m
Hande OGUT
W
Fotoğraflar: Mustafa ÇETİNKAYA
“t i r vapur kalkar birazdan/ Kalkıp gidemeyen bir ben/ Martıların
IgötşPpp getirdiği/ Bir vapur kalkar birazdan/ Kar soğuklarında iskele/
Arklara savunmasız durur/ Kalbime romatizma vurur/ Bir vapur
kaİKar birazdan/ Kederimi yüklenip gitmez/ Bir yangındır ki ansızın/
f Aşk başladığı gibi bitnfez/ Bu vapur seni götürür/ Palamarı kalbime
P
geçer/ Kadıköy ka^Sflımlık yer?/ Bu uzaklık beni öldürür/ Seni
dizelerime alsaydım/ Belki çocukluğum biterdi/ Sen ellerimi bulsaydın/
ÇAYIN KEYFİ...
Vapurların değişmez ve vazgeçilmez
mekanlarıdır çay ocakları. Kıvamında
olmasa bile tuturabildiğine satılan çay ve
sarepin apayrı bir lezzeti vardır. Şahsa ait
olarak işletilen ocaklar, rengarenk
görüntüleriyle arabesk yaşamın da bir
unsurunu teşkil ederler...
s
x
i
4
'
^
■ W
V ’
sİf
İ î *■
m
\
* Jn^Pv "
J
AKŞAMIN BURUK HÜZNÜ
Gün olur alır başımı giderim, denizden yeni
çıkmış ağların kokusunda...Gün doğar,gün
batar ,evli evine köylü köyüne gider. Ama
denizlerin yorgun savaşçıları hiç
dinlenmeden, tükenmeden hizmet verirler...
A
yrı ve ayrıcalıklı bir yaşam kültürü, yoğunluğunu, canlılığını, heye canını ve özelliğini her dem koru yan bir yaşama sevinci vapur yolculuğu... Ve yıllar yılı iki kıta arasında bir köprü oluşturan Şehir Hattı Vapurları...
İstanbulla, İstanbullularla bir nevi özdeş leşm iş durum dadır B oğaz’ın salına salına giden tavizsiz nazlı güzelleri... Yeşilin maviy le kontrast oluşturduğu durgun sularda, kıyıla rı döven dalgaların azdırdığı engin denizlerde, dumanı ifil ifil tüten, sarı bacalı bir vapur silü- eti görmek sıkıntılı bir bekleyişin ardından tüttürülen bir cigara, saatin beşi göstermesiyle özlem duyulan tavşan kanı bir yudum çay içmek kadar keyiflendirir insanı... Nice anlar, anılar ve anm alar taşıyan yaşlı ve yorgun bedeni sessiz kalan bir isyan içinde, yan yatsa da teklese de aksasa da sonraya, bir sonraya, belirsiz sonralara tükenmeden taşır, sürükler misyonunu akıllı, uslu bir çocuk gibi... İşi zor da olsa insanın kıskanası gelir. Günde yüzbin- lerce insan, yüzbinlerce yürek, yüzbinlerce umut taşır, keyiflerine, kederlerine, dertlerine, ortak olur, sırdaşlık eder, aşklarına savunma sız durur çünkü. Kimileyin çeyrek, kimileyin yarım saat gibi kısa bir zaman zarfında misa firlerini tam da gidecekleri yere ulaştırırlar ya, kalabalıklar içindeki yalnızları da alıp alıp uzaklara götürürler. İnsanların bunu istediğini hissedecek kadar duygulu ve duyarlıdır hepsi de. Sabahattin Kudret Aksal, ne zaman bir
gemiye binse şöyle seslenirmiş;
“Denize bakar gibi görünüyor, oysa baktı ğı başka/ Bir yer var. Orada her şey gemiler... O direk bolluğu kuşlar/ Bulutlarda arayışlar... G em ici tü rk ü le ri h ep / G ötür ben i hantal şilep...”
