö
zünden bir insan çehresini andıran eski evler arasından” sık sık geçer.
Boğaziçi'ne sığınış insan elinin şekil verdiği yeşil ve özel mimari uğrunadır. Orada yoksuzluk doğa bereketi nedeniyle bir bakıma gözden ırak kalır. Küçük camileri hep bodur ve tek minareli semtlerde kireç sıvalı, yarı örenleşmiş duvarlar bile Boğaziçi köylerine eşsiz bir huzur duygusu getirir. Bazan geniş mezarlıklar bir uçtan bir uca bütün görünümü kaplar, fakat insan ölüm fikrin den ürperti hissetmez. Bazan ayna taşları çok tan kırık, susuz çeşmeler yanı başlarındaki ulu çınar ağaçlarıyla bizi yeniden su hasretinden kur tarırlar. Çünkü çınarlı yeşil yelpazesi o susuz çeş meye bile asıl işlevini kazandırmış gibidir. “ Za
ten Boğaz’da her şey bir akisti. Işık akisti, ses akisti; burada insan bile zaman zaman bilmedi ği bir yığın şeyin aksi olabilirdi.”
Bazan ulu çınarlardan birini sokak feneri ay dınlatır ve aydınlık yaprak yaprak dökülüşür. Ba zı günler çocuklar uçurtma uçurur, meyve ağaç ları çiçek açar, oltayla sabır terbiyesi edinenlere tesadüf edilir. Doğa daima renk yansımalarıyla sağanaklara tutar insanı. Huzur’da Boğaziçi hem mor, hem kırmızı, hem narçiçeği, hem erguvani, hem de her yerde yeşilin bütün ayırtılarıyla do nanmıştır. Sözgelimi Boyacıköyü'ndeki küçük kahveden sandallara, su motorlarına, balık ağla rına, ıstakoz avı için kullanılan sepetlerin sıralan dığı balıkçı kayıklarına dakikalarca bakılabilir ve
f
löz yorulmak şöyle dursun, dinlendikçe dinlenir, şte yol kenarında balıkçılar, yosun, kabuklu hay van ve deniz kokulu ağlarını onarırlar.Beş Şehir’de Boğaziçi’nin derin anlamı deniz
le baş başa yaşayabilmekte aranır. Sisli lodos sa bahı da, günbatımında alacanın kanlı cümbüşü de, erguvanlı tepeden kuşbakışı sahili seyrediş de ergeç denizle buluşur, denizle noktalanır. Do ğada ve yaşamda insan eli değerek sanatkârlaş- tırılm ış olanı biraz da belleğin unutkanlığı nede niyle koruyamamışızdır:
“Yazık kİ Venedik ve Napoli’den başka hiç bir memlekette rastlanılmayan şekilde denizle böyle baş başa yaşamak imkânını veren Boğazi çi’nin açık bir tesirini edebiyatımızda görmek İm kânsızdır. Nesrin ve resmin yokluğu, şiirin bir sa nat oyunu oluşu yaşanmışı çok gerilere atar. Onun için Boğaz tesirini sanatkârlarımızda ancak kanşık bir rüyanın tesadüfleri İçinde seçilen gün lük hatıralar gibi en tanınmayacak terkipler için de ararsak bulabiliriz.”
’TÜRK İSTANBUL” NASIL
KAYBOLUR?
Tanpınar, “İstanbul'un dört asır kendi bünye
sinde yabancı bir örgü gibi taşıdığı Beyoğlu’nun birdenbire, Tanzimat’ın verdiği yeni imkânlarla”
genişledikçe kıyılara, denize doğru indiğini söy ler. Bu aşamada terkip, hele hele en gündelik bir eşyaya, en kaba işlevi! bir yapıya titiz ustalıkla
“sanat çeşnisi" veren çaba bütün bütüne farklı
bir zevk anlayışının emrine girer.
