ARADA BİR
MUHStNE HELİMOĞLU YAVUZ
Halkbilimci- Yazar
Şaft Faik'le Söyleşi
Geçen hafta çarşamba günü Salt Falk’e gittim. İskele de yoktu. Gerçi parkın girişine asık suratlı bir adam koy muşlar, ‘Sait’ diye; ama onunla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Hem de bu kalabalığın içinde belli ki müthiş canı sıkılıyor. Belki evindedir dedim. Bir umutla yokuşu tırmanıp “Aya Yani Kilisesi"nin yanındaki evine vardım; ama orda da yoktu. Hem öylesine yoktu ki onarım geçi ren evde, onun adına iki eski konsolla bir yırtık deri kol tuktan başka bir şey bulamadım. Ellerim koynumda kalakaldım. Sonra birden aklıma geldi, olsa olsa “Kal- pazankaya’dadır" dedim ve hemen bir faytona atladım. Arabacı ErzincanlI Haydar, yolda gördüğü herkesi se lamlayarak ve keyifli türküler söyleyerek beni Sait’e gö türdü. “Hayrola Haydar" dedim, “bakıyorum herkesle dostsun.” "Sevgiden, sevgiden" dedi. “Ben herkesi se verim de...” Galiba Burgaz’ın faytoncularına bile Sait’ ten bir şeyler yansımış diye düşündüm. Derken vardık Kalpazankaya’ya. Bir de baktım ki Sait’in çocuk gözleri ışık içinde, bir yanında "topal martı” öteki yanında “dül ger balığı", önünde köpeği, ardında “Panço", “Meyha neci Barba” , avucunda çaldığı, su gibi akan beyaz bir “ipek mendii"\e küçük oğlan ve adanın cümle balıkları, kuşları hep birlikte, bana “karşıcı” çıkmışlar.
Sevinçten öylesine esridim, öylesine bir baş dönmesi içine düştüm ki sorulmaz... “Hoşgeldin" dedi Sait. “Ge leceğini biliyordum. Kaç zamandır Büyükada'da oldu ğunu Şlnasl’den fözdemlroğluj duydum ve bana uğra madan gidemez diye bekliyordum." “Ama Sait" dedim, "niçin adadayım sanıyorsun.. Önce Reşat Nurl’y/e, Nu-
rullah Ataç’a uğradım; sonra Hey bel i'de Hüseyin Rahmi’ye, işte bugün de sana geldim."
Sonra çevremizde adanın cümle “mahiûkat"\, uzanıp sırtüstü Kalpazankaya’ya, Sait’le tadı dille denmez bir söyleşiye daldık. “Nasıl buldun adamı?" dedi.
Ben de “Ne çok yaşlı insan var ve nasıl da mutlu yaşı yorlar" dedim ve ona şunu anlattım: Bazı efsanelere göre, eskiden insanlar çok yaşlanınca, çocukları onları sırtlarına alıp uzak bir yere götürerek ölüme bırakırlar mış. Bir gün yine böyle ihtiyar anasını (veya babasını) “ölmeye" götüren bir genç, yolda dinlenmek üzere otu runca, anası ona, “Bir gün çocukların da seni böyle ölü me götürecekler" demiş. Bunun üzerine çok duygula nan adam, anasını sırtlayıp geri getirmiş, ona evinde bakmış ve bu acımasız uygulama da böylece son bul muş.
"İşte böyle Sait" dedim, “İstanbul'un bütün zengin ih tiyarlarını da sanki toplayarak adaya getirip bırakıver mişler; ama bunları bir an önce ölmeleri için değil, daha çok uzun yıllar yaşamaları için getirmişler. Yani bunlar bir başka deyişle ölmeye yatmıyorlar, yaşamaya kalkı yorlar." Güldü Sait, “Haklısın" dedi, “burada insanın ömrü uzuyor. Baksana bunca yıldır ben de adayla, de nizle, balıkla, martıyla karışmış olarak yaşayıp gidiyo rum; şu Sivriada’nın güzelliğine bak..." “ Ya Yassıada.." diyecek oldum; birden yüzü karardı, “Onu hiç sorma” dedi, “hüzün, hüzün..."
Sonra Sait’le Büyükada’ya, Anadolu Kulübü’nün, “gö rüntüsü dünya değer" bahçesine gelip oturduk. Derken,
Alev Coşkun, Sami Karaören, Salim Şengil de gelip ya
nımıza oturdular, önce Alev Coşkun, İsveçli bir aydın tanıdığının ilginç bir saptamasından söz etti. (Bunu bir başka yazımda anlatacağım.) Sonra, daha "Ne olacak bu memleketin hali; ülkemiz nereye sürükleniyor.." de meye kalmadan, vaktiyle Atatürk için yapılmış, bahçeyi plaja bağlayan ahşap asansörün kapısı açıldı ve "Nere ye olacak, bir yeşil karanlığın içine sürükleniyor" sözle ri, bir yalaza gibi yüzümüzü yakıp geçti.
Daha ne olduğunu anlayamadan, hayretle birbirimize baktık; sonra hep birden dönüp önce asansöre, sonra Sait’e baktık. Ne asansörde kimse vardı., ne de masa mızda Sait...
Ve biz, yoğun bir aydın hüznünü taa yüreğinde duyan lar; hep birlikte “yeşilkaranlığın" gölgesinde kalmışça- sına ürperdik...