Her Allah’ın günü, özellikle “pik saatler” diye tabir edilen sabah ve akşam vakitlerinde hınca hınç dolarak batma tehlikesi geçiren hiz metteki “yaklaşık” 40 adet Şehir Hatları Vapu ru handiyse fosilleşmiş olmasına rağmen “kırk- bir kere m aşallah” dedirtiyor vesselam. Bir tanesi 9-10 milyara mal olan vapurlar Marmara ve Boğaz hattında günde “yaklaşık” 300-400 bin, yılda 150 milyon insan taşıyor.
VAPURDAN M ANZARALAR
A dettendir; önce eskilerden başlanır... Sonra da “ zam ane”lere gönderm e yapılır. Türk gemicilik tarihinin ilk çağlarında kaptan köprüleri bugünkü gibi kapalı değilmiş. Elekt rik ve kalorifer tesisatı, üstü kapalı iskeleler yokmuş. Yaz-kış açıkta dümen sallayan kap tanlar, vapuru yalıların bahçesinde bekleyen yolcular sık sık hastalığa davetiye çıkarırlar mış. Yani eski devirlerin meşum ve meşhur ince hastalığının nedeni aşk acısı değilmiş
Gecedir: Gemi girer limana
,
yelkeni inik,yolunu kesmiş.
O zifir gökleri tarayarak...
anlayacağınız. Ya aşk..,? Hiç yeni birliktelik lere, yıldırım aşklarına aracı olmaz mı vapur ların sıcak ve loş salonları, püfür püfür rüzgar alan, güneşin batışı ile ayın doğuşunun yakın dan gözlendiği güverteler? Önceleri hayır... Baştan aşağı çarşafa bürünmüş hatunların kazara kirpiğinin ucu görünür de göz zinasına maruz kalır endişesi ile temkinli davranılmış ve kadınlar teknenin kıç bölümünde nev-i şahıslarına münhasır özel kafeslere alınmış. Evli olsalar bile durum değişmezmiş. Şimdi lerde koltuklarda sarmaş dolaş oturan, arada bir koklaşıp öpüşen sevgililere kötü kötü bakan “ortaçağ dinozorları”, namus bekçileri ve muhafazakar yaşlılar eski günleri özlemle yadediyorlar. Ellerinde bir poğaça, kürt böreği ya da açmayla vapura binen, işine ve okuluna gitmenin verdiği isteksizlikle surat asan sabah yolcuları hiç çekilmez doğrusu... Siz bir de onları akşam görün... Ohh! mesai bitmiştir. Sıcacık, rahat evlerine, sevgilisiyle buluşmaya ya da sinemaya gideceklerdir bu yüzden mut ludurlar.... Karınları ufaktan kazınır, iskele köşelerini kapan simitçiden en el yakanını alıp sevinç ve telaş içinde, binerler vapura. Yazın dışarıda oturma kompleksi vardır herkeste. Kapının önüne yığılanlar, vapura biniş anında sıra bozulmuşsa, ya da arkadan bir uyanık çıkıp da sıranın önüne geçmişse kavga bile çıkarırlar. Vapurun iskeleye yanaşmasını bek- leyemeyen “sekiz aylıklar” ve bir sonrakine binmeyi vakit kaybı olarak algılayan “gözü
dönmüş cesurlar” bir adam boyu mesafeden bırakıverirler kendilerini halatlar henüz bağ lanmamış ve çözülmemişken... Denize düşen (yılana da sarılırlar mı acaba)ler arasında boğulma tehlikesi geçiren hatta hatta boğulan lar bile vardır Şehir Hattı Vapurları tarihinde... Vapura binen ve inen herkesin nedense acelesi vardır. Kimse de kimseyi karşılamaya gelmez. Halbuki eskiden, akşam vapurunu Rum, Yahudi ve Türk hatunları süslenip püs- lenip karşılam aya gider, beyzadelerini alır piyasa caddesinde bir