Boğaziçi de Tarabya'nın lüks rıhtımını oluş- turur oluşturmaz Anadoluhlsarı’nın alçakgönül lü dünyasını unutmuş, yadsımış gibidir. Sentd- ze ulaşılamadığından, “hiçbir asaleti olmayan
İstanbullulara
“fen er alayı”
sevinci yaşatan
o eski lüfer
avlarının son
kalıntılarını
bizim kuşak da
anımsayacak
manasız ve havasız bir lüks”, “küçük imkânların gelişigüzel tasarrufu”, “kolay faydaların telkini” Boğaziçi’nde hüküm sürecektir. Oysa Boğaz ve Üsküdar kaybolmadıkça “Türk İstanbul” da ayak ta kalabilecektir. Mimariye sızan o karmakarışık
NIs, Holoholo, İsviçre, İtalya, Hollanda çizgileri
“kapalı pancurları, vakur cephesini en zarif Ve nedik veya Viyana dantelasından daha zarif şe kilde süsleyen o nispet mucizesi, rahat, oturaklı Türk köşk ve yalısını, beş asır bu toprakta da de neye deneye bulduğumuz en güzel ev şek lini” usul usul istila etmeye koyulmuştur.
“Meğer ki iklimimize, şehrin kendisine, mi marimizin geleneğine uygun, eldeki eserlerle uyuşabilecek, onları tekzip etmeyecek bir veya birkaç yapı şeklini tespit edelim ve inşaat dedi ğimiz şey, resmi, şahsi her şekilde tam bir kont rol altına girsin.”
Bu kontrol, bu gözetim şehrin insanı tarafın dan doğrudan doğruya talep edilmez ve şehrin İnsanı, ister kişisel kimliği, ister resmi sıfatıyla Boğaziçi'ni, çoğu kez de bütün kenti çok kolay cı bir pragmatizme feda eder.
Feda edişin zararları her alanda, her olguda ağır sonuçlar yaratacaktır. Geçen yıl bütün kış, bütün ilkyaz Ulus’tan AmavutköyO’ne iniyor, her sabah erken saat, yürüyebildiğimiz kadar yürü yorduk. Yol arkadaşım ‘kazıklı yol'a klmlleyin şükrediyordu; ben de ona kazıklı yolun henüz ol madığı sabahlarda, Arnavutköyü’nün arka sokak larındaki dolaşmalarımızı, eklektik bir tutum için de sözümona restore edilm iş yapılar dışında na sılsa kalabilmiş o köhnemiş, o kavşamış evleri nasıl tek tek keşfettiğimizi, Boğaziçi’nden bizim payımıza ancak bu kadarının düştüğünü ne çok konuştuğumuzu hatırlıyordum. Sonra ‘kazıklı yol’ amatör balıkçıların çoğaldığı, Akıntıburnu - Be bek arasında kazıksız yolda da pek hırçın olta atışlarla balık tuttukları yer olup çıktı. Oltalarla yürüyüşçülerin mücadelesi hem acıklı, hem gü lünç. Ne var ki, Boğaz ın kirli suyundan edinilen istavrit hepsinin üstünde acıklı gülünç.
Daha yıllar önce hesapsız kitapsız balıkçılı- ğııyBoğaz’dan geçen nice balığı yakın gelecek- teıoptan tüketeceği konusu gündeme getirilmiş- zfır. Boğaziçi Konuşuyor monografisinin yazarı A. Cabir Vada, lüferin neredeyse bu yüzyılın İlk on yılında Boğaziçi'ne uğramaz olduğunu söyler. Bir zamanlar “Koruk lüferi lezzetli olur” denirmiş. Koruk zamanı, yani Temmuz... Lüfer 1940’larda
ne Temmuz’da ne Ağustos’ta ortaya çıkmaz, Ey- lü l’de de pek seyrek avlanabilmektedir. Lüfer av cılığı başlı başına bir folklormuş. “Lüfer avcılı
ğına balıkçı esnafı kadar, meraklılar da İltihak
eder. Hatta sandala mangal alınarak, çilingir sof
rasından atıştırıldığı zaman tutulan lüferin he men temizlenerek mangalda ızgarası yapılıp me ze olarak yenilmesi, pek çok kimsenin zevki idi.”
Ayışıksız gecelerde, yakamozu kesmek için sandalın küpeştesinden denize doğru içinde zey tinyağı yakılan kandil sarkıtılırmış. Gömlekli lam balar, karpit fenerlerle Boğaziçi bir ışık yağmu ru, “ışık adası”, “ışık operası” olup çıkarmış. Lü ferin yemi ise, şimdiki amatör balıkçıların cırtlak renkli plastik kovalara doldurdukları izmaritmiş, istavritmiş.
USKUMRU, ISTAKOZ,
GELİNCİK...