lokantaya girer ya da evlerinin yolunu .tutarlarmış. Bugünkü duru mu Kuzguncuk’un bir simgesi haline gelen Can Yücel şöyle betimliyor “Türkiyat Vapu ru” adını verdiği şiirinde; “Yanaşmadan önce dağıldı iskeleye/ Önce karinesi, sonra sintine si/ Derken alt-vasat- ve üst güvertesi/ Baş üst- vasat-alt/ Ardından kıç üstü-vasat-alt yolcula rı/ Dağıldılar bir meçhul semte/ Kırlangıçleyin ellerinde fileleri, çantaları/ Kimisi dargın eski çiftçiler/ Dağıldılar kırlangıçleyin bir meçhu le/ Deniz su döküyor arkalarından/ Haydan gelip huya giden cüm lelere/ kaptan köşkü yüzüyor dalgaların üstünde/ Şakuli bir bok gibi/ Kaptanı, tayfasıyla... “
İlginçtir vapur yolcuları... B azılarında alışkanlığın ötesinde refleks halini almışken bazılarında da sinemaya, tiyatroya ya da bara gitme keyfini uyandırır. Tutkulu birer aşıktır lar... Kendini evinde gibi rahat hisseder. Bunu da göstermekten çekinmez. Çıkartır ayakkabı larını beyaz çoraplarıyla boylu boyunca serilir koltuklara, çıkartır yün örgüsünü başlar iki ters bir yüz saymaya, çıkartır KDV fişlerini tutar hesap çetelesini, çıkartır zuladaki yalancı dolmalarını, bir de yanındakilere ikrama yelte nir. Her insanın tercih ettiği ayrı bir yer vardır vapurun bölmeleri arasında. Özellikle kitap ve gazeteleri koltuğunun altında gezen entel takı mı masalı odaları, (ki bunlar, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın gazetelerini, mecmualarını, kitap takımını hep yanında taşıyan vapur kahraman larına benzer) tercih eder.
B oğaz özel gezi vapuru nam -ı d iğer “Dilenci Vapuru” ve Ada Vapuru dışında içki içmek yasaktır ama şarapçı ve konyakçı takı mı ceplerine sakladıkları can yoldaşı şişelerin den çaktırmadan “masum” yudumlar alırlar. Dışarıya oturur oturmaz reflekstif olarak ayak larını parm aklıklara dayayanları ikide bir geçen çaycı ne kadar sinirlendiriyorsa, içeri dekileri de, üstüne para verse bile fayda
etme-Her gün bindikleri vapurların
makine dairelerini merak
etmez mi insanlar? Orada ne
zorluklar yaşanır, ne
sıkıntılar çekilir.
FEVAİD-İ OSMANİYE'DEN ŞEHİR HATLARI'NA
Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masalları andırıyor Şehir Hat ları İşletmesinin öyküsü... Ömrünün büyük kısmım “hızlı yaşa genç öl” mantığından yola çıkarak geçiren ilk vapurdan günümüze az buz değil 150 yıl geçen bir serüven yaşandı. Nostaljik takılma modasına ayak uydurarak tarihin kapılarını aralıyoruz:
Tanzimat öncesi Boğaziçi’nde yaşam mevsimliktir. Yazlıklara göç padişah emriyle olur, geriye dönüşte de izin çıkarılması gerekmektedir. Sultan Abdülmecit dönemine kadar Boğaziçi’nde ulaşım pazar kayıklarıyla yapılırdı. Padişahın saltanat kayıkları, devlet adamlarının ise, rütbelerine göre kürek sayıları değişen özel kayıkları vardır. Ulaşım imkanları çok kısıtlı olduğundan İstanbul’da oturup Kavaklar’ı bilen ve gören yok denecek kadar azdır. Zaten suriçi İstan bulluları da oralarda oturanları “köylü” olarak tasvir ederdi.
Osmanlı arşiv kayıtlarına göre, 1827’de İstanbul’a gelen ilk buharlı gemi, hem kırlan gıç kuşu, hem de hızlı ve çabuk anlamlarına gelen “Swift” imiş. Taa, İngiltere sularından gelip, İstanbul limanında demirleyen bu ince bacalı, kocaman çarklı gemiye halk güzel bir isim bulmakta gecikmez ve “Buğ Gemisi” der. Buharla işleyen bu heyula, 2. Mahmut’un ilgi ve beğenisine m azhar olunca derhal iki tane daha ithal edilir; “Kebir” ile “Sagir”... Sultan Mahmut, bu tip gemilerin kendi tersanelerimizde yapılması için çok uğraş verir, bu arada Toulon’daki bir Fransız tersanesine hem y o lc u , hem yük
taşıyacak bir gemi sipa riş edilir. İlk Türk bay raklı gemi olarak tarihi m ize g eç en bu p o sta vapuruna “ Peyk-i Ş ev ket” adı verilir.
18 4 0 ’h y ılla rd a Boğaziçi’ne yabancı şir ketlerin gemi işletm esi hükümetçe hoş karşılan madığından, halkın ula şım gereksinmesini karşı lamak ve yabancıları bu alandan çekmek için ter sane tarafından Boğazi ç i’ne “Eser-i Hayır” adlı bir gem i v erilir. K oyu taassuptan ötürü başlarda vapura binemeyen Müs lüm an k a d ın la ra daha sonra kafeslerde oturmak kaydıyla izin çıkar. Bu
gelişme, deniz taşımacılığını günün koşullarına uyduracak bir idare kurulmasını zorunlu kılar ve 1843’de tersaneye bağlı olmak üzere “Fevaid-i Osmaniye” adlı şirket kurulur.
Yerliler piyasaya çıkınca yabancılarla anlaşmazlıklar başgösterir. 1849’da yolcu taşımaya başlayan biri İngiliz, diğeri Rus iki yabancı ban dıralı gemi ile Fevaid-i Osmaniye’nin “Hümapervaz’” gemisi arasında rekabet başlar. Bu tatsızlık, 1851’de Boğaziçi’nde gemi işletmek üzere kurulan ilk anonim şirket, “Şirket-i Hayriye’min varlığı ile ortadan kalkar.
Şirket-i Hayriye'nin kurucularından Hüseyin Hakkı Efendi
ve adlarına şarkılar bestelenen nostaljik yandan çarklılar...
Şirket, kuruluş öyküsü itibariyle Türklerin aklının nerede işlediğine delâlet eder... Şöyle ki, zamanın sadâret müsteşarlarından Fuat Efendi ile ulemadan Ahmet Cevdet Efendi, şifa için gittikleri Bursa kaplıcala rında demlenirken, İstanbul denizlerindeki karmaşayı nasıl giderecekle rini keşfederler “Arşimet” misali... Ve şirket tüzüğünü hazırlarlar der hal! Bir hayır kurumu olduğu için de adını “Şirket-i Hayriye” koyarlar.
Hayriye’nin satışa sunulan 1500 hisse senedi sebil gibi kapışılır. Çoğunluğunu Sultan Abdülmecit ile Bezm-i Alem Sultan, azınlı
ğını da devlet adamları ve ileri gelen esnaf takımı satın alır. İstinye, Mirgün, Sarıyer, Anadolu, Rumeli, Tarabya, Göksu, Beylerbeyi, Tophane ve Beşiktaş adlarını taşı
yan ilk gemiler, sonraları adlarına şarkılar bestele nen ve nostaljik olarak anımsanan ilk “Yandan
Çarklılari’dır.