Lüfer Boğaziçi'nin canlı, kıpırdak yaşamasın dan söz açmış herkesi ilgilendirm iştir. Tanpınar lüfer avını yalnız Huzur'da uzun uzadıya betim lemekle yetinmez, başka yazılarında da tekrar tekrar o sahneleri, o görüntüleri kaleme getirir. İstanbullulara “fener alayı” sevinci yaşatan o es ki lüfer avlarının son kalıntılarını bizim kuşak da anımsayacak. Güz başlangıçlarında akşamüzer- leri ille Kavaklar'a kadar bir kez olsun g idilir ve hava karardıktan, balıkçılar lambalarını yaktıktan sonraya kadar beklenirdi.
Uzman kişiler Boğaziçi'nde uskumrunun en besili, en yağlı olduğu zamanları sonbaharda gündönümüne rastlatırlar. Uskumrunun cılızın dan kurutularak sergilerden satışa sunulan çiroz bir yaz şenliğiydi. Çiroz ateşten geçirilir, dereo tu, sirkeyle terbiye edilir ve tadına doyum olmaz dı. Uskumru çirozları şimdi ender bir meze olup çıktı. Tıpkı uskumrunun ızgarası, pilakisi, tepsi sine de ender sofralarda rastlanıldığı gibi. Us kumru dolması eski romanlarda geçiyor. Haşla nıp derisi çıkarılmak yöntemiyle ceviz taratorlu salatasının yapıldığını ise ilk kez bu yazılar do layısıyla öğrendim.
Deniz mahsulleri arasında ıstakozun erişil- mezliği son yıllarda erişilmezlikten sıyrılıp ula şılmazlık katına yükselmiştir. Özel sepetlere ko nan yemlerle tutulan ıstakozun Boğaziçi'nde ya bana atılamayacak kadar çok olduğu son dönem
leri de biliyorum. O zamanlar orta halli memur ai lesi mevsiminde bir-iki defa ıstakoz yiyebilirdi. Yeniköy’e hangi mevsim giderdik, hangi mevsim ıstakozun etinin zehirli olduğu ileri sürülürdü, şimdi pek kestiremiyorum. Üstelik bu zehirlen me hikâyesi de gerçek değilmiş. Yaşadığımız günlerde bizim gibiler vitrindeki görüntüsüne bi le yaklaşamıyor. “Kauçuk kılıklı etini zaten hiç sevmem” demek de yine bizlere düşüyor.
Boğaziçi’nde hiç bilmediğim bir balık ise ge lincik. Gelincik kırmızı ve siyah renkli derisi olan, beyaz etli balıklardanmış. Müsavilerin makbulüy müş. Yaşadığım Boğaziçi’nde İffet Evin “dip balığı” olduğunu da belirtiyor. İffet Evin Boğazi çi dalyanlarını da anlatır. Dalyanlar birer ikişer yok olm uştur. Boğaz’da “dans eden” kılıç balığı inanılmaz kertede azalmıştır. Anılardaki kılıçlar
“Akıntının İçinden birdenbire pırıl pınl bir ok gi bi gökyüzüne doğru fırlar, İki-Uç saniye havada bir kavis çizdikten sonra sulara dalar.” Erken ilk
yazın gümüş balığı Çubuklu'da, Kandilli’de, Nak- kaştepe’de ve Şemslpaşa akıntılarında beklenir.
Yine yeni öğrendim kİ bizim çingene palamu- tu bildiğim izin asıl adı gacoymuş. Biraz büyüğü ne palamut, daha İrisine torik, torikten büyüğü ne sivri, battalına altıparmak, on kilo ağırlığında olanına peçota denirmiş. Dil de zenginliğini kay bedebilir. Torikten köfte, to rik şiş, to rik yahnisi kadar lezzetliymiş. A. Cabir Vada lakerda üstü ne çerez bulunmaz görüşüne katılır, ama İslisi nin de hakkını yemez.
Bana öyle geldi ki denizde avın lüfer kadar görsel bir karşılığı da sardalya avıymış. Temmuz’ da büyük alamanaların arkasına dev ızgaralar yer leştirilirm iş. Denize doğru uzatılmış ızgaralarda çalı çırpı büyük bir ateş halinde tutuşturulurmuş. İffet Evin, “ Defterdarburnu ile Amavutköy arası,
özellikle ateş balığının sardalya' çok tutulduğu bir alandı. Karanlıkta, arkasındaki kıpkızıl alevler le oradan oraya gidip gelen ve böylelikle balık sü rülerini şaşırtıp ağlara yönelten bu ateş adacık larının kapkara sulardaki akislerini uzaktan seyrederdik” diyor.