Şirket kurulmuştur ama deniz taşımacılığı Türkler için yabancı bir konudur. Bir iskelemiz bile yoktur. Gemiler yalıların rıhtımından yolcu almayı Üsküdar iskelesi yapılıncaya kadar sür dürür. “İskele-i Üsküdar” hayatı boyunca nelere şahit olmamıştır ki... Ekmek paralarının ellerin den gideceği kaygısıyla Şirket-i Hayriye vapurla rına karşı çıkan kayıkçılar, vapurların önlerine çıkıp yollarını keser, gemileri ve kaptanları taşlar lar. Dünyanın ilk feribotu olan “Suhulet” boğaz sula rına çıktığında da yine başroldedirler. Bunun üzerine Şirket-i Hayriye’nin başında bulunan Hüseyin Haki Efen di, Şeyhülislam’dan fetva çıkartır.
İdare 1870’de “Şir- ket-i Aziziye” adlı ano nim bir şirkete dönüştü-
'■''’“.fşfatmM rülm ek isten d iy se de, Avrupa’da baş gösteren A lm a n -F ra n sız savaşı nedeniyle ertelenir. 2. S ultan A b d ü lh a m it’in p a d işa h lığ ıy la 31 y ıl süren İdare-i M ahsusa dönemi başlar. 1902’de ilk kez “pervaneli gemi” in şa sın a g iriş ilir; “ 47 T a rz ın e v in ” , “48 D il- n iş ” in im al e ttirilir. 1906’da İ n g ilte re ’den “59 Kamer” ve “60 Rağ bet” adlı çift pervaneli gem iler getirtilir. Dört y ıl sonra da İd are-i Mahsusa, “Seyr-i Sefain İdaresi”ne geçer.
Birinci Dünya Sava-şı’nın başlaması ve seferberlik üzerine Seyr-i Sefain İdaresi, Bahriye Nezareti’nden alınarak Harbiye Nezareti’ne bağlanır. Ancak ömrü uzun olmaz ve 1933’de parçalanır. Böylece tarih ve isim değişiklikleriyle gelişen bir döneme girilir. Nihayet, 30 Nisan 1944 tarihinde Devlet Denizyolları ve Limanları İşletmesi Umum Müdürlüğü kurulur ve 94 yıldan beri işlev süren, ilk özel gemicilik şirketi olan Şirket-i Hayriye’yi de bünyesine katar. 1985'den 90'a kadar Şehir Hatları İşletme Filosuna büyük bir modernizasyon prograrifı uygulanır.
Karadan uzak yaşasalar da doğayı hep yanlarına taşırlar kaptanlar.
Botanik bahçesini andıran köşkleri görülmeye değerdir doğrusu...
yecek abuk subuk malları satanlar, ellerindeki sakızları her yolcunun kucağına atıp sonra kös kös toplayan çingene çocuklar ve göğüslerin de ahvallerini anlatan pankartlarla dolaşan duygu sömürücüler o kadar sinirlendirir. Bir zamanlar vapurları istila eden bu “meymenet- s iz ” lerle başa çıkam ayan id ari y e tk ilile r sonunda mücadeleyi kazandılar ve 6 aydır rahatlar. Ancak yolcu kimliği ile binip, eşref saati kollayan, uygununu buldu mu, “Saygıde ğer abi ve ablalarım, şu görmüş olduğunuz...” şeklinde uzayıp giden teraneleri savuranlar hâlâ bile var. Tıpkı kaçak binen, koltukların altına saklanıp sefer tekrarlayan ve gişelere jeton hacminde bozuk paralar atıp geçen uya nıklar olduğu gibi...
İSKELELER... ANILAR ...
V apurların uğrak yerleri, çerezlerid ir adeta... Çileli bir hayatları vardır. Eskilerde, kolalı yakalı beyaz gömlekli katiplerin, şemsi- yeli, işveli hanımların ürkek adımları altında ezilmeye razıydılar ama şimdi düz yolda yürü mekten bile aciz magandalann, yasaklamasına rağmen gizli gizli sigara içen düşüncesizlerin, yakasına bağrına yedikleri nevalelerin çöplerini atanların, bangır bangır gürültü yapan gençlerin ayakları altında ezilmek onurlanna dokunuyor. Kimi zaman yanlış yapılan denge hesaplan yüzünden bir türlü yanaşamayan vapurların bağırlarına vurdukları darbelerle sarsılırlar arada bir... Sonra gel de onar... Kalbi kırılmıştır bir kere, rüzgarı affetse de... Semt adı taşıyan iskeleler oraların sosyal yapısı ile zamanın görgü ve alışkanlıklarım yansıtan birer aynadır lar. Amavutköy’de kokusu baş döndüren çilek sepetleri yüklenirmiş vapurlara... Şirket-i Hay riye’nin bütün Boğaz halkı tarafından sayılan ve sevilen kaptanlarından Maçaroviç’in başın dan geçen, “haçı çalan köpek hikayesi” ise, hala belleklerinde Amavutköylülerin.
İlhan Berk, o yıllara ilişkin anıları şöyle anlatır; “Bir gemi geliyor ve kocaman baca sından/ Duman tütüyor. Bir Şirket-i Hayriye Vapuru olacak./ Demek 1855’leıdeyiz; Kanlı- ca’ya üç kuruşa gidiliyor/ Ve Maçaroviç kap tan köpeğiyle kumanda mevkiinde/ Ve haç düşüyor suya... Ve Şeref Kaptan Bebek koyu na yanaşıyor/ 74 ile ki, kendi pişirir kahvesini ve saçlarını/ hep öne tarar...”
O yıllara ilişkin hoş bir anektod daha var. İskeleye sürekli gecikmesi yüzünden İdare Meclisi tarafından sorgulanan ilk Türk kaptan larından Ömer Kaptan durumunu şöyle açıklar;
“Efendim, Çengelköy’ün zerzevatı, Bey- leıbeyi’nin teşrifatı, Kuzguncuk’un haşaratı olmasa, geç kalmak şöyle dursun, zamanından çok önce köprüye varırım. Malum-u âliniz, Çengelköy bağlık bahçelik, bostanlık bir
köy... Halk sepetler dolusu hıyarı, domatesi, patlıcanı İstanbul’a vapurla indiriyor. Sepetle rin yüklenmesi çok zaman alıyor. Beylerbeyi ise, teşrifat meraklısı beyzade takımının otur duğu bir kibar semt. İskele girişinde iki kişi karşılaşsa, “önce siz buyrun, rica ederim önce lik sîzindir” diyerek birbirlerine yol verdikle rinden vapura binmeleri uzun zaman alıyor. Kuzguncuk’da keza kalabalık musevi aileleri nin oturduğu bir semt. Gecikmelerimin bütün nedeni budur...”
Maçaroviç dışında Şirket-i H ayriye’nin rüzgar kanatlı kaptanları varmış. Deniz üze rinde bir martı görse ona göre manevra yapa cak derece dikkatiyle ün salan George Kap tan’m yanı sıra, mesleklerinde ilk Müslüman- lar olan Ömer ve Şeref Kaptan’ın unutulmaz bir yeri vardır Şehir Hatları İşletmesi’nde... Rivayete göre, Şeref Kaptan vapurla geçerken yalılardan kendisine uzatılan kahveyi içer, bazen de baklavadan yermiş. Öldüğünde de son yolculuğuna vapurla uğurlanmış.
Vapurlarıyla, iskeleleriyle, yolcularıyla hiç bitirilemeyen bir film gibidir Şehir Hatları Seferleri... Görülmesi, yaşanması hepsinden önce alınması gereken bir kültürdür vapur yol culuğu. Deniz tutkunu Ahmet Haşim’in dediği gibi, ruhun bütün dertlerine devadır. Suyla bütünleşmek, martıların kılavuzluğunda sey retm ek, yem yeşille m asm avinin ortasında yürümek, hayaller kurarak, rüzgarı savurarak vazgeçmek, birden bire herşeyden vazgeç mek... Sadece gökyüzü, sadece deniz, sadece sen ve ben, sadece sevgi.. Hepsi bu..